Elçiler Allah'ın sevdiği kendilerinden razı olduğunu haber verdiği ve cennetle müjdelediği mübarek kullardır. Allah bazı elçilerin hayatlarından Kuran'da örnekler vermiştir. Öyle ise, Yüce Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmak isteyen her müminin onlara benzer bir ahlak ve davranış tarzı içinde olması gerekir. Nitekim bir ayette "Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır." (Ahzab Suresi, 21) diye bildirilmiştir. Bu kitapta bugüne kadar müminlere atılan iftiraların anlatılmasındaki amaç da, geçmişte peygamberlerin ve yanlarındaki müminlerin, yakın tarihimizdeki İslam alimlerimizin yaşadıkları zorlukların ve onların bu zorluklar karşısında gösterdikleri tevekküllü ve sabırlı halin görülmesi ve örnek alınmasıdır.
İmansız veya imanı zayıf biri için iftiraya uğramak adeta yıkım demektir. Özellikle, Allah'ın elçilerine atılan iftiraları düşünürsek, bunlardan herhangi biriyle karşılaşan iman etmeyen veya zayıf imanlı birinin bütün hayatı altüst olur. Örneğin, böyle bir kişi iffetsizlikle ilgili bir iftiraya maruz kalsa veya yapmadığı halde hırsızlıkla suçlansa, bundan dolayı şiddetli bir sarsıntıya uğrar. Cahiliye anlayışı içinde kendi deyimleriyle "hayata küser, bunalıma girer, ye'se kapılır, sıkıntıya düşerler". Hatta en ufak bir iftira ile karşılaşsa dahi hemen ümitsizliğe kapılır. Çok sayıda iftiraya maruz kalması ise bu kişiyi oldukça büyük bir ruhi çöküntüye uğratacaktır. "Bu iftiraların hangi birini temizleyeceğim" veya "milyonlarca insan bunları böyle öğrendi, bunların doğrusunu insanlara nasıl tek tek anlatacağım" diye kaygı duyabilir. Bu iftiralardan dolayı gelecek endişesine kapılabilir. Haklılığı ortaya çıksa bile, toplumda "çamur at izi kalsın" mantığının işlediğini, insanlar tarafından hep bu iftiralarla anılacağını düşünerek paniğe kapılabilir.
Allah'a iman eden, tevekküllü insanların durumu ise tamamen bu mantıktaki kişilerden farklıdır. Salih Müslümanlar ne ile karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, yukarıda bahsettiğimiz türde akılsızca tavırlar göstermezler. Gerçek iman ile oluşan tevekküle ve Allah'ın insanlar için yarattığı kadere olan teslimiyete sahip bir Müslüman ile, Kuran'a göre yaşamayan insanların arasındaki tavır farklılığı özellikle böyle zorluk zamanlarında ortaya çıkar.
Müminler kendilerine bir iftira atıldığında, Allah'ın kendilerini bununla denediğini, sabır göstererek tevekkül ederlerse Allah'ın kendilerinden razı olacağını ve kendilerini bu iftiradan temizleyeceğini bilirler. Nitekim bir ayette müminlere atılan iftiranın, kendileri için aslında bir hayır olduğu şöyle bildirilir:
Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır. (Nur Suresi, 11)
Kuran'a uyan insanlar, herşeyden önce tüm olayların Allah'ın bilgisi ve kontrolü altında gerçekleştiğine ve her olayı Allah'ın kendileri için en güzel ve en hayırlı şekilde yarattığına kesin bir bilgiyle iman ederler. Dolayısıyla, en şiddetli ve acımasızca görünen iftira sözü ile de karşılaşsalar, bunun ardından mutlaka kendileri için bir hayır geleceğini bilirler. Elbetteki, müminler kendileri hakkında söylenen asılsız sözlerden uzak olduklarını göstermek ve iftirayı üzerlerinden atmak için her türlü meşru yola başvururlar. Ancak, sonuçta Allah'ın kendileri için hayır ve güzellik dilediğini bilerek bunu yaparlar.
Hatta kimi zaman dünya hayatındaki imtihanın bir parçası olarak, bir mümin için iftira ile birlikte birçok başka zorluk da peşi sıra gelebilir. Aynı dönemde çok şiddetli bir hastalık geçirebilir, ailesi, yakınları mağdur duruma düşebilir ya da herhangi bir nedenle zor durumda kalabilir, maddi açıdan bazı güçlükler çekebilir. İşte gerçek bir Müslüman tüm bunların Allah Katından bir deneme olduğunu, her zorlukla beraber bir kolaylık yaratıldığını ve sabredenlerin cennet ile müjdelendiklerini bilerek çok kararlı, itidalli, cesur ve şevk dolu bir tavır gösterir. Asla sıkıntı duymaz, ümitsizliğe kapılmaz, üzülmez; başına gelen tüm zorlukları Kuran'da emredilen akılcı tavır ve güzel üslupla karşılar.
ADNAN OKTAR: Ben çileyi her zaman kabul ettim. Nasıl? Severek ve heyecanla. Nimeti de her zaman kabul ettim. Severek ve heyecanla. Allah’a hamd olsun.
“Allah’ı çok seven çileyi de kabul edecek. Çileye razı olmadan sadece nimeti istemek olmaz. Dünya çile ve eğitim yeridir” sözümüze karşılık olarak bir kişi, “Hocam, şu çektiğiniz çileden az bize de verseniz çok makbule geçerdi” diyor. Sen benim çektiğim çileyi yarım saat çekmiş olsan Bakırköy’den bir daha çıkamazdın. Orada kalırdın. Belki de canını Allah’a teslim ederdin. Doktorlar daha girdiğinde bayılıyorlardı olayın dehşetinden. Ben orada dokuz ay kaldım. Hücre hapsine on beş gün dayanamıyorlar, ben dokuz ay kaldım hücre hapsinde. On beş gün içinde deliriyorlar adeta çıldırıyorlar birçoğu, çünkü acı bir ızdırap olarak görülüyor hücre hapsi.
Ben dokuz ay kesintisiz kaldım ve gayet de rahattım. Nasıl rahattım? Sadece namaz kılmak çok zor oluyordu. Dönemiyorsun bile, kıbleye dönemiyorsun, artık alnım duvara geliyordu. O kadar dar, hücre hapsi. Biz orada dokuz ay kaldık. Bu, çilenin ne olduğunu bilmiyor bazıları. Akıl hastalarının yanına ziyarete bile gidemiyorlardı, kapısından bakamıyorlardı korkudan.
Doktorlar kitap yazmışlar, “Göreve gelen doktor kapıdan girdi bayıldı” diyorlar olayın şiddetinden. Adamlar doğal ihtiyaçlarını bilmiyorlar. Her yer dehşet içerisinde. Bağıran, çağıran delilerin içinde dokuz ay kaldım. Dokuz dakika kalamaz bazıları.
Bize akıl hastanesinde verdikleri odayı tarif bile etmiyorum. Rezaletin boyutundan dolayı anlatmıyoruz. Dehşet vericiydi. Bana ayrıca dışarı çıkmak da yasaktı. Bütün hastalar bahçeye çıkıyordu, bana yasaktı.
Dokuz ay öyle kaldık. Kırk beş gün de ayağımızda zincirle kaldık, yatağa bağlı olarak. Ben sadece namaz kılmakta zorluk çektiğim için biraz zinciri uzatmalarını rica ettim o kadar. Bayağı keyfim yerindeydi. İmanla, Kuran’la. (Sn. Adnan Oktar’ın 6 Haziran 2015 tarihli A9 TV röportajından)
Müminlere atılan iftiraların, ahiret kazancının yanında, dünya hayatında Müslümanlara getireceği hayırlar da vardır. Daha önce söz ettiğimiz Hz. Yusuf (as)’a atılan iftiranın sonucu buna güzel bir örnektir.
Hz. Yusuf kendisine atılan iftira sonucunda, hiçbir suçu olmamasına rağmen hapse atılmış ve yıllarca zindanda kalmıştır. Orada kaldığı süre boyunca yanındakilere Allah'ın varlığını anlatarak tebliğ yapma imkanı bulmuştur. Kaderinde belirlenmiş olan süreyi hapishanede imtihan olarak geçirmiş olan Hz. Yusuf (as)’ın güvenilirliği ve rüya yorumu ilmine sahip olduğu, zindan arkadaşı aracılığı ile hükümdarın kulağına gitmiştir. Bunun üzerine hükümdar, Hz. Yusuf'u huzuruna çağırmıştır ve gördüğü bir rüyayı yorumlamasını istemiştir. Yusuf (as), bundan önce kendisine atılan iftiradan tamamen aklanmak istediğini belirtmiş ve kendisine iftira atan kadın ve çevresindekilerden işin aslının sorulmasını talep etmiştir. Hükümdar tarafından yaptırılan bu soruşturma sonucunda ise Hz. Yusuf (as)’ın tamamen suçsuz olduğu görülmüş ve üzerindeki tüm şaibeler de kalkmıştır. Bu olaylar neticesinde Hz. Yusuf (as)’ın güvenilirliği, dindarlığı, iffeti hükümdara kadar ulaşmıştır. Bu olaylar Kuran'da şöyle anlatılmaktadır:
Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin." Ona elçi geldiğinde (Yusuf:) "Efendine (Rabbine) dön de ona sor: "Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir." (Hükümdar topladığı o kadınlara:) "Yusuf'un nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?" dedi. Onlar: "Allah için, haşa" dediler. "Biz ondan hiçbir kötülük görmedik." Aziz (Vezir)in de karısı dedi ki: "İşte şu anda gerçek orta yere çıktı; onun nefsinden ben murad almak istemiştim. O ise gerçekten doğruyu söylenlerdendir." (Yusuf aracıya şunu söyledi:) "Bu, (itiraf Vezirin) yokluğunda gerçekten kendisine ihanet etmediğimi ve gerçekten Allah'ın ihanet edenlerin hileli-düzenlerini başarıya ulaştırmadığını kendisinin de bilip öğrenmesi içindi." (Yusuf Suresi, 50-52)
Görüldüğü gibi Hz. Yusuf (as)’a atılan iftiranın geçersiz olduğu dünyada da ortaya çıkmış ve onun masum olduğu, güvenilir bir insan olduğu anlaşılmıştır. Bu denemede gösterdiği tevekkülün ardından Allah, Hz. Yusuf (as)’a sabrının ve güzel ahlakının karşılığı olarak hem dünyada hem de ahirette nimetler vermiştir. Bu nimetler ayetlerde şöyle bildirilir:
Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım." Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: "Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin." (Yusuf) Dedi ki: "Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim."İşte böylece Biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır'da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı ise, iman edenler ve takvada bulunanlar için daha hayırlıdır. (Yusuf Suresi, 54-57)
Geçmişteki örnekler üzerinde düşündüğümüzde, karşımıza çok önemli bir nokta daha çıkmaktadır: İftiraya uğrayan müminin sabrı ve tevekkülü denenirken, aynı zamanda bu olaya şahit olan diğer Müslümanların da iftiraya uğramış müminlere karşı hüsn-ü zanları ve samimiyetleri denenmektedir.
Müminlerin birbirlerine hüsn-ü zanlı olmaları gerçekten de, son derece önemli bir konudur. Çünkü din ahlakına karşı olanlar tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi, ortaya bir iddia atarken bunu çeşitli komplo ve yalanlarla kendilerince güçlendirmekte; iftiralarını sahte delillerle veya yalancı şahitlerle sözde makul ve inanılır hale getirmek için gayret göstermektedirler. Bunu yaparken de iftira attıkları kişileri özellikle diğer Müslümanların gözünde küçültmek, Müslümanların aralarını açmak istemektedirler. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, yakın tarihimizde Bediüzzaman'ın maruz kaldığı komplolar bunun bir örneğidir. Bediüzzaman dinine ve manevi değerlerine son derece bağlı bir insan olmasına rağmen, kendisini dine karşı samimiyetsiz gösterecek iftiralara maruz kalmıştır. İşte burada inkarcıların sinsi bir planı yer almaktadır; Müslümanların arasını açarak birbirlerine destek olmalarını engellemek. Oysa Kuran'da Müslümanlara daima birbirlerine destekçi olmaları emredilmektedir:
İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)
O halde bir Müslümanın yapması gereken iman eden bir kişi hakkında kötü bir haber duyduğunda öncelikle o işin aslını araştırmak olmalıdır. Eğer karşıdaki kişinin iman eden, Allah'tan korkan, Kuran'a uyan bir insan olduğu biliniyorsa bu durumda hemen tarih boyunca Müslümanlara atılan iftiraları düşünerek iftiraya uğramış mümine hüsn-ü zan etmek şarttır.
İnkar edenlerin müminlere karşı öfkeleri o kadar şiddetlidir ki, iftiraları ile zaten amaçları kendilerince iman edenleri tamamen etkisiz hale getirmek ve onları kendi batıl dinlerine döndürmektir. Yani din ahlakından uzak insanlar Allah'ın salih kullarını her zaman asılsız suçlamalarla karalamak isteyeceklerdir. İşte bu, Müslümanların uyanık olması gereken bir konudur.
Ancak çok önemli bir gerçek daha vardır ki, Allah bunu ayetlerde şöyle bildirir:
Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah Katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır. Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir. (İbrahim Suresi, 46-47)
Ayetlerde bildirildiği gibi sonuç olarak Allah inkarcıların hileli düzenlerini bozacak, Hz. Yusuf'ta ve diğer örneklerde olduğu gibi, müminlere güzel bir son yaşacaktır. Ancak, inkarcıların düzenleri bozulana kadar, tüm Müslümanların birbirlerine destek olmakla, iftiraya uğrayan mümin kardeşlerine hüsn-ü zan etmekle, yani onlara peşinen güvenmek ve güzel gözle bakmakla yükümlüdürler. İftiraya karşı diğer müminlerin tutumlarının nasıl olması gerektiğini Allah Nur Suresi'nde bildirmiş ve müminlere iftira atıldığında yanlış bir tutum gösterenleri şöyle uyarmıştır:
Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır. Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: "Bu, açıkca uydurulmuş iftira bir sözdür" demeleri gerekmez miydi? Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah Katında yalancıların ta kendileridir. Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azab dokunurdu. O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu kolay sandınız; oysa o Allah Katında çok büyük (bir suç)tür. Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi? Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir. (Nur Suresi, 11-17)
Müslümanların herşeyden önce şunu unutmamaları gerekmektedir: İnkarcıların müminlere iftira attıkları, onların aleyhinde incitici sözler söyledikleri ve bunun Allah'ın değişmeyen bir kanunu olduğu Kuran'da bize haber verilmiş olan bir gerçektir. Bu durumda tüm Müslümanların uyanık olmaları, su-i zanna kapılarak bir başka insana haksızlık yapmaktan kaçınmaları son derece önemlidir. Hatta Müslümanlar bir insanın iftiraya uğramasını, o kişinin samimiyetinin bir göstergesi olarak da kabul edilebilirler.
Bazı kimseler ise, "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" veya "neden ona söyleniyor da bana söylenmiyor" gibi, Kuran'da anlatılan gerçeklerle bağdaşmayan vesveselere kapılabilirler. Ancak bu insanlar önemli bir hataya düşmüşlerdir. Çünkü Kuran'ın dışında, cahiliye insanları ile benzer, onların mantıklarını taşıyan yorumlar yapmak, onlar gibi davranmak Kuran'da bildirilen gerçekleri unutmak demektir. Allah'a iman eden bir insanın böyle bir hataya düşmekten şiddetle kaçınması gerekir.
Müslümanların, atılan iftiralara kulak vermemeleri, hatta iftiracılara da bu iftiralara inanmadıklarını ve hiç itibar etmediklerini söylemeleri, iftiracıların tuzaklarını bozacak ve böylece iftiralar yerini bulamayacaktır.
Şu da unutulmamalıdır ki, insanların büyük bir çoğunluğunun iftiraya iştirak ederek Müslümanların karşısında olması ise, asla iftiranın gerçek olduğunu gösteren bir durum değildir. Çünkü Allah bir ayetinde insanların çoğunluğuna uymanın saptırıcı olabileceğini bildirmiştir:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)
Ayrıca, Müslümana yönelik suçlama bir fasıktan, yani Allah'a karşı isyankar bir insandan geliyorsa, bunun Kuran'da bildirildiği gibi etraflıca araştırılması ve gereken deliller bulunduktan sonra dikkate alınması gerekmektedir. İftiralara kanan kişilerin de peşin karar vermeden önce Kuran'ın bu hükmüne göre hareket etmeleri ve bunu kanıtlayacak delilleri görmeleri veya göstermeleri gerekmektedir. Bu durum, Kuran'da Allah'ın tüm Müslümanlara emrettiği bir hükmüdür:
Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz. (Hucurat Suresi, 6)
Müminlerin dünyada ve ahirette pişmanlık ve vicdan azabı duymamaları, daima hakkı ve adaleti ayakta tutmaları için yol göstericileri Kuran'da bildirilen bu gerçekler olmalıdır.