İslam dininin hükümlerini yerine getirmek, emir ve yasaklarına uygun bir yaşam sürmek konusunda bazı insanlar isteksiz davranmaktadırlar. Ancak aynı kişiler, insanları adeta ilahlaştıran (Allah'ı tenzih ederiz) bir sistemin içinde yaşama konusunda son derece isteklidirler. İşte bu iki zıt durum, akla hemen insanlara tapınma dininin "insanları ne gibi vaatlerle aldattığı" sorusunu akla getirmektedir. Bu soru üzerinde düşünüldüğünde ise karşımıza böyle insanların Allah'ın kudretini kavrama konusunda büyük bir eksiklik içinde oldukları gerçeği çıkmaktadır.
Allah'ın gücünün sınırsızlığını ve kainatı yaratış amacını anlamayan insanlar, yaşamlarını kendi koydukları, Kuran ahlakına uygun olmayan, cahiliye mantıklarıyla yürütmeye çalışırlar. Bu mantıklar bir taraftan insanlara tapınma dininin temellerini oluştururken diğer taraftan da insanların bu batıl dini yaşama konusunda öne sürdükleri bahaneleri meydana getirirler. Oysa Allah Kuran'da sahte gerekçeler ve mantıklar öne sürerek inkarlarını kendilerince meşru göstermek isteyenler için, "Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?" (Maide Suresi, 50) şeklinde bildirmektedir.
Bu bölümde, insanların Allah'ın hak dinini yaşamak yerine insanları razı etmeye yönelik batıl bir dini yaşarken ne gibi sahte gerekçeler öne sürdükleri anlatılacaktır. Bu çarpık mantıklardan bazıları şöyledir:
Allah insanların hayatlarının her anını, Kuran'da bildirdiği hükümler, emir ve yasaklar doğrultusunda düzenlemelerini ister. Kuran, insanların doğruyu yanlıştan ayırt etmesini sağlayan, onlara güzel ve çirkin davranışların neler olduğunu bildiren, Allah'ın razı olacağı ve olmayacağı tavırların hangileri olduğunu haber veren bir kılavuzdur. Bu nedenledir ki Allah Bakara Suresi'nde insanların bu mübarek Kitaba uymalarını şöyle emretmektedir:
Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap'tır. Şu halde O'na uyun ve korkup-sakının. Umulur ki esirgenirsiniz. (Enam Suresi, 155)
Ancak insanların büyük bir çoğunluğu hayatlarını Kuran'da yer alan hükümlere ve ahlak anlayışına göre düzenlemezler. Hatta Kuran'ın, Allah'ın emirlerinin yer aldığı ve uymaları gereken bir kitap olduğunu bile pek düşünmezler. Din ahlakının ve Kuran'ın tüm hayatları için ne kadar önemli olduğunu kavrayamazlar. Din ahlakının ancak kısıtlı birkaç konuda hayatlarına yön verebileceğini zannederek yanılırlar. Zorluk ve sıkıntı içinde kalmaları, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmeleri, ciddi ve acı verici bir rahatsızlık geçirmeleri, kendi güçleriyle alt edemedikleri bir korku yaşamaları ya da ölüm gibi ciddi olaylarla karşılaşmaları dışında, kendi düşük akıllarınca, Allah'a sığınmaya gerek duymazlar. Din ahlakının yaşanmasının, her insan için gerekli olduğunu kavrayamazlar. Bu nedenle de bu ahlaktaki kişiler din ahlakından hayatları boyunca olabildiğince uzak durmaya, dinle ilgili hiçbir şeyi aralarında konuşmamaya özen gösterirler. Allah'ın adını anmaktan dahi kaçınırlar.
Oysa insanların yaşayabilmek için mutlaka Allah'ın hükümlerine, Kitabında bildirdiği güzel ahlaka ihtiyaçları vardır. İnsan için kolay ve güzel olan, bizi yaratan Rabbimizin Kitabındaki ahlakı yaşamaktır. Bu ahlak olmadan, sağlıklı bir toplum yapısının oluşması düşünülemez. Çünkü insanın fıtratını yani yaratılıştan gelen yapısını düşünmeden ortaya atılan her türlü kural, gerek insanlar gerekse toplumlar üzerinde yıkıcı etki oluşturur, toplumların dejenerasyonuna neden olur. Toplum ciddi bir sosyal karmaşanın içine sürüklenir, insan ilişkileri kötüye gider. Bunların sonucunda da dünya, savaşlardan, kargaşadan ve zulümden kurtulamaz. Bireyler de din ahlakından uzaklaşıp cahiliye sisteminin kurallarına uymaya çalıştıkça manen ve fiziksel olarak çeşitli sıkıntılara maruz kalırlar.
Günümüzde, anlattığımız tüm bu olumsuz sonuçlar pek çok ülkede yaygın olarak yaşanmasına rağmen, samimi iman edenler dışındaki insanlar "elbette din vardır ama bir de hayatın gerçekleri vardır" yanılgısı ile cahiliye sistemini yaşatmaya devam etmektedirler. Bu sistemin temeli din ahlakının, yaşam içindeki mutlak gerekliliğini inkar etmek üzerine kuruludur. Bu çarpık mantığa göre insanların din ahlakının kurallarıyla yaşaması pratik olarak imkansızdır. Söz konusu kişiler, eğer din ahlakı günlük hayatın içine sokulursa, insanın, dünyanın her türlü nimetinden mahrum kalacağını, tekdüze bir hayat yaşayacağını zannederek yanılırlar. Din ahlakını yaşamanın, sözde insanların hayatın tadına varmasına engel olacağını zannederler. Elbette bu, gerçeklerle bağlantısız bir düşüncedir. Din ahlakı, insan ruhunun en rahat edeceği, en huzurlu ve üretken olacağı bir toplum hayatı meydana getirir. Kendilerini "hayatın gerçekleri aldatmacası"ndan kurtarıp bu üstün ahlakı yaşayan insanlar, toplumda en sağlıklı ruh haline sahip, güzelliklerden en çok hoşnut olan kişilerdir, daima barış, hoşgörü ve özveri ortamının oluşmasında öncü rol oynarlar.
Din ahlakından uzak insanlar ise, kendi düşük akıllarınca güzel ahlak göstermeyi bir zayıflık ve saflık olarak değerlendirirler. Örneğin bir insanın, başkaları için ne kadar fedakarlık yaparsa yapsın karşılığında, bencillik ve vicdansızlıktan başka bir şey bulamayacağına, dolayısıyla fedakarlık yapmakla akılsız bir konuma düşeceğine inanırlar. Bu nedenle birçok toplumda fedakarlık yapan kişiye "iyi niyetli ama saf" gözüyle bakılır. Çünkü hiçbir çıkarı olmadığı halde bir başkasına iyilik yapmaktadır ve yaptığı için karşılık talep etmemektedir. Onlara göre bencilliğe bencillikle, kine kinle, düşmanlığa düşmanlıkla, sevgisizliğe sevgisizlikle karşılık vermek hayatın gerçek yüzünü yansıtmaktadır.
Ya da karşısındaki, kendisine sürekli olarak kötülük yapan, zarar veren bir insan olmasına karşın, ona iyi davranan, onun iyi huylu olması için uğraşan, kendisine yaptığı kötülükleri affeden bir insanın yaptığı bu iyilik, cahiliye toplumu tarafından kesin bir akılsızlık olarak yorumlanır. Bazı insanlar gösterdiği güzel ahlak nedeniyle o kişiyi, "Ne kadar safmış, ben olsaydım fırsat varken intikam alırdım, gereken karşılığı verirdim" gibi sözlerle küçümserler. Çünkü Kuran ahlakından uzak insanların sahip olduğu "hayatın gerçekleri" mantığına göre kötülüğe kötülükle karşılık vermek sözde en doğru olan davranıştır. Cahiliye ahlak içinde son derece rağbet gören bu yanlış mantık, bir düşmanın hiçbir zaman gerçek bir dost olamayacağı yanılgısını savunur. Bu nedenle de kişinin ne kadar iyilik yapsa da aradaki düşmanlığın bozulmayacağına aksine sadece iyilik yapan tarafın kaybetmiş olacağına inanılır. Toplum bu kişiyi, kendisine yapılan kötülüğü kavrayıp anlayamamış, zayıf bir insan gözüyle değerlendirecektir.
Bu çarpık mantık içinde yaşayan insanlar, kendilerince düştüklerini düşündükleri bu durumdan korunmak için, hayatın gerçekleri mantığına sıkı sıkıya sarılmaları ve insanların tepkilerini, yorumlarını, düşüncelerini çok iyi takip etmeleri gerektiğini düşünürler. Çünkü söz konusu kişi, insanların ne dediğine çok fazla önem vermekte ve kendini insanlara ne kadar beğendirirse toplumda da o kadar iyi bir yer edineceğini sanmaktadır. Toplum memnun olduktan sonra, her türlü çirkin tavrı göstermenin, dünyevi hedeflerine ulaşabilmesi için muhakkak kullanılması gereken bir yol olduğunu düşünmektedir.
Oysa Kuran'da Allah'ın, insanlardan samimi ve sadece Kendi rızasını gözeten, kimsenin ne diyeceğini düşünmeyen, güzel bir ahlak istediği bildirilir. Rabbimiz kulları arasında, burada söz edilen cahiliye mantığının tam aksi bir ahlakın hakim olmasını emretmektedir. Buna göre, bir insan ancak kendisine yapılan kötülüğe iyilikle karşılık verdiği takdirde Allah Katında iyi bir insan olabilir. Ayrıca bu tavır, düşmanlık yerine güçlü dostlukların kurulmasına vesile olan önemli bir adımdır. Allah bu sonucu Kuran'da şu şekilde müjdelemektedir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) olmuştur. (Fussilet Suresi, 34)
Yalnızca kötülüğe verilen karşılıkta değil her türlü davranışta Kuran ahlakını benimsemek yegane kurtuluş yoludur. Hayatın gerçek amacı Allah'ın razı olacağı bir kul olmak, bunun için karşılıksız iyilikte bulunmak, fedakarlık yapmak, özverili, adaletli, sabırlı, iyiliği emredip kötülükten men etmekte kararlı, kayıtsız şartsız Allah'ın rızasına yönelen bir insan olmaktır. Ancak Kuran'da bildirilen ahlakı benimsemeyen cahiliye insanları, hayatları boyunca çekişme, kavga, huzursuzluk içinde yaşar ve bunun, hayatın gerçeği olduğunu zannederler. Sahtekarlık yapmadan, çıkarcı, sinsi, iki yüzlü olmadan sadece güzel ahlaklı olarak rahat bir hayat yaşanabileceğine kesinlikle ihtimal vermezler. Dünyanın, kendi deyimleriyle "bir kurtlar sofrası" ya da "ancak güçlülerin hayatta kalabildiği bir arena" olduğuna inanırlar. Sonsuza kadar sürecek ahiret hayatının varlığını unutarak, sadece kısa dünya hayatına yönelik bir yaşam sürdükleri için "dünyada ne yaparsam yanıma kar kalır" yanılgısıyla din ahlakını terk ederek yaşarlar. Kurallarını insanların uydurduğu sahte bir dünyada, kısılıp kalır, adeta bir ilah gibi gördükleri insanlara (Allah'ı tenzih ederiz) tam anlamıyla bir köle gibi bağlanırlar. Bunun sonucunda da Allah'ın emirlerine uymamanın getirdiği ağır sonuçlara katlanmak zorunda kalır; dünyada aşağılayıcı bir hayat yaşar, ahirette ise bundan çok daha acı bir azapla karşılaşırlar. Onların bu durumu Kuran'da şöyle bildirilir:
O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: "Rabbimiz, Seni bırakıp bizim taptığımız ortaklarımız bunlardır" diyecekler. (Onlar da bunlara:) "Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz" diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar. O gün (artık) Allah'a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı ilahlar) da onlardan çekilip-uzaklaşmıştır. İnkar edip de Allah'ın yolundan alıkoyanlar; Biz, işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azab üstüne azab ilave ettik. (Nahl Suresi, 86-88)
Sonra onlara denilecek: "Sizin şirk koştuklarınız nerede? Allah'ın dışında (taptıklarınız)." Dediler ki: "Bizi bırakıp-kayboldular. Hayır, biz önceleri (meğer) hiçbir şeye tapar değilmişiz." İşte Allah, kafirleri böyle şaşırtıp-saptırır. İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp-azmanız ve azgınca ölçüyü taşırmanız dolayısıyladır. İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Artık mütekebbirlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Mümin Suresi, 73-76)
Pek çok insanı, din ahlakının gereklerini yerine getirmekten alıkoyan sebeplerden biri, baştan beri üzerinde durduğumuz gibi, bu kişileri içinde yaşadıkları toplumun kendileri hakkında ne diyeceğine, ne düşüneceğine bağımlı hale getiren "insanlara tapınma dini"dir. Bu batıl din, gücünü "çoğunluk yapıyor" yanılgısından alır. Çünkü bazı toplumlardaki insanların büyük bir bölümü insanlara tapınma dininin batıl yaşam şeklini benimsemiştir. Bu da genelde babadan oğula geçen, kimsenin itiraz etmeye gücünün yetmediği batıl bir gelenek haline gelmiştir. Ve bu kişilerin toplumun sayısal çoğunluğunu oluşturuyor gibi gözükmeleri diğer bazı insanları da yanlış yönlendirmekte, onları haksız çoğunluğun yaşadığı hayat şeklinin ve uydukları kuralların doğru olduğuna inandırmaktadır. Oysa Kuran'da Allah Müslümanlara şöyle emretmektedir:
Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın... (Maide Suresi, 49)
Ayette de bildirildiği gibi Allah insanlara haksız çoğunluğa ve onların heva yüklü kurallarına uymamalarını emretmektedir, onların arasında Kuran ile hükmetmenin tek kurtuluş yolu olduğunu bildirmektedir.
Ancak insanların büyük bir kısmı, vicdanları onaylamasa da kendilerini çoğunluğun yaşam tarzına ayak uydurmak zorunda hissederler. Bunu, toplumun bir ferdi olmanın zorunluluğu olarak görürler. Kendilerini, "Madem bu toplum içinde yaşıyoruz, toplumun koyduğu kurallara ve öngördüğü hayat şekline de uymak zorundayız" yanılgısına -sanki hak bir dinin emriymiş gibi- uyma zorunluluğu içinde hissederler.
Din ahlakının gerçek manasını kavramamış olan bu insanlar, dünyada -Allah'ın emirleri dışında- tüm insanların uyması gereken birtakım kurallar olduğu yanılgısına kapır, her insanın da bu kurallara uymak zorunda olduğuna kendilerini inandırırlar. Toplumun bireylerini hoşnut etmeyi kendilerince en zaruri görevlerinden biri olarak benimserler. Bu nedenle toplumun, "başkaları ne der, insanlar nasıl değerlendirir, ne düşünürler, benim için iyi desinler, akıllı, zeki desinler, zengin desinler, cömert desinler, benim hakkımda şöyle düşünmesinler, şunu demesinler, böyle konuşmasınlar" gibi kısır döngüye dönüşmüş mantıklarının içinden çıkmayı başaramazlar.
Oysa çoğunluğun yöneldiği hayat şekli, uydukları sahte kural ve yaptırımlar insanları doğruya yöneltmez. Aksine Allah Kuran'da çoğunluğa uymanın, insanı yoldan saptıran bir tehlike olduğunu şöyle haber vermektedir:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)
Bu nedenle çoğunluğun Kuran ahlakına muhalif bir hayat şeklini seçmiş olması, insanlara karşı alaycı, zalim tavırlarda bulunmaları, ailelerine hatta devletlerine karşı isyankar bir yapı içinde olmaları, Allah'ın haram kıldığı fiilleri hiç düşünmeden işliyor olmaları o toplumdaki diğer kişileri etkilememelidir. Bu tarz insanların nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor olması da bireylerin yaptıkları hatalar için bir gerekçe olamaz. Örneğin bir toplumun tamamı cahilce ateşi, Güneş'i veya yıldızları kendilerine ilah edinmiş, onlara tapma sapkınlığını uyguluyor olsalar da, bu, bir başkasının da aynı sapkınlığı benimsemesine gerekçe olamaz. Ya da bir toplulukta fuhuşa, düzenbazlığa, zalimliğe, hırsızlığa ve bunlar gibi ahlaksızca davranışlara ses çıkarılmıyor olması durumlarında bir kişi, "çoğunluk bunu yapıyor" şeklindeki yanlış mantığı kullanarak aynı ahlaksızlıkları yapmak durumunda değildir. Veya bir toplumda sadece zenginler saygı görüyor, fakirler, güzel ahlakı dışında ortaya koyacak hiçbir maddi gücü olmayan insanlar eziliyorsa, bu, diğer insanların da bu yanlış zihniyeti körükleyecek bir anlayış geliştirmelerini gerektirmez. Aksine kimi insanların, vicdanları kabul etmediği halde sırf çoğunluğun kınamasından korkarak bu zalimce mantığı makul karşılamaları büyük bir vicdansızlık olur. Çünkü insanın sadece toplum tarafından kınanmaktan, dışlanmaktan ya da kötü görülmekten korkarak, vicdanıyla doğru olduğuna kanaat getirdiği bir şeyi yapmakta çekimser davranması akla ve vicdana uygun bir davranış değildir. Kuran'da Allah Müslümanların önemli bir özelliğinin de insanların kınamasından korkmamaları olduğunu şöyle haber vermektedir:
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi’nin onları sevdiği, onların da Kendisi’ni sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. (Maide Suresi, 54)
Yine başka bir surede de İbrahim Peygamberin ve onunla birlikte olan müminlerin, kendilerini kınayan insanlardan çekinmeyen kararlı bir tavır içinde olmaları örnek olarak verilmektedir. Hz. İbrahim (as) ve yanındakiler büyük bir çoğunluğunun putlara taptıkları bir toplumda yaşamışlardır. Ancak tüm kınamalara, tehditlere karşın insanlardan değil sadece Allah'tan korkmaları nedeniyle bu toplumun sapkın eğilimlerine büyük tepki göstermişlerdir. Kuran'da bu durum şu şekilde haber verilmektedir:
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir." (Mümtehine Suresi, 4)
Hz. İbrahim (as)'ın bu kararlılığı karşısında müşrik kavmi onu cezalandırmaya karar vermiştir. Ama buna rağmen Hz. İbrahim (as) Allah'a bağlılıkta kararlılık göstermiştir. Allah bu güzel tavrına karşı onu kavminin eziyetinden kurtarmıştır:
Dedi ki: “Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın.” Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık. (İbrahim) Dedi ki: “Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir.” (Saffat Suresi, 95-99)
Ancak insanların birçoğu bu örnekte gördüğümüz kararlılığı gösterememektedir. Kalpleri Allah'tan uzak olduğu için, vicdanlarını da kullanmamaktadırlar. Vicdanlarının önüne "çoğunluk yapıyor, çoğunluk yapıyorsa doğrusu budur" gibi cahiliye mantıklarıyla set çekmekte ve Allah'tan gafil, insanların hoşnutluğunu önemseyen, onların kınamalarından çekinen bir hayat sürmektedirler. Gerçekten de "insanlar ne der", "arkadaşlarım bir daha konuşmaz, beni dışlarlar", "herkes yapıyor ben de yapayım" gibi düşünceler, kişiyi, Allah'tan başka varlıklara tapan, (Allah'ı tenzih ederiz) Kuran ahlakından tamamen uzaklaşıp dünyaya yönelen bir insan haline getirebilir. Bunun sonucu olarak da kimileri zalimlikten hoşlanan, şefkat, merhamet, sevgi, saygı bilmeyen, kimileri sadece paraya, makama önem veren, insanlıktan, güzel ahlaktan anlamayan bir zihniyet taşımakta mahsur görmez. Sınıfındaki çoğunluk zalim, alaycı, kötü ahlaklı ise bunun dışında davranmanın dışlanma sebebi olacağını bilerek o da onlar gibi davranır. Patronu bir kişi hakkında olumlu düşünüyorsa, söz konusu kişi son derece ahlaksız bir yapıya sahip olsa da onun hakkında olumlu düşünür. Veya müdürü bir kişi hakkında olumsuz bir kanaate sahipse, o kişinin gerçekte nasıl bir yapıda olduğunu araştırmaya bile gerek görmeden o kişi hakkında olumsuz fikir beyan edebilir. Bu insanlar Allah'ın ve din ahlakının kendilerine tamamen unutturulmuş olmasının doğal bir sonucu olarak çoğunluk böyle yapıyor mantığı altında yaşamaya devam ederler. Müstakil bir şahsiyet gösteremezler. Herkes böyle yaşıyor, böyle yapıyor, böyle düşünüyor gibi hatalı mantıklar içinde, yukarıda saydığımız gruplara benzer bir sosyal çevrenin mensubu haline gelirler. Kafalarını nereye çevirseler kendileri gibi çoğunluğa uyan, insanların hoşnutluğunu ana hedef edinmiş kişilerle karşılaştıkları için de yaşadıkları bu ruh halininin garipliğini teşhis edemezler.
Unutulmamalıdır ki insanlar yukarıdaki örneklerde kısaca değindiğimiz gibi Allah'ın razı olacağı dışında bir hayat tarzını benimsemişlerse, çoğunluğa uyma mantığının kendilerine getireceği bir kazanç yoktur. Nitekim aklen çökmüş ve ahlaken dejenere olmuş bireylerden oluşan bir toplum dünyada ciddi bir karmaşanın içine sürüklenir. Çıkar kavgasına dayalı çekişmeler, düşmanlıklar, öfke, nefret, kıskançlık gibi kaçınılması gereken duygu ve düşünceler insanlar arasında büyük bir hızla yayılır. Ve dünya yaşanması güç, huzursuzluğun ve karmaşanın hakim olduğu bir yer haline gelir. Bu, Allah'ın Kendisi’ne eş koşanlara dünyada verdiği karşılıktır. Ahirette bu kişileri daha feci bir son beklemektedir. Kuran'da bu son şöyle haber verilir:
Bunlar, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacak değildir ve bunların Allah'tan başka velileri yoktur. Azab onlar için kat kat artırılır. Bunlar (hakkı) işitmeye güç yetirmezlerdi ve görmezlerdi de. İşte bunlar, kendilerini hüsrana uğratanlardır ve yalan olarak uydurdukları (düzme tanrılar da) onlardan uzaklaşıp-kaybolmuşlardır. Hiç şüphesiz bunlar, ahirette en çok hüsrana uğrayanlardır. (Hud Suresi, 20-22)
Toplumun bir kısmını Allah'a inanmaktan uzaklaştıran ve insanları ilah haline getiren (Allah'ı tenzih ederiz) bu batıl sistemin bahane olarak öne sürdüğü bir diğer yanılgı da gerçekleri görmezlikten gelmek veya tamamen reddetmektir. Cahiliye toplumlarının çoğunluğa uyma mantıkları, beraberinde iman edenlerin söylediklerini dinlememeyi de getirir. Müslümanlar, kendilerini Allah'ın emirlerine uymaya ve sadece Allah'a iman etmeye davet ettikleri sırada, bu insanlar atalarının getirdiği batıl kurallara ve sapkın inanca iman edeceklerini ifade eden davranışlarda bulunmaya başlarlar. Toplumun kendilerine öğrettiği batıl kurallardan ve yaşayış şeklinden taviz vermeyeceklerini belli ederler. Kuran'da Allah bu yanlış zihniyeti şöyle tarif eder:
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Cahiliye dini içinde, atalarından öğrendikleri ile hayatlarını sürdürmeye kararlı insanlar, kendi aralarında rağbet gören, hayatlarının içine sinmiş bu batıl dinin hükümlerine müdahele etmek isteyenlere kesin olarak karşı koyarlar. Kendilerine doğruları getiren iman sahibi kişilerin, hoşnutluklarını kazanmaya çalıştıkları insanlarla aralarını bozmalarını ve bu batıl dinin kurallarını zedelemelerini istemezler. Samimi, inanç sahibi kişilerin sabırla açıkladıkları gerçekleri; "Bunları bir tek sen mi anladın, bunca insan yanılıyor mu, bu zamana kadar bunu kimse fark edemedi şimdi sen mi fark ediyorsun..." gibi cahiliye tepkileriyle etkisiz hale getirmek için gayret sarf ederler. Çünkü onların batıl inançlarına göre, "doğruları bir tek sen mi fark ettin" şeklinde karşı çıkmak karşı tarafı sindirir, kişinin kendine olan güvenini sarsar. (Ama bu yöntem, ancak onların batıl inanç sistemlerinde geçerli olabilir; çünkü gerçek Müslümanlar böyle basit karşı çıkmalardan hiçbir şekilde etkilenmezler.) Böylece kendilerince doğrular gizli kalmış olur. Aksi takdirde "insanlar benim için ne düşünüyorlar, ne yapsam da onları razı etsem, kendimi nasıl beğendirsem, aralarına nasıl girsem,..." gibi bir düşünceye kapıldıklarında, gerçekleri bilen bu kişiler onlara Allah'ı ve hiç kimsenin Allah'ın kendileri için belirlediği kaderin dışında bir şey yapmaya güçleri olmadığını hatırlatacaktır. Bu müdahele onların batıl dinlerinin yıkılması, kurallarının etkisiz hale gelmesi demektir.
Ama "insanlara tapınma dini"nin mensupları ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar, Allah doğruların gizli kalmasına izin vermez, batılı, mutlaka hak karşısında bozguna uğratır, etkisiz hale getirir. Hakkı savunan insanlar ne kadar azınlık gibi gözükseler de Allah onları fikren üstün kılar. Üzerlerindeki her türlü baskıya karşı onlara dirayet ve kararlılık verir.
Kuran'da peygamberlerin, yaşadıkları toplumları sapkın ve ölçüsüz yaşantılarından alıkoymak için yaptıkları uyarılardan bahsedilir. Bu insanlar peygamberlerini yalnız bırakarak onların güçlerini ve şevklerini kırma eylemi içine girmişler ve onları dışlamışlardır. Ama elbette ki bu tarz karşı çıkmalardan salih Müslümanlar hiçbir dönemde olumsuz yönde etkilenmemiştir. Örneğin Salih Peygamber batıl dinlerini terk etmeleri için tebliğ yaptığı kavminden şöyle bir tepki almıştır:
Dediler ki: "Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." (Hud Suresi, 62)
Hz. Salih (as)'ın kavmine verdiği kararlı cevabı ise Kuran’da şöyle bildirilmektedir:
Dedi ki: "Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir? Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiçbir yarar) sağlamayacaksınız." (Hud Suresi, 63)
Unutulmamalıdır ki çok açık gerçekler kimi zaman insanlar tarafından görülemeyebilir. Bu insanlar, içinde yaşadıkları toplumun kurallarına göre yaşamaya şartlandıkları ve bunları uzun süredir büyük bir istikrarla uyguladıkları için, -Hz. Salih (as)'ın kavmi gibi- süregelen batıl düzenlerini bozmayı göze alamayabilirler. Bu nedenle de yaşadıkları çirkin ahlakın kendilerine çok büyük zararlar verdiğini görmelerine rağmen, hak olanı tercih etmektense batıl olanın içinde yaşamlarını sürdürmeyi tercih ederler. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşanabilecek bir model olabileceğine ihtimal vermediklerinden, kötünün iyisi mantığı ile cahiliye dininin dışına çıkmayı göze alamazlar.
Oysa insanların gerçek mutluluk ve kurtuluş içinde yaşamaları için, çok kolay bir yol vardır. Bu yola girebilmek için henüz vakit varken, kendilerini uyaran, yaşadıkları sistemin çarpıklığını delilleriyle ispatlayan müminlere kulak vermeleri gerekmektedir. O güne kadar doğrunun hiç kimse tarafından ortaya çıkarılamamış olabileceğine ihtimal verip, vicdanlarının sesini dinlemeleri; dikkatlerini, hiçbir şey yaratma ya da yok etme gücü olmayan insanlardan çekerek, sadece Allah'a yöneltmeleri gerekmektedir. Bu, insanın akıl ve anlayışının açılmasını, hayatın gerçek amacını kavrayabilmesini ve bunun sonucunda da insanlar yerine Allah'ın rızasını gözetmesini sağlayacaktır.
Allah Kuran'da sadece Kendisi'nden korkup sakınanların ve Kendisi’ne itaat edenlerin kurtuluş ve mutluluk bulacağını şöyle müjdelemektedir.
Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederse ve Allah'tan korkup O'ndan sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır. (Nur Suresi, 52)
ADNAN OKTAR: Allah’tan korkmak demek, deli aşığın korkusu yani Allah’ı gücendirmekten çekinmek, Allah’ın rızasından mahrum kalmaktan korkmak. Aşık sevdiğini gücendirmekten çekinir, onun sevgisinin yok olmasından çekinir, budur Allah korkusu.
Allah’tan korkarsa insan Allah’ın emirlerine çok titiz oluyor, O’nu çok seviyor, saygılı oluyor. Mesela egoist olmuyor, bencil olmuyor, şefkatli oluyor, koruyucu oluyor, nefsine düşkün olmuyor.
Kendi çıkarlarının peşinde olmaz, hep affedici olur, Allah’tan korkup affedici oluyor. Mesela af, sevgiyi devam ettiren bir güçtür. Merhamet, sevgiyi devam ettiren bir güçtür. Koruyup kollarsın, yemesine içmesine dikkat edersin, sağlığına, sporuna dikkat edersin sevdiğinin, Allah rızası için.
Bu, işte güçlü Allah aşkının bir tecellisi olur. Yoksa Allah’tan korkmazsa şahıs egoist, bencil olur, sırf kendini düşünür, affetmez, çıkarları çatıştığında sert davranabilir. Mesela kuşkucudur, fedakar değildir, cömert olmaz, gerektiğinde Allah için canını ortaya koyamaz. Birçok olumsuz negatif fiil üzerine yığılmış olur. Ama Allah korkusunda her türlü güzellik üzerine gelir, yani sevgiyi sağlayan, güzelliği sağlayan her türlü güzellik Allah korkusuyla olur. (Adnan Oktar’ın 2 Mart 2009 Ekin TV röportajından)