Kuran'da haber verilen, "Bizim ayetlerimize ancak onlarla kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayanlar iman eder" (Secde Suresi, 15) ayetinden, imanın en önemli şart ve en açık göstergelerinden birinin büyüklük taslamamak olduğu anlaşılmaktadır. Müminler de Secde Suresi'ndeki bu ayetin gereği olarak ve Allah'ın büyüklük taslayıp böbürlenen kimseleri sevmeyeceğini (Nisa Suresi, 36) bildikleri için daima tevazu gösterirler:
Din ahlakı beraberinde Allah'a teslimiyeti, teslimiyet de insanın aczini bilmesini getirir. Herşeyin Allah'a ait olduğunu ve kendilerinin O'na karşı eksikliklerini, acizliklerini bilen müminler, doğal olarak O'nun yarattığı diğer insanlara karşı da tevazu gösterirler.
Enaniyetli ve tevazulu davranışlar asıl olarak insanlar arasındaki ilişkilerde de açığa çıkar. Bu konuya örnek olarak Kuran'da haber verilen İblis'in davranışlarını verebiliriz. O da, Hz. Adem'e secde etmeyi kabul etmemiştir. Allah'ın sonsuz kudretini bildiği ve tanıdığı için O'na karşı açıkça bir üstünlük iddia etmesi zaten mümkün değildir. Ama Allah'ın "Adem'e secde et" emri ona çok ağır gelmiş, Hz. Adem'e karşı enaniyet göstermiş ve tabii ki aslında Allah'a karşı isyankar olmuştur.
Dolayısıyla Allah'a karşı bir suç olan enaniyetin ortaya çıktığı yer, asıl olarak bir insanın diğer insanlarla olan ilişkileridir.
Elbette tevazu da yine aynı şekilde ortaya çıkar. Müminler, Allah'a olan boyun eğmişliklerini, O'nun mümin kullarına karşı gösterdikleri tevazuyla belli ederler. Zira sahip oldukları özelliklerin hiçbirinin kendilerine ait olmadığının farkındadırlar. Bundan dolayı daima şükreder ve ellerindeki herşeyi Allah'ın dilediği anda geri alabileceğini unutmazlar. Kendilerini yaratan sonsuz kudret sahibinin azabından korkarlar ve sığınılacak tek güç olarak da yine O'nu bulurlar. İnananların bu teslimiyetli ruh halleri ve Allah korkuları bir ayette şöyle tarif edilmiştir:
Tüm bu nedenlerden dolayı inananların ruh halleri, davranışları, fiziki özellikleri enaniyetli insanlardan tamamen farklıdır. İnanmayanların enaniyet yaptıkları durumlarda müminlerin gösterdikleri tavırları aşağıdaki gibi maddelendirebiliriz.
Malıyla, güzelliğiyle, gençliğiyle, itibariyle ve sahip olduğu herşeyle baki kalmak isteyen kibirli insanlar, tek baki olan varlığın Allah olduğunu, O'nun en büyük kuvvet sahibi, en güçlü ve en üstün varlık olduğunu kavrayamazlar. Bu yüzden de Allah'ın ayetlerine karşı çirkin bir cesaretle başkaldırırlar.
Müminler ise Allah'ın büyüklüğünü kavrayabilme gayreti içindedirler. Bu sebeple de tüm yaratılmışlarla beraber kendi acizliklerini bilirler. İnkarcıların kibirli başkaldırışlarının aksine onlar içleri titreyerek Allah'tan korkarlar ve Rabbimiz karşısındaki acizliklerini dile getirmekten çekinmezler:
Allah'tan başkasını eş ve ortak tutanların şirk koştukları şeyler, genelde kendi nefisleri, heva ve hevesleri, paraları, güzellikleri, malları veya sahip oldukları diğer şeylerdir. Bu kişiler herşeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu kavrayamazlar. Bunun da en önemli sebebi enaniyetleridir.
Müminler ise, Allah'tan başka ilah olmadığına "kesin bir bilgiyle" iman ederler. Bir şey istediklerinde bunu verebilecek olanın yalnız Allah olduğunu bilirler. Dolayısıyla tek dost ve yardımcılarının onları Yaratan olduğunun farkındadırlar. Rabbimizin verdiği sayısız nimet karşısında da O'na gönülden boyun eğer ve içli bir teslimiyetle teslim olurlar.
Müminlerin gösterdikleri bu teslimiyet "Firavun enaniyeti"ni yaşayan kişilerle aralarında tam bir tezat oluşturmaktadır. Zira enaniyetli kişiler içinde bulundukları acizliğin derecesini kavramaya güç yetiremezler. Müminler ise, "Ey insanlar (size), bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de" (Hac Suresi, 73) ayetine kesin olarak iman ettikleri için asla kendi nefislerine bir pay çıkarmaz; herşeye güç yetirenin yalnızca Allah olduğunu bilirler.
Allah, kafirler için ateşe çağıran kişiler var ettiği gibi, müminler için de hidayete yönelten önderler göndermiştir. Elçilerini gönderdiği toplumlara da, kendilerini Allah'ın doğru yoluna davet eden bu önderlere itaati emretmiştir. Ancak Kuran'da bahsedilen kavimlerde gördüğümüz gibi bu toplulukların birçoğu ve o toplulukların içinde bulunan "kavmin önde gelenleri" içlerindeki büyüklenme dolayısıyla elçilere karşı gelmişler, onları tanımamışlar, isyan etmişlerdir.
Müminler ise, "Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik..." (Nisa Suresi, 64) ayeti gereği, elçilere itaat etmenin Allah'ın emri olduğunu bilirler. Dolayısıyla elçilere gösterilen itaat Allah'a teslimiyetin, büyüklenmemenin en önemli alametidir. İnananlar Fetih Suresi'nin 9. ayetinde de belirtildiği gibi hayatları boyunca elçileri savunup destekler ve onlara karşı derin bir saygı gösterirler.
Peygamberimiz (sav), "Bana, Kur’an-ı Kerim ve onun bir misli (bir benzeri) daha verilmiştir." (Musned: 4/130-133, Tirmizi, İlm, 2660 nolu hadis) şeklindeki sözleriyle Sünnet-i Seniyye'nin kendisine verilen özel bir ilme dayalı olduğunu açıklamaktadır. Bu da Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uymanın önemini bir kez daha göstermektedir. Sünnet-i Seniyye Kuran'da var olan hükümleri teyit eder, Kuran’ın yorumu, açıklaması, tefsiridir. Örneğin, Kuran'da müminlere, diğer müminlere karşı şefkatli olmak, güzel söz söylemek, tevazulu davranmak emredilir, temizlik şart koşulur. Bunların en doğru şekilde, nasıl ve ne ölçüde uygulanacağını ise Peygamber Efendimiz (sav)'in uygulamalarına bakarak anlayabiliriz. Kuran'ın birçok ayetinde, Peygamber Efendimiz (sav)'e itaat edenlerin aslında Allah'a itaat etmiş oldukları bildirilir. Peygamberimiz (sav) de, hadis-i şeriflerinde her ne koşulda olursa olsun itaatin önemini hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur:
Söz dinlemeye ve itaat etmeye bak. Çetinlik ve kolaylık halinde de, fakirlik ve zenginlik zamanında da, neşeli ve kederli halinde de veya aleyhinde bir tercih yapıldığında da. (Ramuz El-Ehadis, s.317/5)
İman edenler her zaman Peygamberimiz (sav)'in sözlerine uymuşlardır ve bundan sonra da uymaya devam edeceklerdir. Örneğin tesettürle ilgili ayetlerin indiği dönemde Müslüman kadınlar hemen Peygamberimiz (sav)'in söylediklerini yerine getirmişlerdir. Cenab-ı Allah’ın tesettür konusundaki emrini büyük bir şevk ve istekle karşılamışlar, Peygamber Efendimiz (sav)'e hemen itaat etmişlerdir. Bu konudaki güzel tavırlarıyla ilgili olarak şunlar rivayet edilir:
Hz. Ayşe (radiyAllahu anh)'dan rivayet edilmiştir:
“Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar” ayetini inzal edince harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmüşlerdir.” (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, C:11, s. 5880)
Müminler Allah'a karşı acizliklerini bildikleri ve dünyada onlara verilen eksiklikleri kabul ettikleri için hata yapmaktan korkmazlar. Büyüklük iddiası ile ortaya çıkmadıkları için eksiklikleri, yanlışları olması onları etkilemez. Çünkü insanlara karşı "prestijlerini koruma" derdinde değildirler; tek amaçları Allah'a kul olmak, O'nu razı etmektir. Bir hata işlediklerinde çok güzel bir teslimiyet göstererek hemen tevbe eder ve Allah'a yönelip dönerler. Kuran'da bu konuyla ilgili olarak müminlere şöyle dua etmeleri haber verilmektedir.
Önceki bölümlerde müstekbirlerin hata veya eksikliklerinin ortaya çıkmasından çok korktukları, eleştirilince hiddetlendikleri ve kabul etmediklerinden bahsetmiştik. Müminler ise tam tersine kusur işlediklerinde ya da kendilerine hataları söylendiğinde hemen boyun eğer ve Allah'tan bağışlanma dilerler. Böyle bir durumda asla gurur yapmazlar; hemen kabul ederler:
Azgın gurur sahiplerinin aksine müminler, kendilerine özellikle ayetlerle bir hatırlatma yapıldığında hemen boyun eğerler. Nitekim Secde Suresi'nde müminlerin bu özelliği ayetlere imanın bir göstergesi olarak belirtilmiştir:
Büyüklük taslayanları yanıltan şey, Allah'ın kendilerini denemek amacıyla verdiği özellikler ve imkanlardır. Sahip oldukları bu imkanlardan dolayı şımarıp, haksız bir büyüklenme içine girerler. Müminler ise şartlar her ne olursa olsun tavırlarını ve ahlaklarını değiştirmezler. Mal, mülk ve güç sahibi olduklarında da tevazulu ve güzel huyludurlar, bu imkanlara sahip olmadıklarında da. Kuran'da müminler şöyle tanıtılır:
Müminlerin verilen imkanlara göre tavır değiştirmediklerine, şımarıklık göstermediklerine en güzel örneklerden biri Hz. Yusuf Peygamberdir. Kendisine büyük bir makam, mülk ve ilim verilen Hz. Yusuf eline geçen tüm imkanların Allah'ın izniyle olduğunu bilmiş ve bu durumda yine Rabbimiz'e yönelmiştir. Aşağıdaki ayette Hz. Yusuf'un tevazusu ve Allah'a olan teslimiyeti şöyle bildirilmektedir:
Enaniyetli insanlar dünyaya sıkı sıkıya bağlıdırlar. Sahip oldukları herşeyle beraber sonsuza kadar yaşayacaklarmış gibi bir tutum içerisine girerler. Allah'ı ve ahiret gününü hiçbir zaman akıllarına getirmek istemezler. Bu yüzden aslında Allah'a ait olan maldan, güzellikten veya imkandan dolayı sürekli büyüklenirler. Müminler ise asıl olarak ahiret yurdunu isterler ve dünyadaki herşeyin gelip geçici olduğunu bilirler. Kuran'da salih müminler şöyle tanıtılmaktadır:
Ayrıca müminler dünyaya neden geldiklerini, burada imtihan olduklarını ve Allah'ın rızasını kazanabilecekleri işler yapmaları gerektiğini bilirler. Ayetlerde de belirtildiği gibi onlar "dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar"dır. (Nisa Suresi, 74) Dünyada ellerine geçenlerle büyüklenmeyi değil, Rabbimize kulluk etmeyi seçmişlerdir. Tevbe Suresi'nin 111. ayetinde müminlerin dünyada mallarını ve canlarını satarak ahireti kazandıkları şöyle bildirilir:
Enaniyetli insanların alaycı tavrına karşın müminler asla böyle bir şeye tenezzül etmezler. Bu tavrın müstekbirlere ait olduğunu bilirler. Çünkü üstünlük dış görünüşle, malla, mülkle değil takva (Allah'tan korkup sakınma) iledir. Kimin daha takva, Allah'a yönelen bir kişi olduğunu ise ancak Allah bilebilir. Dahası alaycı tavır Kuran'da yerilmiş ve müminler bundan men edilmişlerdir:
Allah inananları Kuran'da en büyük düşmanlarına karşı şöyle uyarmıştır:
Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, gerçekten o çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder... (Nur Suresi, 21)
Şeytanın peşinden gidenler ancak içlerindeki isyan ve büyüklük arzusundan dolayı Allah'ın emrine karşı gelmekten zevk alan kişilerdir. Şeytan onlara Allah'ın güzel gördüğü herşeyi çirkin ve zor göstermeye çalışır; insanları bu şekilde kışkırtır. Allah'ın yasakladığı ve çirkin gördüğü şeyleri de insanlara süslü gösterir. Bunlar onun en önemli tuzaklarıdır. Kalbinde büyüklenme, farklı olma, isyan etme arzusu olanlar da onun peşinden giderler.
İtaatli ve güzel huylu müminler ise Allah'ın emirlerinden taviz vermezler. Bu kararlılıklarının bir sonucu olarak şeytanın kışkırtmalarından ve vesveselerinden etkilenmeyen tek topluluk müminlerdir. Onlar şeytanın vaat ettiği boş kuruntulara aldanmaz, Kuran'a sımsıkı uyarlar. Şeytandan kendilerine bir kışkırtma geldiğinde ise hemen Rabbimiz'e sığınıp gerçeği görürler ve şeytanın aldatmacasının boş olduğunu anlarlar. Çünkü onlar Allah'ın rızasını ve ahireti isterler; dünyadaki yegane amaçları budur. Amaç edindikleri yolda son derece azimlidirler çünkü Allah'ın rızasına muhalif olacak şekilde dünyevi ve nefsani amaçlara uydukları takdirde kendilerine zulmetmiş olacaklarının farkındadırlar.
Firavun'un kavmi içinde çok büyük bir çoğunluk Firavun'un korkusundan iman etmezken, bir grup azınlık Hz. Musa'ya tabi olmuştu. Kuşkusuz azınlık olan bu grup için büyük bir tehlike vardı çünkü Firavun onların erkek çocuklarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakıyordu. Üstelik Firavun öyle zorba biriydi ki, kendi yanında bulunan büyücüler Hz. Musa'ya tabi olup Allah'a iman ettiklerinde, onların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesip sonra da asmakla tehdit etmişti. Samimi müminler ise tüm bu caydırıcı şartlara rağmen Hz. Musa'ya uymakta bir an bile çekimser davranmamışlardı:
Görüldüğü gibi diğer insanların iman etmemeleri müminleri etkilemez, aksine şevklerini artırır. Çünkü ayetlerde insanlardan çok azının iman edeceği önceden bildirilmiştir. Ayrıca iman edenlerin inkarcılarla denemeden geçirileceklerinden de bahsedilmiştir. Bu durumda "Firavun enaniyeti" taşıyan önde gelenlerin tüm fiili ve manevi saldırılarına karşın müminler hak yoldan taviz vermez, gevşeklik göstermezler. Aşağıdaki ayette de bildirildiği gibi bu kişilerin zulümlerine de asla boyun eğmezler:
İnkarcılar Allah'ın kendilerine verdiği imkan ve nimetlerle şımarıp azarken, müminler şımarıklığın ve kibirin Allah Katında sevilmeyen bir hareket olduğunu bilirler. Alçakgönüllü ve teslimiyetli davranarak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışırlar. Allah'ın rızasını kazanabilmek için gösterdikleri bu ahlakı hayatlarının her anında ve herkese karşı uygularlar. Müminler nefislerine ters gelen bir olayda veya zorda kaldıkları bir anda da çevrelerindeki insanlara tevazulu davranır ve güzel ahlak gösterirler. Çünkü onlar için en önemli şey Allah'ın razı olmasıdır. Allah'ın her an herşeyi gördüğünü bildiklerinden bu konuya çok titizdirler. Buna karşın Allah onları alçakgönüllü olmaları sebebiyle cennetle müjdelemiştir:
Kuran'da haber verilen tüm bu mümin özelliklerine baktığımızda, tevazunun imanın doğal bir sonucu olduğunu görürüz. Nitekim Kuran'da iman edenlerden söz edilirken, tevazunun onların doğal hali olduğu anlatılır. Yani müminler mütevazi davranmaya çalışan insanlar değildirler; içlerinde bulundukları ruh hali nedeniyle zaten doğal olarak öyledirler. Bir ayette müminlerden söz edilirken "O Rahman'ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman 'Selam' derler" diye bildirilir. Bir sonraki ayet ise bu doğal tevazunun nedeni açıklanır:
Yani müminlerin tevazusu, Allah'a karşı olan teslimiyetlerinin bir sonucudur. Alçakgönüllülükleri, dünyanın sırrını anlamış olmalarından, yani Allah'ın varlığını ve gücünü kavramalarından kaynaklanır.
Dolayısıyla bu kitapta sözünü ettiğimiz gerçek tevazu, ancak ve ancak imanla elde edilir.
İman dışında bir yolla gerçek bir tevazunun elde edilmesi ise imkansızdır. Çünkü iman etmeyen insanların dünyasındaki "mütevazi" kişiler, aslında "ezik" kişilerdir. Bu dünyada dünyevi kıstaslar tek ölçü olduğu için, bu kıstasları elde edenler kibirlenirler, elde edemeyenler ise ezik ve güvensiz bir karakter geliştirirler. Zenginler her zaman için kibirli, fakirler ise her zaman için eziktirler. Bu eziklik ise gerçek tevazudan, yani asil ve vakarlı bir alçakgönüllülükten çok uzaktır.
Kuran'daki Karun kıssası bu konuda bize önemli bir yol gösterir. Ayetlerde Karun'un zenginliği dolayısıyla kibirlenişinden söz edilirken, bir yandan da Karun'a özenen ve onun gibi olamadıkları için hayıflayan kişilerden bahsedilmektedir. Bu iki grubun dışında kalanlar ise imanın sırrını kavramış olan salih müminlerdir:
Karun'a özenenler belki Karun kadar kibirli değildiler, hatta belki "ezik" insanlardı. Ama eğer onun yerine konulsalar, bu kez belki de onlar Karun gibi kibirleneceklerdi. Çünkü onlar da Karun gibi, mülkün gerçek sahibini ve gücünü kavrayamamışlardı. Bunu kavramaları ancak Karun'un helak edilmesiyle mümkün olmuştur.
Gerçek tevazuya sahip olanlar ise, "kendilerine ilim verilen", yani dünyanın sırrını kavramış müminlerdi. Karun'a özenmemişlerdi, çünkü onun sahip olduklarının önemli bir şey olmadığının farkındaydılar. Eğer kendilerine Karun gibi bir zenginlik verilecek olsa, asalet ve tevazularını hiç değiştirmeden yaşamaya devam ederlerdi.
İşte Karun kıssasında sözü edilen bu "ilim sahipleri", tüm müminler için birer örnektirler. Gerçek tevazunun sadece Allah'a kul olmakla elde edileceğini ve Allah'ın da sadece böylelerine nimetlerini vereceğini insanlara öğretirler. Çünkü onlar "yeryüzünde büyüklenmeyenler ve bozgunculuk yapmak istemeyenler"dir. Verilen nimete, kibirle değil, şükürle karşılık verirler.