Hani o inkâr edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu, cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine 'güven ve yatışma duygusunu' indirdi...
(Fetih Suresi, 26)
Romantizm genellikle insanlar arasındaki duygusal ilişkilerle ilgili bir kavram olarak anlaşılır. Ancak bunun yanında romantizm, siyasi ideolojilerin bazılarıyla da yakından ilgilidir. Bunların başında ise, 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve 20. yüzyılın ortalarına dek dünyada büyük bir etki uyandıran "romantik milliyetçilik" gelir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, burada eleştireceğimiz kavram milliyetçilik değil, "romantik milliyetçilik"tir. İkisi arasında çok büyük fark vardır.
Milliyetçilik, en genel anlamıyla, bir insanın parçası olduğu milleti ve üzerinde yaşadığı vatanını sevmesi anlamına gelir. Bu, son derece meşru ve güzel bir duygudur. Dine aykırı bir yönü olmadığı gibi, insanlığa zarar veren bir etkisi de yoktur. Bir insanın anne ve babasını sevmesi nasıl meşru bir duygu ise, kendisini yetiştiren, ortak bir inanç ve kültüre sahip olduğu milletini sevmesi de meşru bir duygudur. Nitekim Türk Milliyetçiliği böyle güzel ve asil bir duygudur; hiçkimse arasında din, dil, ırk ayrımı yapmadan herkesi kapsar.
Milliyetçilik duygusunun gayrımeşru hale gelmesi, sevginin saplantılı bir tutkuya dönüşmesiyle olur. Bir insan milletini severken, diğer milletlere karşı sebepsiz yere husumet beslemeye başlarsa, kendi milletinin çıkarları için diğer milletlerin ve halkların haklarını çiğnemeyi, örneğin onların topraklarını ele geçirmeyi, mallarını yağmalamayı hedeflerse, gayrimeşru bir çizgiye gelmiş demektir. Veya, kendi milletine olan sevgisini bir tür ırkçılığa dönüştürdüğünde, yani kendi milletinin kalıtsal olarak diğerlerinden üstün olduğunu iddia ettiğinde de yine gayrimeşru bir fikir geliştirmiş olur.
Allah bu gayrimeşru milliyetçiliği Kuran'da bildirmektedir. Ayetlerde "öfkeli soy koruyuculuğu" olarak tarif edilen bu düşünce, cahiliyenin (din ahlakından uzak toplumların) bir özelliği olarak anlatılır:
Hani o inkâr edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu, cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine 'güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)
Dikkat edilirse ayette "öfkeli soy koruyuculuğu"ndan söz edilmekte, buna karşılık Allah'ın müminlere güven ve yatışma duygusu verdiği bildirilmektedir. Demek ki, kendi toplumuna (aşiretine veya milletine) yönelik sevgisi sonucunda öfkeli ve saldırgan bir tavır sergileyen insanların ruh hali gayrimeşrudur. Allah buna karşılık, müminlerin huzur, güven ve yatışma halinde olmasını dilemektedir. Bir diğer ifadeyle, Allah'ın müminler için beğendiği ruh hali, "aklı başında" bir insanın ruh halidir.
Öfkeli soy koruyuculuğu işte bu "aklı başında" ruh halini ortadan kaldırır ve insanları, sırf dilleri, renkleri, kabileleri veya toplumları ayrı olduğu için birbirlerine karşı öfkeli bir saldırganlığa yöneltir.
Allah'ın 1400 yıl önce Kuran'da bildirdiği bu öfkeli soy koruyuculuğunu bugün dünyanın dört bir yanında görmek mümkündür. Afrika'da sırf ayrı kabilelerden oldukları için birbirlerini boğazlayan insanlar vardır. Avrupa'da bir futbol karşılaşmasını silahlı çatışmaya dönüştüren ve karşı ülkenin taraftarını, sırf o taraftan olduğu için öldüresiye döven "holiganlar" boy göstermektedir. Batı dünyasının genelinde, zencilere, Musevilere, Türklere, Afrikalılara veya bir başka azınlığa karşı nefret ve öfke besleyen, dahası onlara karşı terör eylemleri düzenleyen, bu amaçla örgütler kuran kesimler bulunmaktadır.
Öfkeli soy koruyuculuğu, sadece bu gibi alt sınıfları değil, bizzat pek çok ülkenin en üst kademesini de etkilemektedir. Basit bir sınır anlaşmazlığını bahane ederek, sırf saldırganlık içgüdülerini tatmin etmek için birbirlerine savaş açan, bu savaşları yıllar boyunca inatla sürdüren, hem kendi halklarını hem de karşı ülkenin halklarını sefalete düşüren pek çok ülke vardır. Bunların karar mekanizmalarında bulunanlar, öfkeli soy koruyuculuğunun etkisi altındadırlar. Her biri, ayette bildirildiği gibi, "kendi kalplerinde cahiliyenin öfkeli soy koruyuculuğunu kılıp kışkırtan" cahillerdir.
Bu cahiller, 20. yüzyılın iki büyük felaketi olan I. ve II. Dünya Savaşları'nı da hazırlamış ve hatta yürütmüş olan kimselerdir. "Alman kahramanlığı", "İngiliz gururu", "Rus cesareti" gibi duygusal kavramların etkisi altında kalarak, hem kendi milletlerine hem de tüm dünyaya büyük felaketler yaşatmış, iki dev savaşta toplam 65 milyon insanın kanını dökmüş, onmilyonlarcasını sakat, dul, öksüz ve yetim bırakmışlardır.
Bu felaketlerin kaynağı olan "öfkeli soy koruyuculuğu"nun çağımızdaki ismi ise "romantik milliyetçilik"tir.
Milliyetçilik Avrupa'da genellikle 18. yüzyılda yayılmış bir düşünce olarak bilinir. Daha önceden çok sayıda derebeyinin idaresi altında yaşayan ülkeler, tek bir merkezi yönetim altında birleşerek ilk ulus-devletleri kurmuşlardır. İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkeleri, milliyetçiliği en erken benimseyen ve ulus-devlet haline en erken gelen ülkeler olarak bilinirler. 19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa'daki ülkelerin çoğunluğu milli birliğini sağlamıştır.
Sadece iki ülke bu gelişimin dışında kalmıştır: Almanya ve İtalya. Her iki ülkede de prensliklerin veya küçük şehir devletlerinin iktidarı çok uzun sürmüştür. İtalya ancak 1870'de, Almanya ise bir yıl sonra, 1871'de milli birliğini sağlayarak bir ulus-devlet olarak tarih sahnesine çıkabilmiştir. Bir başka deyişle, her iki ülke de milliyetçiliği benimsemekte ve uygulamakta diğer Avrupa ülkelerine göre geç kalmıştır.
Ancak bu durum, her iki ülkede de Avrupa'nın diğer ülkelerine göre daha radikal milliyetçilik akımlarının gelişmesine ve kök salmasına neden olmuştur. Nitekim, sosyal bilimcilerin genel kabulüne göre, milliyetçiliğin en uç örnekleri olan Nazizm ve faşizmin bu iki ülkede doğmuş ve iktidarı ele geçirmiş olmasının nedeni, her iki ülkede de geç milli birlik nedeniyle yayılan fanatik milliyetçi duygulardır.
Bu iki ülkede, özellikle Almanya'daki söz konusu fanatik milliyetçi anlayışa öncülük edenler tarihte "romantik milliyetçiler" olarak bilinirler. Romantik milliyetçiliğin temel karakteristik özellikleri, akla değil duygulara önem vermeleri, mensup oldukları milletin mistik ve gizemli bir "ruh"a sahip olduğunu sanmaları ve bu ruhun o milleti diğerlerine üstün kıldığı yanılgısına kapılmalarıdır. Romantik milliyetçiler, 19. yüzyılın sonlarında yaygınlık kazanan ırkçı teorilerden de etkilenmişler ve Avrupalı ırkların dünyadaki diğer ırklardan üstün oldukları ve onları yönetme hakkını ellerinde bulundurdukları gibi gerçek dışı iddialar ileri sürmüşlerdir.
Romantik milliyetçilik, özellikle 19. yüzyılın ilk iki on yılı içinde Almanya'da hızla yayılmıştır. Paul Lagarde ve Julius Langbehn gibi yazarlar, Almanların tüm dünyayı yönetecekleri bir tür hiyerarşik dünya düzeni kurulması gerektiğini savunmuşlardır. Bunun da tamamen "Alman ruhu"ndan ve "Alman kanı"ndan kaynaklanan üstünlükle elde edileceğini, bunun için Almanların eski putperest inanışlarına dönmeleri ve Hıristiyanlık gibi İlahi dinleri terk etmeleri gerektiği gibi akıl ve mantık dışı iddialar ileri sürmüşlerdir.
Romantik milliyetçiliğin yayılmasında, o dönemde Almanya'da kurulan mistik (okült) derneklerin de önemli bir rolü olmuştur. Bu derneklerin ortak dünya görüşü; insanın aklıyla değil hisleriyle ve sezgileriyle doğruyu bulabileceği, her milletin bir "halk ruhu"na sahip olduğu ve Alman halk ruhunun da putperestlik olduğu gibi birtakım yüzeysel ve batıl düşüncelerden ibarettir. Bu dernekler, Hitler'e ve dolayısıyla Nazizm'e de büyük bir zemin hazırlamıştır. İngiliz tarihçi Michael Howard, "pan-Cermenik Alman milliyetçiliğinin ruhsal gücünü ve ideolojik kökenini okült derneklerden aldığını ve okült geleneğin 1920'lerde doğan Nasyonal Sosyalizm (Nazi) akımına da büyük bir zemin hazırladığını" yazar.1
20. yüzyılda yaşanan "romantik milliyetçilik" akımına verilebilecek en iyi örnek Hitler Almanyası'dır. Tamamen romantizmin etkisiyle gelişen ırk milliyetçiliği, yol açtığı zulümler ve insanlığa getirdiği acılarla dünya tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. |
Gerçekten de romantik milliyetçiliğin insanlığa katkısı, tarihin en acımasız ve kanlı rejimlerinden biri olan Nazizm'e zemin hazırlamaktan başka bir şey olmamıştır.
Romantik milliyetçiler, insanın akıl yoluyla değil de "duygu ve sezgiyle" doğruyu bulacağını düşündükleri için, son derece tutarsız, karmaşık ve çalkantılı bir dünya görüşü ve ruh hali geliştirdiler. Amerikalı tarihçi Profesör Gerhard Rempel, "Reform, Liberation And Romanticism In Prussia" (Prusya'da Reform, Özgürleşme ve Romantizm) başlıklı makalesinde romantik milliyetçilerin son derece karanlık olan ruh dünyasını şöyle tasvir etmektedir:
Romantikler, fantaziye, duygusallığa ve sembolizme kaçmayı tercih ettiler. Ruhsal olarak sürekli ölümle ilgilendiler, gecenin karanlığı içinde melankolik buhranlar yaşadılar. (Romantik milliyetçiliğin önderlerinden) Novalis, "hayat ruhun bir hastalığından ibarettir" diyordu. Burada karşımıza çıkan etken, estetik karamsarlığın başlangıcıdır... Romantizm, insan ruhunun derinliklerindeki akıldışı (irrasyonel) güçleri açığa çıkardı... Novalis tüm dünyaların ve çağların hayal etmenin büyüsü ile birleştirilebileceğine inanıyordu... Savaş hakkındaki yurtsever edebiyatın gelişmesiyle birlikte, "ruhun dansı" denen bu düşünce toplumun geniş kitlelerine de yayılmış oldu....
Nazi Almanyası'nda duygusallığın etkisiyle transa geçmiş kitleleri, Nazizm'in insanlık dışı eylemleri adına yönlendirmek kolayca mümkün olmuştur. |
Alman Romantikleri, estetizm kültünü geliştirdiler ki bu, aklın reddedilmesine ve gerçekliğin bir anda aniden kavranması girişimine dayanıyordu. Bu teoriye göre, şiirsel olan, mutlak gerçeğin ta kendisiydi.2
Romantik milliyetçiliğin temeli, duyguların "asıl dünya" kabul edilmesine dayanıyordu. Bu hayalperest düşünce, gerçeklerden tamamen kopuk, kendi ruh çalkantıları içinde yaşayan insanlar meydana getirdi. Romantizmin insanı gerçeklerden koparan, birtakım duygulara esir eden bu etkisini, bir akıl hastalığı olan şizofreniye benzetmek mümkündür. (Şizofreni hastaları, gerçeklerden tamamen kopar ve kendi hayal dünyaları içinde yaşarlar.)
Üstte, Nazi döneminde yaşanan romantik milliyetçiliğin sembolü olan, Alman ırkını, milletleri adına aşırı bir duygusallığa yönelten bir propaganda afişi görülmektedir.. |
Bu şizofren ruh halinin bir örneği, romantik milliyetçilerin bazı kavramları putlaştırarak birer saplantı haline getirmeleriydi. Bunların başında "kan" ve "toprak" kavramları geliyordu. Almanya'da 20. yüzyılın başlarında doğan "Blut und Boden" (Kan ve Toprak) adlı fikri akım, Alman kanının ve Alman topraklarının kendine has bir kutsallığı olduğu, Alman soyundan olmayan azınlıkların bu kanı ve toprağı sözde kirlettikleri sapkınlığına dayanıyordu. Bu sapkın akım Nazi ideolojisine de büyük etkide bulundu. Naziler, kan dökülmesini kutsal bir eylem olarak görüyorlardı. Hitler'in 1923 yılındaki başarısız darbe girişimi sırasında yaralanan Nazilerin kanlarıyla ıslanmış olan bir parti bayrağı, adeta bir puta dönüştürülmüştü. "Blutfahne" (Kan Bayrağı) adı verilen bu bayrak olduğu gibi muhafaza edilmiş ve her Nazi töreninde en önemli sembol olmuştu. Hatta Nazi partisinin onbinlerce yeni bayrağı Blutfahne'ye sürülmüş ve ondaki sözde "kutsal" gücün böylece bu yeni bayraklara da geçtiği düşünülmüştü.3
Kanı ve kan dökmeyi kutsal sayan bu ruh hali, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaşların da ateşleyicisi olmuştur. I. ve II. Dünya Savaşları, romantik milliyetçilerin kapışmasından başka bir şey değildir. En açık olarak Almanya'da görülen romantik milliyetçi akım, dönemin İngiliz, Fransız ve Rus toplumlarında da etkili olmuş ve bu ülkelerin yönetici kadrolarını savaşa sürüklemiştir. Anlaşmalarla çözülebilecek sorunlar körüklenmiş ve dünya milyonlarca insanın hayatına mal olan bir kıyım yaşamıştır.
I. Dünya Savaşı'nın gelişimini incelemek, romantik milliyetçiliğin sonuçlarını göstermesi açısından faydalıdır. Savaşa pek çok ülke katılmış olmasına rağmen temelde birkaç öncü devlet vardır: Bir tarafta İngiltere, Fransa ve Rusya, diğer tarafta ise Almanya ve Avusturya-Macaristan. Savaşın başında bu ülkelerdeki generallerin hepsinin ortak düşüncesi, güçlü bir saldırıyla düşman hatlarını yarıp dağıtacakları ve birkaç haftaya kalmadan zafere ulaşacakları yönünde olmuştur. Oysa savaş hiç kimseye zafer getirmemiştir.
Romantik milliyetçiligin etkisiyle kışkırtılan halklar ve bunun sonucunda başlatılan dünya savaşları, insanlığa kan, acı ve gözyaşından başka şey getirmedi. Geriye ise milyonlarca ölü, dul, yetimle birlikte harab olmuş şehirler kaldı. |
Almanya 1914'te Fransa ve Belçika'ya ani bir saldırı ile girdikten ve biraz ilerledikten sonra savaş kilitlenmiş ve karşılıklı kurulan cepheler tam 3.5 yıl boyunca hemen hiç kımıldamamıştır. Her iki taraf da düşman cephesini yaracağı umuduyla defalarca birbirine saldırmış, ama hiçbir şey değişmemiştir. Alman saldırısıyla başlayan ünlü Verdun muharebesinde toplam 315.000 Fransız ve 280.000 Alman askeri ölmüş, ama cephe sadece birkaç kilometre geriye kaymıştır. Aylar sonra İngiliz ve Fransızlar Somme muharebesi ile karşı saldırıya geçmişler, kanlı çarpışmalar sonucunda 600.000 Alman, 400.000'den fazla İngiliz ve yaklaşık 200.000 Fransız askeri ölmüş, sonuçta Alman cephesi sadece 11 kilometre geriye püskürtülebilmiştir. Romantik marşlarla, ateşli şiirlerle, "Alman ruhu", "İngiliz onuru", "Fransız cesareti" gibi suni duygusal kavramlarla coşarak akılcı olmayan kararlar veren idareciler, kendi halklarını kıyıma uğratmışlardır. Hayatta kalan askerlerin çoğunda, 3.5 yıl boyunca çamurlu bir siperde kafalarını kaldırmadan ve sürekli bombardıman altında yaşamanın getirdiği psikolojik sorunlar baş göstermiştir.
Romantik milliyetçiğilin kışkırtılması ile başlayan savaşlarda insan hayatının değeri tamamen göz ardı edilmiştir. Romantik marşlarla, ateşli şiirlerle, "Alman ruhu", "İngiliz onuru", "Fransız cesareti" gibi suni duygusal kavramlarla coşarak akılcı olmayan kararlar veren idareciler, kendi halklarını kıyıma uğratmışlardır. |
Romantik milliyetçiliğin sebepsiz kan dökücülüğünün I. Dünya Savaşı'ndaki çarpıcı bir örneği, Fransız General Robert Nivelle'in Nisan 1917'de Alman hatlarına başlattığı saldırıdır. Nivelle, saldırıdan önce "sadece iki gün içinde Alman hatlarını yaracaklarını ve bir hafta içinde kesin zafere ulaşacaklarını" vaat etmiştir. Alman ordusu daha avantajlı bir durumda olmasına rağmen, bu duygusal vaadin etkisinde kalan Fransız ordusu 16 Nisan'da saldırıya geçmiş, iki günde sonuca ulaşmasını umdukları saldırı 1.5 aydan fazla sürmüş, yine hiçbir sonuç elde edilememiş, yüzbinlerce asker ölmüş, sonunda Fransız birlikleri arasında iç isyanlar başgöstermiştir.
Kan dökücü zihniyet, II. Dünya Savaşı'nda da hayata geçmiş ve toplam 55 milyon kişi, Hitler, Mussolini, Stalin gibi psikopat ruhlu romantiklerin ihtirasları nedeniyle ölmüştür. 2. Dünya Savaşı'nın baş aktörleri olan bu zalim liderler, ütopik ideallerinin peşinde, tüm dünyayı zulüm ve karanlığa sürüklemişlerdir. |
Aynı kan dökücü zihniyet, II. Dünya Savaşı'nda da hayata geçmiş, bu kez çok daha fazla insan, toplam 55 milyon kişi, Hitler, Mussolini, Stalin gibi psikopat ruhlu romantiklerin ihtirasları nedeniyle ölmüştür.
Yalnızca dünya savaşları değil, farklı ülkeler, kabileler veya örgütler arasındaki savaş ve çatışmaların temelinde de romantizmin büyük rolü bulunmaktadır. İçinde yaşadığı dünyanın şartlarını akılcı olarak düşünemeyen, duygusal sloganların, kahramanlık hikayelerinin, ateşli marşların ve şiirlerin etkisiyle silaha sarılan milyonlar, hem kendilerinin hem de düşman saydıkları kimselerin kanını dökmüş ve dünyayı karmaşa ve fitne içine düşürmüşlerdir.
Dünyanın dört bir yerinde romantizmin kışkırttığı insanlar, diğer insanlara akıl almaz işkenceler yapabilmekte, türlü insanlık dışı fiili işleyebilmekte ve büyük bir vahşet sergileyebilmektedirler. |
Kitabın başında, duygusallığın, insanlığı Allah'ın yolundan çıkarmak ve belalara uğratmak için şeytan tarafından kullanılan bir silah olduğunu vurgulamıştık. Şeytanın insanlara kurmuş olduğu bu tuzak, romantik milliyetçilikte çok açık şekilde ortaya çıkmaktadır. Allah Kuran'da, şeytanın, etkilediği insanları nasıl bir çatışma, kargaşa ve terör ortamına soktuğunu şöyle bildirir:
(Allah) Demişti ki: "Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza. Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. (İsra Suresi, 63-64)
Bu ayette, şeytanın, kontrolü altındaki insanları kullanarak yeryüzünde "sarsıntıya uğratan sesler" ve "yaygaralar koparan ordular" oluşturacağı bildirilmektedir ki, romantik milliyetçiliğin sonuçları da bu şekildedir.
Teorisi ile dünyaya bela üzerine bela getiren Charles Darwin |
Romantik milliyetçiler, duygusal bir eğilim olan kan dökücülüğü desteklemek için birtakım felsefi ve sözde bilimsel açıklamalara da başvurmuşlardır. Bu açıklamaların temeli, Darwin'in evrim teorisidir.
İngiliz biyolog Darwin, 1859 yılında yayınlanan "Türlerin Kökeni" adlı kitabında, doğada acımasız bir yaşam mücadelesi olduğunu, bu mücadelenin canlıları geliştirdiğini ve yeni türlerin de bu mücadelenin kazanılması ve kaybedilmesine göre ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Bir başka deyişle Darwin'e göre gelişmenin anahtarı "çatışma"dır. Darwin 1871 yılında yayınladığı "İnsanın Türeyişi" adlı kitabında bu sapkın fikirlerini daha da vurgulu hale getirmiştir. Dahası, bu kitapla birlikte, insan ırklarının bazılarının diğerlerine göre sözde daha ileri olduğunu öne sürmüş, yani ırkçılığa zemin sağlamıştır. Darwin Avrupalı beyaz ırkları kendi aklınca "ileri ırklar" olarak sayarken, zencileri, Asyalıları ve hatta Türkleri de büyük bir cehaletle "yarı maymun ilkel ırklar" olarak tanımlamıştır.
Darwin'in bilim dışı bu teorisinin yayılmasıyla birlikte, ırkçılık ve çatışmacılık da hızla destek kazanmış, öyle ki bu iki kavram adeta "bilimsel birer gerçek" olarak algılanmaya başlamıştır.
İşte romantik milliyetçilerin Darwinizm'le olan ilişkisi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Romantik milliyetçiler, savaşa olan eğilimlerini ve kendi ırklarının diğerlerinden üstün olduğu yönündeki saplantılarını, Darwinizm'e dayandırmışlardır.
Olağanüstü bir kan dökücülüğe sahne olan I. Dünya Savaşı'nın ardında, Darwinizm'in bu karanlık telkini vardır. Yüzbinlerce askeri gözlerini kırpmadan bir hiç uğruna ölüme gönderen Alman, Fransız, İngiliz, Rus veya Avusturyalı generaller, Darwinizm'in "canlılar çatışarak gelişir ve ırklar da savaşarak yücelir" şeklindeki yalanına inanmışlar ve bu ruh hali içinde savaş emri vermişlerdir.
Örneğin I. Dünya Savaşı generallerinden Friedrich von Bernardi, savaş ve doğadaki savaşım kanunları arasındaki sözde bağlantıyı şöyle kurmuştur:
Savaş biyolojik bir gereksinmedir, doğadaki unsurların çatışması kadar gereklidir; biyolojik yönden yerinde sonuçlar verir, çünkü bu sonuçlar, varlıkların temel özellikleriyle ilgilidir.4
Avusturya-Macaristan'ın Başkomutanı General Franz Baron Conrad von Hoetzendorff ise, savaştan sonraki anılarında şöyle yazmıştır:
Darwin'in zamanından beri ırkçı saldırılar ve bundan kaynaklanan savaşlar artarak devam etmektedir. Günümüzde de bu sapkın fikirlerin uygulamalarını, Neo-Nazilerde, Ku Klux Klan örgütlerinde, zencileri veya farklı ırklardan kişileri hedef alan pek çok örgütte görmek mümkündür. Ama unutmamak gerekir ki tüm bu insanlık dışı eylemlerin birinci dereceden sorumlusu Sosyal Darwinizm'dir. |
Dünya savaşının büyük felaketi, (insanoğlunun yaşam mücadelesi) prensibiyle tam bir uyum içinde gerçekleşmiştir. İnsanların ve devletlerin hayatlarının ana gücüyle oluşan bu savaş, aynen boşalması gereken bir yıldırım yükü gibi, doğanın bir kuralıdır.5
Alman Şansölyesi (Başbakanı) Theobald von Bethman-Hollweg'in kişisel danışmanı ve sır dostu Kurt Riezler, 1914 yılında şöyle yazmıştır:
Mutlak ve ezeli düşmanlık, insanlar arasındaki ilişkilerin doğasında vardır. Her yerde gördüğümüz daimi nefret… insan tabiatının bozulmasından kaynaklanmamaktadır, aksine doğanın ve yaşamın kaynağının özünde zaten bu vardır.6
Gasman kitabında Almanya'da Sosyal Darwinizm'in nasıl yeşerdiğini anlatmaktadır. |
Dönemin devlet adamlarını ve yönetici kadrolarını etkisi altına alan, düşmanlık ve çatışmanın insanın doğasında olduğu iddiası, kuşkusuz büyük bir yalandır. İnsan, evrimcilerin iddialarının tam tersine, şefkat, merhamet, sevgi ve anlayıştan zevk alacak şekilde yaratılmıştır. İnsanın fıtratı, yani doğası, Allah'ın emrettiği din ahlakını yaşamaktır. Bunun dışında insana empoze edilen her türlü batıl ve sapkın düşünce ise, hem kişide hem de toplumda bozulma ve dejenerasyona neden olur.
Romantizm, kendi çevresine karşı tutkulu bir bağlılığı, diğerlerine karşı ise öfke ve nefreti körükler. Bu karanlık ruh hali, Darwinizm'in "ırkların yaşam mücadelesi" kavramına çok uygun düşmüştür. Darwin'in teorisinin toplum bilimlerine uyarlanmış haline "Sosyal Darwinizm" adı verilir ve Sosyal Darwinizm, romantik milliyetçi ve ırkçı akımların en büyük dayanağı olmuştur. Amerikalı yazar Janet Biehl "Ecology and the Modernization of Fascism in the German Ultra-Right" (Ekoloji ve Alman Aşırı Sağında Faşizmin Modernizasyonu) başlıklı makalesinde bu konuda şunları yazmaktadır:
Alman aşırı sağında Sosyal Darwinizm'in derin kökleri vardır...Anglo-Amerikan Sosyal Darwinizmi'nde olduğu gibi, Alman Sosyal Darwinizmi de insanların sosyal kurumlarını insani olmayan dünyadan alınma "doğa yasaları" ile açıklamıştır. Ama Anglo-Amerikan Sosyal Darwinizmi "uygun olanların kazanması" kavramını vahşi kapitalist bir ormanda bireysel girişimlerin karı olarak yorumlarken, Alman Sosyal Darwinizmi "uygun olanların kazanması" kavramını ezici olarak ırk kavramında algılamıştır. Dolayısıyla, (bu düşünceye göre) "en uygun" olan ırk, sürdürdüğü "yaşam mücadelesi"nde tüm diğer rakiplerini altederek kazanacaktır, kazanmalıdır.7
Almanya'da Sosyal Darwinizm'in en büyük temsilcisi, Ernst Haeckel (1834-1919) isimli ünlü bir Darwinist biyologtu. Darwin'in yanılgılarından çok etkilenen Haeckel, kendince Darwinizm'e "katkıda" da bulunmuş ve "Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır" (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) olarak özetlenen ve memelilerdeki embriyoların evrim sürecini yansıttığını öne süren bilim dışı teoriyi ortaya atmıştı. (Bu teorinin çürüklüğü yıllar sonra kesin olarak anlaşıldı ve dahası Haeckel'in kullandığı şemalarda sahtekarlık yaptığı ortaya çıktı.)
Almanya'da Sosyal Darwinizm'in en büyük temsilcisi Ernst Haeckel |
Haeckel, "Monist Birliği" adıyla, amacı ateizmi yaymak olan bir dernek kurmuş ve bu dernek aynı zamanda ırkçılığın ve romantik milliyetçiliğin merkezi olmuştur. 1920'lerde Hitler'in önderliğinde gelişen Nazi hareketi, Haeckel'in fikirlerinden ve Monist Birliği'nden etkilenmiştir. Konuyu araştıran tarihçi Daniel Gasman, The Scientific Origins of National Socialism: Social Darwinism in Ernest Haeckel and the German Monist League (Nasyonal Sosyalizmin Bilimsel Kökenleri: Ernest Haeckel'de ve Alman Monist Birliğinde Sosyal Darwinizm) adlı kitabında, şöyle yazar:
Almanya'daki ırkçılıktan ilham alan Sosyal Darwinizm... varlığını neredeyse tamamen Haeckel'e borçluydu... (Haeckel'in) fikirleri, ırkçılık, emperyalizm, romantizm, anti-Semitizm ve nasyonalizm akımlarının tek bir vücut altında birleşip tek bir ideoloji haline gelmesine hizmet etti... Volkism'im (romantik milliyetçi Alman halkçılığının) gerçekte tamamen akıldışı ve mistik fikirlerine bilimin ağırlığını katan kişi Haeckel'di.8
Gasman aynı konuda şunları da yazmaktadır:
Denebilir ki, İngiltere'de Darwinizm, doğal dünyanın sosyal dünyaya bir izdüşümü olarak, "bırakınız yapsınlar" (laissez faire) kapitalizminin bireyciliğinin bir uzantısı olduysa, Almanya'da Alman romantizminin bir izdüşümü olmuştur... Darwinizm'in Almanya'da aldığı şekil, bir tür sahte bilimsel doğa dini, ırkçılıkla karışık bir doğaya tapınma mistisizmidir.9
Janet Biehl de aynı konuda "Haeckel, mistik ırkçılığa ve nasyonalizme inanıyordu, öyle ki Alman sosyal Darwinizmi ilk başından itibaren romantik ırkçılığa ve romantik milliyetçiliğe sahte biyolojik bir temel sağlayan politik bir hareket oldu" diye yazmaktadır.10
Tüm bunlar, romantizmin tamamen din ahlakına uygun olmayan bir psikoloji ve dünya görüşü olduğunu bir kez daha göstermektedir. İlk ortaya atıldığı günden itibaren ateizmle neredeyse eşanlamlı olan Darwinizm'in romantizmle içiçe olması bu yönde çok açık bir göstergedir.
Romantik milliyetçiliğin Darwinizmle olan ilişkisi ve Nazi hareketinin oluşumundaki rolü, bize çok önemli bir başka gerçeği daha göstermektedir: Romantizm, gerek bireyler gerekse toplumlar için son derece tehlikeli bir akımdır. Çünkü romantizme kapılan insanlar; kendi ırklarının tüm diğerlerinden üstün olduğu, savaşlar çıkararak tüm dünyayı istila etme hakkına sahip olduğu, başka milletleri ortadan kaldırmasının veya kendisine köle kılmasının son derece meşru olduğu gibi, tamamen akla, sağduyuya ve vicdana aykırı düşüncelere kolayca kapılabilmektedirler.
Nazi Almanyası, romantizmin bu yıkıcı ve zulmedici etkisini gösteren en önemli tarihsel örneklerden biridir. Naziler'in 1933 yılında iktidara gelmesiyle birlikte, Hitler ve kurmayları Alman toplumuna karşı adeta "romantik beyin yıkama" kampanyası başlatmışlar ve romantik milliyetçiliğin en saçma iddialarını kısa sürede topluma benimsetmişlerdir. 1930'ların sonlarına gelindiğinde, Alman halkının ezici çoğunluğu, yakında tüm dünyayı yönetecek 1000 yıllık bir "Alman Krallığı" (III. Reich) kurulacağına, bu hedefe varmak için Alman ırkının "saflaştırılması" ve bu amaçla ülkedeki tüm azınlıkların sürülmesi gerektiğine, Hitler'in metafizik güçlere sahip şaşmaz ve yanılmaz bir "önder" (Führer) olduğuna ve kendilerini mutlak zafere taşıyacağına inanmışlardır. Hitler'in öfkeli, saldırgan, paranoid ve küstah konuşmalarını gözyaşları içinde dinleyerek kendilerinden geçmiş, adeta topluca büyülenmişlerdir.
Halk üzerinde romantik milliyetçiliği kışkırtırken belirli sembollere ihtiyaç duyuluyordu. Alman ordusu, Alman halkı, Alman bayrağı, Alman kanı gibi.. |
Nazilerin ünlü Nuremberg mitingleri, söz konusu "romantik beyin yıkama"nın gövde gösterisidir. Amerikalı araştırmacılar Baigent, Leigh ve Lincoln, bu mitingleri şöyle tarif ederler:
Kötü şöhrete sahip Nuremberg mitinglerinde... herşey -üniformaların ve bayrakların renkleri, konuşmacıların yeri, programın gece yarısına denk getirilmesi, spot ışıklarının kullanımı, zamanlama- çok dikkatli şekilde hesaplanırdı. Bu mitinglerde çekilen filmler, insanların adeta kendi kendilerini sarhoş ettiklerini, kendilerini bir tür transa soktuklarını, "Sieg Heil" şeklindeki Nazi sloganını sürekli tekrarlayarak Hitler'e adeta taparcasına Nazi selamı verdiklerini göstermektedir. Kitlelerin yüzünde bomboş bir zihnin getirdiği mutluluk okunmaktadır... Bu, ikna edici bir söylemden kaynaklanmamaktadır. Aksine, aslında Hitler'in söylemleri hiç de ikna edici değildir. Hemen her zaman sıradan, çocukça, aynı şeyi tekrar eden ve içeriği boş konuşmalardır. Ama bu konuşmayı yapış şekli zehirli bir enerjiye sahiptir, bir davul ritmi gibi hipnotize edicidir. Ve bu, kitle psikolojisinin getirdiği bulaşıcılıkla, etrafı çevrilmiş bir alana sıkıştırılan binlerce insanın etkisiyle eklendiğinde ... kitle histerisi meydana getirmektedir... Hitler'in mitinglerinde görülen şey, psikologların genellikle mistik deneyimleri açıklamak için kullandıkları "bilinç kayması" durumudur. 11
Kısacası, Nazi mitingleri, insanları tamamen akıldan uzaklaştıran ve romantizmin büyüsüne sokan kitle hipnoz seanslarıdır. Bu romantik histeri, II. Dünya Savaşı'nı ateşleyerek 55 milyon insanın yaşamına mal olmuştur.
Nazizm, romantizmin yıkıcı etkilerinin sadece bir örneğidir. Romantizm, insanları akıldan uzaklaştırdığı, akıl yerine duyguların hakimiyetine soktuğu için, onları her türlü sapkınlığa sürükleyebilir. Bu yüzden romantik bir insanı herhangi bir yöne çekmek kolaydır. Eğer içinde bulunduğu ortam o yöndeyse, kısa zamanda ateşli bir ırkçı ve faşist haline gelebilir. Bunun tam tersi bir ortamda bulunduğunda ise, bu kez komünist bir militan olur, Leninist marşlar söyleyerek masum insanlara saldırır, hatta kendisini ateşe verip yakacak kadar gözü döner. Son derece acımasız ve haşin olan bir romantiği, birkaç saat sonra gözyaşları içinde hıçkıra hıçkıra ağlarken görmek de mümkündür. Akıl ortadan kalktıktan ve insan duygularına -daha doğrusu şeytanın nefsinde kışkırttığı tutkulara- esir olduktan sonra, aşırılıkta ve anormallikte bir sınır yoktur.
Şeytanın kışkırtarak duygusallığa kaptırdığı insanlar, Hitler'i sanki büyülenmişcesine dinliyor, onun yaptığı insanlık dışı eylemleri alkışlayabiliyordu. Üstelik bu delilik derecesine varan romantizmi çocuklarına da öğretiyor, onları da sapkın bir yola sürüklüyorlardı. |
ADNAN OKTAR: Evrim teorisine karşı olmamızın nedeni komünizmin, faşizmin ve I. Dünya Harbi'nin, II. Dünya Harbi'nin kökeninde bu teorinin olduğunu görüyoruz. Ve 350 milyon insanın kanının akmasına, 1 milyara yakın insanın sakat kalmasına, milyonlarca çocuğun öksüz yetim kalmasına ve en vahimi insanların kalbinden sevginin, şefkatin sökülüp alınmasına sebep olmuştur. Bunun açık ispatı vardır. Dışarı çıktığınızda kimse kimsenin yüzüne bakamıyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin herkesin yüzü yerde ve kimsenin yüzünde sevgi ifadesi, mutluluk ve neşe ifadesi bulamıyorsunuz. Halbuki insanların gözünde tutku olması lazım, sevgi olması lazım. Allah aşkı olması lazım. Bu coşku insanların kalbinden alındı. Ve dolayısıyla çok büyük bir tahribat meydana geldi. İnsanların kimi intihar ediyor, kimi kavgaya gidiyor. Mesela bakın benim canım kardeşlerim bile "Niye böyle bir tartışma ortamına giriyoruz?" yahut "Niye sağcı ile solcu konuşabiliyor?" gibi bir mantığa giriyorlar. İşte bu, Darwinizm'in bize getirdiği felakettir. Halbuki her düşünceden herkes birbiri ile görüşür konuşur, yine kardeştir. Allah onları öyle yaratmıştır ve düşüncelerinde de özgürdürler. O düşüncelerinden dolayı da biz onlara saygı duyarız. Meydana gelen tahribat çok önemli, yani mesela Mao diyor; "Çin komünizminin kuruluşunun kökeninde Darwin ve evrim teorisi vardır" diyor. Çok açık söylüyor. Troçki'nin izahlarında var. Lenin'in izahlarında var, Mussolini'nin izahında var. Hitler'in izahlarında var. Hepsi Darwin'e dayandırıyorlar. Yani dünyada muazzam bir tahribat meydana getirmiştir ve ateizmin dünyada yayılmasına sebep olmuştur. Bu yönüyle Darwinizm'e tabi ki bir Müslüman olarak fikren karşıyım. (Dem TV, 16 Ekim 2009)
ADNAN OKTAR: Dünyada kan akıtan, dünyada şiddet uygulayan bütün ideolojik sistemler; komünizim, faşizm, satanizm, vahşi kapitalizm gibi düşünceler hepsi Darwinizm'den kaynaklanmıştır ve kökeninde Darwinizm vardır. Dünyadaki akan kanların arkasında da, bütün terör eylemlerinin arkasında da terörist düşüncenin arkasında da yine Darwinizm vardır. Ben bunu kitabımda çok detaylı olarak anlattım. Lenin kitaplarında terörü nasıl desteklediğini ve terörün nasıl olması gerektiğini çok detaylı anlatmıştır. Mao anlatmıştır. Hitler eserlerinde, Mussolini açıklamalarında Darwinizm'den nasıl etkilendiği ve temel dünya görüşünü Darwinizm'in meydana getirdiğini de anlatmışlardır. Marx bütün temel görüşlerini, temel düşüncelerini Darwinizm'den almıştır. Dolayısıyla dünyayı kana boyayan her türlü terör eylemlerinin arkasında Darwinizm vardır. Ve insanlık için gelmiş geçmiş tarih içerisindeki en büyük fitnedir ve en büyük kan dökücü sistemdir Darwinizm.
ADNAN OKTAR: Toplam komünist rejimler ve örgütler tarafından öldüren insan sayısı, yani Darwinist sistemin işlemesi sonucunda meydana gelen cinayetlerde 120 milyon insan öldürülmüştür. 120 milyon insan! Bu büyük bir katliamdır ve büyük bir zulümdür. Karl Marx kitabında "Bizim görüşlerimizin tabi tarih temelini içeren kitap budur işte" diye Darwin'in kitabını övmüştür. Kendi de açıklıyor "Bizim görüşlerimizin tabi tarih temelini içeren kitap budur" diyor. Mesela Mao diyor ki; "Çin komünizminin temeli Darwin'e ve evrim teorisine dayanmaktadır." Çok net bir ifade, Çin'de komünizmin temelini Darwin'e ve evrim teorisine dayandığını Mao söylüyor. Mesela Stalin genç nesillere üç şey öğretmeliyiz diyor. "Dünyanın yaşını, jeolojik kökenini ve Darwin'in öğretilerini", bu da Stalin'in açık ifadesi. Mesela Lenin de Darwin'in Allah inancını yok ettiğini eserinde açıkça belirtiyor, yani kitabında belirtiyor. (The Gulf Today, Ekim 2008)
1.Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Mystics, Templars, Masons and Occult Societies, 1.b., London: Rider, 1989, s. 106
2.Gerhard Rempel, "Reform, Liberation And Romanticism In Prussia", http://mars.wnec.edu/ ~grempel/ courses/germany/lectures/07reform.html
3.Michael Baigent, Richard Leigh, Henry Lincoln. The Messianic Legacy. London: Corgi Books, 1991. s. 199
4.Anthony Smith, ‹nsan, Yap›s› ve Yaflam›, Remzi Kitapevi, ‹stanbul, 1979, s. 33
5.Hoetzendorff, Aus Meiner Dienstzeit, IV, pp. 128-129; cited in James Joll, Europe Since 1870: An International History, Penguin Books, Middlesex, 1990, s. 164.
6.James Joll, Europe Since 1870: An International History, Penguin Books, Middlesex, 1990, s. 164
7.Janet Biehl and Peter Staudenmaier, "'Ecology' and the Modernization of Fascism in the German Ultra-right", Ecofascism: Lessons from the German Experience, AK Press San Francisco, CA, 1995
8.Daniel Gasman, The Scientific Origins of National Socialism: Social Darwinism in Ernst Haeckel and the German Monist League (New York: American Elsevier; London: Macdonald & Co., 1971), s. 23
9.Daniel Gasman, The Scientific Origins of National Socialism: Social Darwinism in Ernst Haeckel and the German Monist League (New York: American Elsevier; London: Macdonald & Co., 1971), s. 22-23
10.anet Biehl and Peter Staudenmaier, "'Ecology' and the Modernization of Fascism in the German Ultra-right", Ecofascism: Lessons from the German Experience, AK Press San Francisco, CA, 1995,
11.Michael Baigent, Richard Leigh, Henry Lincoln, The Messianic Legacy, Corgi Books, London, 1991. s. 194