... Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.
(Maide Suresi, 15-16)
Kitabın bundan sonraki kısmında, romantizmin günlük hayattaki olumsuz etkilerini inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, buraya kadar sık sık değindiğimiz "akıl" kavramının gerçek manasını da detaylı olarak izah etmek gerekmektedir.
Akıl sözcüğü toplum içinde genel olarak zeka kavramını ifade etmek için kullanılır. Bu sebeple akıllı bir insanla zeki bir insan arasındaki önemli farklılıklar da çoğu zaman göz ardı edilir. Fakat bu çok önemli bir yanılgıdır. Akıl ve zeka gerçekte farklı özelliklerdir.
Akıl, müminin, Allah'ın olayları yaratmasındaki ince hikmetleri görmesini ve olayları bu İlahi hikmetler dairesinde değerlendirmesini sağlar. Yalnızca zekaya dayalı bir yaklaşım ise olayları, ancak basit sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde, mekanik ve dar kapsamlı bir algılamayı getirir. Akıl, zekadan daha üst boyuttaki bir meziyettir ve ancak Allah'a ve Kuran'a kesin bilgiyle iman eden, Kuran ayetlerine uygun bir yaşam sürdüren müminlere özgü bir yetenektir. Zeka, tüm insanlarda çeşitli derecelerde bulunan ortak bir fiziksel özelliktir. Ancak akıl yalnızca iman edenlere mahsustur. İman etmeyenler içinse akıldan bahsetmek söz konusu değildir.
Akıl, zekanın, muhakemenin ve mantık örgüsünün de en doğru ve kusursuz biçimde kullanılmasını, bu yeteneklerden en üst düzeyde faydalanılmasını sağlar. Akılsız bir insan ise ne kadar zeki olursa olsun, akledemediği için mutlaka belli bir noktada, yanlış bir mantığa, bozuk bir yargıya sapmaya mahkumdur. Dünya tarihinde iman etmeyen felsefecilere ve fikir adamlarına bakıldığında hepsinin aynı konularla ilgili farklı hatta kimi zaman taban tabana zıt düşünceleri savundukları görülür. Bunların hepsi oldukça zeki insanlar olmalarına rağmen imana ve dolayısıyla akla sahip olmadıkları için doğruları bulamamışlardır. Hatta birçoğu insanlığı sayısız felaketlerin içine sürüklemişlerdir. Yakın tarihten örnekler verecek olursak, Hitler, Mussolini, Marx, Engels, Lenin, Troçki gibi pek çok felsefeci, ideolog ve devlet adamı, zeki insanlar oldukları halde akledemediklerinden dolayı milyonlarca insanın felaketine sebep olmuşlardır. Oysa akıl insanların felaketini değil, barış, huzur ve mutluluğunu gözetir, bunları elde etmenin yol ve yöntemlerini gösterir.
İnsan düşünme, algılama, dikkat sarfetme, pratik davranma gibi pek çok şeyi zekası sayesinde gerçekleştirir. Ancak akıllı bir insan zeka ile mümkün olmayan derin bir anlayışa, doğrularla yanlışları ayırt etme yeteneğine de sahiptir. Dolayısıyla akıl kişiye zekanın çok ötesinde bir üstünlük kazandırır.
Aklın kaynağı ise az önce belirttiğimiz gibi, samimi iman ve Allah korkusudur. Allah'tan korkan, O'nun emir ve yasaklarından sakınan, tavsiyelerine titizlik gösteren bir kimse doğal olarak bu üstünlüğe -Allah'tan bir nimet olarak- sahip olur.
Ancak bu yeteneğe sahip olmak bu kadar kolay olmasına karşın insanlardan çok azı akıl sahibidir. Allah'ın Kuran'da "... onların çoğu akıl erdirmez." (Maide Suresi, 103) ayetiyle haber verdiği bu gerçek, insanların çoğunun gerçek imana sahip olmaması, Kuran'dan uzak bir hayat benimsemelerinden kaynaklanan bir durumdur.
Allah'ın, Kendisi'nden korkan ve samimiyetle Kuran'a uyan kişilere nasip ettiği akıl, iman eden salih müminleri her durumda üstün bir konuma getirir. Ayrıca iman sahibi bir kimsenin, herşeyi her an Allah'ın yarattığını bilmesi, en ince detayına kadar herşeyin Allah'ın belirlediği kader dahilinde geliştiğinin ve her an Allah'la birlikte olduğunun bilincinde olması aklın temelini oluşturan unsurlardır. Öte yandan akıl, kişinin sahip olduğu üstün yönlerinin değişen şartlara ve ortama en kusursuz şekilde uyum sağlamasını da mümkün kılar.
Müminin basiret ve ferasetindeki keskinlik, dikkat ve şuur açıklığı, üstün teşhis ve çözüm kabiliyeti, güzel ahlakı, konuşma ve tavırlarındaki hikmet, güçlü kişiliği hep, akıl sahibi olmasının doğal sonuçlarıdır. (Detaylı bilgi için bkz. Kuran'a Göre Gerçek Akıl, Harun Yahya)
Tarif ettiğimiz bu örnek modelin, bu üstün özelliklerin bir kişiye ait olduğunu değil de, toplumun genel yapısını oluşturduğunu düşünün: Herkesin akılla hareket ettiği her konuşmasında, her tavrında, aldığı her kararda, uyguladığı her çözümde aklın avantajlarının çoğunluk tarafından yaşandığını… Akıllı insanlardan oluşan bir topluluğun oluşturacağı ortamı… Kuşkusuz herkesin özlemini duyduğu huzur, güvenlik, esenlik, itidal için akıllı insanlara ihtiyaç vardır. Ayrıca insanları bezdiren kaos, kargaşa ve anarşinin engellenmesi ve bu konulara köklü çözümler getirilebilmesi için de akıl sahibi kimselerin varlığı kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu bakımdan her sorunun anahtarı olan akla duyulan ihtiyaç ortadadır.
Şüphesiz akıl, bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerdendir. Akıllı bir kimse kendisine olduğundan çok daha fazla faydayı çevresine sağlar. Çünkü imanın getirdiği ahlakta, Allah'ın rızasını kazanmak dışında hiçbir düşünce, hedef ya da ideal yoktur. Böyle bir kişi Kuran'da tarif edilen mümin özelliklerini eksiksiz olarak yaşar; mazlumların korunup kollanması, yolda kalmışlara, kimsesizlere, yardıma ihtiyacı olanlara sahip çıkılması, adaletin hak olarak işlemesi, kimsenin aç bırakılmaması gibi her konunun sorumluluğunu üzerinde hisseder. Kuran'dan öğrendiği bu incelikleri, vicdani sorumlulukları aklı sayesinde kusursuz bir şekilde gerçekleştirir. Nitekim çözüm getirme, hikmetli konuşma ve yazma, tedbir alma, uygulama, yol gösterme gibi pek çok konuda doğal olarak herkesin gözü akıllı bir kimseyi arar. Çünkü böyle bir kimsenin her tavrından, her konuşmasından, her fikrinden istifade edilir.
Aklın gerekliliği bu derece önemliyken akılsızlığın ne denli ciddi bir tehlike olduğunu tespit etmek hiç de zor değildir. Gerek kişinin şahsı, gerekse toplum geneli ile ilgili olarak akılsızlığın sebep olduğu durumları, getirdiği belaları incelemek durumun ciddiyetinin gereği gibi anlaşılması bakımından faydalı olacaktır.
Aklın önündeki en büyük engellerden biri ise, kitabın önceki bölümlerinde siyasi ve toplumsal etkilerini ele aldığımız bir ruhsal bozukluktur: Romantizm ya da diğer adıyla duygusallık.
Üzülmek, karamsarlığa kapılmak, içinden çıkılmaz bir durumda olduğunu sanmak, tevekkülden uzaklaşmış insanların yaşadıkları duygusallığın önemli bir alametidir. Oysa insan her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın Allah'a güvenmek, ümitvar olmak ve buna uygun davranmakla yükümlüdür. |
Duygusallığı, kişinin, aklın ve mantığın gerektirdiği doğrular yönünde değil, duygularının yönlendirmesiyle hareket etmesi şeklinde tanımlamıştık. Duygusallık, genelde her insanda değişik yoğunlukta hakim olmasına rağmen, din ahlakından uzak neredeyse toplumların bütün fertlerinde var olan ruhsal bir hastalıktır. Kuran'dan uzak, dini yaşamayan bir kimsenin kendini romantizmden tam anlamda kurtarması mümkün değildir. Çünkü duygusallık ancak, insanın aklıyla, yani Kuran ahlakıyla hareket etmesi sonucunda ortadan kalkabilir. Kuran'a uymayan bir kimsenin ise az önce belirttiğimiz gibi akledebilmesi mümkün değildir.
Duygusallık cahiliye toplumlarında oldukça makbul sayılan, "iyi insan" olma ölçüsü olarak kabul edilen, dolayısıyla da kimileri için övünme konusu olan önemli bir ruhi bozukluktur. Üstelik hatalı bu çoğunluğun kanaatinde duygusallık öylesine bir anlam kazanmıştır ki, ağlamayan bir kimseye kolaylıkla kalpsiz, duygusuz bir insan sıfatı yakıştırılabilmektedir.
Acaba duygusallık zannedildiği gibi bu kadar masumane bir özellik midir? Bu sorunun cevabını gerçekçi bir gözle değerlendirecek olursak duygusallığın son derece vahim sonuçlar doğurduğu gerçeği ile karşılaşırız. Önceki bölümlerde bunun toplumsal alandaki olumsuz etkilerini açıkça gördük. Ancak duygusallığın, günlük yaşamda da son derece zararlı etkileri yaşanmaktadır. Nitekim duygusallık, insanların şikayet ettikleri ve çözüm aradıkları pek çok konuda aciz kalmalarının başlıca sebeplerindendir.
Halbuki sorun olarak dile getirilen herşeyin çözümü, yaşanan sıkıntılardan kurtuluş yolları Kuran'da mevcut olduğundan, Kuran'ı rehber edinen kimseler ya da toplumlar aklın kazandırdığı avantajlara sahip olurlar, diğer bir deyişle aklın konforunu yaşarlar:
Duygusal insan, sıkıntıdan, hüzünden asla kurtulamaz. Kendi eliyle kendine zulmetmiş olur. |
... Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)
Çocukluğundan beri pek çok insan, en ufak bir olayda gözleri dolan insanların ya da gazetede okuduğu bir haksızlığa, televizyonda seyrettiği aç insanlara ağlayanların, onların içinde bulundukları duruma üzüldüklerini ifade edenlerin duygulu dolayısıyla da vicdanlı insanlar olduğuna dair yorumlar duymuştur. Halbuki duygusal kişilerin samimi bir ilgi ve çaba göstermeden yalnızca gözyaşı dökmekten, yakınmaktan öteye geçmeyen bu tepkileri hiçbir fayda, hiçbir çözüm getirmez. Zaten bu tür kimseler ağlayıp dert edindikleri kimselerin sorunlarına çözüm bulmaktan çok onlara üzülmekten zevk alırlar. Bilinçaltlarında duygusallığın karanlık halini yaşamak nefislerinin daha çok hoşuna gider. Karamsarlık, umutsuzluk, acı, keder, bunalım gibi cehenneme özgü vasıfların, bu dünyada şeytanın duygusallıkla saptırdığı kimselere çekici gelmesi de oldukça ilginçtir.
Ayrıca bu konunun önemli bir yönü daha vardır: Televizyon karşısına geçip hiçbir şey yapmadan gözyaşı döken bu insanlara birşeyler yapmaları teklif edilse, boş durmamaları söylense de değişen bir şey olmaz. Bu durumda da "benim yaptığımdan ne olur?", "ben tek başıma ne yapabilirim ki?" gibi bahanelerle konudan sıyrılmaya çalışırlar.
Duygusal insanlar, etraflarında meydana getirdikleri olumsuz hava neticesinde olayları karmaşık ve çözümsüz göstererek, kendileri gibi çevrelerindeki kimseleri de karamsarlığa ve ümitsizliğe sevk ederler.
Pek çok güzel ahlak özelliği, duygusallık içinde yaşandığında bu güzelliğini kaybeder, hatta son derece tehlikeli bir yön kazanır. Örneğin, şefkat Allah'ın Kuran'da teşvik ettiği üstün bir ahlak özelliği olmasına rağmen, duygusal bir kişinin yaklaşımıyla bu şefkat zalim bir kimseye acıma, bu kişinin yaptıklarını hoş görme, zulmüne rıza gösterme gibi yanlış şekillerde uygulanabilir. Bu bakımdan akıllı bir insan için duygusallığa ait hiçbir üslubu, hiçbir tavrı ve mantığı makul görmek mümkün değildir. Çünkü bu tür bir zihniyet içte barındırıldığı sürece duygusallığa ait eylemler ortam ve şartlara göre çok daha ciddi boyutlarda görülebilir.
Karamsarlık, umutsuzluk, acı, keder, bunalım gibi cehenneme özgü vasıfların, bu dünyada şeytanın duygusallıkla saptırdığı kimselere çekici gelmesi şaşırtıcı bir durumdur. İnsanlar Allah'a tevekkül etmenin huzurunu yaşayacaklarına, kendilerini hiç sonu gelmeyen bir sıkıntıya sokmaktadırlar. |
Ancak burada hassas, duyarlı olmakla duygusal olmak arasındaki farkı da belirtmek gerekir. "İçli, duyarlı, mülayim olmak" Allah'ın Kuran'da peygamber özelliği olarak bildirdiği üstün bir özellik iken, duygusallık Kuran'da tarif edilen ahlakın tam tersidir. Müminler duygusal değildir; ancak duyarlı ve insancıl kimselerdir. Diğer bir deyişle hem üstün akıl sahibi, itidalli kimselerdir hem de insani yönleri son derece kuvvetlidir. Nitekim asıl meziyet de kişinin bu özellikleri birarada barındırabilmesidir. Allah Kuran'da İbrahim Peygamber (as)'ın bu güzel ahlakını "Doğrusu İbrahim, halim (yumuşak huylu, ılımlı) ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi." (Hud Suresi, 75) ayetiyle bildirmektedir.
Unutulmamalıdır ki, duygusal insanlar bir kişiye sadece acır, onu içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmak, sorunlarına çözüm bulmak için hiçbir girişimde bulunmazlar. Ama Allah'ın emrettiği duyarlılığa sahip bir insan, acıma hissettiği kişilere yardım etmek için de elinden geleni yapar, sorunlara çözüm arayıp bulur, insanları zor durumdan uzaklaştırmak için gereken tedbirleri de alır. Gerçek şefkat ve sevgi de budur.
Akılcılıktan uzaklaşıp, duygularının kontrolüne giren bir insan kolayca hiddetlenebilir, kinlenebilir ve hatta şiddete dahi başvurabilir. Oysa iman eden akıllı bir insan, Allah'ın emri gereği "öfkesini tutup yener", daima itidalli bir tutum içinde olur. |
Elbette her insan, sevgi, şefkat, merhamet, korku gibi duygularla birlikte yaratılmıştır. Bu duygulara sahip olmak insani bir özelliktir. Bizim burada vurgulamak istediğimiz konu ise, bir insanın sağlıklı ve dengeli bir ruh haline sahip olabilmesi için, bu duygularını imanı ve aklı ile kontrol altında tutması, yönlendirmesi gerektiğidir. Örneğin sevgi insana, en başta onu yoktan var eden, kendisine hesapsız rızık ve nimet veren ve ona sonsuz mutluluk dolu bir hayat vaad eden Allah'a karşı duyması için verilmiştir. Daha sonra da Allah'ı seven ve Allah'ın da kendilerini sevdiği kimselere karşı, yani müminlere karşı yöneltilmesi gereken bir duygudur sevgi. İnsanlara karşı yöneltilen sevgide ölçü kişinin Allah'a olan yakınlığı, Allah'ın sınırlarını korumada gösterdiği titizlik, Allah korkusu yani takvasıdır. Tüm bu sevgiler de yine Allah için ve Allah'ın tecellilerine karşı yöneltilen sevgilerdir. Allah'a ve dine karşı düşmanlık besleyenlere karşı içten bir sevgi beslenmesi Kuran'da müminlere haram kılınmıştır.
Aynı şekilde Allah müminlere ancak Kendisi'nden korkmalarını, başka hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmamalarını emretmiştir. Çünkü herkesin ve herşeyin varlığı Allah'ın hakimiyetindedir, Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet sahibi yoktur, dolayısıyla kendisinden korkulmaya layık başka bir varlık da yoktur.
Bir başka örnek olarak da öfke duygusunu verebiliriz. Öfke insanlara karşı yapılan haksızlıklara, adaletsizliklere, Allah'a ve dine karşı gösterilen düşmanlıklara, zulümlere karşı müminlerin sorumluluk ve hamiyet hislerini uyaran, harekete geçiren bir duygudur. Fakat müminin hamiyet hislerinin harekete geçmesi her zaman, akıl, itidal ve güzel ahlak çerçevesinde gerçekleşir. Hiçbir zaman mümini adalet ve merhametten uzaklaştırmaz. Mümin öfkesine kapılıp haksızlığa karşı haksızlık, zulme karşı zulümle cevap vermez, adaletsizliğe sapmaz. Nitekim böyle yapması Kuran'da yasaklanmıştır.
Duygusal insanların çoğunlukla eli kolu bağlı oturan, sadece ağlamakla yetinen, yakınıp şikayet eden ama bu yakınmaları, rahatsızlıkları sadece sözde kalan kişiler olduklarına şahit oluruz. Bu insanlarda kendine acıma hissi o kadar yoğundur ki, hiçbir sebep olmasa da kendilerine ağlayıp sızlanacak bir konu oluşturabilirler. |
Duyguları ile davranan insan ise kimi zaman kendi menfaatini engelleyecek çok basit bir konuda bile büyük bir öfkeye kapılabilir. Olaylar kendi istekleri doğrultusunda gelişmediğinde, bir insan kendi arzu ettiği bir şeyi yapmadığında ani bir kızgınlıkla hareket edebilir. İçindeki öfke sebebiyle, hiç umulmadık bir anda muhakeme ve yargısı tamamen kapanıp, fevri hareketler gösterebilir.
Görüldüğü gibi insan, Allah'ın kendisinde yarattığı duyguları yine Allah'ın rızası doğrultusunda yönlendirmelidir. Yani Allah'ın razı olmadığı bir sevgi anlayışını, bir korku ya da öfkeyi kendinde barındırmamalıdır. Aksi takdirde Allah'ın gösterdiği değil, duygularının gösterdiği yolu benimsemiş olur. Bu da başlı başına bir şirktir.
İşte insanda yaratılıştan var olan bu duygular, aklın yönlendirmesinden çıktıklarında, duygusallık dediğimiz hastalık başlar. O insanın davranışlarını, konuşmalarını, hareketlerini, düşünce sistemlerini, olaylara yaklaşımlarını duyguları yönetmeye başlar. Bu noktada kişi artık aklının denetiminden çıkmış, duygularının kontrolüne girmiştir. Böyle bir insanın duyguları aklının önüne set çekmiş, aklını örtmüştür.
Hiçbir Kurani ölçü gözetmeden sevdiği insana ölesiye aşık olduğunu iddia eden bir kişinin ya da patronundan, kocasından, herhangi birinden şiddetle korkan bir kimsenin, veya öfkeden gözü dönmüş bir insanın elbette ki içinde bulunduğu bu ruh haliyle akılcı davranışlar sergilemesi beklenemez. Çünkü bu kişiler sınır ve ölçü tanımayan duygularının esiri olmuşlar ve bunun sonucunda da akılları kapanmıştır.
Duygusallık insanı gerçeklerden uzaklaştırır. Duygusal insanların en belirgin yönlerinden biri gerçek dışı bir dünyayı yaşama istekleridir. Bu ruh halindeki bir kimse hayal aleminde yaşar gibidir. Gerçeklerle arasındaki bağ son derece zayıftır. Aklın ve mantığın yerini duygular, gerçeklerin yerini ise hayal ve kuruntular almıştır. Bu bakımdan duygusal bir kişiye ulaşmak yani bu kişiyle diyalog kurabilmek, ona fikir danışmak, tavsiyede bulunmak pek mümkün olmaz. Aslında duygusallık, psikiyatri dilinde "şizofreni" olarak bilinen ruh hastalığının, hafif bir şeklidir. (Daha önce de belirttiğimiz gibi, şizofreni hastaları, gerçeklerden tamamen kopar ve kendi hayal dünyaları içinde yaşarlar.)
Duygusal kişilerin durumunu televizyon karşısında film seyreden bir kimsenin ağlamasına benzetebiliriz: Böyle bir kimse artık gerçeklerden o kadar uzaklaşmıştır ki, bu filmde oynadığı rolden para alan, hatta belki gerçek hayatta her türlü kötü ahlak özelliğini üzerinde taşıyan bir insanın filmdeki rolü gereği canı acıdığı için ona üzülebilmekte hatta bu kimse için ağlayabilmektedir. Akıllı bir kişinin asla içine düşmeyeceği bu durum duygusal bir zihniyetin insanı gerçeklerden ne denli kopardığını, ne kadar sağlıksız düşünmeye ittiğini açıkça göstermektedir. İşte bu çarpık bakış açısı günlük hayatta yaşanan olaylara da yansımaktadır.
Duygusal insanların çoğunlukla eli kolu bağlı oturan, sadece ağlamakla yetinen, yakınıp şikayet eden ama bu yakınmaları, rahatsızlıkları sadece sözde kalan kişiler olduklarına şahit oluruz. Örneğin bir yakınının kaza geçirdiği haberi gelir, bunda mutlaka bir hayır olduğunu, ardından da nasıl yardım edebileceğini düşünmek yerine, duygusal bir kişi genellikle ağlamaya başlar, bayılmaya kalkar. Sağlıkla ilgili gerekli tedbirler alınmış mı, doktor, ilaç durumu yeterli mi gibi akılcı sorular sormak, durumun hassasiyetini ve yapabileceği yardımı öğrenmek yerine, bizzat kendisi teselliye, yardıma muhtaç konuma düşer.
Duygusal insanların en belirgin özelliklerinden biri de, karşılaştıkları sorunlar karşısında çözümsüz kalmaları, hemen karamsar bir ruh haline bürünmeleridir. Duygularıyla değil aklıyla hareket eden, tevekküllü insanlar ise, her olay karşısında benzeri olmayan, sayısız çözüm üretebilirler. |
Veya yanında birinin aniden fenalaştığını görür. Ama bu kişiye ilk yardımda bulunup ambulans çağıracağına telaşlanmaya, panik yaratmaya, hayıflanmaya, şuursuz ve akılsız tepkiler vermeye başlayabilir. Kendisinden olanları anlatması istendiğinde olayı dahi aktaramaz, kısacası yaşadığı duygusallık onu aklını kullanamaz hale getirdiğinden böyle bir kişiyle tüm bağlantı kesilir.
Ya da kendisinin önemli bir rahatsızlığı vardır. Ancak bunu bildiği halde doktora gittiğinde ciddi bir hastalık teşhisi ile karşılaşacağını, böyle bir durumda da korkup üzüleceğini düşünerek hastalığının belirtilerini umursamaz. Akılcı davrandığında alabileceği tedbirleri görmezden gelerek, hastalığını tedavi ettirme fırsatını yitirebilir.
Örneklerini daha çok çoğaltabileceğimiz duygusal kişilerin gösterdikleri bu tarz akılsız tepkiler, gerçekçi olmayan çıkarım ve mantıklar son derece ciddi -hayati- sonuçlar da doğurabilmektedir. Neticede bu kimseler şeytanın da etkisiyle etraflarında gelişen ve olumsuz gibi görünen olaylardan öylesine sarsılırlar ki bizzat kendileri yardım edilmesi, teskin edilmesi gereken kişiler olurlar. Halbuki biraz akıl kullanarak, yaşadıkları olaylar karşısında isabetli kararlar alarak sorunları çözebilme imkanları vardır.
Görüldüğü gibi duygusal kimseler akıl yürütüp çözümler üreten, insanları yönlendiren değil de kendisi yönlendirilmesi gereken, sahip çıkılan, insanlara yük olan kimselerdir. Tüm bunların sonucunda da bu kişiler akıl kullanamayan, kendi içlerinde mutsuz, huzursuz, etraflarına sorun olan atıl kimseler olurlar. Örneğin duygusal bir kişi yanında yardıma muhtaç biri olduğunda, bu kişiye yardımda bulunmak yerine hayıflanmayı, "tüh tüh, vah vah, yazık" gibi acıma ifadeleri kullanmayı yeterli görebilir. Böyle bir durumda akıl tümüyle geri plana atılmıştır. Dolayısıyla da bu anlayıştaki bir kimseden gerçek anlamda bir fayda beklemek yanlış olur.
Allah Kuran'da bu gibi insanlarla müminlerin farkını şöyle anlatmaktadır:
Allah şu örneği verdi: İki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi? (Nahl Suresi, 76)
Müminler olaylara duygusal değil akılcı tepkiler verirler ve her durumda üstteki ayette belirtildiği gibi "adaletle emreder", yani doğru olanın yapılmasını sağlarlar. Yaşadıkları her olayın Allah'ın takdiriyle olduğunu bildiklerinden ve Allah'ın kendileri için dilediğinin dışında hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğinin bilincinde olduklarından, bunun teslimiyeti ve rahatlığı içinde itidallerini hiçbir zaman kaybetmezler. Beklenmedik bir tepki vermez, ümitsizliğe asla kapılmaz, karamsar bir üsluba düşmezler. Aksilik gibi görünen olayları bile Allah'ın kendileri için bir güzellik olarak yarattığının farkındadırlar.
Duygusallığın tehlike oluşturan yönlerinden biri de bu kişiye içinde bulunduğu ruh halinin yanlışlığı anlatılmak istendiğinde, bunu kesinlikle kabul etmemesi hatta böyle bir ihtimali dinlemeyi de en baştan reddetmesidir. Duygusal bir kimse dışarıdan gelen her türlü fikre öylesine kapalıdır ki, hemen haksızlığa uğradığı hissine kapılarak ya hüzünlenip ağlamaya başlar, ya da küsüp bir köşeye çekilir ve içine kapanır. Bu bakımdan duygusal bir kimseye değil eleştiride bulunmak, bir şeyi hatırlatmak, bir tavsiyede bulunmak bile söz konusu olmaz.
Duygusallık, insanlara alıngan bir yapı kazandırır. Bunun sonucu olarak bu kişiler her söylenenin altında kendilerine farklı bir mesaj olduğunu düşünerek, içlerinde son derece farklı ve abartılı çıkarımlar yapabilirler. Ayrıca hiçbir açıklama yapmadan uzun süre konuşmama, surat asma, selamlaşmama gibi çocukça protesto yöntemleri kullanabilirler. Bunun yanı sıra gerçekçi düşünemediklerinden ya da gerçeklerle yüz yüze gelmekten çekindiklerinden dolayı özeleştiri yapıp kendilerini düzeltmeleri de mümkün olmaz. Biraz önce de belirttiğimiz gibi bu zihniyetteki kişiler kendilerine söylenen her sözü ya kendilerine yapılmış bir haksızlık olarak değerlendirirler ya da ümitsizliğe kapılarak kendilerine büyük bir sıkıntıya dönüştürürler. Nitekim Allah kendilerine mutsuzluğu seçen bu tür kişilerden bir ayette şöyle bahsetmektedir:
Allah'tan 'İçi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (A'la Suresi, 10-11)
Sonuçta, akıllarını kullanmadıkları için duygularının emrine giren ve bu yüzden günden güne akılları daha da örtülen kimselerin bu hallerinden arınmadıkça dini kavramaları ve yaşamaları mümkün değildir. Duygusal, akılsız bir insan sağlıklı bir muhakeme yeteneğinden, tutarlı bir mantık örgüsünden yoksundur. Mümin için çok açık olan bir konuda çelişkilere, kuruntulara saplanır. Vesveselerle boğuşur. Temiz akıl sahipleri için bir öğüt olan Kuran'ı anlayamaz, ondan öğüt alamaz, Allah'ı gereği gibi takdir edemez, kendisinin, etrafında, kainatta sürüp giden olayların yaratılış hikmetlerini, dünyanın, cennetin, cehennemin varoluş sebeplerini kavrayamaz. Allah'tan başka İlah olmamasının ne anlama geldiğini anlayamaz. Bu şuursuzluktaki bir kimsenin her fikri, her düşüncesi, her amacı, her niyeti, her davranışı kendisini bir şirkten başka bir şirke sürükler.
Bu, şeytanın insanları Allah'ın yolundan saptırma yöntemlerinden biridir. Kuran'da şeytanın insanları cehenneme sürüklemek için her türlü yöntemi kullanacağı şöyle bildirilmiştir:
Allah, onu lanetlemiştir. O da (şöyle) dedi: "Andolsun, kullarından 'miktarları tespit edilmiş bir grubu' (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 118-120)
Allah'ın bu ayetlerini bilerek şeytanın vesveselerinden yüz çeviren, dolayısıyla duygularının etkisine kapılmadan aklını kullanan bir kimse gerçekleri net ve berrak olarak görür, ona göre davranır. Duygusal, dolayısıyla aklı örtülmüş bir kimsenin içinden çıkamadığı, çok karmaşık, çelişkili, açıklanamaz gibi gördüğü konular, akıllı bir müminin gözünde son derece kolay, açık, net ve sadedir. Duygusallığının peşinden sürüklenen kimseler akıllarını bir kenara atmış, kendilerini şeytanın büyüsüne ve iradesine teslim etmiş bir şekilde şirkin karanlığı ve bataklığı içinde ebedi azaplarına doğru sürüklenmeye devam ederler.
Şeytan, verdiği vesveselerle duygusal insanları kolayca yönlendirir. Onları ümitsizliğe kaptırır ve çaresizliğe düşürür. |
SUNUCU: Bir izleyicimiz şöyle sormuş; "Bugün yeni bir sitenizi gördüm ismi "http://www.duygusalliktehlikesi.com" Birçok sinema filminde ya da dizilerde duygusal olmak, ağlayıp hüzünlü dolaşmak iyi bir şey gibi gösteriliyor. Ben de sitenizdeki bilgileri okuyana dek öyle düşünüyordum, ancak şu anda bütün bakış açım değişti. Duygusallığın şeytanın bir silahı olduğunu hatta romantizmin fiziksel tahribatlara yol açtığını okudum. Duygusallık neden bu kadar tehlikelidir? Bu konuyu çevremdeki birçok insanın da öğrenmesini istiyorum, etkili olması için nasıl anlatmam gerekir, bana yardımcı olur musunuz?"
ADNAN OKTAR: Duygusal olan, duygusallığın etkisinde sürekli üzüntü ve hüzün içinde olan bir insan üzüntü ve acının kanserojen etki yaptığını da bilmesi gerekir. Yani vücut dokuları için, vücut hücreleri için kanserojendir üzüntü. Saçları dökülür, vücudunda urlar çıkar, kemiği erir, yani omurga bozuklukları başlar. Mesela omurga fıtıklarının çoğu üzüntüdendir, insanlar onu zorlamadan oldu zannediyorlar hâlbuki sinir bozukluğundandır. Mesela boyun fıtığı meydana gelir, bel fıtığı meydana gelir, şiddetli gerilimden olur bu, çoğu vakalar bunu gidip doktorlara da sorabilirler. Mesela kansızlık yapar, hafıza bozukluğu yapar, dikkat bozukluğu yapar, ülsere sebep olur, mide ülserine sebep olur ve birçok rahatsızlıklara sebep olur. Mesela reflünün şunun bunun, birçok olayın sebebi budur, vücut direnci azalır mesela dudak uçukları gelişiyor ve birçok rahatsızlıklar gelişiyor. Bu görünendir, görünmeyen manevi tahribatı çok çok fazladır. Allah bizi neşe içinde, mutluluk içinde, sevinç içinde olmamız için yarattı. Bizi Allah azap çeksinler diye yaratmadı. “Allah sizin azabınızla ne yapsın” (Nisa Suresi, 147) diyor Allah, şeytandan Allah’a sığınırım. İnsanın kendine yaptığı zulmü hiç kimse, başkası yapmaz, bu bir atasözüdür aynı zamanda. Cenab-ı Allah diyor ki;“Şüphesiz Allah insanlara hiç bir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.” (Yunus Suresi, 44).
ADNAN OKTAR: Ayet var. Yani insanın kendine yaptığı azap çok şiddetlidir, Allah’a tevekkül, Allah’a güvenmek, Allah’a kendini tamamen bırakmak bütün rahatsızlıkların ortadan kalkmasıdır. Hem ibadettir hem Allah’ın rızasına en uygun tavırdır, aksi zaten şirktir, bir şeyi ben yapıyorum, ben ediyorum derse şirktir bu. Her şeyi Allah meydana getirir, Allah ne meydana getirirse getirsin hepsinde hayır görmek, hepsinde güzellik görmek. Mesela ben giderken ayağım takılır bir yere çarparım hayır vardır benim biraz gecikmeme sebep olur o, hem düşünmeme sebep olur ama o gecikmede de bir hayır vardır. Her şeyde hayır görmek, bereket sebebidir ve güzellik sebebidir. Her şeyde hayır görenin dünyası da ahireti de güzel ve mutlu olur. Her şeyde şer görmek, şeytanından Allah’a sığınırım “her gürültüyü aleyhlerine zannederler” diyor Allah ayette; bu bir münafık alametidir, yani bir Müslümanın yapacağı bir şey değildir. Her şeyden şüphelenir, bir araba geçer bizim aleyhimizde mi bu? Mesela bir içecek gelir, bir şey olur ondan şüphelenir, biri bir şey söyler acaba bir şey mi ima etti? Biri mesela normal tebessüm eder, güler bir şeye mi gülüyor? Ve bunu kendine dert eder. Hatta ben böyle vakalar görüyorum, akşama kadar onu düşünüyor. Yani, niye böyle, niye şöyle. Dert yoksa da kendine dert çıkartıyor. Hâlbuki dert varsa bile dertten sevinç ve hayır çıkartmak lazım. Onun hikmet yönlerini, güzel yönlerini görmek lazım. Çünkü sonsuz güzelliği yaratan Allah, bir şey yaratıyorsa onu mutlaka hikmet ve hayırla yaratır ve imtihan için yaratır. Her şeyde şer gören bir insanın dünyası da ahireti de perişanlıkla neticelenir Allah esirgesin. (Kanal 67, 9 Mart 2009)