Her canlı varlık gibi insan da bir gün ölmek üzere doğar. Kimileri çok küçük yaşta hayata veda ederken, kimileri genç, kimileri orta, kimileri de ileri yaşlarda bu dünyayı terk ederler. Kimsenin sahip olduğu malı-mülkü, serveti, makamı, mevkisi, şöhreti, itibarı, kuvveti ve güzelliği, ölümü kendisinden uzaklaştıramaz. Herkes istisnasız ölüme boyun eğmiştir ve bundan sonra da eğmeye devam edecektir.
Pek çok insan, ölümü düşünmek istemez. Bu mutlak sonun kendi başına da geleceğini aklına getirmez. İnsanların bir kısmı düşünmedikleri sürece, ölümle karşılaşmayacakları gibi batıl bir inanç geliştirmişlerdir. Halk arasında ölümle ilgili konu açan herhangi bir kişi hemen “şom ağızlı” olarak nitelenir ve bu konu hemen, “ağzından yel alsın” gibi anlamsız sözlerle kapattırılır. Halbuki ölümden söz eden bir insan, Allah’ın çok büyük ayetlerinden birini hatırlatmakta ve insanların üzerindeki kalın gaflet perdesinin biraz da olsa aralanmasına vesile olmaktadır. Ancak gafleti, yaşam biçimi haline getirmiş gafil bir kitle, kendilerini rahatsız eden bu tür gerçeklerin hatırlatılmasından çok huzursuz olurlar. Oysa bu kişiler, hayattayken ölümü düşünmekten ne kadar kaçarlarsa, ölümün gerçeğiyle karşılaştıklarındaki rahatsızlıkları da o kadar şiddetli olur. Bu dünyadaki gafletleri ne kadar büyükse ölüm anında, kıyamet gününde ve ebedi azaptaki dehşet, şaşkınlık ve azapları o derece büyük olur.
Zamanın ilerlemesine rağmen kendini yaşlanmaya ve ölüme karşı koruyabilmiş tek bir insan gösteremezsiniz. Ölmeyecek tek bir insan bulamazsınız. Çünkü insan kendi bedeninin ve kendi hayatının sahibi değildir. Yaşamaya karar verip hayatını kendisinin başlatmamış oluşu, bunun bir göstergesidir. Bir diğer göstergesi ise, hayatını sona erdiren ölüme müdahale edemeyişidir. Hayatın sahibi, onu verendir. Ve O, dilediği zaman da o hayatı geri alır. Hayatın sahibi olan Allah, Peygamberimiz (sav)’e vahyettiği “Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar?” (Enbiya Suresi, 34) ayetiyle bunu haber verir.
Yalnızca şu anda, dünyada milyarlarca insanın var olduğu göz önünde bulundurulursa, ilk insandan bu yana, sayısız insan yaşamıştır. Bu insanların hepsi de istisnasız ölümü tatmışlardır. Günümüzden önce yaşayanların da şu anda yaşamakta olanların da kesinlikle başlarına gelmiş ya da gelecek olan kesin bir sondur ölüm. Kimse kendini bu kaçınılmaz sondan kurtaramaz. Kuran’da, bu konu şu şekilde bildirilir:
Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. (Al-i İmran Suresi, 185)
Ölüm, her olay gibi, Allah’ın dilemesiyle hayır ve hikmetle gerçekleşir. Bir insanın doğum tarihi nasıl belliyse, aynı şekilde ölüm tarihi de daha o doğmamışken, dakikasına, saniyesine kadar bellidir. İnsan da kendisine verilen süreyi her saniye biraz daha tüketerek, o son ana doğru hızla yaklaşır. Herkesin ölümünün yeri, zamanı ve şekli kaderinde belirlenmiştir.
Buna rağmen insanların bir kısmı ölümün, Allah’ın ona sebep olarak yarattığı olaylar zincirinin bir sonucu olduğunu sanırlar. Her gün gazetelerde ölüm haberlerini okur, ardından da, “Eğer bir tedbir alınsaydı sonuç bu şekilde olmazdı; şöyle yapılsaydı ölmezdi” gibi cahilce mantıklar yürütürler. Halbuki her insan kendisine tanınmış süreden ne bir saniye eksik ne de bir saniye fazla yaşayamaz. Ancak, imanın verdiği bilinçten uzak olan insanlar, her olaya olduğu gibi ölüme de tesadüfler zincirinin bir parçası olarak bakarlar. Allah Kuran’da, tamamen inkarcılara özgü olan böyle çarpık bir zihniyetten müminleri sakındırır:
Ey iman edenler, inkar edenler ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: “Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi” diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onların kalplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı görendir. (Al-i İmran Suresi, 156)
Ölümü bir tesadüf sanmak büyük bir akılsızlıktır. Ve bu durum, üstteki ayetten de anlaşılacağı gibi, insana büyük bir manevi azap, karşı konulamaz bir sıkıntı verir. İnkar edenler, yakınlarını ve sevdiklerini kaybettiklerinde bu büyük azabı yaşarlar. Ölenin aslında bir kurtulma ihtimali olduğunu, fakat aksilik, tedbirsizlik gibi durumlar yüzünden zamansız öldüğünü düşünürler. Bu düşünce de onların üzüntü, pişmanlık ve acılarının katlanarak artmasına neden olur. Çektikleri bu sıkıntı ve acı, gerçekte inançsızlıklarının azabından başka bir şey değildir.
Oysa olayın çok önemli bir sırrı vardır; ölümün sebebi, ne bir kaza, ne bir hastalık, ne de başka bir şeydir. Bütün bu sebepleri yaratan Allah’tır. Kaderimizde belirtilen süre dolduğu zaman, yukarıda sayılan sebeplerden herhangi bir tanesi nedeni ile hayatımız sona erer. Ve insan, elindeki tüm maddi imkanını seferber etse dahi, kendisi için belirlenmiş olan ölüm zamanından bir an bile fazla yaşayamaz. Kuran’da bu İlahi kanun şöyle haber verilir:
Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır... (Al-i İmran Suresi, 145)
Özellikle ölüm konusuyla ilgili olarak, halk arasında kader hakkında pek çok yanlış kanaat vardır. “Kaderini yenmek”, “kaderini değiştirmek” gibi yanlış mantıklar toplumda oldukça yaygındır. Kimi insanlar birtakım beklenti ve tahminlerini kader zannedip, bunların gerçekleşmediğini görünce de kaderin belirlendiği gibi gitmediğini, değiştiğini sanırlar. Sanki kaderi önceden okumuş da, olaylar okudukları şekilde gelişmemiş gibi akılsızca bir tavır takınırlar. Bu tür çarpık ve tutarsız mantıklar, kaderin anlamının tam olarak kavranamamış olmasından kaynaklanır.
Kader, zaman ve mekan kavramlarını yoktan var eden ve bunları tamamen kontrol ve hakimiyetinde bulunduran, zaman ve mekana tabi olmayan Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki tüm olayları zamansızlık boyutunda tespit etmesi ve yaratmasıdır. Yaşanmış ve yaşanacak bütün olaylar zinciri, an an, detay detay Allah Katında planlanmış ve yaratılmıştır.
Zamanı Allah yaratmıştır, bu yüzden O, zamana bağımlı değildir. Allah’ın Katında herşeyin başı da, sonu da, sonsuzluk şeridindeki yeri de bellidir. Herşey olup bitmiştir. Nasıl bir filmi seyreden kişinin o film üzerinde herhangi bir değişiklik yapmaya güç ve imkanı yoksa, insanların da tabi oldukları kader üzerinde bir etkileri olamaz. İnsanlar kader üzerinde değil, kader insanlar üzerinde belirleyici ve yaptırıcı bir unsurdur. Herşeyiyle kaderin bir parçası olan insan o kaderden bağımsız bir şekilde davranamaz. Kaderin dışına çıkamaz. Bu bir video kasetteki filmde yer alan oyuncunun, kasetten dışarı sıyrılıp maddi bir boyut kazanarak videonun başına oturması ve kendi bulunduğu kasette silmeler, eklemeler, değişiklikler yapmasına benzer ki, elbette bu kendi içinde çelişkili ve mantıksız bir durumdur.
Dolayısıyla, kaderi yenme, kaderin akışını değiştirme gibi bir durum söz konusu bile olamaz. Unutulmamalıdır ki, “ben kaderimi değiştirdim” diyen bir insan da, aslında kaderinde yazılı olan bir cümleyi söylemektedir.
Bunu bir örnekle açıklamak istersek; bir insan günlerce komada kalabilir, yeniden yaşama dönmesi imkansız gibi gözükebilir. Fakat aynı insanın, beklenenin aksine, tekrar eski sağlığına kavuşması, onun “kaderini yendiği” ya da doktorların onun “kaderini değiştirdiği” anlamına gelmez. Bu olay, o kişinin, kaderinde kendisi için belirlenmiş süreyi doldurmadığını gösterir. Bu da aynı kaderin bir parçasından başka bir şey değildir. Herşey gibi hastalanması ve tekrar iyileşmesi de Allah Katında yazılıp tespit edilmiştir. Bir ayette Allah şöyle buyurur:
... Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu Allah’a göre kolaydır. (Fatır Suresi, 11)
İnsanlar arasında yaygın olan bir başka yanlış kanaate göre de, 80 yaşında birinin ölümü “ecel”, küçük bir çocuğun, genç bir insanın ya da orta yaşlı bir kişinin ölümü “beklenmedik bir olay”dır. Bu yanlış mantıkla düşünen insanlar, ölümü kabullenip, olağan karşılayabilmek için kendi belirledikleri bazı şartların bulunmasını isterler. Bu gafil insanlara göre, uzun süren ağır bir hastalık sonucu gelen ölüm genellikle doğal karşılanabilir, fakat ani bir hastalık ya da kaza sonucu gelen ölüm zamansızdır. Bu yüzden, çoğu zaman ölümler isyankar bir ruh haliyle karşılanır. Ancak bu mantık, Allah’ın adaletinin, sonsuz merhametinin, herşeyi hayır ve hikmetle yarattığının tam olarak takdir edilemediğinin göstergesidir. Bu psikolojiye sahip olan herkes Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olmadığı için dünya hayatında sürekli bir sıkıntı ve keder içinde yaşamaya mahkum kalacaktır.
Ölüm hakkında çeşitli kesimlerde yaygın olan batıl inançlardan birisi de “reenkarnasyon”dur. Öldükten sonra çeşitli kereler farklı yer ve zamanlarda ve farklı kimliklerle dirilerek yeniden dünyaya gelme şeklinde açıklanan reenkarnasyon, gerek iman etmeyenler gerekse çeşitli batıl inanışların mensupları arasında, son zamanlarda ilgi gören sapkın bir akım haline gelmiştir.
Teknik olarak hiçbir delile dayanmamasına rağmen bu tür batıl inançların taraftar toplamasının başlıca sebebi, dini inancı olmayan insanların bilinçaltlarındaki, öldükten sonra yok olma endişesidir. Dini inançları zayıf olan kimseler de, dünyada yaptıklarının karşılığı olarak ahirette cehennem gibi bir cezanın kendilerini beklediğini bildikleri için ya da en azından ihtimal verdikleri için öldükten sonra ahirete gitme gerçeğinden rahatsız olurlar. Her iki sınıf için de öldükten sonra dünyaya tekrar tekrar gelmek son derece cazip bir durumdur. Bu yüzden bu işin istismarını yapan belirli kesimlerin birkaç “göz boyama” seansıyla, daha fazla delil aramadan reenkarnasyon gibi bir safsatayı seve seve benimserler. Bu sapkın düşünceye, bazı dönemlerde Müslüman çevrelerden kendisine aydın, entellektüel, ilerici görünümü vermek isteyen bazı kişiler de olumlu bakmaktadır. Olayın asıl ciddi yönü ise, bu tür kimselerin söz konusu sapkın iddialarına Kuran ayetlerinden delil getirmeye ve ayetlerin açık ve net ifadelerini, “dillerini eğip bükerek” kendi yorumlarına delil göstermeye çalışmalarıdır. Burada vurgulanmak istenen temel konu da, bu sapkın itikadın kesinlikle Kuran ve İslam dışı olduğu ve Kuran’ın açık ayetleriyle tamamen çeliştiğidir. Reenkarnasyonun Kuran’da geçtiğini iddia edenlerin delil olarak öne sürdükleri birkaç ayetten biri Mümin Suresi’nin 11. ayetidir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Dediler ki: “Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var mı ?” (Mümin Suresi, 11)
Reenkarnasyoncular bu ayette, insanın dünyada bir kere yaşayıp öldükten sonra tekrar diriltilerek dünyada ikinci bir yaşama başladığını, bu suretle ruhunun gelişimini tamamladığını ve bu ikinci yaşamını takip eden ikinci ölümünden sonra ahirette diriltildiğini iddia ederler. Oysa ayete göre insanın iki defa ölü iki defa diri hali olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü bir ölü ya da dirilik hali söz konusu değildir. Bu durumda doğal olarak akla, insanın en baştaki durumunun ölü mü ya da diri mi olduğu sorusu gelir. Bu sorunun cevabını ise Bakara Suresi’nin 28. ayetinde buluruz:
Nasıl oluyor da Allah’ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi o diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O’na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)
Ayet açıktır; insan başlangıçta ölüdür, yani yaratılışının temeli başlangıçta, ayetlerde de bildirilen toprak, su, çamur gibi cansız maddelerden oluşmaktadır. Daha sonra Allah bu cansız yığına “bir düzen içinde şekil verip” diriltir. Birinci ölüm ve birinci diriliş gerçekleşmiştir. Birinci dirilişten belli bir süre sonra insan, yaşamı sona erince tekrar öldürülür, ilk ölümünde olduğu gibi toprağa geri döner, çürüyüp-ufalanıp toz haline gelir. Bu da ikinci defa ölü haline geçişidir. Geriye ise ikinci ve son diriltilmesi kalmıştır. Bu da ahiretteki dirilmesidir. İkinci ve son diriliş ahiretteki dirilme olduğuna göre, dünya hayatında ikinci bir diriliş söz konusu olamaz. Aksi takdirde bu tür bir iddia üçüncü bir dirilişi gerektirir ki böyle bir durumdan hiçbir ayette söz edilmez. Görüldüğü gibi ne Mümin Suresi 11. ayetinden, ne de Bakara Suresi 28. ayetinden insanın dünyada birden fazla kez diriltildiği anlamı çıkmaz. Tam tersine bir kere dünyada bir kere de ahirette dirilişin olduğu ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bunun dışında, Kuran’daki pek çok ayet de insanın içinde imtihan edildiği tek bir dünya hayatı olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin ölümden sonra tekrar dünyaya dönüş olmadığı, Allah’ın buna kesin olarak izin vermeyeceği ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: “Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım. “Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Müminun Suresi, 99-100)
Ayette, kişiye ölüm geldikten sonra yeniden dünya hayatına bir dönüş, bir telafi imkanı bulunmadığı anlatılırken inkarcıların, bunun aksine ikinci bir diriliş ve dünyaya dönüş beklentisine sahip oldukları da dikkat çekmektedir. Allah bunun hiçbir geçerliliği bulunmayan ve inkarcıların kendi söyledikleri bir sözden ibaret olduğunu açıkça belirtir.
Başka ayetlerde de cennettekilerin “ilk” ölümden başka bir ölüm tatmayacakları şöyle bildirilir:
Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş’ budur. (Duhan Suresi, 56-57)
Cennet ehlinin, birinci ölümleri dışında başka bir ölüm tatmayacaklarından dolayı duydukları sevinç bir başka ayette şöyle geçer:
Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz? Yalnızca birinci ölümümüzden başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar değil miymişiz? (Saffat Suresi, 58-59)
Üstteki ayetler o kadar açıktır ki, insanın yaşadığı tek bir ölüm olduğu, hiçbir tevile yer bırakmayacak netlikte vurgulanmaktadır. Önceki ayetlerde iki ölümden bahsedildiği halde, neden burada tek bir ölümden başka ölüm tadılmayacağının söylendiği gibi bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı Duhan Suresi’nin 56. ayetindeki ölümü “tatma” ifadesinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira, insanın bilinçli olarak tattığı, yani yaşadığı, karşılaştığı, idrak ettiği ilk ve tek bir ölüm vardır; o da dünya hayatının sona erdiği an karşılaştığı ölümdür. En baştaki ölü halinden önce diri olmadığı dolayısıyla algılama ve şuur gibi özellikleri olmadığı için bu birinci ölümünün şuuruna varması, bunu tatması gibi bir durumu elbette ki olamaz.
Kuran’ın açık ve kesin haberine rağmen, dünyada birden fazla ölme, dirilme, yeni bedenlere girme gibi olayların bulunduğunu iddia etmek Kuran’ın açık ayetlerini reddetmek anlamına gelecektir.