Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.
(Bakara Suresi, 27)
Münafığın kelime anlamlarından biri 'karışıklık ve bozgunculuk çıkaran'dır. İçinde bulundukları mümin topluluğun arasına giriş sebepleri de, asıl olarak budur. Yaptıkları ahlaksızlıkta kararlıdırlar. Her fırsatta müminlerin düzenine karşı bir hareket yapmayı adeta görev edinmişlerdir. Mümin olmadıkları halde kendilerini mümin gibi göstermeye ve bu sayede onların imkanlarından faydalanmaya çalışan münafıklar, başlarına bir zorluk veya sıkıntı geldiğinde hemen onlardan ayrılır ve karşı cepheye geçerler; gerçek karakterleri ancak zor zamanlarda ortaya çıkar. Bu durum, müminlerin yanında, menfaatleri doğrultusunda kaldıklarının açık bir göstergesidir. Bu çirkin karakterin Kuran ayetleri ile tanıtılmış yüzlerce özelliği vardır. Yalnız münafık karakterini tanımak için, öncelikle Allah'a olan inançlarının samimi olmadığını bilmek gerekmektedir.
Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın her insan, Allah'a iman etmekle, O'nu tek olarak İlah edinmekle ve O'na ibadet etmekle yükümlüdür. Bundan dolayı da, Allah'ın sözü olan Kuran'a ihtiyacı vardır.
Ancak kendisine henüz hiçbir ilim gelmemiş yani Kuran'a hiç davet edilmemiş kişinin üzerindeki yükümlülük elbette ki bir değildir. İkinci grup, Allah'a karşı ibadetlerini yerine getirmekle 'tam anlamıyla' sorumludur. Münafık, Allah'a inandığını ve Kuran'ı kabul ettiğini söylemekle bu büyük sorumluluğun bilincindedir. Öncelikle, Allah için yaşaması gerektiğini öğrenmiştir. Müminlerin arasında kaldığı süre içinde sürekli olarak Allah'ın ve Kuran ayetlerinin anıldığına şahit olmakta, ayrıca elçiyi de tanımaktadır. Fakat herşeye rağmen yüz çevirmektedir. Allah, bu davranışta bulunanlara şu şekilde hitap etmektedir:
Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken nasıl oluyor da inkar ediyorsunuz?... (Al-i İmran Suresi, 101)
Yukarıdaki ayet münafıkların Allah'ın ayetlerine karşı olan bakış açılarını ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Zira Kuran'ı okumak ve dinlemek müminin imanını arttırır. Elçiyle aynı ortamı paylaşan münafığın da "inanıyorum" dediği ayetleri işittiğinde, normal şartlarda imanının artması ve kalbinin yumuşaması gerekir. Fakat o imanını artırmak değil, dünya hayatından kar ve çıkar elde etmek peşindedir. Bu nedenle de, işte bu mucize gerçekleşir; Kuran ayetlerini sürekli dinliyor ve uygulama yöntemleri kendisine sürekli gösteriliyor olsa da, kalbindeki hastalık bir türlü şifa bulmaz. Unutulmamalıdır ki sadece Allah'ı razı etmek için yapılan şeyler birer kıstas olabilir ve cenneti hak etmeye vesiledirler. Oysa münafığın en belirgin özelliklerinden biri, "bir şekilde" iman ediyor gözükse bile, Allah'ı razı etme konusunda gösterdiği gevşek tavırlardır. Nitekim bu zayıflık ve gevşeklik, karşısına çıkan en ufak bir zorlukta kendini hemen gösterir. Allah şöyle buyurmaktadır:
... Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu.(Muhammed Suresi, 21)
Görülüyor ki, münafık zor bir zamanda daha önce verdiği sözleri unutur ve sadakatsiz bir tavır ortaya koyar. Her an alabora olup dağılmaya, göstermelik inancını kaybetmeye müsait bir yapısı vardır. Bu da, Allah'a gerçek anlamda iman etmemesi, "inanıyorum" dese de aslında ahirete kesin bir bilgiyle inanmaması nedeniyledir.
Peygamberimiz (sav) döneminde, Hz. Muhammed (sav)'in önderliğindeki müminler inkarcılara karşı savaşırlarken, aralarından bir grup, düşman karşısında imanlarını yitirmişler, Allah ve Peygamberimiz (sav) hakkında akılsızca zanlarda bulunmaya başlamışlardır; böylece gerçek yüzlerini göstermişlerdir:
İşte orada, iman edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı. Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi' diyorlardı.(Ahzab Suresi, 11-12)
Mümin olanlar ise münafıkların gösterdiği zaafın tam tersine daha da güçlenmişlerdir:
Müminler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: 'Bu, Allah'ın ve Resûlü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir.' Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.(Ahzap Suresi, 22)
Allah'a and içiyorlar ki (o inkar sözünü) söylemediler. Oysa andolsun, onlar inkar sözünü söylemişlerdir ve İslamlıklarından sonra inkara sapmışlardır ve erişemedikleri birşeye yeltenmişlerdir...(Tevbe Suresi, 74)
Münafıklar kendi aralarında çeşit çeşit olabilmektedir. Örneğin kimi, mümin topluluğunun içine yalnızca kendisine maddi çıkar sağlamak için girerken, kimi de -sırf onlara olan kininden- aralarına gelip, aleyhte planlar uygulama niyetindedir. Bunların yanında, iman ederek müminlerin aralarına katılan, ancak sonradan kalpleri katılaşarak imanlarını yitiren ve onlardan ayrılan münafıklar da var olabilmektedir. Bu tarz kişiler iman ettikten sonra niyetlerini bozmuşlar ve inkara sapmışlardır. Oysa onlar, daha önce Allah'a ve müminlere bağlılık sözü vermişler, imanlarında kararlı olacaklarına dair vaatte bulunmuşlardır. Bu ikiyüzlü davranışları Kuran'da şöyle ifade edilmektedir:
Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar...(Bakara Suresi, 27)
Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur...(Nur Suresi, 11)
Peki münafıklar mümin topluluğunun içine nasıl girebilmektedirler? Bu sorunun cevabı Kuran'da bildirilmektedir.
Münafık kendini mümin olarak tanıtma konusunda oldukça yeteneklidir. Mümin gibi namaz kılarak, Allah'ı anarak kendini -bir süre de olsa- gizleyebilir. Kendini gizleyebilmesinin bir başka nedeni de, müminlerin hüsn-ü zanla, yani iyi gözle bakmaları, onları olumlu değerlendirmeleridir. Aralarına "ben müminim" diyerek gelen bir kişiye samimi mümin gözüyle bakmaları da, tamamen güzel ahlaklarından ve Allah'ı razı etme çabalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim çoğunlukla, başından itibaren kişinin niyetinin çarpık olduğu farkedilse bile, "belki zamanla iman edip düzelir" düşüncesiyle müminlerin arasında bulunmasına izin verilir.
Kitabın bu bölümünde ele alınacak olan münafıkların genel özelliklerini, bu açıklamalar doğrultusunda incelemekte fayda vardır.
Kendilerine: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiğinde: 'Biz sadece ıslah edicileriz' derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değillerdir. (Bakara Suresi, 11-12)
Mümin sahip olduğu Allah korkusu sebebiyle, vaktini kesintisiz olarak hayır ve güzellik düşünerek geçirir. Din gününde her türlü amelinden ve düşünüp, aklından geçirdiklerinden dahi sorguya çekileceğini bildiği için, sürekli hayra yönelir.
Münafık ise hesap vereceği gerçeğinden sürekli tereddüt içinde olduğu için, aklını Allah rızası için için kullanmaz. Bütün uğraşları fesat üzerinedir. Daima bozgunculuk çıkarmak ve müminlere sıkıntı vermek ister.
İçinde barındırdığı fitneci karakter ortaya çıktığında ise bunu yine inkar etmeye ve Allah'ın elçisini kendi düşük aklınca yalan sözleriyle aldatmaya çalışır; ama elbette başarı sağlayamaz. Çünkü Allah onların söyleyecekleri sözleri de müminlere önceden bildirmiştir:
Onlardan bir kısmı: 'Bana izin ver ve beni fitneye katma' der. Haberin olsun onlar fitnenin (ta) içine düşmüşlerdir...(Tevbe Suresi, 49)
Münafıkların tamamında fitneci bir karakter vardır. Gizli ve sinsice yollarla ya da açık açık fitne çıkarmaya çalışırlar. Fitnenin anlamı, daha önce de belirttiğimiz gibi, mümin topluluğunun içinde bozgunculuk ve karışıklık yaratmaktır. Münafıklar, bu kelimenin tam karşılığını içlerinde barındıran ve dışlarına yansıtan insanlardır. Ruhları iyiye ve güzelliğe değil, fitneye ve nifaka açıktır.
Kuran incelendiğinde, münafıkların tarih boyunca her dönemde fitne çıkarttıkları anlaşılmaktadır. Genel özellikleri Kuran'da çeşitli örneklerle bildirilmektedir. Örneğin 'fitneci' karakter gösteren insanlar, aslında hiçbir zaman farklı birşey yapmamışlardır ve izledikleri yöntemler de her zaman birbirinin aynı olmuştur.
Kuran'da fitneci karakterine verilen bir örnek de Hz. Musa (as)'ın kavmindeki münafıkların öncüsü olan Samiri'dir. Hz. Musa (as)'ın yokluğunu fırsat bilen Samiri, kavmin içinde fitne çıkarmış, birçoğunun haktan sapmasına neden olmuştur.
... 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz 'bütün kuvvet ve onur' Allah'ındır.(Nisa Suresi, 139)
Münafıkların bütün değer yargıları sapkın olduğu için, inkarcılara olan bakış açıları da tamamiyle bozuktur. Allah'a inanmayan, din ahlakını yaşamayan ve yaşanmaması için mücadele eden bu insanlara karşı sevgi beslerler. Çünkü inkarcılardan bazı çıkarlar sağlayabilmektedirler ve bundan dolayı onların kıstaslarını önemli saymaktadırlar. Onlar tarafından yüceltilmek, onların değer yargılarına göre üstün konumda olmak, kendileri için en önemli ayrıcalıklardan biridir. Kuvvet ve onurun yalnızca Allah Katında olduğunu kavrayamazlar. İnkarcıların kalabalık bir topluluk olması, onları aldatır. Bu nedenle inkarcıları daha güçlü ve daha üstün sanırlar.
Ancak münafıkların bilmedikleri, daha doğrusu kavrayamadıkları bir gerçek daha vardır; o da, Allah'ın daima müminlerin koruyucusu ve destekleyicisi olduğudur. Allah inkarcılarla olan mücadelelerinde, müminleri her zaman desteklemiş, onları galip kılmıştır. Nisa suresinde bu gerçek "Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez" (Nisa Suresi, 141) şeklinde bildirilmiştir.
Onlardan çoğunun inkara sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün... (Maide Suresi, 80)
Allah müminleri, inkarcıları dost edinmekten men etmiştir. Bunun nedeni de açıktır; inkarcılar, Allah'a inanmamakla, O'na yönelmemekle, O'nun ayetlerinden yüz çevirmekle, dost edinilmeyecek bir karaktere sahip olduklarını ispatlamaktadırlar. Ahireti tamamen unutmuşlardır. Şeytani bir içgüdüyle karşılarındakilere de dünyayı sevdirmeye çalışırlar. Onların bu yönlerini çok iyi bilen müminler, inkarcılardan uzak durur, onları asla dost ve sırdaş edinmezler.
Münafıklar ise inkarcıları dost bilip, Allah'a inanan, hayatlarını O'nun rızası için çalışarak geçiren, son derece samimi ve temiz insanları düşman edinirler. Ayette "Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost edinirler..." (Nisa Suresi, 139) denmektedir. Bunun nedeni, münafıkların inkarcılarla temelde aynı özellikleri taşıyor olmalarıdır. Her iki grup da Allah'ı inkar ederek ahireti unutmakta ve çevrelerindeki insanları da bu doğrultuda yönlendirmeye çalışmaktadır. Daha önce açıkladığımız gibi her iki grup da 'şeytanın fırkasıdır ve ona hizmet etmektedirler.
Buraya kadar anlatılmış olan bütün özelliklerinden anlaşıldığı gibi, münafıklar son derece güvenilmez insanlardır. Müminlerin arasındadırlar, ama onlara düşmandırlar. Üstelik bu düşmanlıklarını içlerinde gizlemektedirler. Sahtekarca davranışlarının bir belirtisi olarak içlerinde gizledikleri bu düşmanlık, onların sinsiliğinin ve vefasızlığının açık bir göstergesidir. Dolayısıyla güvenilirliğe dair en ufak bir alamet dahi göstermezler ve verdikleri sözlere asla sadık kalmazlar. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Bunlar, içlerinden anlaşma yaptığın kimselerdir ki, sonra her defasında ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar. (Enfal Suresi, 56)
Daha önce belirttiğimiz gibi 'fitne' ve 'fesat' çıkarmaya olan düşkünlükleri onların güvenilmezliklerini tasdiklemektedir. Herhangi bir zorluk, sıkıntı anında bu kişilerin sözlerine itimat ederek hareket etmek müminler için mümkün değildir. Aksine böyle dönemlerde müminlerin en çok dikkat etmesi gereken, içten içe sinsice bir faaliyet yürüten bu insanlardan Müslümanları korumaktır. Güvenilmezlikleri genellikle zorluk anlarında daha da belirginleşen münafıklar hakkında Kuran ayetlerinde onların gerçek karakterleri müminlere haber verilmekte ve müminler dikkatli olmaya çağırılmaktadır.
Onlar (hiç) bir mümine karşı ne akrabalık bağlarını, ne de sözleşme hükümlerini gözetip tanırlar...(Tevbe Suresi, 10)
Münafıklar yalanı alışkanlık haline getirmişlerdir. Hiç düşünmeden hesapsızca yalan söylerler. Oysa Allah insanları yalan söz söylemekten sakındırmakta, onları yalana karşı uyarmaktadır:
... Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının.(Hac Suresi, 30)
Münafıklar ise Kuran'da, "... Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir" (Tevbe Suresi, 107) ayetiyle bildirildiği gibi sürekli olarak yalan söylemektedirler. Yalan, samimiyetsizliklerinin açık bir belirtisidir. Ayrıca sürekli yalan söylemeleri kendi karanlık ruh halleri açısından çok doğaldır. Çünkü kalplerinde hiç yaşamadıkları bir sistemin içerisinde hayatlarını sürdürmektedirler. Mümin gibi davranmak, içinde yaşadıkları topluluğa karşı durup dinlenmeksizin rol yapmalarına neden olmakta, 'bir mümin gibi' yaşadıklarını, doğru olmasa da kanıtlamaları gerekmektedir. Bu durum ise kendilerini, gerçekte hissetmedikleri, yani kalplerinde olmayan şeyleri, ağızları ile söylemelerine mecbur kılmaktadır. Onların bu durumları Kuran'da şöyle haber verilir:
... Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı...(Al-i İmran Suresi, 167)
Nitekim münafıkların en bilinen yalan örneği, mümin olmadıkları halde "müminim" demeleridir. Çıkarları uğruna kolayca yalan söylerler ve karşılarındakileri aldatmaya çalışırlar. Yalanlarını söylerken de, Allah'ın adını zikrederek, O'nu şahit getirmeye kalkışırlar. Bu kişilerle ilgili olarak bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahit getirir; oysa o azılı bir düşmandır. (Bakara Suresi, 204)
Kalplerinde iman olmadığı halde mümin oldukları yalanını sürdürmeleri dışında da çıkar sağlamak için çok çeşitli yalanlara başvururlar. Bu yalanlarını gerek müminlere, gerekse inkar eden dostlarına rahatlıkla söylerler. Bir söz söylerken onlar için önemli olan, insanları hoşnut ederek çıkarlarını en fazla sağlayabilmektir. İnsanlara yaranmak maksadıyla söyledikleri bazı yalanlar ayetlerde şöyle haber verilmiştir:
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Münafıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkar eden kardeşlerine derler ki: "Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. "Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz." Oysa Allah, şahidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar. (Haşr Suresi, 11)
Siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz. (Zariyat Suresi, 8)
Yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi münafıkların konuşmaları çelişkilerle doludur. Zira sık sık yalan söyledikleri için sözleri çoğunlukla birbirini tutmaz. Müminlerinki gibi bir akla sahip olmadıkları ve yalnızca zekalarını kullanarak konuştukları için sözlerinin çelişki dolu olması çok normaldir. Çünkü Kuran'da 'akledemeyen' bir kavim olarak bahsedilen münafıklar, akılsız olmaları nedeniyle incelikleri kavrayamayan, olaylardaki detayları göremeyen bir yapıya sahiptirler. Üstelik akledemedikleri için 'birbirini tutmaz sözlerle' ne kadar küçük duruma düştüklerinin farkına da varamazlar. Oysa kendileri hariç herkes birbirini tutmayan konuşmalar yaptıklarının farkındadır.
İmanın en önemli alametlerinden biri, kişinin Allah'a duyduğu güven ve teslimiyettir. Kuran'da "tevekkül" olarak adlandırılan bu özellik gerçekten iman edenlerle, gerçek anlamda iman etmeyenler arasındaki en belirgin farklardan biridir. Allah'a gerçekten iman eden kişi, karşısına çıkan her olayın, kendisi için mutlaka hayır olduğunu bilir ve tevekküllü davranır. Allah Kuran'da müminlerin bu özelliklerini şöyle haber vermiştir:
Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.(Nahl Suresi, 42)
Münafık ise başına gelen olaylara karşı tevekküllü değildir. O herşeyin kendi aleyhinde gelişeceğine inanır. Her an başına bir kötülük gelebileceği endişesi içinde yaşar. Bunun ardındaki ana neden, Allah'tan uzak yaşamasının bir sonucu olarak, dünyaya ait korkulara ve kaygılara kapılmasıdır.
Buna en önemli delil, kendilerince hiç hesapta olmayan zorluk zamanlarıdır. Kuran'da, mücadele dönemleri bunun için açıklayıcı bir delil kılınmıştır. Peygamberimiz (sav)'in zamanında münafıklar, savaş anı geldiğinde, Allah'a tevekkül etmemişler ve ölüm baygınlığı geçirircesine bir korkuya kapılmışlardı.
... Şayet korku gelecek olsa, ölümden dolayı üstüne baygınlık çökmüş kimseler gibi gözleri dönerek sana bakmakta olduklarını görürsün...(Ahzap Suresi, 19)
Hani onlar size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı...(Ahzap Suresi, 10)
Allah, Kuran'da, Peygamberimiz (sav) döneminde savaş sırasında münafıkların kapıldıkları korku durumunu bir başka ayette şöyle vurgulamaktadır:
Eğer onlar bir sığınak ya da (kalacak) mağaralar veya girebilecekleri bir yer bulsalardı, hızla oraya yönelip koşarlardı.(Tevbe Suresi, 57)
Müminlerin en üstün özelliklerinden biri, kendilerine isabet eden bir zorluk veya sıkıntı karşısında asla umutsuzluğa kapılmamaları, sabırlı ve tevekküllü davranıp Allah'ın herşeyi bir hayırla yarattığına gönülden iman etmeleridir. Nitekim müminler çok önemli bir gerçeği kavramışlardır. Bu, Allah'ın herşeyin, her olayın, her anın Yaratıcısı olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla başlarına gelen olay, mutlaka Allah'ın kontrolünde olacaktır. Bu durumda müminler, kendilerine isabet eden güçlükleri, birer sıkıntı veya zorluk unsuru olarak değil, hayır olarak değerlendirirler:
Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: 'Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz.(Bakara Suresi, 156)
Münafık müminin tam tersine, başına gelen her olayı kendi aleyhine olarak değerlendirir. Hiçbir şekilde mutlu olmaz, olaylara hep olumsuz gözle bakar. Kendi aleyhinde gibi görünen bir olay karşısında sabır gösterip tevekkül etmeyi bilmez ve derhal umutsuzluğa kapılır. Zira beklentisi Allah'tan değildir; Rabbimizin sonsuz gücünü takdir edememektedir. Kendilerinden yardım umduğu insanlar ve dünyada elde etmeye çalıştığı çıkarları da beklentilerini karşılamamaktadır. Dolayısıyla münafığa hakim olan umutsuz ruh hali, yanlış beklentilerinin doğal bir sonucudur.
Münafık, yaşamı içinde sürekli güzel gördüğü şeylerin kendisinin olmasını ve istediği herşeyin gerçekleşmesini arzu eder. Olaylar bu yönde geliştiği sürece de 'normal' davranır. Ancak elbette istediği şeyler her zaman gerçekleşmez ve bu durumda da açıkça bir nankörlük göstererek umutsuzlaşır. İşte Allah'a tam bir teslimiyetle iman etmeyenlerin ve kalplerinde hastalık bulunanların bu özelliği aşağıdaki ayetle bildirilmiştir:
İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır.(İsra Suresi, 83)
Onlara: 'Gelin Allah'ın Resulü sizin için mağfiret (bağışlanma) dilesin" denildiği zaman başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını görürsün.(Münafikun Suresi, 5)
Kibir şeytana uymanın, alçakgönüllü ve tevazulu olmak ise imanın getirdiği özelliklerdir. Kitabın başlarında da anlatılmış olduğu gibi, münafık haksız yere bir kibir ve büyüklenme içindedir.
Mümin, aklıyla ve imanıyla herşeyin tek sahibinin Allah olduğunu, kendisinin Allah'a karşı acz ve fakr içinde olan bir 'kul' olduğunu anlamıştır ve bu nedenle de asla büyüklenmez. Ancak, iman, akıl ve kavrayış açısından zayıf olan münafık kendini beğenir ve eksikliklerini görmez.
Oysa, kendinden milyonlarca kat küçük bir virüse yenilen, göremediği ve karşı koyamadığı bir mikrop yüzünden hastalanıp yatağa düşen, yaşı ilerledikçe elleri, dizleri titreyen, doğru dürüst yürüyemeyecek kadar aciz olan bir varlıktır insan... Elbette ki bu durum apaçık ortadayken, tevazu esas olmalıdır. Fakat kavrayamayan ve akledemeyen münafıklar, sanki bütün bu gerçekler kendileri için geçerli değilmiş gibi davranıp, hiç de hakları olmadığı halde büyük bir kibir ve büyüklenme içinde yaşarlar. Bu halleriyle de, hem Allah'ın Katında, hem de aklı selim insanların gözünde küçük düşerler. Allah böyle kişilerin durumlarını bir ayette şöyle bildirmektedir:
... İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.(Ahkaf Suresi, 20)
Yoksa onlar Allah'ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?..(Nisa Suresi, 54)
Münafıkların bir başka şeytani özellikleri de kıskanç olmalarıdır. Başkalarının sahip oldukları üstünlükleri kabullenemezler. İyi olan herşeye yalnızca kendilerinin layık olduğunu düşünür, bu nedenle, her türlü nimeti kıskanırlar. Kıskandıkları kişiler de genellikle müminlerdir. Müminlerin sahip oldukları akıl, heybet, zenginlik, haset ettikleri konuların başında gelir. Bu kıskançlık, içlerindeki kinin daha da artmasına da sebep olmakta, bu yüzden müminlerin inkara sapmasını içten arzu etmektedirler.
... Hayır, onlar 'tartışmacı ve düşman' bir kavimdir.(Zuhruf Suresi, 58)
İnkarcılar gibi tartışmacı olan münafıklar, güzel sözden de anlamazlar. Onlar ancak kavgadan, tartışmadan zevk alırlar ve işlerini saldırganlıkla halledebileceklerini zannederler. Kuran'da münafıkların bu yönleri de şöyle haber verilmiştir:
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, zorba, saygısız, sonra da kulağı kesik...(Kalem Suresi, 10-13)
Allah'tan korkan kişi, O'nun sınırlarını korumaya karşı derin bir hassasiyet içerisinde olur. Allah'a karşı en ufak bir kusurda bulunmak istemez. Münafıkların ise böyle bir titizliği yoktur. Ahiretten yana kuşku içindedirler ve hesap vereceklerine iman etmediklerinden dolayı rahatlıkla Allah'ın sınırlarını aşıp, ölçüyü taşırırlar. Din gününü unutan kişilerin nasıl insanlar oldukları Kuran'da şöyle bildirilir:
Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, 'sınır tanımaz, saldırgan', günahkar olandan başkası yalanlamaz.(Mutaffifin Suresi, 11-12)
Allah'tan korkmayan, O'nun sınırlarına göre yaşamayan insanlar her türlü günaha ve ahlaki dejenerasyona açıktırlar. Kimi insanlar kendine göre birtakım sınırlar çizmeye kalkışsalar da, bu sınırlar yine de hakka uygun olmaz.
Bu özelliği gösteren münafıklar da, rahatça en dejenere hayat şeklini benimseyecek yapıdadırlar. Kulluk ettikleri şeytan onları kolaylıkla yoldan çıkarıp, en uç noktalara doğru sürükleyebilir. Allah'ı için için inkar halinde olduklarından, Allah'ın azabı onlar için caydırıcı bir unsur olmaz. Haddi aşmada hiçbir sınırı olmayan bu insanların kurdukları düzen ise, kuşkusuz Allah'ın düzeni karşısında bozulmaya, yok olmaya mahkumdur.
Nankör olduklarının en büyük göstergesi, aralarında bulundukları müddet içinde kendilerine hep iyi gözle bakan, yardımcı olmak için çaba gösteren, Allah'a imana davet eden, ahirette sonsuz azaptan kurtulmaları için öğüt veren müminlere kin ve öfke duyarak onlara karşı cephe almalarıdır. İnkarcılarla birlik olup müminlere karşı tuzak kurmaya girişmeleri de, nankörlüklerinin açıkça fiiliyata dökülüşüdür. Ancak elbette bu yaptıkları onların yanına kar olarak kalmayacak, aksine ahirette sonsuz bir azapla karşılık göreceklerdir. Allah özellikle münafıklara öğüt veren, onları Allah'ın dinine davet eden elçiye karşı yapılan nankörlüğü kesinlikle affetmeyeceğini bildirmektedir:
Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah'a ve elçisine (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır...(Tevbe Suresi, 80)
(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü.(Tekasür Suresi, 1-2)
Münafıkların övünç kaynakları, sahip oldukları geçici dünyevi değerlerdir. Bu değerlerle (güzellik, maddi zenginlik) övünüp insanlara gösteriş yaparlar. Bunu yaparken fark edemedikleri çok bir önemli gerçek vardır. Bunların hiçbirinin sahibi kendileri değildir, sahip oldukları herşey Allah'ın kendilerine geçici bir süreliğine onların azabını artırmak için verdikleridir.
Övünç duydukları bir nokta da, inkarcıların sayılarının müminlerden daha çok olmasıdır. Akılsızlıklarından dolayı, bununla ilgili kavrayamadıkları bir gerçek ise, Allah'ın bunu Kuran'da zaten bildirmiş olduğu ve bunun müminlerin aleyhine değil, lehine olduğudur. Zaten aklın gerekleri ile hareket eden küçük bir topluluğun, akılsızca davranan kalabalık bir topluluğa mücadelede her zaman üstün geleceği ve onlardan çok daha avantajlı olacağı herkesçe bilinen bir gerçektir.
Kendilerini akılsızca çok beğenen, her zaman en üstün ve en akıllı olduklarını zanneden münafıklar, kendilerine nimet verildiğinde "nihayet değerlerinin anlaşıldığı" zannına kapılarak daha da şımarırlar. Örneğin, müminler onlara öğüt verdiği, hatalarını eleştirdiği zaman öfkelenen ve umutsuzluğa kapılan münafıklar, en ufak bir ilgi, saygı gördüklerinde birdenbire haksız yere büyüklenmeye, saygıya uygun olmayan tavırlarda bulunmaya başlarlar. Veya taklidi olarak gösterdikleri güzel bir tavır sebebiyle övülürse, aniden kendilerini herşeyden müstağni görmeye, karşılarındaki insanları ise küçük görmeye başladıkları hissedilir. Aynı ruh halleri maddi olarak ellerine geçen nimetler karşısında da ortaya çıkmaktadır.
Oysa Allah onları denemek için nimetini artırmaktadır, fakat onlar bunun farkında değildirler. Allah'ın düzenini kavrayamayan bu topluluğun ruh hali ve sonları Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle sevince kapılıp şımarınca, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.(Enam Suresi, 44)
Münafıkların kendilerine verilen nimetleri üstünlük konusu edindikleri Rabbimiz'in Kuran'da bildirmiş olduğu Karun kıssasında da açıkça görülmektedir. Allah'ın deneme için çok bol servet verdiği Karun, elindeki nimetlerden dolayı şımararak, bunları kavmine karşı üstünlük konusu edinmiştir. Oysa servetini hak ettiğini düşünmekte, bunların Allah'tan gelen büyük nimetler olduğunu hesaba katamamaktadır. Bu, elbette Allah'ın şanını gereği gibi takdir edememesi ve kendi acizliğinin farkında olmamasından kaynaklanmaktadır. Karun'un durumu, aynı mantığa sahip münafıklar için Kuran'da verilmiş önemli bir örnektir.
Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: 'şımararak sevinme, çünkü Allah şımararak sevince kapılanları sevmez.(Kasas Suresi, 76)
Gerçekten sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Oysa onlar sizden değillerdir. Ancak onlar ödleri kopan bir topluluktur.(Tevbe Suresi, 56)
Garip, şeytani bir mantığı üzerlerinde taşıyan münafıklar aslında hiç de dışarı yansıtmaya çalıştıkları gibi cesur bir karaktere sahip değildirler. Savaş ve zorluk anları kalplerindeki hastalığın ortaya çıkması açısından önemli zamanlardır. Örneğin, Peygamberimiz (sav) döneminde savaşa çağırıldıklarında mutlaka bu çağrıya icabet edeceklerine dair sözler veren münafıklar, savaş çıkar çıkmaz insanlara karşı duydukları şiddetli korku sebebiyle arkalarını dönüp kaçmışlardır. Bu da onların korkak karakterli olduklarına apaçık bir delildir:
... Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi -hatta daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: "Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler....(Nisa Suresi, 77)
Münafıkların "cahiliye dini"nin mensupları olduklarından daha önce söz etmiştik. Bu batıl dini yaşayanlar, Allah'ın insanlar için seçip beğenmiş olduğu yaşam şeklinden uzak bir hayat sürerler. Bu hayatın kurallarını, şeytanın ilhamıyla belirlerler. Birbirlerini maddi kıstaslara göre değerlendirmeleri, birbirlerini kıskanmaları ve daha yüzlerce şeytani davranış bu batıl dinin kaidelerini oluşturmaktadır.
Bu davranışlarının sonucunda ortaya çirkin bir cahiliye ruhu çıkar. Sürekli kötülük tasarlayan, olaylardaki hayrı ve hikmeti hiçbir zaman göremeyen, insanların aleyhinde faaliyet sürdüren, adeta 'şeytanın ruhunu andıran bir ruhtur bu.
Nitekim içlerinde böylesine çirkin bir ruh hali yaşayan münafıklar için Allah şöyle hüküm vermektedir:
Onlara geri döndüğünüzde kendilerinden vazgeçmeniz için Allah'a and içecekler. Artık siz onlara sırt çevirin. Onlar gerçekten pistirler. Kazanmakta olduklarının bir cezası olarak, barınma yerleri cehennemdir.(Tevbe Suresi, 95)
Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi, bu kişilerin fizik anlamda da temiz bir yapıya sahip oldukları söylenemez. Nitekim ruh ve fizik güzellik, birbirleriyle yakından bağlantılı iki kavramdır. Kalbinde kötülük olanın elbette ki yaşantısı da pis olacaktır. Ayrıca Allah, kalplerindeki hastalık sebebiyle pisliklerini artırdığını da bir ayette şöyle bildirmektedir:
Kalblerinde hastalık olanların ise, iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip arttırmış ve onlar kafir kimseler olarak ölmüşlerdir.(Tevbe Suresi, 125)
Kalplerindeki hastalık sebebiyle ruhlarında oluşan karanlık, yüzlerinde de kendini gösterir. Bu kişilerin yüzleri Kuran'da Allah'ın bildirdiği üzere "sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir." (Yunus Suresi, 27) Müminlere verilen 'nur' bakanlara ferahlık verirken, münafıkların yüzlerindeki karanlık ifade özellikle dikkat çekicidir.
Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar...(Tevbe Suresi, 67)
İnfak etmek, Kuran'da emredilen, Allah'ı razı edecek ibadetlerden biridir. Allah birçok ayetle infak etmenin önemini bildirmekte ve buna özellikle, infak eden kişinin kendisinin ihtiyacının olduğunu haber vermektedir. Zira infak eden kişi, ahiretteki derecesini, cennetteki yerini artırmak için infak etmektedir. Allah, Kendi Katından nimetlerini müminlere bolca vermektedir.
Ancak bu önemli ibadetin kendileri lehine olacağını kavrayamayan münafıklar infak etmeye asla yanaşmazlar. Zira bütün çabaları maddi imkanlarını arttırmak olduğu için, infak ettikleri takdirde büyük bir kayba uğrayacaklarına inanırlar. Onların amacı zaten kendi akıllarınca mümin topluluğunu dağıtmak, onları birbirlerinden ayırarak din ahlakının yaşanmasına engel olmaktır. Bu amaçlarının hiçbir zaman başarıya ulaşamayacağı ise Allah'ın vaadidir. Amaçlarına ulaşmak için ne kendileri maddi veya manevi mümin topluluğuna fayda sağlamak isterler ne de müminlerin birbirlerine fayda vermesini kabul edebilirler. Onlar hem kendileri cimrilik yaparlar hem de etraflarına cimriliği tavsiye ederler.
Mümin topluluğunun hiçbir şeye muhtaç olmadığının, Allah'ın yardımının hep onlarla beraber olduğunun şuuruna varamayan bu kişilerin, insanları nasıl cimriliğe davet ettikleri şöyle bildirilir:
Onlar ki: "Allah ve Resulü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler" derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.(Münafikun Suresi, 7)
... Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır. (Bakara Suresi, 267)
Münafıklar infakta bulunsalar da, infakta bulundukları şeyler ancak hoşlanmadıkları şeylerden ibaret olur. Bu aynı zamanda batıl cahiliye dininin de çirkin bir kuralıdır. Aynı kuralı devam ettiren ve sadece müminlere gösteriş yapmak amacıyla zaten işlerine yaramayan şeyleri infak eden münafıklardan, harcadıkları şeyler de hiçbir şekilde kabul edilmez. Allah Kuran'da bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
İnfak ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleridir.(Tevbe Suresi, 54)
... Korku gidince hayra karşı oldukça düşkünlük göstererek, sizi keskin dilleriyle (eleştirip inciterek) karşılarlar. İşte onlar iman etmemişlerdir; böylece Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a göre pek kolaydır.(Ahzap Suresi, 19)
Korkak ve zayıf yapılarına rağmen keskin dilleriyle müminlere saldırmaya, onları sözleriyle incitmeye çalışırlar. Bunu yapmaya cesaret buldukları ortam ise, ilginçtir ki, güvenliğe kavuştukları kendilerince herhangi bir tehlike durumunun söz konusu olmadığını zannettikleri bir ortamdır. Ayette belirtilen 'korku gidince' ifadesi bu durumu açıklamaktadır.
Bütün bu tavırlarının kaynağı şeytandır. Bilindiği gibi şeytan, insanların doğru yollarına oturup, onlara zarar vermeye çalışır. Münafıklar da şeytandan örnek aldıkları bu yönleriyle, müminlere sözle zarar vermek, onları tedirgin etmek için uğraşırlar ve bunun için her fırsatı değerlendirirler. Ancak hiçbir şekilde müminlere zarar veremezler.
... Çünkü onlar kuşku verici bir tereddüt içinde idiler...(Sebe Suresi, 54)
Münafıklar kalplerinde sürekli olarak bir şüphe duyarlar. Bu şüphe, Kuran, elçi, ahiret gibi dinin temel konularına yöneliktir.
Kalplerinde taşıdıkları hastalıktan dolayı vicdanları da bir türlü rahat edememektedir. Bir yanda müminlerin Allah'a olan bağlılıklarına şahit olmakta, bir yanda da kendi nefislerinin sahtekarlığını görmektedirler. Nitekim Allah, Peygamberimiz (sav) döneminde Müslümanlardan ayrı olarak onlara karşı bir mescid kuran münafıkların, kalplerindeki hastalıktan kaynaklanan şüphelerinin daima sürüp gideceğinden şöyle bahsetmektedir:
Onların kalpleri parçalanmadıkça, kurdukları bina kalplerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir...(Tevbe Suresi, 110)
İnsanlara karşı da güvensizdirler. Herkesten şüphelenir, her an birilerinin kendilerine bir oyun oynayacağından ya da onları küçük düşüreceğinden korkarlar. Öyle ki Allah bir ayette onlar için '... her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar.' (Münafikun Suresi, 4) demektedir. Bu derece endişeli bir yapılarının olması, Allah'a güvenmemeleri, O'nu dost edinmemeleri dolayısıyladır.
... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalim olanlardır.(Maide Suresi, 45)
Müminlerin dünyada kazanmak istedikleri başarılardan biri, insanlar arasında hakkı ve iyiliği yerleştirip, zulüm ve kötülüğü yeryüzünde ortadan kaldırabilmektir. Bu idealleri, sahip oldukları güzel ahlakın bir sonucudur. Bu zorlu göreve talip olmalarının sebebi ise Allah korkularıdır.
Cahiliye toplumu içinde hakim olan zulmü dağıtmak ve iyiliği geçerli kılmak için çaba gösteren müminlere karşı mücadeleye girişmek, üstelik bunu içlerine kadar girerek, onların aralarındayken yapmaya kalkışmak, münafıkların ne kadar zalim bir ruha sahip olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.
İman ettikten sonra imanlarından dönen münafıklar, zulüm dolu bir dünyanın içine düşmekten kendilerini kurtaramazlar. Dolayısıyla, zannettikleri gibi huzur ve güvenlik dolu bir hayat da yaşayamazlar.
Nitekim "İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir" (Enam Suresi, 82) ayetinde de bildirildiği gibi, huzur ve güvenlik ancak iman eden ve imanlarında kararlı davranan müminlerin sahip olabileceği bir nimettir.
Sen onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler...(Münafıkun Suresi, 4)
Münafıklar dünyada yaşadıkları süre içinde ahirette hüsrana uğrayacaklarının bilincinde değildirler. Aksine cennete gideceklerinden emindirler. Şüphesiz bu akılsızlıklarının ve kavramaktan yoksun bir topluluk olduklarının çok açık bir delilidir.
Örneğin bir münafık zengin ya da görünüm olarak güzel olabilir. O, bunu kendi için bir kazanç olarak görüyor olsa da aslında bu onun için bir imtihan ve azap sebebidir. Malına, mülküne ya da güzelliğine aldanan münafık herşeyin yolunda gittiğini zannetmekte ve yaptığı fesada rahatça devam etmektedir. Oysa o farkında değilken yaptığı herşeyin hesabı tutulmaktadır ve bütün kötülükleri cehennemde karşısına azap olarak çıkacaktır.
Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi Allah dünyada da onları belli bir süreye kadar yaşatmakta, zamanı geldiğinde de elçiye ve müminlere münafıkların içlerindeki karanlık ruhu göstermektedir. Böylece onların münafıklıklarını gören Müslümanlar da onların aldatıcı dış görünümlerine kanmayarak Allah'ın emrini yerine getirmekte ve onlarla mücadeleye başlamaktadırlar.
... Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar...(Araf Suresi, 179)
Allah'ın varlığını bildikleri, Kuran'ın emir ve tavsiyelerini öğrendikleri, elçiyi ve müminleri tanıdıkları halde, bütün bunlardan yüz çevirdikleri ve imanlarından sonra inkara saptıkları için Allah onları ayetteki şekilde tanımlamaktadır. İmana davet edildikleri halde iman etmedikleri ve Allah'tan gereği gibi korkmadıkları için, Allah onları hayvanlardan daha aşağılık bir karakterde yaratmıştır ve inananlara da onların bu durumunu haber vermiştir.
Batıl cahiliye dininin en bilinen yönüdür düşünmemek... Düşünmemek yoluyla mutlu olduklarına, zihnen sağlıklı kaldıklarına kendilerini inandırmışlardır. Düşünürlerse, bunun kendilerine zarar vereceğini zannederler. Veya kimi zaman da bir şey düşünmeleri gerektiğinin bilincinde bile değildirler.
Düşünmedikleri konuların başında 'ölüm' gelir. Her an ölümle burun buruna olduklarının, Allah'ın dilediği anda canlarını alabileceğinin farkında değildirler. Onlar binlerce yıl yaşayacakları, bu dünyanın nimetlerini rahatça kullanacakları zannına kapılmışlardır.
Düşünmedikleri bir başka konu da ölümden sonraki hesap günü ve ahirettir. Hiçbiri ölümden sonra diriltileceğini ve dünyadayken yaptıklarının hesabını vereceğini, sonsuz hayatı, cennet ve cehennemi düşünmez, daha doğrusu düşünmek istemez. Hatta çoğu zaman böyle bir olaya ihtimal de vermez.
Düşünmeye karşı kendilerini adeta mühürlemişlerdir. Bu tutumları onları 'akleden bir varlık' olma özelliğinden uzaklaştırır; en basit konuları bile akledemez hale gelirler. Düşünen insan ise her zaman doğruları arayacaktır. Nereden geldiğini, içinde bulunduğu evrenin, kendi bedeninin nasıl oluştuğunu ve tabii ki kendisinin nereye doğru gittiğini düşünür. Böylece Kuran'a kuvvetle sarılarak 'akleden' insan olma özelliğini kazanır.
Fakat inkarcılar gibi münafıklar da, düşünmeyerek kendi gözleri önünde bir 'gaflet perdesi' meydana getirirler. Düşünmeyerek dünyayı daha rahat yaşayabileceklerini zannettikleri için, hayatlarını bomboş geçirirler. 'Düşünmeden uzak' oldukları için de içlerindeki pisliğin, karanlığın ve en önemlisi yalnızca kendilerini aldattıklarının farkına varamazlar.
Bir insanın yalnızca insan görünümünde olması, insanlara ait bazı özellikler taşıyor olması, onun gerçekten akıllı bir varlık olduğuna yeterli bir delil değildir. Akıl çok farklı bir kavramdır; birtakım özellikler sonucu ortaya çıkmaktadır. Allah Kuran'da aklın sırlarını bildirmiş, insanları bu sırlara vakıf olmaya teşvik etmiştir. Bu sırlardan bazıları Allah'a kayıtsız şartsız iman edilmesi, O'na tam bir güven ve teslimiyet duyulması, Rabbimizden başka hiçbir İlah ve yardımcı aranmaması, O'na karşı saygı dolu bir korku duyulması, O'nun bir an bile unutulmamasıdır. Bütün bunları kavrayan ve gerçek akla ulaşan insanlar yalnızca müminlerdir.
Münafıklar ise 'akıllı'nın taklidini yapmaya çalışırlar. Ancak bu halleriyle, çok basit ve yüzeysel bir tavır sergilerler. Ne kadar taklit yaparlarsa yapsınlar, gerçek akıl alametlerini hiçbir zaman gösteremezler. Nitekim 'gerçek akıl', ancak samimi olan müminlerde oluşmaktadır.
Münafıklar dahil tüm inkar edenler, Kuran'da 'akletmeyen' insanlar olarak anılmaktadırlar:
... Bu şüphesiz onların, akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir.(Haşr Suresi, 14)
Akledemeyen varlıklar olduklarının başka bir göstergesi de, yapılan bütün uyarılara kapalı olmalarıdır. Kendilerine ölümün yakınlığını, cehennemin acı azabını hatırlatan müminleri duymuyormuş gibi davranıp, aynı yanlış tavrı göstermeye devam ederler. Allah'ın zikri kalplerinde bir etki uyandırmaz, kendilerine hatırlatılan ayetlere duyarsız kalırlar. Bu yüzden de Allah Kuran'da onlar için şöyle demektedir:
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler.(Bakara Suresi, 18)
Daha önce de değindiğimiz gibi, münafıklar düşünmeyerek şuurlarını hakkı kavramaya karşı kapatmışlar, kalplerinin üzerine adeta bile bile kilit vurmuşlardır. Allah da onların üzerlerindeki bu kilidi mühürlemiştir. Ayetlerde bu konudan şu şekilde bahsedilmektedir:
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır.(Bakara Suresi, 7)
... Onların kalpleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar. (Tevbe Suresi, 87)
Bir insan için olabilecek en büyük kayıplardan biri, aklını ve kavrama kabiliyetini yitirmesidir. Münafıklar sahtekarlıkları ile doğru orantılı olarak bütün akıl ve kavrayış güçlerini kaybetmişlerdir. Güçlerini kötülük ve isyan yönünde kullandıkları için, kendilerini yakından ilgilendiren en belirgin olayları bile kavrayamazlar. Buna en güzel örneklerden biri, ölümün yakınlığını kavrayamamalarıdır. İnsanın ölümlü bir varlık olduğu ve kendilerinin de eninde sonunda bir gün öleceği çok açık bir gerçek iken onlar, hala dünyadan kendilerine çıkar sağlama peşindedirler. Bu halleri, kavrayamadıklarının ve akıl erdiremediklerinin en açık örneğidir. Allah bir ayetinde onları şöyle tanıtır:
... Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir.(Tevbe Suresi, 127)
Münafıklar fark edilmemek için büyük çaba harcarlar. Fakat bunun yanında Allah, ayette elçisine şu şekilde hitap etmektedir:
Eğer Biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın. Andolsun, sen onları, sözlerin söyleniş tarzından da tanırsın... (Muhammed Suresi, 30)
Açıkça görülüyor ki, münafıklar -Allah'ın dilemesiyle- elçi tarafından tanınabilmektedirler. Münafıkları ele veren ana özellikleri dengeli bir ruha sahip olmamaları ve bunun yanı sıra yüzlerinin müminlerinki gibi aydınlık, konuşmalarının da yine müminler gibi şuurlu ve tutarlı olmamasıdır. Yüzleri ayetlerde bildirildiği şekilde zillet içindedir, konuşmaları ise kalplerindeki şüpheyi ve karanlığı dışarı vurmaktadır:
Hiç şüphesiz Allah'a ve Resulü'ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymaya kalkışmakla) başkaldıranlar; işte onlar, en çok zillete düşenler arasında olanlardır.(Mücadele Suresi, 20)
Müminlerin yüzlerinde bir nur, samimi ve dingin bir ifade vardır. Dışarıdan da açıkça belli olan bu özellik güvenilirliğin açık bir göstergesini teşkil eder. Münafığın yüzündeki ifade ise kalbindeki reddi ve inkarı dışa vurmaktadır:
Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkar edenlerin yüzlerindeki 'red ve inkarı' tanıyabilirsin.(Hac Suresi, 72)
Münafıklar yaptıkları kötülükler karşısında her ne kadar bir kazanç elde etmeyi umut etseler de sıkıntı ve üzüntüden başka birşey bulamazlar. Ellerine geçen en büyük fırsatı geri çevirmişler, bu yüzden Allah'ın gazabını kazanmışlardır. Kötülükleri yapıp ettikten sonra hala mutlu olmayı bekleseler de, hayatları boyunca ve en önemlisi ahirette mutsuzluk, bereketsizlik, sıkıntı ve hüsran peşlerini bırakmayacaktır. Allah yaptıklarına karşılık verdiği cezayı şöyle bildirmektedir:
Öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.(Tevbe Suresi, 82)
Nitekim münafıklar, her ne kadar büyüklenseler, kendilerini insanlardan üstün ve iyi konumda görseler de, aslında hayatlarını ayette belirtildiği gibi sıkıntı içinde geçirirler. Bu Allah'ın tanınmaları için onlara musallat ettiği bir bela çeşitidir. Dünyadaki güzelliklerden zevk alamadıkları gibi ahiretten de umutlarını kestikleri için, mutluluğu tadamazlar ve sürekli bir ağlama eğilimi içinde olurlar. Bu, kimi zaman dışarıya yansıyan bir ağlama olmayabilir ancak ruhlarına hakim olan sürekli bir sıkıntı, tatminsizlik, kendine acıma, umutsuzluk gibi olumsuz duygulardır.
... Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır...(Haşr Suresi, 14)
Yalnızca birbirlerini dost ve sırdaş edinmelerine rağmen aslında birbirlerine de güvenmezler. Bunun nedeni, bilinçaltlarında kendilerinin ikiyüzlü olduklarını bildikleri gibi, karşılarındaki münafığın da ikiyüzlü olduğunu bilmeleridir. Bu yüzden birbirleriyle tam anlamıyla yakın dost olmazlar.
Kendi aralarında birlik oldukları zannedilen münafıklar, aslında aralarında hiçbir şekilde sıcak bir dostluk, sevgi ve kardeşlik yaşamamaktadırlar. Zaten kalpleri de, bu tip duyguları barındıramayacak kadar pis ve katıdır. En ufak bir zorlukta hiç çekinmeden birbirleri aleyhinde ifadeler verebilir ve birbirlerini tuzağa düşürmeye kalkabilirler. Kendi çıkarları için karşılarındaki herkesi rahatlıkla gözden çıkarabilirler.
Münafıkların en belirgin özelliklerinden biri Allah'a olan imanlarının sadece dillerinde olmasıdır. Her münafık imanlı olduğunu, Allah'tan korktuğunu, ahirete ve hesap gününe inandığını iddia eder. Ancak yaşam tarzlarına, ruh hallerine bakıldığında bu iddialarında samimi olmadıkları anlaşılır.
Bu aşamada, münafıkların kalpten Allah'a iman etmediklerini anlayabilmek için şu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekir: Bir insanın Allah'a iman etmesi ne demektir?
İnsanlar Allah'a iman etmek deyince genellikle, başlangıç olarak herşeyi Allah'ın yarattığını ve sonra da insanı kendi 'aklına' terk ettiğini düşünürler. (Allah'ı tenzih ederiz) Halbuki Allah'a iman etmek bazı insanlar tarafından bilinenden çok daha derin bir konudur. Allah'a imanın getirdiği bir derinlik vardır. Örneğin iman eden kişi, Allah'ın büyüklüğünü, sonsuz gücünü, adaletini ve Kuran'da "İsimlerin en güzeli Allah'ındır" (Araf Suresi, 180) ayetiyle bildirilen tüm üstün sıfatlarını takdir edebilen kişidir. Ayrıca Allah'a iman eden kişi de O'nun sonsuz gücünü kavradığı için büyük bir Allah korkusuna ve candan bir Allah sevgisine sahiptir.
Ancak gerçek imanı kavramamış kişilerde yukarıda belirttiğimiz çarpık Allah inancı hakimdir. Nitekim inkarcıların 'kendilerine özgü' bu saçma inançları ayetlerde şöyle bildirilir:
Andolsun onlara; "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, tartışmasız; "Allah" diyecekler. De ki; "Hamd Allah'ındır." Hayır, onların çoğu bilmezler. (Lokman Suresi, 25)
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler."(Zümer Suresi, 38)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi insanların bir kısmı genel olarak 'gökleri ve yeri yaratan'ın Allah olduğunu kabul etmektedirler. Fakat Allah'ı gereği gibi takdir edememekte Allah'ın her an herşeyi hakimiyeti altında tuttuğunu, gücünün sonsuz olduğunu kavrayamamaktadırlar.
İşte münafıklar da inkarcılardan bir grup olarak böyle bir imana sahiptirler. Ancak onları diğer inkarcılardan ayıran yönleri kalplerinin daha da katılaşmış olmasıdır. Zira onlar önce iman etmişler sonra inkar etmişlerdir; bundan dolayı Allah onların kalplerini imana kapatmıştır:
Bu, onların iman etmeleri sonra inkar etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar.(Münafıkun Suresi, 3)
Münafıkların Allah korkusu da yoktur. Din ahlakını bilen ve müminlerle beraberken Allah'ın tüm sıfatlarını, büyüklüğünü, gücünü bizzat zikretmiş kişiler olarak, O'nun emirlerini yerine getirmemeleri de bu pervasızlıklarının açık bir delilidir.
Amaçları çıkar sağlamak, fitne çıkarmak olduğu için ve en önemlisi de Allah'tan gereği gibi korkmadıkları için en ufak bir zorlukta çirkin yüzlerini ortaya çıkarırlar. Allah münafıkların samimi olarak iman etmediklerini ayetleriyle müminlere haber vermiştir:
İnsanlardan öylesi vardır ki, "Allah'a iman ettik" der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah'ın azabıymış gibi sayar; ama Rabbinden 'bir yardım ve zafer' gelirse, andolsun: "Biz gerçekten sizlerle birlikteydik" demektedirler. Oysa Allah, alemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil midir? Allah muhakkak iman edenleri de bilmekte ve muhakkak münafıkları da bilmektedir.(Ankebut Suresi, 10-11)
Münafıklar Allah'ın gücünü gereği gibi takdir edemedikleri için Allah hakkında yanlış birtakım zanlara da sahiptirler. Yukarıda belirttiğimiz gibi özellikle bir zorlukla karşılaştıklarında Yüce Rabbimiz Allah'ı unutur, olan bitenin O'ndan bağımsız olarak gerçekleştiğini zannederler. Allah'a gerçekten iman eden bir insanda hiçbir şekilde görülmeyecek bir paniğe kapılır; Allah'ın, zorluğu kendilerini denemek için verdiğini düşünmez, hemen isyanda bulunurlar.
Nitekim Kuran'da Peygamberimiz (sav) döneminde Allah'ın elçisiyle savaşa çıktıklarında, ölüm veya yaralanma tehlikesiyle karşılaşmış olan münafıkların, Allah hakkında bulundukları zanlardan bahsedilmiştir:
Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada, iman edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı. Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: "Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi" diyorlardı.(Ahzab Suresi, 10-12)
Görüldüğü gibi münafıklar bir zorlukla karşılaştıkları anda 'çok güçlü olduğunu iddia ettikleri' imanlarını kaybetmiş ve Allah'ın büyüklüğünü, gücünü unutmuşlardır. Bu da imanlarında hiçbir zaman samimi olmadıklarını ve gerçek anlamda kamil bir imana sahip olmadıklarını açıkça göstermektedir. Zira Allah'a gönülden iman eden bir insanın, nasıl bir ortamda bulunursa bulunsun, hangi zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın Allah'ın gücünü unutması, mutsuzluğa kapılması, zanlarda bulunması gibi bir durum söz konusu olmaz. Çünkü Allah'a samimi bir imanla bağlanmış olan insanlar bilirler ki, Allah herşeyin Yaratıcısıdır ve kullarını hayırla da şerle de imtihan etmektedir.
Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük(ibadet)tür. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.(Ankebut Suresi, 45)
Yukarıdaki ayetle de bildirildiği gibi bir mümin için en büyük ibadetlerden biri Allah'ı anmaktır. Allah'a gerçekten iman eden insanlar, her an O'nun verdiği nimetler içinde yaşamlarını sürdürdüklerini bilir ve sürekli olarak O'na şükrederler. O'ndan gelecek her hayra muhtaç olduklarını, ahirette O'na hesap vereceklerini ve yalnızca Allah'ın dilemesiyle cennete girebileceklerini bilirler. Kalplerinde sürekli Allah olduğu için dillerinde de O vardır. Her fırsatta Allah'ı anar, O'nun kendilerine karşılıksız verdiği nimetleri, kainatta yarattığı mükemmel dengeyi konuşurlar.
Münafıklar ise, kalplerinde böyle bir imanı yaşamadıkları için gerektiği kadar Allah'ın zikrini de yapamazlar. Bunun nedeni, Allah'a gönülden teslim olmamaları ve O'na karşı samimi bir iman taşımamalarıdır; dolayısıyla Allah'ı anmak içlerinden gelmez. Çünkü Allah'ı anarken, gerçekte inanmadıkları hatta uygulamakla yükümlü olup uygulamadıkları pek çok şeyi zikretmiş olacaklardır. Bu da belki bir parça vicdanlarını sıkacağı için, içlerinden gelmeyecektir. Eğer taklidi olarak müminler gibi içten zikretmeye çalışırlarsa da kendilerini ele verecek ve dinleyenlerin kalbinde samimi bir etki yaratamayacaklardır. Dolayısıyla müminlerin arasında bulundukları dönem içinde, Allah'ı çok az ve yüzeysel anmalarıyla dikkati çekerler. Nitekim Allah münafıkların içindeki hastalığı ele veren bu çok önemli alameti ayetleriyle bildirmiştir:
... İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar.(Nisa Suresi, 142)
Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur...(Mücadele Suresi, 19)
Allah'tan bağımsız birtakım güçlerin olduğuna, bu güçlerin örneğin yaratmada, kainatın yönetiminde, hüküm vermede söz sahibi olabileceklerine (Allah'ı tenzih ederiz) inanan kişi 'şirk' koşmuş olur. Münafıkların da en önemli özelliklerinden birisi şirk koşmalarıdır. İnsanların Allah'tan bağımsız olduğuna inanan münafıklar, ne kadar inkar etseler de aslında açıkça şirk koşmaktadırlar. Bu hastalıklarını ortaya çıkaran da, Allah'ın bir ve tek olarak anılmasından hoşlanmamalarıdır. Allah'ı gereği gibi yücelterek de anmazlar. Bu da onların gerçek yüzlerini ortaya çıkaran ve Kuran'da haber verilmiş özelliklerinden biridir:
Ve onların kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kuran'da sadece Rabbini 'bir ve tek' (ilah olarak) andığın zaman nefretle kaçar vaziyette gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)
Sadece Allah anıldığı zaman ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar.(Zümer Suresi, 45)
Münafıkların dillerindeki iddiaları "Ben Allah'ı çok seviyorum, her yaptığımı O'nu razı etmek için yapıyorum"dur; ancak, bu sözlerinde hiçbir zaman samimi değillerdir.
Çünkü Allah'a samimi olarak iman eden bir kişi O'na karşı yalnız sevgi değil aynı zamanda saygı dolu bir korku da duyar. Yani Allah'ı en çok seven kişi, Allah'tan en çok korkan kişidir aynı zamanda. Zira Allah'ı sevmek konunun başından beri üzerinde durduğumuz gibi O'nu 'tüm güzel isimleriyle', sonsuz gücüyle ve gerektiğinde adaletini tecelli ettirerek vereceği azapla tanımayı gerektirir. Allah'ın gücünü gereği gibi takdir edemedikleri, O'nun her yaptıklarına şahit olduğunu kavrayamadıkları için de Rabbimizden korkmazlar. Eğer bir kişi 'Ben Allah'ı seviyorum ama O'ndan korkmuyorum' diye ortaya çıkarsa veya fiili olarak böyle düşündüğünü hissettirecek eylemlerde bulunursa, o kişi tam anlamıyla samimiyetsiz demektir.
Nitekim münafıkların yaşamlarına baktığımızda bu ruh halinin tüm tavırlarına hakim olduğunu görürüz. Münafık kendince 'Allah'tan korktuğunu' iddia eder, ancak fiiliyatına baktığımızda elçiye ve müminlere zarar vermeye çalıştığını, onların aleyhinde faaliyetler yürüttüğünü ve onlar hakkında kendince iftiralarda bulunduğunu görürüz. Buradan da ortaya çıkan, bu kişinin Allah'tan gerçekten korkmadığıdır. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, kendi kafasından sapkın bir din anlayışı çıkaran ve bu çarpık dinin kurallarına göre yaşamayı kendine amaç edinen münafığın korkusu, insanların rızalarını kazanamamaktan yanadır. Nitekim o, insanların her birinin bağımsız birer güç olduğuna inanmaktadır. Hepsinin ayrı ayrı rızasını ve beğenisini kazanmak zorunda hisseder kendini.
Fakat bilmediği ve kavrayamadığı önemli bir gerçek vardır ki o da, her insanın yalnızca Allah'ın yarattığı bir "kul" olduğudur. Her biri, Allah'ın dilemesiyle var olan ve yine dilemesiyle can veren varlıklardır. Münafık bu gerçeği anlayamaz. Daha doğrusu anlamak istemez. Çünkü onun sapkın dinine göre 'insanların rızasını gözetmek' vazgeçilmez bir ibadettir. Korkuları da bu kıstasa dayanmaktadır.
İnsanlardan korkmaları ve onların rızalarını gütmeleri, zor anlarda da kendini gösterir. Kuran'da, kendilerine karşı birleşen insan topluluğunu görünce korkup yılgınlaşan münafıklardan bahsedilmektedir. Örneğin Peygamberimiz (sav) döneminde önceden, savaşa mutlaka katılacaklarına dair vaatlerde bulunan bu kişilerin savaş emri geldiği anda insanlara karşı duydukları korku, imanlarını alıp götürmüştür:
Kendilerine: 'Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin' denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi -hatta daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: "Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Nisa Suresi, 77)
Allah'tan korkmayan ve kendilerine göre farklı bir din anlayışına sahip münafıklar, dolayısıyla Allah'ın dinine bağlılık da göstermezler. Allah'ın elçisine, müminlere ve onların Kuran ahlakını yaşama konusundaki mücadelelerine sürekli ihanet halindedirler. Nitekim bu ihanetleri Kuran'da şöyle bildirilir:
Sözlerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun...(Maide Suresi, 13)
Kendisinin 'sahtekar' olduğunu bilen, Allah'ı, elçisini ve müminleri aldatmaya yönelik bir hareket içinde olan münafık sürekli olarak 'ihanet' ruhuyla yaşar. Her ihaneti, arkasından bir başkasını da getirir, çünkü münafık kendi hainliğinin farkındadır. Müminlerden kendini gizlese bile kendi kendisinden gizlenemez. Ve kendi günahına bizzat kendisi şahit olduğu için de azgınlığı giderek artar. Önce Allah'ın elçisi hakkında kötü bir söz söyler, bundan kendince bir hoşnutluk duyar. Daha sonra elçiye bir iftirada bulunur, bu da hoşuna gider. Çünkü gerçek dostu olan şeytanın yolunda ilerliyordur. Sonra elçiye bir tuzak kurar.... Suçu katlanarak artmaktadır. Fakat bu arada, Allah'a, elçisine ve müminlere karşı giriştiği ihanetin ona hiçbir şey kazandırmayacağından, aksine onu cehenneme sürükleyeceğinden haberdar değildir. Buna dayanarak rahatlıkla hainlikte bulunur. Oysa dünyada karşılaşacağı belalar yanında, onu cehennemde de acı bir azap beklemektedir. Allah münafıkların sonunu bir ayette şöyle haber verir:
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azab vardır.(Tevbe Suresi, 68)
İnsanlardan kimi, hiçbir bilgisi, yol gösterici ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır durur.(Hac Suresi, 8)
Münafıkların amaçları insanları Allah'tan, O'nun dininden uzaklaştırmak, yeryüzünde din ahlakının yaşanmasına engel olmaktır. Bu yüzden de Allah'ı tanımayan ya da yüzeysel olarak iman eden bazı insanların kafalarını karıştıracak, Allah hakkında zanlarda bulunacak ve insanları da bu zanlara yönlendirecek şekilde Allah hakkında tartışırlar. Şüphesiz bu, onların akledememeleri nedeniyledir. Bu çirkin tavırlarının karşılığını hem dünyada hem de ahirette kat kat alacaklardır. Sürekli olarak fitne çıkarmaya eğilimli bir yapıları olduğu için, kendi akıllarınca insanların Allah'a olan saygılarını, korkularını yok etmeye yönelik bir faaliyet içinde bulunurlar. Ve bu ahlaksızca faaliyetlerini de sinsice sürdürürler. Şeytanın izlediğine benzer bir yöntem izleyerek kişilerin bilinçaltına hitap etmeye, akıllarını karıştırmaya yönelik konuşmalar yaparlar.
Ancak bu konuda, yalnızca kendileri gibi münafık olanları etkilemekten başka bir sonuç elde edemezler. Allah'ın yolundan saptırmak için gösterdikleri faaliyetin nasıl kendi aleyhlerine döneceğini Allah şöyle bildirmektedir:
Allah'ın yolundan saptırmak amacıyla gururla salınıp-kasılarak (bunu yapar); dünyada onun için aşağılanma vardır; kıyamet günü de yakıcı azabı ona tattıracağız.(Hac Suresi, 9)
Münafıkların şu ana kadar bahsettiğimiz tüm özelliklerinden anladığımız gibi, Allah'ın beğenmediği her türlü tavrı üzerlerinde taşırlar. Fakat içinde bulundukları durumun vehametinden habersiz olarak, bir de Allah'ın seçip beğendiği din olan İslam ve onun hükümleri hakkında olumsuz ve sapkın düşünceler öne sürerler. Kendi bozuk mantıklarıyla da kendi düşüncelerini güzel, hak olanı ise çirkin görürler. Münafıkların bu durumları Kuran'da, "Andolsun size hakkı getirdik, fakat sizin bir çoğunuz hakkı çirkin görüp tiksinenlerdiniz" (Zuhruf Suresi, 78) ayeti ile bildirilmiştir.
Kuran'da haber verildiği gibi, "hidayete karşı sapıklığı satın almış" olan bu ikiyüzlü kişiler, Allah'ın indirdiğini tanımayan ve hakkı çirkin karşılayan bir yapıdadırlar. Allah'ın Kuran'la inananlara emrettiği güzel ahlak onlar için uygulanması asla mümkün olmayan bir modeldir. Zira kendi içleri kinle, nefretle, pislikle dolu olduğu için diğer insanların da kendileriyle aynı yapıda olduklarını dolayısıyla da böyle bir modeli uygulayamayacaklarını düşünürler.
Şüphesiz bu düşünceleri, kendileri ve kendileriyle aynı yapıda olan diğer inkarcılar için gerçekten de geçerlidir. Güzel ahlak ancak Allah'tan korkmakla ve O'nun emirlerine kesin olarak boyun eğmekle yaşanır. Çünkü bir insanın güzel huya sahip olması ve bunu sürdürebilmesi, ahirete, hesap ve ceza gününe olan imanla mümkün olabilir. Ahiret günü hesap vereceğini unutmuş bir insanın sabır göstermesi, insanlara fedakarlıkta bulunması için hiçbir neden yoktur. Ancak kendi çıkarı olursa bu tarz bir güzellik gösterme ihtiyacı duyar. Aksi takdirde din ahlakından uzak yaşayan bir insanın çarpık mantığına göre, zaten yok olup gideceğini sandığı bir dünyada, ölümlü insanlara güzel huy göstermenin anlamı yoktur.
Münafığın kendine çıkar sağlamak için gösterdiği tavırların dünyada da ahirette de bir karşılığı yoktur. Allah'ın tüm emirlerini göz ardı eden bir kişinin bütün yapıp ettikleri boşa çıkacaktır ve Allah bunu bize Kuran'da şöyle bildirmektedir:
İşte böyle; çünkü gerçekten onlar Allah'ı gazaplandıran şeye uydular ve O'nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar; bundan dolayı (Allah) amellerini boşa çıkardı. (Muhammed Suresi, 28)
Bu konuyu gereği gibi anlayabilmek için, öncelikle bir inkarcının Kuran'a bakış açısını kısaca incelemekte fayda vardır.
İnkarcıların en önemli özelliklerinden biri, Allah'ın dini yerine kendilerine din olarak 'atalarının dini'ni belirlemiş olmalarıdır. Bu batıl dine göre, aslı olmayan kulaktan dolma inançlara uymak 'ibadet' sayılmaktadır. Bu sahte ibadetlere uyarak da, kendilerini oldukça 'iyi' sayarlar. Bu gibi kişiler, Kuran'ı ve sünneti hiçbir şekilde ölçü almazlar. Bu batıl 'cahiliye' dininde ölçü, toplumun belirlemiş olduğu batıl inanışlara dayalı bazı geleneklerdir. Bu batıl dinde 'iyilik', çok nadir, hiç çaba sarf etmeden yapılan küçük işlerdir. Bunlara 'hayır' adını verirler, kendilerine de 'hayırsever'.
Örneğin, yolda yürürken karşılarına çıkan dilenciye ceplerindeki bozuk paralardan vermek ya da kendilerinin hiçbir şekilde giymeyecekleri kadar eskimiş kıyafetleri bir yoksula vermek kendilerince birer 'iyilik'tir. Oysa iyiliğin asıl tarifi Kuran'dadır:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)
Bu kişilere Kuran'daki kıstaslar anlatıldığında ise, sapkın inançlarını terk etmemek için direndikleri görülür:
Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin' denildiğinde, 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse? (Maide Suresi, 104)
Onlar, 'çirkin bir hayasızlık' işlediklerinde: 'Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti' derler. De ki: 'şüphesiz Allah, 'çirkin hayasızlıkları' emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?"(Araf Suresi, 28)
Alıştıkları batıl dini asla bırakmak istemezler. Bu nedenle, kendi düşük akıllarınca Allah'ın ayetlerinde çarpıklık ararlar ve insanları O'nun yolundan engellemeye çalışırlar:
Bunlar Allah'ın yolundan engelleyenler ve onda çarpıklık arayanlardır. Onlar, ahireti tanımayanlardır.(Hud Suresi, 19)
Münafık, Kuran'ı inkarcı gibi açıkça inkar etmez; ona gerçek anlamda inanmadığını ve teslim olmadığını açığa vurmaz, aksine gizleyebildiği kadar gizler. İnkarcı, Kuran'daki ibadetleri uygulamaz, oysa münafığın dıştan bakıldığında birçok ibadeti yerine getirdiği görülür.
Fakat münafık ayetlere karşı teslimiyetli değildir. Nefsinin zorlandığı yerlerde ayetlere karşı tamamen duyarsız kalır. Ayrıca o ibadetlerin sadece "şekli" olanlarını uygulamaktadır. Oysa şekli ibadetlerin yanında, uygulaması gereken daha pek çok ibadet vardır; Allah'a ve elçisine tam bir teslimiyetle teslim olmak, elçinin hükmüne kalben rıza göstermek gibi... Bunların yanı sıra, güzel ahlaka dair Allah'ın emirlerini de "nefsine ters geldiği için" görmezlikten gelmektedir; nefsini savunmak, insanları küçümsemek, kendini üstün görmek gibi ...
Allah'ın Kuran'ı insanlara göndermesinde birçok hikmet vardır. Din gününe karşı uyarıp korkutmak, insanlara doğru yolu göstermek bunlardan bazılarıdır. Ancak insanların sadece az bir kısmı Kuran'a inanmakta ve ona uygun şekilde yaşamaktadırlar; bunlar da müminlerdir.
Müminler Kuran'ın hükümlerine karşı son derece saygılı ve teslimiyetlidirler. Bu saygıları da, Allah'a olan derin saygılarından kaynaklanmaktadır. Kuran her okunduğunda saygıyla susup dinlerler ve ayetlerin tamamı üzerinde düşünürler. Kuran onların imanlarını artırır, kalplerine tatmin ve sükunet verir. Allah bir ayette müminleri şöyle tanımlar:
Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. (Enfal Suresi, 2)
Münafıkların Kuran'a karşı tavırları ise son derece riyakarcadır. Kuran'ın içindeki ayetlerin bir kısmına uyup, bir kısmına uymazlar. Kıstasları nefisleridir. Mallardan infak etme ya da kardeşinin nefsini kendi nefsinden üstün görme gibi kendilerine ağır gelen hükümlerden rahatça yüz çevirirler. Farz olan birçok hükmün uygulamasında gevşek davranırlar, bazılarını ise kimse görmüyorsa hiç yerine getirmezler.
Yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi Kuran'ı okuyan müminlerin imanları artarken, münafıkların inkarları artar. Bu aslında Allah'ın büyük bir mucizesidir. Zira aynı ayetleri okuyor olmalarına rağmen ortaya bambaşka iki ruh hali çıkmaktadır; mümin ayetlerdeki hikmetleri görürken, münafık onları hiçbir şekilde kavrayamamaktadır. Hatta bu kavrayışsızlığını belki de farkedememekte ve Kuran'ı çok iyi anladığını zannetmektedir.
Bu mucizenin nasıl gerçekleşiği Kuran'da şöyle açıklanır:
Kur'an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur'an'da sadece Rabbini "bir ve tek" (ilah olarak) andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler.(İsra Suresi, 45-46)
Münafıkların kendilerine has son derece garip ve çarpık bir mantıkları vardır, aynen şeytanın son derece esrarengiz ve sapkın bir mantığa sahip olması gibi.
Münafıklarda tecelli eden bu 'şeytani mantık', kendini istisnasız her konuda gösterir. Kuran'a karşı bakış açılarında da bu mantık işlemeye devam eder: Kuran'ı tam anlamıyla inkar etmezler, fakat ona gerçek anlamda bir inançları da yoktur. Bu da oldukça çarpık bir davranıştır, zira akıl ve vicdan sahibi her insan Allah'ın kitabına uyması gerektiğini bilir. Ayetlerin bazısını uygulayıp bazısına uymakta gevşek davranmak, hiç kuşkusuz şaşkınlıkla karşılanacak bir tutumdur. Vicdani muhakemeleri onlara Kuran'ı uygulamaları gerektiğini söylerken, nefisleri Kuran'a karşı büyüklenmeyi daha cazip hale getirir. Ayetleri 'çok iyi' bildikleri halde, inanmamak için bahaneler öne sürmeleri nefislerine uymalarının bir sonucudur. Nitekim nasıl bir büyüklenme ile inkar ettikleri Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak.(Neml Suresi, 14)
Münafıklar Allah'ın ayetlerine karşı gevşeklik gösterdiklerini de açıkça belli edemezler; bundan çekinirler. Bu günahlarını kendi içlerinde saklarlar veya kendileriyle aynı mantıkta olan kişilerin yanında açığa çıkarabilirler. Onların bu bozuk mantıklarını Allah Kuran’da şöyle haber vermiştir:
Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar (ve): "Sizi bir kimse görüyor mu?" (der.) Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalblerini çevirmiştir.(Tevbe Suresi, 127)
Münafıkların en önemli özelliği, daha önce de tarif ettiğimiz gibi fitne ve nifak çıkarmaya çalışmalarıdır. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için de çok çeşitli yollar benimsemişlerdir. Örneğin, elçiye karşı saygıya uygun olmayan davranışlarda bulunarak kendi düşük akıllarınca müminlere sıkıntı vermeye, yalan haber yayarak müminler arasında ihtilaf çıkarmaya çalışırlar. Fakat tüm bu çabalarının yanı sıra çok önemli bir fitne çıkarma metodları vardır ki, Allah bunu müminlere büyük bir tehlike olarak haber vermiştir:
Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.(Al-i İmran Suresi, 7)
Ayette bildirildiği gibi münafıklar Allah'ın ayetleri ile ilgili hiç olmayacak yorumlar yaparlar ve bu sayede insanları kandırmayı, Allah hakkında yanılgıya düşürmeyi planlarlar. Nitekim Allah ayetlerini indirirken, bazılarının inkarcılar tarafından kavranamayacağını müminlere bildirmiştir. Dolayısıyla münafıkların yaptıkları çarpık yorumların müminler üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır.
Münafıkların bu sinsice tavırları karşısında müminlerin yapmaları gereken, ayette belirtildiği gibi Allah'ın kitabına tam olarak teslim olmaktır. Böyle bir durumda münafıkların herhangi bir şekilde müminlere zarar vermesi de mümkün olmaz. Zira müminler Allah'ın ayetlerine karşı son derece duyarlı ve Yüce Allah'ın kendilerine verdiği anlayış sayesinde de 'kalbinde hastalık olanlara' karşı son derece uyanıktırlar. Münafıklar yalnızca kendileri zanda bulunarak, çarpık, mantıksız yorumlar yapmalarına karşılık ahirette söyledikleri her kelimenin tek tek hesabını verecekler ve kurdukları tüm tuzakların kendi başlarına geçtiğine bizzat şahit olacaklardır.
Münafıklar garip bir mantığa sahiptirler. Kuran'ı bilip öğrenmiş olmalarına rağmen, din ahlakına ve ahirete bakış açıları Kuran mantığının tamamen tersidir. Din ahlakı onlar için hiçbir zaman birinci plandaki konu değildir. Bu gerçekten de çok çarpık bir durumdur. Çünkü münafıklar dinsizlerden de farklıdır; dine karşı dinsizler gibi kayıtsızdırlar, ancak buna rağmen dinden ve müminlerden de bir türlü uzak duramazlar. Bu sapkın grubun mensupları Kuran'da "Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla" (Nisa Suresi, 143) şeklinde tanımlanmışlardır:
İman edenlerle karşılaştıkları zaman: "İman ettik" derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, derler ki: "şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay ediyoruz.(Bakara Suresi, 14)
Münafıkların dayandıkları temel Allah'ın rızasından uzaktır. Ayetleri okumalarına rağmen, dine karşı kayıtsızdırlar ve din ahlakından da uzaktırlar. Derinlemesine anlama ve kavrama yetenekleri olmadığından, müminlerin içinde bulundukları durumu da, kendi durumlarını da analiz edemezler. Allah için yaşamayı bilmeyen, dayandıkları hiçbir temel olmadan Allah'a karşı savaş açmış kişilerdir. Bu nedenle samimi olarak iman etmiş değillerdir. En ufak bir sıkıntıda sarsılır, Allah'ın dinine karşı sadakatlerinin olmadığını açıkça gözler önüne sererler. Zor bir anda derhal inkarcılarla işbirliği içine girerler. İbadetler ve Kuran hükümleri konusundaki pervasızlıkları da bu kötü özelliklerine delil teşkil eder.
Dine karşı gevşek olmalarına dair pek çok alamet vardır. Örneğin münafıklar, Allah'ı çok az anarlar. Bu da onların imanda ve din ahlakını yaşamada ne derece gevşek olduklarını gösteren önemli bir delildir. Yine Kuran ayetlerinden onların namaza karşı isteksizlikleri, infakı bir gösteriş aracı olarak kullandıklarını anlamaktayız. Sadece müminlere karşı gösteriş olsun diye yaptıkları bu ibadetlere yalnız kaldıklarında yanaşmıyor olmaları da bir diğer çirkin özellikleridir. Doğrusu sadece kendi çıkarları ve insanlara gösterişleri söz konusu olduğunda yaptıkları ibadetleri, tek başına kaldıklarında uygulamaları beklenemez. Bu, kendilerinde hakim olan çarpık mantığa uymamakta, din konusundaki görüşleri ile tezat teşkil etmektedir. Münafıkların tanıtıldığı ayetlerden bazıları şöyledir:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi, 142)
İşte (şu) namaz kılanların vay haline, Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Onlar gösteriş yapmaktadırlar, (Ma'un Suresi, 4-6)
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o.(Nisa Suresi, 38)
Münafıklar ibadette isteksizdirler. Kararlı oldukları yegane konu, insanların rızasını kazanmaktır. İnsanların beğenisi, övgüsü, hoşnutluğu onlar için dünyada görebilecekleri en büyük karşılıktır. Yaptıklarının hepsini, bu övgüyü kazanmak için yapmaktadırlar. Dolayısıyla, müminlerle birlikte oldukları süre boyunca yapıp ettikleri bir aldanıştan ibarettir. Kendi yanılgılarının farkında değildirler, dahası kendilerince Allah'ı, elçisini ve diğer müminleri de aldattıklarını zannederler. Oysa yalnızca kendilerini aldatmaktadırlar. Hareketlerinde hiçbir zaman ihlaslı olmadıkları için de ahiretteki mükafattan yoksun bırakılırlar.
Münafıklar müminlerle birlikte oldukları süre içinde, kendilerini belli etmemek için müminleri taklit ederek rol yaparlar. Onların yaptıkları ibadetlerin bir taklidini yapmaya çalışırlar, fakat nefislerine ağır gelenlere asla yanaşmazlar. Örneğin, insanları güzel ahlaka çağırmak ve hakkı tavsiye etmek, nefislerine çok ağır gelen bir iştir. Bunun nedeni, kendilerinin uygulamadıkları bu sistemi, başkalarının da uygulamasını istememeleridir. Bu nedenle hakkı savunmaktan dikkatle kaçınırlar.
Zaten ortada çelişkili bir durum vardır; Allah'ı anmaktan kaçınan, dine ve müminlere karşı içten içe nefret besleyen bir insanın, Kuran'ın hükümlerini ve Allah için yaşamanın önemini anlatamayacağı açıktır. Güzel ahlakı yaşamadıkları için doğal olarak karşılarındaki kişilere de anlatamazlar. Zaten buna istekli de değillerdir.
Ayrıca Allah'ın Kuran'da önemli bir ibadet olarak emrettiği 'tebliğ' asla yerine getiremeyecekleri bir ibadettir. "İyiliği tavsiye edip, kötülüğü önlemeye çalışmak", Kuran ile hatırlatmalar yapmak, münafıkların uygulayamayacakları ibadetlerdendir. Zira asıl gayeleri insanların beğenisini kazanmak olduğu için hiç kimseyle ters düşmek istemezler ve gördükleri yanlışlıklara müdahele etmezler.
Münafıkların müminlerin arasında bulundukları süre içinde en temel hedeflerinin kendi menfaatleri olduğundan bahsetmiştik. Kendi menfaatleri ile en fazla çatışan konu da kuşkusuz, Kuran'da müminler üzerine farz olarak yazılmış olan mücadele zamanlarıdır. Menfaat amacı doğrultusunda kendisine bir fayda getirmeyeceğini düşündüğü ve kalben inanmadığı bir amaç uğruna mücadele etmenin bir mantığı yoktur. Üstelik kavrayamama özelliklerinin bir sonucu olarak bu mücadeleyi, uğrunda canının, malının verileceği, ancak karşılığının ahirette alınacağı bir kazanç olarak düşünmezler. Allah için fedakarlıkta bulunma, zorluklara katlanma gibi üstün ahlaki vasıfları kavrayamazlar. Peygamberimiz (sav) döneminde savaş emri gelir gelmez kaçmaya başlayan münafıklar, suçlarını örtbas edebilmek için çeşitli yalan ve bahanelere başvurmuşlardır. Bu durumu haber veren ayetlerden bazılarında şöyle buyrulmaktadır:
... Onlara: 'Gelin Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın' denildiğinde, 'Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik' dediler... (Al-i İmran Suresi, 167)
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Allah'ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: "Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Bir kavrayıp-anlasalardı. (Tevbe Suresi, 81)
"Allah'a iman edin, O'nun elçisi ile cihada çıkın" diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım" dediler. (Tevbe Suresi, 86)
Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab Suresi, 13)
Mücadele zamanında ortaya koyulan bu tavır, çarpık münafık mantığının önemli bir delilidir. O güne kadar taklidini yaptığı mümin rolünü terk edip, gerçek karakterini ortaya çıkarır. Ancak elbette mücadele döneminden önce de kendilerini ele veren bazı deliller vardır.
Mücadeleye yönelik bir hazırlıklarının olmaması da bu özelliklerinin önemli bir delilidir. Böyle bir amaçları olmadığı için bu yönde bir hazırlık yapmayı gerekli görmezler. Bu durum, aynı zamanda, onların planlı hareketlerinin de bir delilidir. Kasıtlı olarak ibadetleri yerine getirmemekte ve gelecek için müminlere bağımlı bir hazırlık yapmamaktadırlar. Tevbe Suresi'nde Peygamberimiz (sav) döneminde savaştan kaçınan münafıkların durumu şöyle bildirilmektedir:
Eğer (savaşa) çıkmak isteselerdi, herhalde ona bir hazırlık yaparlardı. Ancak Allah, (savaşa) gönderilmelerini çirkin gördü de ayaklarını doladı ve; "(Onlara) Siz de oturanlarla birlikte oturun" denildi. (Tevbe Suresi, 46)
Münafıklar, Allah'ın dinine savaş açmış olan insanlardır. Yüce Rabbimiz Allah'ın elçisine karşı gelir, ayetleri dinlemeye katlanamazlar. Dolayısıyla, müminlere karşı bir yakınlık duymaları da beklenemez. Karşı oldukları dinin gereklerinin bir topluluk tarafından uygulanması, bu topluluğun Allah'ın ayetlerini okuyor ve uyguluyor olmaları, onlara karşı kin ve nefret duymaları için yeterli sebeplerdir.
Münafıklar kendilerini elbette gizleyeceklerdir. Gizleyebilmek için de müminler arasında rol yapacak, kalplerindekine rağmen, mümin olduklarını söyleyeceklerdir. Bu nedenle, kalplerinde müminlere karşı beliren öfkeyi, kapsamlı bir şekilde anlayabilmek ilk bakışta mümkün olmayabilir. Ancak bu öfkenin birtakım alametleri kuşkusuz ortaya çıkacaktır. Bu alametler bizlere Kuran ayetleri ile haber verilmektedir.
... Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışarı vurmuştur, sinelerinin dışarı vurdukları ise, daha büyüktür...(Al-i İmran Suresi, 118)
Müminlerin Kuran'a olan titiz bağlılıkları, Kuran'dan aldıkları güzel ahlakları önemli bir sevgi ve saygı unsuru olmasına rağmen, münafıklar için bunun tam tersi gerçekleşir. Güzel ahlaka dair herşey, kin ve nefretlerini daha da artırır. Çünkü din konusunda da, ahlak konusunda da bir dejenerasyon beklentileri vardır. Din ahlakının güzel gördüğü şeylerden uzaklaşmak ve bunun tam tersini uygulamak isterler. Allah'ın anılması, ayetlerin hatırlatılması, müminlerin güçlenmesi ve güzelleşmesi, karşı oldukları bu sistemin gün geçtikçe gelişmesi anlamına geldiğinden, kalplerindeki öfkeyi artırmaktadır.
Bu öfkeyi değişik şekillerde gösterirler. Çeşitli eziyet metotları, müminlerin aleyhine yaptıkları planlar ve elçiyi hedef olarak görmeleri, kalplerindeki kinin bir sonucudur. Ancak kuşkusuz ayette de bildirildiği gibi, kalplerinde gizli tuttukları, açığa çıkan bu öfkeden çok daha büyüktür. Ama bu öfkeleriyle müminlere herhangi bir zarar verebilmeleri asla mümkün değildir.
İçlerindeki kinin asıl nedeni, müminlerin Allah'a ve elçisine kayıtsız şartsız itaat ediyor, sürekli Allah'ı anıyor ve Kuran'la hatırlatıp, öğüt veriyor olmalarıdır. Ölümün yakınlığı, ahiretin gerçekliği, kurtuluşun Allah'a ve elçisine itaat olduğu gibi nefislerine çok ağır gelen konuları müminlerden işittikçe, onlara karşı nefretleri ve öç alma arzuları daha da pekişir. İtaat kavramını kendilerine yediremezler, çünkü Allah'ın elçisini takdir edememekte ve şahit oldukları üstünlükler karşısında kinleri daha da artmaktadır. Bu nedenle asıl hedefleri elçidir. Dolayısıyla mücadeleleri de doğrudan elçiye yönelik olmaktadır. Kuran'da münafıkların Peygamberimiz (sav) ile mücadeleye girmeye çalıştıkları haber verilmektedir.
Eğer seninle mücadeleye girişirlerse, de ki: "Allah, yapmakta olduklarınızı daha iyi bilir."(Hac Suresi, 68)
Tarih boyunca gelen tüm elçilere karşı bir mücadele girişiminde bulunmuş olan münafıkların bu yöndeki bütün çabaları daima sonuçsuz kalmıştır. Her dönemde gelen her elçiye karşı yapılmış olan bu girişimlerin sonuçsuz kalması, münafıkların ümitsizliğe düşüp yılgınlaşmalarına, elçinin ve müminlerin de daha da güçlenmelerine vesile olmuştur.
Bu kişileri 'münafık' yapan en belirgin özelliklerinin, gerçekten iman etmedikleri halde kendilerini imanlı göstermeye çalışmaları olduğunu belirtmiştik. Sadece kendileri gibi gördükleri kişilerin yanında gerçek yönlerini açığa vuran bu insanlar, müminlerin yanında sadece rol yaparlar. Fakat Kuran'da, münafıkların müminleri aldatmaya çalırken, aslında kendilerini aldatıyor olduklarından şöyle söz edilmektedir:
(Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatıyorlar. Oysa onlar yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller.(Bakara Suresi, 9)
Kuran'da, peygamberlerin ve elçilerin dönemlerinde yaşamış olan münafıkların "iman ettik" demelerine rağmen, aslında gerçekten iman etmediklerinden bahsedilirken, bütün müminleri onlara karşı daima teyakkuz halinde olmaya sevk etmiştir:
Ey peygamber, kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla 'İnandık' diyenlerle Yahudiler'den küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar, 'Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının' derler. Allah, kimin fitne(ye düşme)sini isterse, artık onun için sen Allah'tan hiçbir şeye malik olamazsın. İşte onlar, Allah'ın kalplerini arıtmak istemedikleridir. Dünyada onlar için bir aşağılanma, ahirette onlar için büyük bir azab vardır.(Maide Suresi, 41)
Münafıkların bu özellikleri yüzyıllar boyunca değişmemiştir. Kuran'da, tarih boyunca inandıklarını iddia ederek ortaya çıkan bu kişilerin varlığından bahsedilmektedir. Münafıklar her dönemde aynı özellikleri taşıdıklarından ve eylemleri de her zaman peygamberlere karşı olduğundan, yaptıkları şeyler ve karşılaştıkları son da hep aynı olmuştur. Allah'ın vaadine göre, aynı 'son'la karşılaşmaya devam edeceklerdir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister. (Nisa Suresi, 60)
Münafıkların müminlere karşı yapıp ettiklerinin neticeye ulaşmaması kızgınlıklarını artırdığı gibi, mümin topluluğunun gün geçtikçe güçlenmesi, tasalanmalarına neden olur. Çünkü düşman edindikleri bir topluluk, zaman ilerledikçe gücünü artırmaktadır. Aşağıdaki ayetler, münafıkların içinde bulundukları bu ruh halini açıklamaktadır:
Size bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isabet ettiğindeyse, buna sevinirler... (Al-i İmran Suresi, 120)
Sana iyilik dokunursa bu onları fenalaştırır...(Tevbe Suresi, 50)
Münafıklar müminlerin yanında onlardan çıkar sağlamaya çalıştığı halde, kendi hesapları boşa gider. Umut ettikleri gibi bir menfaat sağlayamazken, müminler sürekli güçlenirler. Bu, Allah'ın değişmeyen bir kanunudur. Allah Kendisi’ne inanıp iman edenlere, dünya hayatında yardım edeceğini ve onları nimetlerin en güzeli ile muhatap edeceğini bildirmiştir. Bu büyük gerçekten münafıklar da haberdardırlar. Ama sinsi tutumlarının bir gereği olarak, sürekli rahatlık ve huzur içinde olan müminlerin yaşamları, kendileri için öfke kaynağı halini alır. Müminler, münafıkların mantığını çözemedikleri bir bollukla mükafatlandırılmakta ve her zaman rahat etmektedirler. Dolayısıyla münafıklar, düşman edindikleri mümin topluğunun sürekli sıkıntı hali içinde olmalarını içten arzu ederler. Müminlere Allah'ın verdiği nimetler ve içinde yaşadıkları bolluk, kendileri için bir sıkıntı ve tasa konusu olurken, müminlerin karşılaştıkları herhangi bir zorluk da onlar için bir sevinç unsurudur. Münafıkların bu bozuk ruh hali Kuran'da şöyle haber verilir:
... Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar... (Al-i İmran Suresi, 118)
Müminler Allah'ın imtihanına tabi oldukları için, zaman zaman zorluk gibi görünen birtakım olaylarla karşılaşabilirler. Fakat bu kendileri için birer denemedir. Zorlukların ruhlarını asilleştirdiğini, mücadele güçlerini artırdığını, cenneti haketmek için birer vesile olduğunu gayet iyi bilirler. Münafıkların bunlardan dolayı tasalanmaları, Allah için yaşamanın sırrını kavrayamamalarının ve dünyadaki imtihanın mahiyetini bilmemelerinin en belirgin delilidir. Müminler bu zorlukları kendileri için bir hayır vesilesi olarak değerlendirirken, münafıklar bunları, müminler için bir sıkıntı konusu, kendileri için de bir zafer olarak kabul ederler. Kendi karakterlerinin bir gereği olarak, müminlerin içinde bulundukları akıl boyutunun ve iman kuvvetinin farkında değillerdir. Sıkıntıyla karşılaşan müminlerin, morallerinin mutlaka bozulduğunu ve nihayet beraberliklerinin bozulacağını düşünürler. Bundan dolayı büyük bir beklenti ve sevinç içindedirler. Ancak beklentileri sonuçsuzdur. Allah'tan güç alan, Allah'a bağlı olan insanları takdir edememekte ve büyük bir yanılgıya düşmektedirler.
Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla O'nun sözlerini kıstas alarak yaşayan müminlerin kararlılığı, münafıkları daima huzursuz etmektedir. Müminler, cesur ve kararlı halleriyle güçlü bir imana sahip olduklarını, hiçbir şeyden olumsuz etkilenmeyeceklerini tam anlamıyla ortaya koymaktadırlar. Bu da münafıkların en çekindiği yönlerden biridir. Çünkü sarf ettikleri çabalar, detaylı planlanmış olmasına ve belli bir amaca yönelik düşünülmesine rağmen, istenen sonucu vermemektedir.
Allah dünyada müminler vesilesi ile münafıklara korku vermektedir. Kalplerinde büyük bir kin beslemelerine rağmen, planlarının her zaman sonuçsuz kalması ve müminlerden korku duymaları, acizliklerinin en temel delilleridir. Kendisine Allah'ı veli edinmiş olan bir topluluğun hatta tek bir insanın karşısında dahi bir güçlerinin olmadığının kendileri de farkındadırlar. Allah'a güvenmedikleri için sürekli şüphe ve huzursuzluk içindedirler. Huzursuzlukları, müminlerin kendilerine karşı mücadeleleri karşısında daha da artmaktadır. Münafıklara karşı çetin bir karşılık vermek Kuran'da müminlerin üzerine yazılmış Allah'ın bir emridir.
Ey peygamber, kafirlere ve münafıklara karşı cehd et (çaba harca) ve onlara karşı 'sert ve caydırıcı' davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o. (Tahrim Suresi, 9)
Kendilerine 'Allah'tan kork' denildiğinde büyüklenen bu topluluk, Allah'ın desteği ile hareket eden müminlerin mücadeleleri karşısında korkuya kapılmaktadır. 'Derin bir kavrayışa sahip olamadıklarından' insanlara olan korkuları daha büyüktür. Bu gerçek bir ayette şöyle haber verilir:
Herhalde içlerinde 'dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından' siz, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların 'derin bir kavrayışa sahip olmamaları' dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 13)
... Allah, kafirlere müminlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez.(Nisa Suresi, 141)
Kendi durumlarının farkında olamayan bu insanlar, yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi Allah'ın müminler üzerindeki desteğinin ve korumasının da farkında değildirler. Allah'ı takdir edemeyen bir insanın, müminler üzerinde böyle bir desteği fark edememesi doğaldır. Kendilerine, Allah'ın kesinlikle yol vermeyeceğini kavrayabilselerdi, elbette müminlerin aleyhine yaptıkları çabalarının bir faydasının olmadığını da kavrayabilirlerdi. Bunu takdir edememeleri, kavrayamayan bir topluluk oldukları gerçeğini pekiştirmektedir. Dünyada yaşadıkları süre boyunca bütün güçleri ile müminlere karşı mücadele girişimindedirler. Oysa Allah, ne dünyada ne de ahirette kendilerine bir çıkış yolu vermeyeceğini ve müminleri her türlü tehlikelerden koruyacağını Kuran ayetleri ile bildirmektedir. Bu ayetleri okudukları halde bu önemli gerçekten habersiz olmaları, önemli bir münafık alametidir. Müminlerin 'başıboş ve yardımsız' olduklarını düşünürler. Oysa müminler, her koşulda inkarcılara galip gelirler. Onlar Allah'ın gözettiği, bunun bir sonucu olarak da çok üstün özelliklere sahip kişilerdir. Bu gerçeği kavrayamamaları, boş ve amaçsız çabalarını gitgide artırmakta ve şüphe içinde sürgit kalmaya devam etmektedirler.
Münafıkların, müminlerin arasında bulunmalarının başlıca sebebi daha önce de belirttiğimiz gibi, kendi menfaatleridir. Yaşadıkları rahatı bozacak, menfaatlerine olumsuz etki edecek bir durumla karşılaştıklarında ise, hemen dönerler ve müminlerden ayrılırlar. Bu anlar genellikle zorluk veya mücadele anlarıdır. Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik bir hayat yaşamadıklarından, zorluk durumunda din ahlakını yaşamaya yanaşmazlar.
Nefislerinin ilk zora girdiği anda müminlerden ayrılan bu kişilere bir örnek, Hz. Musa (as)'ın kavmindeki münafıklardır. Savaşa çıktıkları gün, asıl yüzlerini ortaya çıkarmışlar ve hem savaştan kaçmışlar, hem de Allah'ın elçisine karşı saygısız bir tavıra girmişlerdir:
Dediler ki: "Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız."(Maide Suresi, 24)
Allah'a gerçek anlamda inanmayan ve ayetleri inkar eden bu insanların müminlerin arasında birtakım nedenlerden dolayı bulunmaları elbette ilginçtir. Bu insanların en önemli değerleri kendi menfaatleridir. Bu değer uğruna, sırf kendilerine menfaat sağlayabilmek için mümin topluluğunun arasında belirli bir süre kalabilmeyi başarırlar. Menfaatlerinin tehlikeye düştüğünü anladıkları zamanlar ise, ayrılma vakitleridir. Bu zoraki beraberliklerini belli bir süre devam ettirirler, ta ki menfaatleri zarar görene kadar... Zorluk ve mücadele anları, Allah rızası için yapılan bir mücadelede kimlerin salih olup olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Menfaati zarar gören bu kişiler için, artık müminlerle beraber kalmalarına sebep olacak bağlayıcı bir durum yoktur. Münafıkların müminlerden ne gibi menfaatler sağlama peşinde olduklarını ise, kitabın bir sonraki bölümünde göreceğiz.
Allah'ın mümine vermiş olduğu önemli sorumluluklardan biri de, insanlara iyiliği emredip onları kötülükten menetmek ve Kuran ahlakının gereklerini yeryüzünde duyurmaktır. İnsanlara gaflet içinde oldukları hayati bir konuyu anlatarak, ebedi ahiret hayatlarını kurtarmaları için kendilerini uyarmaktır. Sorumluluk büyük, yapılacak iş oldukça kapsamlıdır. Çünkü müminler için bir kişinin bile iman etmesine vesile olmak, Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmek açısından büyük önem taşır.
Münafıkların ise izledikleri tutum neredeyse olması gerekenin tam tersidir. Allah yoluna çağırmak yerine, Allah'ın yolundan alıkoymayı kendilerine görev edinmişlerdir. Bu da şeytanın emriyle hareket ettiklerini göstermektedirler. İnsanların imanına vesile olmayı istemek bir yana, münafığın en büyük amacı, 'şeytan' gibi onları, Allah'ın yolundan alıkoymak ve münafık cephesine yandaş toplamaktır:
İnsanlardan kimi, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır-durur. Allah'ın yolundan saptırmak amacıyla 'gururla salınıp-kasılarak' (bunu yapar); dünyada onun için aşağılanma vardır, kıyamet günü de yakıcı azabı ona taddıracağız.(Hac Suresi, 8-9)
Münafıkların yöntemleri çeşitlidir. Ama bu yöntemleri uygularken, en temel özellikleri sinsilikleridir. Müminlerin arasında olup ikiyüzlü bir tutum izleyerek, onları engellemeye çalışırlar. Bu özellikleri, kuşkusuz onların ahirette 'en aşağılık' kılınmalarının da önemli bir sebebidir.
... İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır... (Tevbe Suresi, 47)
Münafıkların en büyük istekleri, müminler topluluğunun dağılmasıdır. Bu sebeple, güçlü olduklarına inandıkları inkarcılarla birleşerek, müminlere karşı sinsi bir mücadeleye girerler. Birlik halindeki bir mümin topluluğu, kendileri için önemli bir tehlikedir. Bu nedenle öncelikle bu birlikteliği yok etmeye çalışırlar. Görevleri aleyhte faaliyet olduğundan, amaçları ellerinden geldiğince zarar vermektir. Daha doğrusu, zarar vermek için çabalamaktır.
Elbette bunun için mümin topluluğunun içinde bulunmayı kendileri için bir avantaj olarak değerlendirirler. Aralarında oldukları sürece aleyhte faaliyetleri daha rahat yapabileceklerini düşünürler. Haber taşıyabilecek, bilgi toplayabileceklerdir. Oysa, yaptıkları her aleyhte faaliyet, kendileri için bir azap vesilesi olacak ve bir sonuca da ulaşamayacaklardır.
İnkarcılarla olan işbirliğine mümin topluluğunun içindeyken başlayan bu kişilerin amaçları; müminlerin arasında kalıp kendi akıllarınca müminlere zarar verebileceğini düşündükleri bilgileri inkarcılara iletebilmektir. Ancak bu hususta da, münafıkların bilmedikleri veya bilip de önemsemedikleri bir gerçek söz konusudur: Allah müminlerin aleyhine kurulan hiçbir düzene müsaade etmez. Münafıkların tarih boyunca kurdukları bütün tuzaklar, kendi başlarına çökmüştür. Allah'ın vaadine göre de bu şekilde olmaya devam edecektir. Yaptıkları her iş sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
Münafıkların, müminlerin arasında iken, onların aleyhine yaptıkları gizli söyleşmeler günah, düşmanlık ve isyan amaçlıdır:
Gizli toplantıların fısıldaşmalarından men edilip sonra men edildikleri şeye dönenleri; günah, düşmanlık ve peygambere isyanı (aralarında) fısıldaşanları görmüyor musun?.. (Mücadele Suresi, 8)
Mümin topluluğunun içinde bulunmakta ama bu arada kendi aralarında gizli bir birlik haline gelerek müminler aleyhinde planlar kurmaktadırlar. Gizli toplantılarının mahiyeti budur. Bunun bir örneği Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) döneminde görülmüştür:
Zarar vermek, inkarı (pekiştirmek), müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: 'Biz iyilikten başka bir şey istemedik' diye yemin edenler (var ya), Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahitlik etmektedir.(Tevbe Suresi, 107)
Dönemin münafıkları Peygamberimiz (sav)'i ve yanında bulunanları uzaktan gözetleyip, faaliyetlerini öğrenmek ve onlara tuzak kurmak için müminlerden ayrı bir mekan edinmişlerdir. Bu durum Kuran'da özellikle haber verilen, münafıkların karakteristik bir özelliğidir. Bunu yapan münafıklar, müminlerden gizli bir iş yaptıklarını, gizli planlar kurduklarını ve bu sayede başarıya erişebileceklerini zannetmektedirler. Oysa Allah, "Onlar bilmiyorlar mı ki, elbette Allah, onların gizli tuttuklarını da, fısıldaştıklarını da biliyor. Gerçekten Allah, gaybın bilgisine sahip olandır" (Tevbe Suresi, 78) ayetinde bildirdiği gibi yapmakta olduklarını görmektedir. Bu tutumları elbette, bu önemli sırra inanmamalarından kaynaklanmaktadır.
Ayrıca müminlerin arasında inkarcı bir tutum izlemekle kalmayıp, Peygamberimiz (sav)'e karşı isyanı fısıldaşmaktadırlar. Oysa ahirette kendi yapıp ettiklerini karşılarında gördüklerinde, yaptıklarının gizli olmadığını, müminlerin destekçisi olan Allah'ın, müminlere karşı yapılan her plandan haberdar olmasının yeterli olduğunu anlayacaklardır. Onlar insanlardan saklamaya çalıştıkları bu faaliyetleri Allah'ın ortaya çıkaracağını ummamaktadırlar. Yine korkuları insanlardandır. Oysa ahirette yapıp ettiklerinin tümünden hesaba çekilecek, kendilerini tam anlamıyla müstağni gördükleri, hiç ortaya çıkmayacağını zannettikleri faaliyetleriyle tek tek karşılaşacaklardır.
Müminler ömürlerini Allah için ibadet ederek, O'nun yolunda daima ciddi bir çaba harcayarak geçirirler. Bu amaç doğrultusunda hayatlarının her anını 'hayır' peşinde koşarak yaşamaya çalışırlar; çünkü ölümün kendilerini ne zaman yakalayacağının belirsizliğinin farkındadırlar.
Münafıklar ise -herşeyde olduğu gibi- burada da müminlerin tam tersine bir tavır ortaya koyarlar; yaşadıkları her an bir kötülük peşindedirler. Masum insanlara iftira atmak ya da müminlere tuzak kurmak gibi daha pek çok kötülüğü özel olarak tasarlayarak, müminlere zarar vermeye çalışırlar. Çabaları daima inananların aleyhindedir. Bu çabaların en önemli hareket noktası elçiye, müminlere ve Allah'ın ayetlerine duydukları öfkedir. Yapılan her uyarı, içlerindeki kini pekiştirmekte ve kalplerindeki intikam alma hissini güçlendirmektedir. Ayetlerde bu gerçek bizlere şöyle bildirilmektedir:
... Ancak onlara bir uyarıcı-korkutucu geldiğinde, (bu) nefretlerinden başkasını artırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz... (Fatır Suresi, 42-43)
Duydukları bu kin kendilerine çok şey yaptırabilir. Gelen elçiler kendilerine iyiliği ve güzelliği hatırlatıp Allah'ın ayetlerini okudukça, içlerindeki öfke artmakta ve onları sinsi bir faaliyete yönlendirmektedir. Bu nedenle inananlara karşı kötülük örgütleyip düzenlemeye başlarlar. Faaliyetlerini engelleyecek planlar üretir, müminlerin arasında anlaşmazlık çıkarmaya çalışırlar. Verilen bir hükmü saptırmaya, elçiye itaatsizliği hoş göstermeye çaba harcarlar. Elçi tarafından yapılmaması söylenen şeyleri yaparak kendi düşük akıllarınca bir eylem ortaya koyar ve taraftar toplamaya çalışırlar. Yaptıkları herşey düzeni bozmaya ve mümin topluluğunu güçten düşürmeye yöneliktir.
Ancak Rabbimiz'in Kuran'da bildirdiği gibi, bütün bu çabalar mümin topluluğunu hiçbir şekilde etkilememiştir. Her devirde Allah'ın düzenine karşı bir plan kurmak isteyenler hep bozguna uğramaktadırlar. Allah'ı takdir edemeyen her kişi, bu büyük gerçekten habersiz olarak çabalarını sürdürmeye devam edecektir. Oysa Kuran'da bildirildiği gibi, hileli düzen kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz.
Yaptıkları çirkin eylemlerin bir diğeri de alaycılıklarıdır. Münafıklar, müminlerin güçlerinden dolayı içine düştükleri ezik ve tedirgin ruh halini, bu akılsız yöntemle ortaya çıkarırlar. Müminlerin iyi niyetlerini suistimal ederek, onları küçük görür ve insanların gözünde küçük duruma düşürmek isterler. Bu da önüne geçilmez öfkelerinin bir sonucudur. Allah Kuran'da kendi ağızlarından bu gerçeği bizlere şöyle duyurur:
... Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, derler ki: 'şüphesiz sizinle beraberiz. Biz onlarla yalnızca alay ediyoruz. (Bakara Suresi, 14)
Oysa müminlere ne alaylarıyla, ne de diğer eziyetleriyle hiçbir şekilde zarar veremezler. Bütün davranışlarını Allah bilmekte ve görmektedir. Allah Kuran'da münafıklar için, asıl küçük düşen ve asıl alay edilenlerin kendileri olduğunu şöyle haber vermektedir:
(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır.(Bakara Suresi, 15)
Münafıklar müminleri kıskanıp onlara karşı nefret beslediklerinden, bütün davranışları bu gizli kini dışarıya göstermemeye yöneliktir. Onlardan belli bir dönem çıkar gözettikleri için, nefretlerini belli etmemeye gayret ederler. Ancak bilinçaltlarındaki nefret, kuşkusuz ortaya çıkmaktadır. Alaycılık, münafıkların müminlere duyduğu hasedin ve kinin gizli bir göstergesidir. Konuşmaları, bakışları, arkalarından yaptıkları kaş göz işaretleri ile kalplerindeki gizli kin ve nefret aslında açıkça dışarı yansımaktadır.
Ayetlerde münafıkların yalnızca iman ettikleri için müminlere karşı takındıkları tavırlar net bir biçimde anlatılmaktadır. Kendilerini üstün ve ahiretten olabildiğince uzak görmelerinin, yani akılsızlıklarının bir sonucu olarak, karşılarındaki kişilerin Allah için yapmakta olduklarına anlam verememekte, Allah rızası ve ahiret için yaşanan bir hayatı alaya almaktadırlar:
Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi. (Mutaffifin Suresi, 29-30)
Allah bu tutumlarına karşılık olarak ahirette karşılaşacakları ortamı ise şöyle bildirmektedir:
Artık bugün, iman edenler, kafir olanlara gülmektedirler. (Mutaffifin Suresi, 34)
Bunun yanı sıra münafıklar şeytanın sinsi zekası ile hareket ettiklerinden, mümine karşı yaptıkları bu tip tavırları açıkça anlaşılabilecek gibi aleni yapmazlar. Bütün alaycı tavırlarının, sonradan mutlaka tevil edilebilecek gibi olmasına dikkat ederler. Uyguladıkları fesat ortaya çıktığında ve alaycılıkları yüzlerine vurulduğunda, sahip oldukları 'münafık mantığı' kendisini açıkça belli eder. Böyle bir durum karşısında münafıklar, kendilerinin asla bir kötülük peşinde olmadıklarını, yanlış anlaşıldıklarını savunacaklardır. Kendi sözde masumiyetlerini kanıtlamak için ellerinden geleni yapacaklardır:
Onlara sorarsan, andolsun: 'Biz dalmış, oyalanıyorduk' derler. De ki: 'Allah ile, O'nun ayetleri ve elçisiyle mi alay ediyordunuz?(Tevbe Suresi, 65)
Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa eremezler. (En'am Suresi, 21)
Amaçları elçiyi ve müminleri güçten düşürüp, din ahlakının hakimiyetini engellemek olduğu için, elçiye haksız yere iftiralarda bulundukları gibi, müminlere de asılsız suçlar isnad ederler. Münafıkların, müminlerin aleyhlerinde geliştirdikleri saldırıların en önemlilerinden biri, onlar hakkında iftiralarda bulunmalarıdır. Bu şekilde kendilerini, onlardan ayrı oldukları için haklı gösterebileceklerini zannederler. Bu zanlarına göre kendileri temize çıkacak, müminler de insanların gözünde itibar kaybedeceklerdir. Oysa atılan iftiralar, hiç de olayların müminlerin aleyhine gelişmesine yol açmaz; aksine her zaman kendi aleyhlerine dönecektir. Allah iftiracı yapıya sahip bu kişiler için şöyle buyurmaktadır:
... Hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.(En'am Suresi, 144)
İftiraların en önemli özelliği çoğunlukla elçiyi hedeflemeleridir. Kuran'da bahsi geçen ve daha önce de belirttiğimiz birtakım suçlamalar, tarih boyunca aynı yöntemler izlenerek yapılmıştır. Tarih boyunca var olan ve Kuran'da adı geçen kavimlerdeki inkarcılar da kendilerine gelen elçiye, deli, büyücü gibi yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Geçen yüzyıllara rağmen bu eylemlerinde bir değişiklik yapamamışlar, suçlama mahiyeti ile aynı yöntemlere başvurmuşlardır. Tarihte bu girişimler hiçbir zaman amacına ulaşamamıştır.
Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır.(Enfal Suresi, 30)
Bilinçaltlarında müminlere kin ve nefret duyan münafıklar, kendi akıllarınca onlara zarar vermek için aralarında fitne ve ayrılık çıkarmaya çalışırlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi asıl amaçları, bir topluluk halindeki müminleri ayırmaktır. Bu şekilde inananları güçten düşürebileceklerini ve din ahlakının yaşanmasına engel olabileceklerini düşünürler.
Müminlerin birlik halinde olmaları elbette ki önemli bir destek ve güçtür. Ama inananlar asıl gücü Allah'tan alırlar. Müminler birliktelikleri ile, Allah'ın kendi üzerlerine yazmış olduğu birtakım yükümlülükleri yerine getirmekte, Allah'ı anmakta, inkarcılara karşı toplu olarak bir mücadele vermektedirler. Müminlerin asıl güçlerini Allah'tan aldıklarını kavrayamayan münafık zihniyeti, müminlerin aralarını açmakla onlara önemli bir darbe vuracaklarını düşünmektedir. Bu şekilde bakış açılarının sonuçlarından bir tanesi ortaya çıkmakta, kendilerince önemli gördükleri ama sonuçsuz ve anlamsız olan bir uğraşı için çaba sarf etmektedirler. Kendilerine göre, birlik olan böyle güçlü bir topluluğu güçten düşürmenin en geçerli yolu budur. Aralarından ayrıldıktan sonra da, müminler aleyhinde bozgunculuk çıkarma çabalarını sürdürürler.
Müminlerin aralarında ayrılık çıkarmaya çalışırken, -daha önce de bahsetmiş olduğumuz gibi- sinsi bir yol izlerler. Hiçbir zaman fitneye "biz sizin içinizde ayrılık çıkaracağız" diyerek girişmezler. Aksine kendilerinin, yeryüzünde doğruluğun yayılmasını isteyen güvenilir insanlar olduklarını iddia ederler. Bu sinsi davranışlarıyla, onların güvenini sağlamaya ve onlara belli etmeden aralarına fitne sokmaya çalışırlar. Bu kendileri için önemli bir fırsattır. Oysa çabaları her zaman olduğu gibi başarısızdır:
Onlar size ezadan başka kesinlikle bir zarar veremezler... (Al-i İmran Suresi, 111)
Mümin için uğrunda çaba harcanacak asıl hedef, ahiret hayatıdır. Dolayısıyla müminin dünyadaki tüm hazırlığı, ahiretteki hayatını en mükemmel şekilde kazanmak içindir. Kesin bir bilgi ile iman etmek, konu ahiret olduğunda oldukça önem kazanmaktadır. İnsanların bir kısmı, kendilerini bekleyen kesin gerçekten, Kuran ayetlerindeki detaylı açıklamalara ve kendilerinin de şahit oldukları sayısız delile rağmen, sürekli kuşku içinde yaşamaktadırlar. Bu kuşkunun nedeni, Kuran ayetlerinden okudukları ahiret gerçeğini, dünya hırsları sebebiyle düşünmek istememeleridir. Nitekim ahirete kesin bir biçimde inanan bir insan, ahiretin yanında dünyanın, gözde büyütülecek bir değerinin olmadığını anlamış ve dünyanın aldatıcı süslerinden yüz çevirmiştir. Münafıklar için ise, 'dünya' en değerli kavramdır. Bu sebeple, ahirete karşı kendilerini bile bile körleştirirler. Ayette onların bu durumları şöyle haber verilir:
Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri ard arda toplanıp pekiştirildi, hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler (Neml Suresi, 66)
Ahiretten yana kuşkuda olmalarının en büyük nedeni, imanlarındaki zayıflık ve nefislerindeki dünya hırsıdır. Ahireti düşünmedikleri, daha doğrusu düşünmek istemedikleri için onun yakınlığını kavrayamazlar. Hesaba çekilmek Kuran'da "doğrusu onlar, hesaba çekileceklerini ummuyorlardı" (NebeSuresi, 27) ayetinde de bildirildiği gibi kendileri için hiç beklemedikleri bir durumdur. Nefislerine hakim olan müstağniyet de bu önemli ve hayati konuda kendisini göstermektedir.
Elbette ki bunun nedeni, ahiretin varlığını hiçbir şekilde bilmemeleri değildir. Onlar yalnızca hesap gününü, ahireti ve cehennemi zihinlerinde canlandırmak istememektedirler. Bu büyük gerçekleri düşünmeyip, bile bile dünyanın aldatıcılığına kanarlar. Düşünmemekle de kendilerini oldukça kazançlı görürler. Fakat onlar kendilerini karda saysalar da, aslında ebedi cenneti kaybetmektedirler.
Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)
Kuran'da Allah'ın insanlara bildirdiğine göre, dünya sadece geçici bir yurt olarak yaratılmıştır. Asıl yurt ahiret yurdudur; asıl hayat da orada yaşanacaktır. Ayrıca bu gerçek hayat, 60-70 sene gibi kısa bir süreyle de sınırlanmayacak, insanlar sonsuz süreyle orada kalacaklardır.
Bu çok büyük bir gerçektir. Her insanın bu gerçeği mutlaka göz önünde bulundurması ve ölümden sonra gideceği asıl yurt için dünyadayken hazırlık yapması şarttır. Ancak insanların büyük çoğunluğu bu gerçekten habersizdir. Daha doğrusu bu olayı düşünmeye karşı istekleri yoktur. Onlar dünya hayatını yaşamak isterler. Bunu zedeleyecek herhangi bir fikre yanaşmazlar. Ahiretin varlığı ise dünyaya yönelik bağımlılıklarına darbe vurmaktadır. Bunu kabullenmek istemedikleri için, bu düşünceden mümkün olduğunca uzak kalmayı tercih ederler. Yaşamları boyunca kaçmaya çalıştıkları gerçek bilgiyi yok kabul ederler. Kendi akıllarınca yapmaları gerekenleri yapmamanın bir yoludur bu.
Dünya hayatına bu kadar bağlanmış olmalarının nedeni, ölümü düşünmemeleridir. Bu nedenle ölüm konusu açıldığında hemen konuyu kapatmaya çalışırlar. Çünkü ölüm sahip oldukları herşeyi, bedenlerini, mallarını, paralarını, güzelliklerini, makam ve mevkilerini alıp götürecektir.
Oysa -ne kadar kaçsalar da- ölüm çok büyük bir gerçektir. Her insan Allah'ın dilemesiyle doğar, O'nun belirlediği bir kader üzerine yaşar ve yine O'nun belirlediği kaderle, belli bir süre sonra ölür. Akl-ı selim her insan bunu açık bir şuurla düşünmeli ve bu noktada kendisine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Bu sorumluluk kısa ve geçici olan dünya hayatına bağlanmamak ve Allah'ın sınırlarına göre yaşamaktır.
Ancak kalpleri katılaşmış olan münafıklara yaşam, oldukça renkli ve hareketli gelir. Aslında bunun nedeni -imtihanın gereği olarak- dünya hayatının süslü kılınması, inkarcıların da bu süse aldanmalarıdır. İman sahibi kişiler ise bu süsün aldatıcı olduğunu ve dünya hayatının göz açıp kapayıncaya kadar hızla akıp gideceğini kavramışlardır.
Münafıklar, bu gerçekten kaçmaktadırlar. Dünyaya bağlılıkları öyle şiddetlidir ki, bu uğurda 'çok iyi bildikleri halde' ahiret gerçeğini görmemezlikten gelirler. Oysa Kuran'ı okuyan, olayların asıl yönlerini öğrenen bu kişiler, elbette ki dünyanın gerçek yüzünü de bilmektedirler. Buna rağmen Kuran'da, "onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler..." (İbrahim Suresi, 3) ayetinde de bildirildiği gibi dünya hayatından asla vazgeçemezler.
Dünya sevgisi onları adeta büyülemiş, gerçekleri kavrayamaz hale getirmiştir. Dolayısıyla münafıklar -hiç ölmeyeceklermiş gibi- dünyevi hesaplar yaparlar. Sonu gelmeyen planları vardır. Müslümanlara karşı kurdukları sinsi planlar da, bu dünyevi hesapların kapsamındadır. Yapmadıkları tek şey, öldükten sonra yaşayacakları sonsuz hayatları için çaba harcamaktır. Oysa dünya hayatının süsüne aldanarak ahireti unutmaları, kendilerine hiçbir yarar sağlamaz. Aksine onları çok zor, sıkıntılı, aşağılanma ve azap dolu korkunç bir yaşam beklemektedir.
Ölüm, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi son derece önemli olan konuları düşünmemelerinin kendilerince belli sebepleri vardır. Ancak en temel sebep müstağniyetleridir. Yaşam, kendilerine hiç bitmeyecek gibi uzun gelmekte, ahirette ise, eğer giderlerse en güzelini hak edeceklerini düşünmektedirler. Kehf Suresi'nde haber verilen bağ sahiplerinin kıssası bu konuya bir örnektir:
Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım."(Kehf Suresi, 35-36)
Onları din ahlakını yaşamaktan, yalnızca Allah'a yönelmekten ve O'nun cennetini kazanmak için O'nun isteklerine göre bir hayat sürmekten alıkoyan ana sebepler, heva ve hevesleri, yani tutkularıdır. Ancak tüm tutkuların ortak özelliği, kişiyi Yüce Allah'tan ve O'nun yolundan uzaklaştırmalarıdır. Burada önemli bir nokta, dünyevi tutkularının onları er ya da geç ortada bırakacağıdır. Ölüm geldiğinde, gözlerinde büyüttükleri değerlerin hiçbiri kendilerine yardımcı olamayacaktır. Sayılanların tümünü dünyada bırakıp, yapayalnız bir şekilde Allah'ın huzuruna gideceklerdir.
Size verilen herşey yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)
Münafıklar Kuran'ı bilmektedirler. Kuran ayetlerinden dünyanın kısa bir aldanıştan ibaret olduğunu, asıl hayatın ahiretteki sonsuz hayat olduğunu, orada kazananın da, kaybedenin de olacağını ve kazananlardan olmak için Allah'ın kitabına göre yaşamaları gerektiğini bilmektedirler. Fakat bütün bunlara rağmen, onlar dünyayı tercih ederler.
Peki münafıklar kendileri için "kazanç" olacak yoldan neden yüz çevirmektedirler? Neden sonu "ateş" olan bir yolu tercih etmektedirler? Münafıkların bu ruh haliyle ilgili soruların cevabı Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi "kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar. (Casiye Suresi, 24)
Bu tavırlarının bir sebebi, kendilerini ahiretten müstağni görmeleridir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi varlığına tam olarak inanmadıkları ahiretin, var olsa bile kendileri için güzel bir son olacağı zannı ile hareket ederler. Şüphesiz bu onların akılsızlığının önemli bir göstergesidir. Dolayısıyla kalplerini dünyevi tutkulara kapılmaktan alıkoymazlar. Dışarıdan bakıldığında iman ediyor gözükseler de, kalplerinde hep dünyevi menfaatler ile beraberdirler. Bu nedenle, gözlerini dünya sevgisi bürümüş, kalplerine dünya tutkusu sinmiştir. Dünya hayatının kısa ve geçici olduğu gerçeği münafıklara son derece boş ve anlamsız gelir. Ölümcül bir hastalığın bütün vücudu sarması gibi, dünyevi tutkular da onları sarmıştır.
İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denilir): "Siz dünya hayatınızda bütün güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp zevk sürdünüz...(Ahkaf Suresi, 20)
Sadece dünya hayatına yönelik olarak yaşamalarına rağmen bu kişiler hiçbir zaman mutlu olamaz ve dünyanın nimetlerinden tam olarak faydalanamazlar. Dünyanın nimetlerini görüp takdir edebilmek için Allah'a gönülden yönelmek gerekmektedir. Kendisi’ne gönülden yönelen samimi kullarına Allah, heybetlerinin, güzelliklerinin, sağlıklarının, akıl kapasitelerinin, bereketlerinin ve başarılarının artması gibi, pek çok nimetle karşılık verir. Hakiki ruh ve fizik güzelliği ancak mümine mahsustur. Müminin dünyaya yönelik bir beklentisi yoktur ama buna rağmen, dünyada da hep güzelliklerle muhatap olmaktadır.
Allah'ın ayetlerini bile bile inkar eden, onlara karşı gelen münafıklar için ise, sayılan nimetlerin giderek azalması, kaybolması söz konusudur. Ve bunu kendi elleriyle yapmışlardır; fırsatları varken yüz çevirmişler, bir bakıma "isteyerek" üzerlerindeki nimetleri kendilerinden uzaklaştırmışlardır. Tüm menfaatleri dünyaya yöneliktir. Oysa dünyadaki rahatı, huzuru ve nimetleri de Allah'ın verdiğinin farkında değildirler. Beklentileri dünyadandır ama Allah dilemedikçe dünyaya yönelik bir kazançları da olmayacaktır. Güzelliği haketmeyen bu kişilere Allah, kalpten bağlı oldukları dünyada bir güzellik vermeyecektir.
Kendilerine verilmiş olan birtakım dünyevi nimetleri de kendi düşük akıllarınca hak ettiklerini düşünmektedirler. Bunlar kendileri için bir üstünlük unsuru halindedir. Oysa kendilerine verilen dünyevi değerler tek bir amaç içindir. Bir ayette bu durum şöyle bildirilmektedir:
Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)
Dünya hayatı hiç de kendi düşündükleri gibi bir refah ve rahatlık ortamı değildir. Allah, Kendi dinine açıkça savaş açmış olan bu insanlara, uğruna yaşadıkları dünyada rahatlık ve huzur da vermeyecektir. Tek beklentileri dünyadır, burada çabalamakta ve uğraşıp didinmektedirler, ama kazandıkları tamamen boşa gitmiştir. Bunu da Allah bizlere, şu ayet aracılığıyla duyurur:
Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.(Kehf Suresi, 104)
Kıyamet günü, dünya tarihinin sona ereceği dehşet dolu bir gündür. Ayetlerde bildirildiği gibi, Güneş körelecek, yıldızlar bulanıklaşıp dökülecek, denizler tutuşturulacak, gökyüzü çatlayıp yarılacak, bütün insanlar yattıkları yerden kaldırılacaktır. Kuran'da, o günün korkusu ile çocukların saçlarının ağaracağından, gebe kadınların çocuklarını düşüreceğinden bahsedilmektedir. Kıyamet saatinin ardından insanları din günü, yani hesap günü beklemektedir. Müminler kıyamet gününün meydana getireceği dehşetten korkarlar ve din gününde hesaba çekildiklerinde küçük düşmemeyi, hesaplarını kısa sürede verip cennete girmeyi umut ederler.
Münafık da kıyamet gününün varlığını ve özelliklerini bilmektedir. Çünkü Kuran'ı okumaktadır. Kuran'da yapılan tariflerle o günün dehşetli bir gün olacağı kendisine anlatılmıştır. Ancak, münafığın en belirgin özelliği, oldukça açık olan Kuran ayetlerine ve edindiği bu kadar bilgiye rağmen, ahirete karşı halen şüphe içinde olmasıdır. Dolayısıyla hayatını bu büyük doğruya göre planlamaz. Hatta unutmaya çalıştığı bu gerçeği, bir an olsun "açık bir şuurla" düşünmez bile...
Hayır, onlar kıyamet-saatini yalanladılar; Biz kıyamet saatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık.(Furkan Suresi, 11)