Münafığın haset dolu çirkin ahlakı Kuran'ın, "Size bir iyilik dokununca tasalanırlar" (Al-i İmran Suresi, 120) ayetiyle Müslümanlara haber verilmiştir. Allah'ın ayette 'tasalanırlar' sözüyle dikkat çektiği gibi, Müslümanların rahatı, huzuru, kardeşliği münafıklar için bir 'kalp acısı'dır. Onlara en ufak bir iyilik ulaştığında, münafık kıskançlıktan ve öfkeden deliye döner. Müslümanların bir 'başarı kazanması, güzelleşmesi, bedenen daha güçlü ve daha mükemmel hale gelmesi' münafığı çok kızdırır. Aynı şekilde 'Müslümanların zenginleşmesi, maddi açıdan daha fazla bolluk içinde yaşayıp daha fazla nimete sahip olmaları' da yine münafığı çok rahatsız eder.
Öyle ki, Müslümanlar maddi manevi herhangi bir güzellik kazandıklarında, kimi zaman münafıklar 'öfke ve kıskançlıktan, fiziksel olarak bile rahatsızlanırlar'. Bazen sinirden tansiyonları çıkar, başları ağrımaya, mideleri rahatsızlanmaya başlar. Üzerlerinde müthiş bir stres ve sıkıntı oluşur. Duydukları manevi ızdırap bedenlerini de etkisi altına alır. 'Müslümanların birbirlerini sevmeleri, sağlıklı, dinç, genç ve güzel olmaları, etkili faaliyetler yapmaları, başarılı olmaları, yeni tebliğ imkanları elde etmeleri, dünya çapında makalelerinin, kitaplarının, dergilerinin yayınlanması, geniş katılımlı konferanslar yapmaları; kısacası İslam'ı güzel ve güçlü bir şekilde yaymaları' münafıklar için hep büyük bir azaba dönüşür.
ADNAN OKTAR: "Bak diyor ki Cenab-ı Allah Al-i İmran Suresi 120. ayette, "Size bir iyilik dokununca tasalanırlar" diyor. Adamın tansiyonu çıkıyor, ızdırap duyuyor eğer bir iyilik dokunursa Müslümanlara. Mesela sen birisini seversen veya sıhhatli, sağlıklı olursan, bir başarı kazanırsan, İslam'ı güzel ve güçlü yayarsan, bol para kazanıyorsan, münafık buna haset eder. Ama bunu tabii doğrudan "Ben haset ettim" deme şeklinde değil de, huysuzluk yaparak, ahlaksızlık yaparak, pislik yaparak, Müslümanların arasını açarak yapmaya çalışır. Münafığın en ziyade rahatsız olduğu şey sevgidir. Sevgiyi çok kıskanır. Sevgiye zarar vermek ister. İşte "Ben herkesten üstünüm. En üstün olan benim. En çok sevilmeye layık olan benim" mantığında olur münafık. Ne diyor Samiri? "Onların görmediklerini gördüm ben" diyor. Hepsinden daha akıllı olduğu kanaatinde. "Bu aklı zayıf olanlar gibi mi olacağız?" diyorlar. "Bu sıradan akıllı insanlara mı uyacağız?", "Bunlar gibi mi olacağız?" diyorlar." (A9 TV, 23 Ocak 2016)
Münafığın Müslümanları rahatsız edebilmek için ortaya attığı yalanlardan biri de, sözde 'sevgi peşinde olduğu iddiası' dır. Öncelikle şu çok açık bir gerçektir ki, Allah sevgisini bilmeyen hiçbir insan, gerçek, kalıcı ve samimi bir sevgi yaşayamaz. Bu nedenle 'sevmek ve sevilmek' münafığın 'hiç bilmediği ve asla yaşayamayacağı' duygulardır. Allah'a sevgisi olmayan münafığın, herhangi bir insanı içten bir duyguyla sevebilmesi asla mümkün değildir. Gösterdiği, sinsi ve sahtekar, çirkef, kavgacı, saldırgan, züppe, sevgisiz ve küstah ahlakıyla, insanların da onu gerçek anlamda sevebilmesi mümkün değildir. Ve münafık da zekasıyla içten içe bu gerçeği görebilmektedir. Bunun huzursuzluğu ve mutsuzluğu münafığın tüm hayatına hakim olur.
Sevgisizlik dolayısıyla yaşadığı tüm bu sıkıntıya rağmen, münafık yine de 'sevgi' peşinde değildir. Onun için hayatta 'önemli olan şey sevgi değil, menfaatler'dir. Münafık, asla sevgi gibi, kendisine çıkar sağlamayacağını düşündüğü bir konunun peşinden koşmaz. Enerjisini, vaktini, oyunlarını böyle soyut birşey elde edebilmek için harcamaz. Münafık, karşısındaki insanın kendisine ne sağlayabileceğine bakar. Eğer bir yerde para, güç, itibar, çevre, popülarite, makam mevki gibi çıkarlar varsa, işte münafık o zaman bunları elde etmek için görülmemiş bir emek verir. Ama samimi sevgi için kılını bile kıpırdatmaz.
Ancak buna rağmen, Müslümanlara oyun oynayabilmek için gerçek amacının 'sadece sevgi olduğunu' söyler. Bu oyundaki rolünü de çok iyi oynar. Çünkü bu iddia, ona Müslümanlara karşı ardı arkası kesilmeyecek bir 'eylem zenginliği' kazandıracaktır. 'Huzursuzluk, fitne ve kargaşa çıkarmak, Müslümanlara rahatsızlık vermek, onların vakitlerini ve enerjilerini tüketmek, onları yorup İslam için faaliyet yapamayacak hale getirmek' için 'sevgi iddiası' nda bulunmak, münafığa göre mükemmel bir 'tuzak 'tır. Böylece münafık, aklı başında, güzel ahlaklı ve imanlı olmalarıyla dikkat çeken Müslümanlara kendince 'sevgi adı altında' rahatsızlık verecektir. Sürekli suçlayıp, kötüleyerek kendince onların itibarını yok edecek ve bunun yerine kendi büyüklüğünü vurgulayabilecektir. Konu sadece, münafığın bu başarılı, güzel ahlaklı Müslümanların 'gölgesinde' kalmış olmasıdır. Onun tüm sıkıntısı, en üstün, en dikkati çeken, en sükseli, en başarılı, en mükemmel insanın kendisi olduğu imajını verememesinden kaynaklanır.
Allah Kuran'da, sevgiyi alçakça bir amaçla, bir saldırganlık ve ahlaksızlık unsuru olarak kullanmak isteyen münafıkların bu yöntemine dikkat çekmiştir. Kuran'da yer alan 'Habil ve Kabil kıssası' nda, münafıkların sevgi iddiasıyla nasıl bir fitneye ve sapkınlığa sürüklendikleri açıkça görülmektedir.
Bu kıssada anlatılan olaylara göre, Hz. Adem (as)'ın iki oğlu da Allah'a birer kurban sunmuşlardır. Birininki kabul edilmiş, diğerininki ise kabul edilmemiştir. Tarihi kaynaklara göre Hz. Adem (as)'ın oğullarından Kabil, kendisinin sunduğu kurban kabul edilmeyince kıskançlığa kapılmış ve 'Allah'ın diğer kardeşini daha çok sevdiğini düşünmüştür'. (Allah'ı tenzih ederiz) -Haşa- Allah'a karşı kinlenmiş ve bu yüzden de 'kardeşini şehit etmiştir'.
Habil-Kabil kıssasındaki olay münafık zihniyetin azgınlığını bize açıkça göstermektedir. Kabil, 'Allah'ın kendisini sevmesini istediği için değil', sırf 'gurur, kibir ve enaniyetini tatmin etmek için' kardeşini şehit etmiştir. Azgınlığının nedeni sevgi isteği değil; rekabet duygusu ve daha üstün olma isteğidir.
Açıktır ki münafıklar sevgiyi bahane ederek her türlü alçaklığı yapmaya hazırdırlar. Gerektiğinde hiç çekinmeden saldırganlaşabilir, hatta cinayet bile işleyebilirler. Ancak Allah'ın bir nimet olarak yarattığı bu kutsal ve güzel duyguyu, adilikleri ve şeytani faaliyetlerini sürdürmek için bir kılıf gibi kullanan münafıklar, bu yöntemleriyle asla başarılı olamayacaklardır. Yaptıkları her alçaklık, her kalleşlik ve sahtekarlık, onlara dünyada ve ahirette mutlaka azap olarak geri dönecektir.
ADNAN OKTAR: "Münafıklar, sevgiyi alçakça pis emelleri için kullanırlar. Sevgiye ihtiyaçları olduğundan değil de sevgiyi bir fitne, saldırganlık ve ahlaksızlık unsuru olarak kullanırlar. Mesela Habil ve Kabil kıssasında da, Allah diğer kardeşini daha çok seviyor diye, bak -haşa- Allah'a kinleniyor ve o yüzden kardeşini öldürüyor. Bak nefreti görüyor musun? Sevgiyi nasıl kıskanıyor ve nasıl alçakça yaklaşıyor? Habil-Kabil kıssasında bu açıkça anlatılıyor.
Münafıkların en çok üstünde durdukları konulardan biri de budur; saldırganlıklarında kullandıkları, 'yeterince kendilerinin sevilmedikleri dolayısıyla değerlerinin bilinmediği' iddiası. Bunu kullanarak saldırganlaşırlar. Bak, Habil-Kabil kıssasında, diğer kardeşini daha çok seviyor diye adam cinayet işliyor. Münafıklığın azgınlığına bak. -Haşa- Allah'a kininden, "Beni niye daha çok sevmiyorsun?" diyor. Ama Allah'ın onu sevmesini istediğinden değil, sırf gurur, kibir için, enaniyet için. Sevgi isteğinden değildir münafıkların bu kıskançlıkları. O rekabet duygusundan kaynaklanıyor, daha üstün olma duygusundan. Yoksa sevilmek istediğinden değil.
Mesela Hz. Yusuf (as)'ı da şehit etmeye kalktıklarında "Babamız" diyorlar "kardeşimizi bizden daha çok seviyor". Bunlar sevgiye ihtiyaç duyduklarından değil, rekabet duygusundan, büyüklük hissinden. Çünkü babaları onları daha az sevdiğinde, kendilerini daha küçük hissediyorlar. Kardeşini daha çok sevip, onları az sevdiğinde, onu daha büyük konumda, kendilerini de daha küçük konumda görmüş oluyorlar. Bu da enaniyet ve azgınlıklarını artırdığı için, onun öfkesiyle kardeşlerini öldürmeye kalkıyorlar.
Habil-Kabil kıssasında da yine o alçağın kardeşini şehit etmesinin nedeni, sevgiyi bahane etmesi. Sevgiyi bahane ederek her türlü alçaklığı yapar münafıklar, her türlü saldırganlığı yaparlar. Her türlü adiliği, bu kutsal, güzel duyguya bağlayarak yaparlar. Asıl azgınlıklarının kökenindeki malzemeleri budur. Onlar için sadece bir malzemedir bu, sevgi bir materyaldir. Yoksa sevginin hiçbir anlamı yoktur onlar için." (A9 TV, 23 Ocak 2016)
Münafık 'sevmeyi bilmeyen' bir varlıktır. Aynı şekilde 'sevilme hedefi' de yoktur. Gösterdiği nobran, huysuz, züppe ve küstah ahlak nedeniyle kimsenin kendisini sevmeyeceğini bilir. Bu nedenle 'sevgi peşinde koşan, kendisini sevdirmeye çalışan ve sevgi talep eden' bir tavrı da yoktur.
Ancak sevgi münafık için çok 'önemli ve etkili bir silah' tır. Ahlaksızlık yaparken en sık kullandığı maske, 'sevgi maskesi'dir. Zira Müslümanların sevgiye ne kadar önem verdiklerini çok iyi bilir. 'Sevgi arayışında olmanın, Müslümanların sevgisini talep etmenin' de, Müslümanlar tarafından çok makul ve meşru görülen, teşvik edilen güzel bir tavır, hatta bir 'mümin alameti' olduğunun da bilincindedir. İşte şeytani bir zekayla, elindeki bu imkanı, pislik yapabilmek, nefsani isteklerini tatmin edip üstünlük elde edebilmek için kullanır.
Bu şeytani plan doğrultusunda, gün içinde yaptığı ahlaksızlıklarını açıklamak gerektiğinde, bir çoğuna "Kendimi sevdirebilmek için öyle yaptım", "Sevgini kazanmak için şöyle dedim", "Sevdiğim için öyle davrandım" gibi yalanlar öne sürerek sevgi konusunu, ahlaksızlıklarının üzerini örtebilmek için kullanırlar. Sözde 'iyi niyetli olduklarını', temelde tavırlarında bir hata ya da kusur olsa bile, bunun altında yatan asıl nedenin hep bu 'sevgi arayışları' olduğunu iddia ederler. Ve böylece 'küsmek, bozulmak, surat asmak, konuşmamak, yüz ekşitmek gibi pek çok ahlaksızlıklarını' da aslında 'sadece sevgi görebilmek için yaptıklarını' iddia ederler. Bu şekilde pis ve sinsi ruhlarına 'sözde masum' görünümü vermeye çalışırlar.
Allah Kuran'da münafıkların bu şekilde 'iyiliği bahane ederek ahlaksızlık yapma alışkanlıklarına' şöyle dikkat çekmiştir:
Kendilerine: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde: "Biz sadece ıslah edicileriz" derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler. (Bakara Suresi, 11-12)
Allah bu hasta ruhlu insanlara, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde, onların "Biz sadece ıslah edicileriz" diye cevap verdiklerini bildirmiştir. İşte münafıklar kendilerine, "Niye böyle bir adilik, alçaklık yaptın?" diye sorulduğunda, "Biz sadece iyiliği, güzelliği, sevgiyi yaşamak istiyoruz" diyerek bahane uydurmakta ve 'her türlü alçaklığı kolaylıkla yapabilecekleri meşru bir zemin' oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Sevgi iddiasıyla ortaya çıkarak, ahlaksızlığa zemin hazırlamak isteyen münafıklara verilebilecek bir örnek de Yusuf kıssasında anlatılmıştır. Kuran'da verilen bilgilere göre, o dönemde Mısır'da Hz. Yusuf (as)'ın yanında kaldığı bir Vezir'in karısı, Hz. Yusuf (as)'a yaklaşmak ve onunla birlikte olmak istemiştir. Yusuf Peygamber (as)'ın, imanlı ve iffetli bir tavır göstererek kadını reddetmesi ise, kadının çok ağırına gitmiştir. Gururunun kırıldığını düşünmüş; hem gururunu hem de itibarını kurtarabilmek için, Hz. Yusuf (as)'a, 'sözde asıl onun kendisine yaklaşmak istediğini iddia ederek' iftira atmıştır. Gururunun kırılmasına neden olan Yusuf Peygamber (as)'dan intikam alabilmek için, onu hem iffetsizlikle suçlamış hem de evinde kaldığı Vezir'e ihanet ederek karısına yaklaşmak istediğini iddia ederek karalamaya çalışmıştır. Böylece Hz. Yusuf (as)'ın hapse atılmasını sağlayacak şekilde bir düzen kurmuştur.
Açıktır ki, bu olayların en başında Vezir'in karısı, Peygambere yaklaşabilmek ve onu da kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye ikna edebilmek için 'sevgi yalanına' sığınmıştır. Ancak Hz. Yusuf (as) onun nefsine ve çıkarlarına ters gelen bir karar alınca, bu sevgi iddiasının büyük bir yalan olduğu; kadının asıl amacının Yusuf Peygamberi (as) 'iftirayla karalayarak hapse attırmak' olduğu ortaya çıkmıştır.
Kadın Hz. Yusuf (as)'ı 'sözde çok sevdiğini' söylemiştir. Gerçekte ise Hz. Yusuf'a güzelliği, iffeti ve imanı nedeniyle kinlidir, nefret beslemektedir. Hz. Yusuf (as)'ın muhteşem güzelliği onu fiziksel olarak etkilemiştir. Ancak ona yaklaşmak istemesinin nedeni sevgi değildir. Sadece bir heves ve gurur tatmini için geçici olarak sevgi taklidi yapmıştır. O çevrede bulunan bütün kadınların güzelliğine hayranlık duydukları bir insanın, kendisiyle bağlantıda olmasıyla onlar arasında 'sükse yapmak ve itibar kazanmak' istemiştir. Yoksa gerçek sevgide, bir insanın sevdiği bir kişiyi iftira ile kötülemek istemesi ve onu hapse attırmaya çalışması elbette ki asla olacak birşey değildir. Dolayısıyla bu münafık karakterli kadın da, 'sevgiyi kullanarak sadece istediği menfaatlere ulaşabilmek ve böylece de büyüklük hislerini tatmin etmek' istemiştir.
İşte bu alçak ve kalleş münafık karakteri, günümüzde de tüm münafıklarda aynı özelliklerle ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Müslümanların Kuran ayetlerinde anlatılan münafık oyunlarını çok iyi anlamaları, karşılaşacakları tuzaklara karşı uyanık olmalarını ve bu sinsi insanların oyunlarını kolaylıkla bozabilmelerini sağlayacaktır.
ADNAN OKTAR: "Münafık kadın diyor ki Yusuf Suresi'nde; "Kadın dedi ki: "Beni kendisiyle kınadığınız işte budur. And olsun onun nefsinden ben murad istedim, o ise (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa," Bak, emretme var; sevgide böyle bir şey olur mu? Ve fuhşu emrediyor. "mutlaka zindana atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak." (Yusuf Suresi, 32) Sevgi diye bir şey yok. Düşmanlık var. Sorsan "Hz. Yusuf (as)'ı acayip seviyorum" diyor. Seviyorsan niye hapse atmaya kalkıyorsun? Niye hapse attırmaya gayret ediyorsun?
İşte bütün münafıklarda ilk hedef, Müslümanları ya öldürmek ya hapse attırmaktır. Her münafığın kalbinde yatan budur. Resulullah (sav) zamanında da, Hz. Musa (as) zamanında da, Hz. İbrahim (as) zamanında da bu hiç değişmemiştir." (A9 TV, 25 Ocak 2016)
ADNAN OKTAR: Vezirin karısı Hz. Yusuf (as)'ı güya çok sevdiğini söylüyor, halbuki kinli, nefret ediyor. Sadece bir heves, sadece gururunu ve enaniyetini tatmin etmek istiyor. Yani Hz. Yusuf (as)'la ilişkiye girmek istemesindeki amaç gururunu tatmin etmek. Çünkü Hz. Yusuf (as)'ın ona karşı direnmesi ağrına gidiyor, onun iffetli olması ağrına gidiyor. Onu da kendi iffet anlayışıyla aynı dereceye getirmek istiyor. Yani kendi inancıyla, kendi küfri kafasıyla aynı ayara getirmek ve en ziyade de, kırılan enaniyet ve gururunu tatmin etmek istiyor. Çünkü reddedilmek çok ağırına gidiyor. Reddedildiği için, mutlaka fuhuşla, o reddi ortadan kaldırmak istiyor. O yüzden müthiş kinleniyor Hz. Yusuf (as)'a...
Ve diyor ki bakın Yusuf Suresi 32. ayette Allah: "Ve and olsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa," yani fuhşu yapmayacak olursa, "mutlaka zindana atılacak." Görüyor musunuz? Müslümana ilk yapmak istediği şey hapse attırmak. Münafığın en mühim hedeflerinden biri budur; Müslümanı hapse attırmak. Ve iftira atarak tabii bunları yapıyor.
"... Ve elbette küçük düşürülenlerden olacak." (Yusuf Suresi, 32) Mesela günümüzde de aynı şey basınla, gazete yoluyla aleyhinde haberler çıkarttırarak yapılıyor. Güya kendi kafalarınca onu mahcup edip küçük düşürecek. Allah bize münafığın hedeflerini de gösteriyor. Müslüman için istediği şey budur münafığın. Yani kafasında hep tasarladığı budur. "Bir gün bir hapse attırabilse, bir gün bir küçük düşürebilse ve bir gün kendi gururunu daha da yükseltebilse". İşte bunun derdinde olur münafık.
Ve Hz. Yusuf (as)'a yanaşma şekli de, insan ne kadar çok seviyor zannediyor, değil mi? Sevgi değil o işte. Enaniyetini ve gururunu tatmin etmenin peşinde. Yani "Beni nasıl kabul etmez, benim fuhuş teklifimi nasıl reddeder?" Veya "Beni nasıl beğenmez ya da benden nasıl etkilenmez?" Bu aynı zamanda başkalarına karşı da yaptığı bir sükse. Ama en ziyade kendi nefsine karşı. Yani çok ağırına gidiyor reddedilmek.
Münafıklarda müthiş bir büyüklük gururu oluyor. Bakara Suresi'nin 206. ayetinde: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." "Allah'tan kork" deniliyor, ne demek? Yani 'Müslümanlığı yaşa', o zaman büyüklük gururu devreye giriyor. Enaniyet, dinin daha üstünde oluyor. Dini bir kenara alıyor, İslam'ı bir kenara alıyor; İslam'ı istemiyor. "Onu günaha sürükler." Yani İslam'a zıt olan her şeyi yapmaya başlıyor. "... kuşatır." Yani her tarafını kaplar. "Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." diyor Allah Kuran'da. İşte cehennemin niye gerekli olduğunu da burada insanlar tekrar tekrar görmüş oluyorlar." (A9 TV, 24 Ocak 2016)
Müslümanlar hep pozitif, yapıcı, tevazulu, anlayışlı bir karaktere sahiptirler, bu o kadar barizdir ki münafıklar bile Müslümanların insanlarla güzel iletişim kurabildiklerini, olgunluklarını ve yüzlerindeki iç açıcı ifadeyi görebilirler. Kendilerine baktıklarında ise, huysuz, geçimsiz, gerilimli, ters, züppe, kavgacı, küstah, nezaketten, güler yüzden ve gönül alıcı güzel sözler söylemekten uzak bir insan modeli görürler. Bu ikisi arasındaki farkı ve 'kendilerinin ne kadar itici olduklarını' da kolaylıkla anlayabilirler. İstenmeyen ve sevilmeyen bir insan konumunda olduklarının farkındadırlar. Ancak bu durum, münafığın daha da büyük bir gerilime düşmesine ve moralinin çok bozulmasına neden olur. İticiliğini düşündükçe daha da huysuzlaşır ve daha da aksileşir. Ancak diğer yandan da amacı sevgi olmadığı için bunları umursamamaya çalışır. Kendi aklınca küfrün yanında olsa, bunun hiç sorun olmayacağını; orada tüm insanlar onun gibi olacağı için, böyle bir moral bozukluğu yaşamayacağına inandırır kendini.
Ama Müslümanlar arasında olduğu her an, bu zıtlık çok ciddi şekilde göze çarpmaktadır. Ve Müslümanlar da bu farkı açıkça görebilmektedirler. Müslümanlar güzel ahlaklı, iyi niyetli, vicdanlı ve insanlara hüsn-ü zan ile, yani iyi tarafından bakarak yaklaşan kimseler oldukları için, bu gerçeğin farkında olsalar da, münafık karakterli bu insanlara güzel davranmaya çalışırlar. Güzel sözde, nezih tavırlarda, gönül alıcılıkta, iltifatta, koruyup kollamada hiçbir eksiklik göstermezler. Ama münafık, gördüğü tüm bu ihtimama karşı gerçek anlamda hiç sevilmediğini ve hatta kendisine karşı Müslümanların müthiş dikkatli ve tetikte olduklarını bilir. Dolayısıyla da ona karşı samimi bir sevgi duyamadıklarını, aksine buğz ettiklerini tüm açıklığıyla hisseder.
'Hem çok itici olduğunu hem de hiç sevilmediğini bilmek', münafığın sevgisiz ve karanlık ruhunda daha da büyük bir öfke, kin ve nefret oluşturur. Müslümanlardan intikam alma, onlara zarar ve sıkıntı verme, onları yorma, huzursuz etme ve sebepsiz yere hırçınlaşma isteği giderek daha da artar. Ve onların yanındayken de terslik yapma, pis bakışlarla bakma, küstah ve züppe cevaplar verme, insaniyete, nezakete ve merhamete kötülükle karşılık verme gibi ahlaksızları giderek daha da yoğunlaşır. Üzerindeki şeytani elektrik, bulunduğu her ortamda müthiş rahatsız edici bir gerilim oluşturur. Dolayısıyla münafığın girdiği yere, sanki adeta iblis gelmiş gibi olur.
Bir Müslümanın bir münafığı gerçek anlamda sevebilmesi mümkün değildir ancak Allah için, belki bir gün yaptığı ahlaksızlıklardan vazgeçmesi ümidiyle, yine de münafığa karşı sabırlı olur, şefkatle ve merhametle yaklaşır. Ne var ki gördüğü bu üstün ahlak da, münafıkta olumlu bir etki uyandırmaz. Kendinden başka kimseyi sevmediği için, Müslümanlara karşı yaptığı hainliklerine, alçaklıklarına ve kahpece eylemlerine devam eder.
Münafıkların kendilerini ele veren alametleri vardır: "Selamları lanettir. Yemekleri gasp ve yağmadır. Ganimetleri hile ile kazançtır. Mescitlere aralıklı yaklaşırlar. Camide kılınan namazın sonuna ancak yetişebilirler. Kibirlidirler. Ne sevilirler ne de severler. Gece odun gibi sessiz, gündüz gürültücüdürler." (İmam Ahmed ve Bezzar/Cem'ul Fevaid, H. No: 8110)
ADNAN OKTAR: "Ne sevilirler ne de severler". Bak, ne sevme var bunlarda ne de sevilme. Ama seviyor gibi gösterir, sevmeye meraklıymış gibi gösterir ama sevmeyi bilmez. Sevmeyi ancak pislik yapmak için kullanır. "Ben seviyorum bana niye şu yapılmıyor? Ben seviyorum bu niye yapılmıyor? Şunu seviyorsun beni niye sevmiyorsun?" O ahlaksızlığı uygulamak için sevmeyi kullanır..."
"... Münafıklar kimsenin sevmediği insanlar oluyorlar ama onlar da kimseyi sevmiyor; fakat seviyor gibi görünürler. Kendince seviyor, ilgili alakalı gibi görünür. Gerçekte münafık kendinden başka kimseyi sevmez, nefret doludur. Sevmediği halde, seviyor taklidi yapar münafık. O yüzden de müminler doğal olarak onu sevemezler. Herkesin nefret ettiği tiplerdir münafıklar. İşte sevilmediğini bildiği için, onun rahatlığıyla daha da pislik yapar münafık..." (A9 TV, 23-24 Ocak 2016)
Münafık çok aşağılık bir varlıktır. Sevgi, şefkat, merhamet, acıma hissi, affedicilik, incelik, nezaket gibi özelliklerden tamamen yoksundur. Bu tavırların kendisine gösterilmesini, yalnızca 'kendisinin sözde herkesten daha büyük olduğunu' ispatlayabilmek için kullanmaya çalışır. En çok sevilmek ister, çünkü bu şekilde 'sevgiye sözde en layık olan insan olduğunu' ispatlayacak ve böylece diğer Müslümanlara büyüklük taslayacaktır. En çok ilgi görmek ister, çünkü bu şekilde tüm dikkatleri sürekli kendi üzerinde toplayacaktır. Tüm bu talepleri, münafığın güzel ahlaka olan düşkünlüğünden değil, sadece herkesten daha önde olma hırsının bir gereğidir.
Münafıklar Müslümanlara karşı çok kinlidirler oysa bunun için hiçbir sebep yoktur. Hatta tam tersine Müslümanlar onları sürekli kollayıp gözetirler, bu yüzden sevgi ve saygı duymaları için çok fazla neden vardır. Örneğin bir münafık hastalandığında inananlar onun bütün ihtiyaçlarıyla ilgilenirler. Doktora götürür, ilaçlarını alır, yemeklerini pişirir, tüm işlerini yaparlar. Müslümanlar münafıklara karşı son derece merhametlidirler. Ahlaksızlıklarını görseler bile, Allah rızası için vicdanlı davranır ve ona yoğun sevgi ve şefkat gösterirler. Ancak tüm bu ihtimam ve güzel ahlak münafığın kalbinde iyilik ve güzellikten yana hiçbir his uyandırmaz. Çünkü münafık sevgiye sevgiyle, merhamete merhametle, nezakete ve güzel ahlaka aynı şekilde karşılık vermesini bilmez. Tüm bunlar yalnızca münafığın 'şımarıklığını, tersliğini ve münasebetsizliklerini' daha da artırır.
Çünkü münafığın şeytani ruhunda sevgi yoktur. Münafık, sevmeyi bilmeyen ve sevilmeyi de talep etmeyen garip bir mahluktur. Hayatında sevdiği, içinden gelerek güzel davrandığı hiç kimse yoktur. Ne annesi ne babası ne çocukları ne eşi ne bir dostu ya da arkadaşı, onun sevgi duyduğu varlıklar değildir. Bunların her biri ona göre sadece çıkarları için bağlantıda olunması gereken insanlardır. Münafığın sevgisizliği o kadar ileri boyutlardadır ki, çocukları, bitkileri, çiçekleri, hayvanları, Allah'ın yarattığı hiçbir güzelliği sevmez.
Münafık sevgiyi bilmediği gibi saygıyı da bilmez. Çünkü saygı sevginin en güzel anlatış biçimidir; bir insana değer vermenin göstergesidir. İşte münafık da, Müslümanlara değer vermediği için sevgisi gibi saygısı da yoktur. Allah Kuran'da münafıkların bu özelliğini 'zorba ve saygısız' tanımlamasıyla bildirmiştir:
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan). Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar. Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik; (Kalem Suresi, 10-13)
Allah bu ayetlerle İslam'a zıt olan her türlü tavır ve ahlaksızlıktan sakınılmasını bildirmiştir. 'Zorba olması', münafığın bir konuyu sevgiyle, saygıyla, nezaketle değil; küstahlıkla, züppelikle, kavga ederek, yaygaralar kopararak, saldırganlaşarak halletmeye çalıştığını gösterir. Örneğin Peygamberimiz (sav) döneminde münafıkların, Resulullah (sav)'e hücrelerin ardından bağırarak ya da huzurunda olduklarında da seslerini yükselterek, öne çıkmaya çalışarak konuşmaları, münafıkların hep bu saygıdan yoksun, küstah, züppe ve zorba karakterleri nedeniyledir. Konuları nezaketle, sevecenlikle, güzel sözle değil, her zaman 'kabalıkla ve zorbalıkla' çözmeye çalışırlar. Pislik yaparak, yaygara kopararak, huzursuzluk çıkararak, hakaretamiz, çirkin ve tehditkar üsluplar kullanıp bulundukları ortamda fitne çıkarmak isterler.
Dünyada yaptıkları ahlaksızlıkların yanlarına kalacağını düşünür ve her şeytani eylemlerinin kendileri için bir kazanç olduğunu sanırlar. Oysaki Allah Katında, yaptıkları her bir alçaklık, her bir şeytanlık onlar adına, tek tek yazılmaktadır. Tarih boyunca hiçbir münafığın yaptıkları yanına kalmamıştır. Bugün de yine Müslümanları hedef alarak ahlaksızlık yapan her münafık yaptıklarının karşılığını ahirette misliyle alacaktır. Sonsuza kadar bu acı ve azaptan kurtulamayacaklardır. Allah Kuran'da münafıkların cehennemde 'ateşin en alçak tabakasında' olarak cezalandırılacaklarını bildirmiş ve 'onların artık hiçbir yardımcılarının olmadığını' haber vermiştir:
Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın. (Nisa Suresi, 145)
Münafık bedenen kalabalık Müslüman topluluğunun içinde bulunsa dahi, ruhen tamamen kendini onlardan tecrit eder. İçindeki kin, nefret ve kıskançlığı bastıramadığı için, iman edenlerin yanında çok büyük bir azap çeker. Bu yüzden zaman içerisinde gitgide Müslümanlardan uzaklaşır. Ancak münafık adeta bir 'bukalemun gibi' istediği anda istediği görünüme bürünebildiği için, Müslümanların yanında kendisine neşeli ve mutlu bir insan görünümü verir. Ama dikkatle bakıldığında, o karanlık dünyasında, 'adeta kapalı bir fanus içindeymiş gibi', tamamen tek başına yaşadığı ve hiç dostunun olmadığı açıkça görülür. Sevgiyi, saygıyı, dostluğu, kardeşliği yaşamadığı ve en önemlisi de Müslümanlara karşı derin bir öfke ve kıskançlık duyduğu için, onların her hareketinden sıkılır. Özellikle de Müslümanların birbirleriyle öz kardeşten daha yakın olmaları, imandan kaynaklanan neşelerinin, keyiflerinin sürekli yerinde olması, birbirlerine samimi sevgi gösterme şekilleri, iltifatları münafığın içini adeta yakar. Çünkü münafık hep 'merkezde bulunmak' ve hep 'en çok dikkati çeken kişi olmak' ister.
Ama Müslümanlar böyle ahlakı bozuk bir varlığı değil de, elbette ki de takvaca en üstün gördükleri, en güzel ahlaklı, en mülayim, en mütevazi, en dürüst olan kişilere sevgilerini ve saygılarını yöneltirler. Dolayısıyla münafık hayalindeki küfri saygıyı bir türlü Müslümanlardan göremez. Bu da münafığı çok bunaltır. Çünkü 'büyüklüğünü istediğini gibi yaşayamamak', Müslümanlar arasında 'sıradan bir insan konumunda olmak', münafığın en dayanamayacağı konulardan biridir.
Bunun yanı sıra, Müslümanların hemen her cümlelerinde Allah'ın ismini zikretmeleri, her konuşmalarında ve her tavırlarında Kuran ahlakını yansıtmaları münafığı çok kızdırır. Allah'ın ismini duymak, Kuran ahlakının övüldüğünü ve yaşandığını görmek istemez. Müslümanların sürekli İslam'a fayda verecek etkili çalışmalar yapmalarına şahit olmak da yine münafığın tahammül edemediği konulardan biridir. İşte bu yüzden de kendini o ortamdan 'tecrit eder' ve Müslümanlardan ayrı bir yerde durmaya özen gösterir. Müslümanların neşe dolu ortamlarında, münafık hep bir köşede oturur, yüzünü ekşitir, bakışlarını iyice anlamsız hale getirir. İnsan düşmanı, şizofren ruhlu bir akıl hastası görünümü vardır. Herkes gülerken, o surat asar. Herkes sohbet ederken, o sessizleşir. Tüm tavırları dengesiz ve psikopat görünümlüdür.
İşte münafığın bu hali, Allah'ın, ona dünyada ahlaksızlığı dolayısıyla verdiği karşılıklardan biridir. Münafık tüm bu şeytani tavırları, sırf Müslümanları rahatsız etmek; huzurlarını, neşelerini kaçırmak için yapar. Ama bunun sonucunda hem kendisi bir 'akıl hastası' görünümü alır, hem de 'şizofren bir ruh hali' içerisinde, 'mutsuz, sıkıntılı, öfke dolu bir dünyada' yalnız yaşamaya kendini mahkum etmiş olur.
Müslümanların hayatı çok huzurlu ve güzeldir. Her yeni güne uyandıklarında Müslümanlar yine hep güzellik arar, kendi tavırlarıyla bulundukları ortama güzellik katmaya çalışırlar. Münafık ise bunun tam tersi bir ahlaka sahiptir. Müslümanların huzurlu, mutlu olmasından, güzel bir hayat yaşamasından çok büyük bir rahatsızlık duyar. Bu nedenle onlarla birlikte olduğu hemen her güne aksilik, huysuzluk, nobranlık yaparak başlar. Her şeyin en mükemmel olduğu ortamlarda bile, kendince huzursuzluk ve fitne çıkaracak bir konu bulur.
Müslümanların yaşadığı ortamın güzelliğini bozmak ve kendince onların huzurlarını kaçırmak için elindeki her imkanı kullanır. Buna daha sabah ilk uyandığı anda, 'yüzündeki ters ifade' ile başlar. Yüzü o kadar nursuz, aksi ve melanet doludur ki, hiç kimse yüzüne bakmak bile istemez. Kendince üzerindeki 'negatif elektrik' ile Müslümanları da rahatsız edebildiğini sanır. Ardından da, kendisine güzel bir söz söyleyen, selam verip hatır soran, gönlünü alan herkese olabilecek en ters cevapları vererek eylemine devam eder. Üstünde 'müthiş bir uğursuzluk ve negatiflik' vardır. Zaten o bu haldeyken, Müslümanlar da onunla konuşmak istediklerinden değil, sadece Allah rızası için ve güzel ahlakın bir gereği olarak ona güzel söz söylerler. Onun ters üslubuna rağmen, Müslümanlar asil ahlakları nedeniyle, ona yine güzel bir tavır ile karşılık verirler.
Bunlar sadece, münafığın güne başladığındaki ilk hamleleridir. Gün içinde de sürekli şeytan ile bağlantı halinde olan münafık, kendince yirmi dört saat içinde, yüzlerce eylem daha bulup uygulayacaktır. Karşısına çıkan her insan, yaşayacağı her olay, duyacağı her konuşma, ne kadar iyi niyetli ve güzel olursa olsun; o bunların her birini şeytanlık için değerlendirip bunlarla pislik yapabilmenin yollarını arayacaktır.
Bu kimi zaman 'işyerindeki bir malzemenin bitmesi' kimi zaman 'evdeki temizlik', kimi zaman 'iki kişinin kendi arasındaki bir konuşma', kimi zaman 'televizyonun sesi', kimi zaman 'bulunduğu yerin ışığının çok aydınlık olması', kimi zaman 'yemeğin pişmesinin gecikmesi', kimi zaman 'odasının havadar olup olmaması' gibi, akla gelebilecek her türlü detay ve olağan konu olabilir.
Bunların her biri zaten münafığın gün içinde kullandığı ve mutlaka fitne kargaşa çıkarmak, huysuzluk yapmak için dile getireceği şeylerdir. Ancak bunun yanında münafık kendisine 'nimet olarak sunulan şeyleri de çirkeflik yapmak, Müslümanları rahatsız etmek için kullanır'. Örneğin bir Müslüman onun en sevdiği yemeği onun için özel olarak ve onun en sevdiği şekilde pişirip ona ikram eder. Münafık herkes gibi 'nezaketle teşekkür etmek, karşı tarafın fedakarlığını, ince düşüncesini, güzel ahlakını takdir etmek yerine', tek bir güzel söz dahi söylemeden yüzüyle hoşnutsuzluğunu ifade eder. Yarım ağızla, memnuniyetsizliğini, hoşnutsuzluğunu hissettirip, yemekte ne tür kusurlar ve hatalar olduğunu anlatmaya başlar. Negatif bir ses tonuyla, "Bu et çok sert", "tuzu çok fazla", "az pişirmişsiniz", "ekmeği çok kızartmışsınız", "salatayı küçük doğramışsınız" gibi nezaketsiz konuşmalar yapar. Oysa ortada eksiklik de kusur da yoktur. Yemek son derece mükemmeldir. Ama münafık kendi kötü ahlakı nedeniyle bu tavrı gösterir. Müslümanlara teşekkür eden, gönül alan, güzel söz söyleyen bir insan konumunda olmayı asla istemez.
Başka bir gün, bir Müslüman kendisine çok beğendiği bir elbiseyi hediye olarak alıp getirdiğinde, yüzünü ekşiterek, hoşnutsuz bir ifadeyle o elbiseyi bakışlarıyla sessizce bir süzer. Ardından da, "Başka rengi yok muydu?", "Boyu çok uzunmuş", "Bedeni de büyük", "Dikişlerini de çok özensiz yapmışlar", "Bu kumaşın cinsi yumuşak değil" gibi, nezaketsiz ve beğenmediğini ifade eden yorumlar yapmaya başlar. Oysaki elbise zaten bizzat onun seçip istediği bir elbisedir. Ve söylediği bahaneler de gerçek dışıdır. Her bir detay, tam ona olacak şekilde düşünülmüştür. Ama münafık içindeki şeytanlık nedeniyle, teşekkür etmek yerine kendisine yapılan bu jesti ahlaksızlık yapmak için kullanır. Oysaki, ona o hediyeyi getiren insan, o mağazaya gidebilmek için belirli bir yol kat etmiş, emek vermiş, vaktini harcamış ve yorulmuştur.
Bir Müslüman, hiç beğenmediği, asla giyemeyeceği, en zevksiz, en kalitesiz bir eşya ile bile karşılaşsa, bu, kendisine ince düşünce dolayısıyla, emek verilerek alınıp, hediye olarak getirildiği için, güzel ahlakı gereği, karşısındaki kişiye en güzel sözlerle teşekkür edip, onun gönlünü alır. Hoşnutluğunu, sevincini, takdirini en güzel şekilde ifade eder. Münafık da böyle ince ve nezaketli bir ahlak göstermeyi bilecek kadar bilgi ve anlayışa sahiptir elbette. Ama amacı zaten pislik yapmak olduğu için, böyle davranmaz ve eline geçen bu fırsatı da yine ahlaksızlık için kullanır.
Münafığın bu ahlaksız tavırları, gün içinde hemen her konuda böyle sürüp gider. Onun iyiliği için, sırf o mutlu olsun, hoşuna gitsin diye yapılan inceliklerin her biri, münafığın ahlaksızlık için kullanabileceği yeni fırsatlardır. Ancak münafık yaptığı bu yoğun aksilik ve şeytanlığa rağmen, Müslümanların neşesini, keyfini kaçırabilmeyi asla başaramaz. Tüm yaptıkları, sadece münafığın kendi ruhunu sarar ve onun hayatı boyunca sevgisiz, mutsuz, neşesiz bir dünyada, tek bir gerçek dostu ve seveni olmadan yaşamasına neden olur.
Allah bir ayette, münafıkların 'dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette acı bir azapla alacaklarını' haber vermiş ve karşılık olarak "Bu onlara yeter" diye bildirmiştir:
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azap vardır. (Tevbe Suresi, 68)
Müslümanları küfürden ayıran en belirgin özelliklerinden biri, kalplerinde olduğu gibi, dillerinde de sürekli, dünyada herkesten çok sevdikleri 'Rabbimiz'in adının' olmasıdır. İman edenler her şeyi yaratan, insanlara, olaylara hükmeden tek ve sonsuz gücün yalnızca Allah olduğunu bilirler. Ve Allah dilemeden insanların, lehlerinde ya da aleyhlerinde hiçbir şeye güç yetiremeyeceklerinin, Allah'ın dilediğine rızkını ve lütfunu genişletip dilediğine de daraltacağının bilincindedirler. Dolayısıyla Müslümanlar hayatları boyunca yaşadıkları her an, her şeyi Allah'tan isterler.
Bir sıkıntıya düştüklerinde yardımın ancak Allah'ın takdiriyle olacağını bilip Allah'a sığınır, yalnızca O'ndan yardım dilerler. Bir istekleri olduğunda bunu gerçekleştirecek olanın yalnızca Rabbimiz olduğunu bilerek O'na dua ederler. Güzel bir nimetle karşılaştıklarında da yine bunun kendilerine Allah'ın lütfuyla isabet ettiğini bilerek Allah'a şükrederler. Bir kötülükten korunduklarında, bir felaketten kurtulduklarında da, bunun da yine Allah'ın kendilerine olan sevgisinden, Allah'ın bir nimeti olarak yaratıldığını bilerek Allah'a hamd ederler.
İşte Müslümanlardaki bu derin 'Allah sevgisi' münafıklarda yoktur. Kalplerinde bu sevgi olmadığı için, dillerinde de 'Allah'ın zikri' yoktur. Onlar Allah'ın dünyadaki tek ve sonsuz gücün sahibi olduğuna da inanmazlar (Allah'ı tenzih ederiz). Dünyadaki derin devlet yapılanmalarını, şeytani odakları, kendileri gibi münafık topluluklarını ve tabi ki bir de kendilerini, -Allah'ı tenzih ederiz- haşa Allah'tan çok daha 'güçlü ve yenilmez' olarak görürler. Bu nedenle de, başlarına gelen iyiliklere, kendilerinin ya da bu derin güçlerin vesile olduğunu düşünür, yaşadıkları kötü olayların da yine bu güçlere yeteri kadar sığınamamış olmalarından kaynaklandığına inanırlar. İşte bu çarpık bakış açısı nedeniyle de münafık, başına gelen güzel şeyler, sahip olduğu nimetler, yaşadığı hayırlı olaylar sebebiyle Allah'a şükretmez. Müslümanların yanında münafığın en dikkat çeken yönlerinden biri de zaten budur. "Elhamdülillah", "Allah'a şükürler olsun", "Allah'a hamd olsun" sözlerini hemen hiç kullanmaz.
Bir Müslüman başına gelen bir hastalıktan kurtulduğunda hemen Allah'a şükreder. "Rabbim Senin lütfun olmasaydı, bu hastalıktan kurtulamazdım. Şifayı veren ancak Sen'sin" der. Müslüman kardeşleri ona bir ikramda bulundukları zaman, o onlara en nezih tavrıyla teşekkür ettiği gibi; bunu ona lütfedenin Allah olduğunu bilerek yine önce Allah'a şükreder. Yolda giderken güzel bir manzarayla karşılaştığında; çiçeklerin açtığını, denizin güzelliğini gördüğünde de, yine hep Rabbimiz'e şükreder. Yaşadığı yerde böyle bir güzellik ve nimetle kendisini karşılaştırdığı için, Allah'ın sevgisinden duyduğu hoşnutluğu dile getirir. Yürürken ayağı kayıp düştüğünde de, yerden kalkabildiğini gördüğünde, Allah'ın lütfunu düşünüp yine şükreder. "Rabbim beni korudu, çok ağır yaralanabilirdim, Allah yardım etti, elhamdülillah" der.
İşte münafıkta günlük hayatın hiçbir aşamasında bu ahlaka rastlanmaz. O her gördüğü şeyden 'sadece şikayet eder ve söylenir'. Yaşadığı her an, nefes alabilmek için bile Allah'a muhtaç olduğu halde, içindeki 'büyüklük duygusu' nedeniyle Allah'ı anmak ve Allah'a şükretmek istemez.
Ancak elbette ki bu nankör ve şükretmesini bilmeyen şeytani ahlakı, münafığın kendinden başkasına zarar getirmez. Münafık hoşnutsuz, şikayetçi, huysuz ahlakıyla, huzursuz ve mutsuz bir hayat yaşar. Müslümanlar başlarına gelen iyi ya da kötü gibi görünen her olayda hayır görüp, Allah'ın her şeyi kaderde en hikmetli şekilde yarattığını bilmenin huzurunu yaşarlar. Bu tevekkülleri nedeniyle de hiçbir şey onları mutsuz etmez. Münafıksa dünyada kendi elleriyle kendisine cehennem gibi bir hayat oluşturur ve bunun acısını da yine sadece kendisi çeker.
ADNAN OKTAR: "Müslüman sürekli iyilik peşindedir, hep gönül alıcıdır, iyidir. Ama münafık buraya gelse mesela sandalyeyi beğenmez, halıyı beğenmez, bahçeyi beğenmez, her şeye bir kulp takar. Münafığın özelliğidir bu; içindeki şeytani dürtüyle, şükreden, takdir eden yönü yoktur. Ruhundaki kinden dolayı, o eşyaya karşı da anarşisttir, eşyaya karşı da öfkelidir. Kendi bedenini beğenmez, elini beğenmez, yüzünü beğenmez, eşyayı beğenmez, çiçeği beğenmez hiçbir şeyi beğenmez. Her şeye bir kusur bulur yani şükredici değildir. "Onları şükredici bulmayacaksın" (Araf Suresi, 17) ayetini biliyorsunuz, işte münafığın özelliğidir şükretmemek. Münafık şükretmeyi bilmez. Kanaatkar değildir. "Allah ne güzel yaratmış" demez. Her şeyde o pis ruhu, şeytani ruh devreye girer. Farz edelim yemek verirsin, yemeği kötü görür. Bir hediye verirsin, onu kötü görür. Bir söz söylersin, onu beğenmez. Bir insan görür, onu beğenmez. İşte o şükretmeme ruhu, Kuran'da münafıkların vasfı olarak belirtiliyor.
"Onları şükredici bulmayacaksın." Mesela "Allah'a şükür" diyor mümin değil mi? Farz edelim bir yemek geliyor, "Allah'a hamd olsun, ne güzel" diyor. Tadını beğenmese dahi Allah'ın rızkı olarak beğeniyor. Mesela bir eşya geliyor "Ne güzel" diyor. Müminde hep "Ne güzel, Allah'a şükür, elhamdülillah" vardır, "maşaAllah" vardır, "elhamdülillah" vardır, "inşaAllah" vardır. Münafıkta hep ret vardır, hep itici bulma vardır. Hiçbir şeyi beğenmez. Bir tek kendini beğenir, gizlice kendini beğenir. Yani insanlardan nefret eder ama gizlice kendini beğenir. O karanlık dünyasında tek başına yaşamak ister. Şeytan da öyledir; trilyonlarca melek var, isterse onlara tabi olabilirdi. Ama İblis tek başına Allah'a isyan etti yalnız kalmak istedi. Bakın sırf büyüklük azmi için, o enaniyet düşüncesi için sonsuz cehennemi de göze alıyor. Allah'tan büyük olma hırsı onu o delice ve çirkin ruha sürüklüyor." (A9 TV, 3 Haziran 2016)
Allah'ın Peygamberlere vahiyle bildirmesi dışında, 'kimin cennete kimin cehenneme gideceğini bilmek', dünya hayatında asla mümkün olamaz. Bu nedenle Müslümanlar, münafık karakterini en yoğun üzerinde barındıran, bu yönde çirkin bir cesareti ve ısrarı olan bir kişiye dahi, bir gün değişebileceğini ve ahlakını düzeltebileceğini düşünüp hep ümitvar bir bakış açısıyla yaklaşırlar.
Müslümanlar münafıktaki şiddetli küfür alametlerini çok açık bir şekilde fark eder ve münafığın Kuran'a aykırı ahlakına, pis ve karanlık yönlerine karşı içlerinde imanlarından kaynaklanan bir 'buğz hissi' duyarlar. Buna rağmen sürekli vicdanlarını kullanarak hem fitne çıkarmalarının önüne geçmek hem de kalplerinin yumuşayıp dine ısınmasına ve düzelmelerine bir vesile olması umuduyla münafıklara sürekli Kuran'a uygun şekilde güzel ahlaklı davranırlar.
Nitekim Allah Kuran'da, Hz. Musa (as)'a kardeşi Hz. Harun (as) ile birlikte Firavun'a gitmelerini bildirmesinin hemen akabinde, 'yumuşak söz söylemelerini' emretmiştir. (Taha Suresi, 43-44)
Münafığı eğitmeye çalışırken de, Müslümanlar hep sevgi, şefkat, merhamet ve affedicilik yolunu benimserler. Ancak münafığın tehlikesine ve ahlaksızlığına karşı gerekli her türlü önlemi de asla elden bırakmazlar, bu konuda gevşekliğe düşmezler.
Münafık ise, Müslümanlardan gördüğü tüm bu iyiliklere, fedakarlığa, nezakete, güzel ahlaka rağmen çok nankördür. Kendini akıl, yetenek, görgü ve kalite olarak tüm Müslümanlardan daha üstün gördüğü ve bu yönde ruhundaki büyüklenme hissini sürekli beslediği için, kendisine yapılan bütün iyilik ve güzelliklerin zaten 'hakkı olduğuna' inanır. Kendisine verilen bir hediyeyi, sunulan bir ikramı hak ettiğini düşündüğü için teşekkür etmeyi gereksiz bulur. Münafık mantığında kendisine yapılan iltifatlar da zaten onun en doğal hakkıdır. Ona göre, madem ki en büyük, en akıllı, en yetenekli olan odur; iltifatlar da elbette ki ona yapılacaktır. Hatta müminlerin, kendisine gösterdikleri her türlü özveriyi ve inceliği mecbur oldukları için yaptıklarına inanır. Dolayısıyla da münafıkta Müslümanlara karşı ne bir minnet duygusu ne teşekkür etme isteği oluşur.
Münafığın bu ahlaksız yapısı, günlük hayatın pek çok aşamasında kendini belli eder. Örneğin bu kişi hastalandığında, bütün Müslümanlar o kişinin etrafında pervane olurlar. Allah rızası için onun her türlü ihtiyacıyla ve bakımıyla ilgilenirler. Doktoru ararlar, ilacını veriler, ateşine bakarlar, yemeğini hazırlayıp yanına kadar götürüp ikram ederler, hal hatır sorarlar. Gece boyunca saat kurup aralarda uyanıp gidip sağlığını kontrol ederler. Gerekirse hiç uyumadan onun başında nöbet tutarlar. Müslümanlar tüm bunları yaparken her aşamada özel olarak vicdanlarını kullanıp, emek verirler. İşte münafığın farkı bu gibi durumlarda hemen ortaya çıkar. Müslümanlar böyle bir ihtimam karşısında ömür boyu karşılarındaki Müslüman kardeşlerine Allah rızası için sevgi duyarlar. Defalarca teşekkürlerini, sevgilerini, muhabbetlerini dile getirirler.
Münafıklık batağındaki bir kişi ise, hastalığı geçene kadar, kendisine en iyi şekilde bakılabilmesi için yarım ağızla da olsa Müslümanlara teşekkür eder. Ama kalbiyle dili birbirine tamamen zıttır. Gün gelip de bir öfke patlaması yaşadığında, 'kendisiyle hasta olduğunda bile hiç ilgilenilmediğini, ilgilenilse de isteksizce ve kerhen ilgilenildiğini' iddia eder. kendisiyle ilgilenen kişinin tüm bunları hiç istemeden yaptığını kendisine sürekli hissettirdiğini öne sürerek 'nankörce ve adice bir iftira' atar. Hatta kimi zaman onlarca şahide ve gördüğü abartılı ihtimama rağmen, kendisiyle hiç ilgilenilmediğini iddia ederek çirkefçe yalan da söyler. Çünkü münafık Müslümanlardan nefret eder. Amacı, 'Müslümanları sözde gaddar ve sevgisiz gibi göstermek', 'kendisine zulmedildiği imajını vermek' ve 'yeni ahlaksızlıkları için kendince meşru zemin oluşturmak' tır.
Münafığın kendisine sunulan nimetler ve imkanlar karşısında güzellikler yerine 'sürekli eksiklikleri dile getirmesi, kusur bulmaya çalışması ve sürekli Müslümanları suçlama eğilimi' münafığın samimiyetsizliğini ve nankörlüğünü açıkça ortaya koyar.
Ancak elbette ki münafığın bu nankörlüğü asıl olarak Allah'a karşıdır. Allah'ın kendisine nasip ettiği güzelliğini, sağlığını, gençliğini, kuvvetini de kendi yeteneği sayesinde elde ettiğine inanır. Çok düzenli spor yaptığı için genç, güzel veya yakışıklı kaldığını düşünür. İçtiği vitamin haplarının sağlıklı olmasını sağladığını zanneder. Çok fazla kitap okuyup, çok yoğun olarak beyin jimnastiği yaptığı için hafızasının güçlü olduğuna inanır. Dolayısıyla bu nimetler için Allah'a gönülden şükretme ihtiyacı duymaz. Allah'ın bu nimetleri her an elinden alabileceğine de ihtimal vermez. Bu da münafığın gitgide daha da şımarıp azgınlaşmasına ve kendini daha da ulaşılmaz bir büyüklükte görmesine neden olur. Allah Kuran'da münafıkların bu nankör ahlaklarına dikkat çekmiş ve -Allah'ın dilemesi dışında- asla bağışlanmayacaklarını bildirmiştir:
Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah'a ve elçisine (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 80)
Münafıkların nankörlükleriyle ilgili gün içinde onlarca örnek olur. Ama buna rağmen Müslümanlar güzel ahlaklarından asla taviz vermezler. Küfri ya da çocuksu bir intikam alma ruhu içerisinde asla hareket etmezler. Kaderi izlediklerini bilir, sabırlı ve şefkatli olurlar.
Zaten bir kişinin kaderinde ahlakının düzelmesi, canının Müslüman olarak alınması yazılıysa, Müslümanların yaptığı her fedakarlık o kişinin hidayet bulması için bir vesile hükmünde olur. Ve bu güzel ibadetin sevabı da çok olur. Bu da bir Müslüman için çok büyük bir güzelliktir. Ancak elbette ki, bir kişinin hayatı 'münafık' olarak son bulursa, o zaman da Müslümanların onun için yaptıkları bütün iyilikler, fedakarlıklar onun ahiretteki sorumluluğunu artıracak ve ahirette karşılaşacağı azabın artmasına vesile olacaktır.
Münafık, Müslümanların kendisine tanıdığı imkanları, onlar vesilesiyle elde ettiği nimetleri, 'küfürle bağlantıya geçmek, onlarla olan ilişkilerini güçlendirmek ve onlar arasındaki yerini sağlamlaştırabilmek' için de kullanır. Çünkü nihai hedefi zaten budur: Müslümanları yıpratıp küfrü güçlendirmek, ardından da inkarcıların arasında kendine iyi bir yer edinebilmek. Dolayısıyla Müslümanların her türlü 'teknolojik imkanlarını, maddi güçlerini, sosyal bağlantılarını' bu amaç için kullanır.
Münafıklar Müslümanların sahip oldukları imkanlardan en iyi şekilde yararlanabilmek için 'ince bir strateji' izlerler. Müslümanların hem kendi ülkelerinde hem de yurt dışında tanıdıkları herkesle bir şekilde tanışıp, onlarla samimiyet kurmaya çalışırlar. Kimi zaman bir bahane bulup açıkça bu insanların isim ve telefonlarına ulaşmaya çalışır; kimi zaman da gizlice Müslümanların bilgisayarlarına, telefonlarına, tabletlerine bakıp rehberlerinden bu insanların 'e-mail, telefon ya da sosyal medya bilgilerini' elde etmeye çalışırlar. Ardından da yine çeşitli yalanlarla, bu insanlarla Müslümanların bağlantısını kesmeye çabalarlar. Sonrasında da gizliden kendileri bu kimselerle dostluklarını sürdürürler. Örneğin çok iyi bir insan hakkında Müslümanlara çok alçakça yalanlar anlatarak, "Bu insan çok samimiyetsiz ve sahtekar olarak biliniyor. Ayrıca Müslümanlara da düşman biri. Siz en iyisi bu kişiyle bağlantınızı kesin ve bir daha da görüşmeyin. Yoksa size zarar verebilir." der. Oysaki o kişi mümin, muttaki, Allah'tan korkan, Müslümanları çok seven, vicdanlı ve güzel ahlaklı biridir. Ama münafık bu ittifakı bozmak ve o kişiyi kendi menfaatleri doğrultusunda kullanabilmek için böyle bir iftira ortaya atar.
Müslümanların İslam ahlakını tebliğ için kullandıkları 'teknolojik araçlar' da münafık için küfürle bağlantı kurmada çok önemli fırsatlardır. Münafık onların bu imkanlarından en iyi şekilde yararlanmak ister. Müslümanların iyi niyetini ve vicdanlı olmalarını kullanmaya çalışır. Örneğin, "Kendisinin çok zor durumda olduğunu, telefonunun arızalandığını, acil bir durum olsa kimseye ulaşamayacağını, hasta olsa kimsenin haberi olmayacağını ve başına birşey gelebileceğini" söyler. Ve ardından da mutlaka en son teknolojik özelliklere sahip yeni bir telefona ihtiyaç duyduğunu ima eder. Böyle bir durumda Müslümanların nasıl bir vicdani sorumluluk hissedeceklerini ve ellerindeki imkanlarla ona mutlaka yardım edeceklerini çok iyi bilir. Bu nedenle özellikle de 'başına birşey gelirse ne kadar çaresiz durumda kalacağı' yalanını çok daha iyi vurgular. Bunun sonucunda da, kendince oyun yaparak elde ettiğini sandığı, 'en gelişmiş özelliklere sahip, en yeni model bir telefona' kavuşmuş olur. Elbette ki Müslümanlar münafığın burada oynadığı oyunu çok iyi görürler. Ancak onlar da Allah rızasına en uygun şekilde düşünerek ve münafığın oyunlarını dikkatle izlemeye devam ederek ona istediği bu imkanı verirler.
Münafığın oyunu burada bitmez tabi ki. Ardından da elindeki telefonun tüm imkanlarıyla 'küfürle çok daha hızlı, çok daha sağlam bağlantılar kurabilmek' için hareket geçer. Müslümanların imkanlarıyla elde ettiği bu telefondan, küfre Müslümanlardan topladığı 'istihbarat bilgilerini' aktarmaya başlar. Yine bu telefonda yaptığı konuşmalar ile Müslümanlara karşı küfürle işbirliği yapar ve şeytani planlar kurar.
Münafık Müslümanların zenginliğini ve geniş imkanlarını gördükçe, bu şeytani oyunlarına sürekli olarak devam eder. Her zaman kendi çıkarı söz konusu olmasa da, bazen de sadece 'küfre yaranmak ve onlara destek sağlamak için' Müslümanların imkanlarını ele geçirmek ister. Örneğin Müslümanların İslam'ı anlatmak, Kuran ahlakını tebliğ etmek için yaptıkları 'imani, kültürel ya da bilimsel araştırmalar', bu yönde kullanacakları 'bilgi arşivleri' münafığın dikkatini çeker. Eğer böyle geniş bir arşivi küfürdeki yandaşlarına ulaştıracak olursa, onların gözüne girebilecek, onlardan "Aferin" sözünü duyabilecek ve ileride o da onlardan bir çıkar talep edebilecektir. İşte bu bakış açısıyla münafık, kendisinin hiç işine yaramayacak da olsa, Müslümanlardan bu bilgileri gizlice alıp kendisine aktarmanın bir yolunu arar. "İslam'a faydalı bir çalışma yapacağını ve bu bilgilere ihtiyacı olduğunu" söyler ya da "Arşivin çok karışık olduğunu kendisinin düzenleme yapmada çok tecrübeli olduğu" gibi kendince makul görülecek bir bahane bulur. Sonra da ulaştığı her türlü faydalı dokümanı şeytani dostlarına ulaştırır.
İşte bu birkaç küçük örnekle tanımlanan, münafığın Müslümanlar arasında yürüttüğü sinsi mücadele, münafık küfürde aradığı imkanları bulana kadar devam eder. O güne kadar Müslümanlar arasında oynadığı bu şeytani oyunlar ise, o istemese de Müslümanları sürekli olarak daha da güçlendirir. Münafığın sinsi ve şeytani yönlerini gördükçe Müslümanlar çok daha dikkatlerini açar, daha çok birbirlerine kenetlenir ve çok daha sağlam adımlarla ilerlerler. İçlerinde bir münafığın var olma ihtimali, onları çok daha akıllı hareket etmeye yöneltir. Bunun sonucunda da Allah'ın izniyle, güç ve kuvvetleri, işlerindeki bereketleri sürekli olarak daha da artar.
Allah Kuran'da, münafıkların tuzaklarını nasıl bozabilecekleri konusunda Müslümanlara çok önemli bir sır vermiş ve bu sinsi insanların "sözlerine uyulmamasını" bildirmiştir:
Ey Peygamber, Allah'tan sakın, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Sana Rabbinden vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Ahzab Suresi, 1-2)
Tüm varlıklar gibi, münafıkları da, onlara yol gösteren liderleri şeytanı da yaratan Allah'tır. Bu samimiyetsiz insanların ruhlarındaki alçaklığı, şeytanlığı ve ahlaksızlıkları da en iyi bilen yine Rabbimiz'dir. İşte Allah Kuran'ın birçok ayetiyle Müslümanlara münafık karakterini tanıtmış ve iman aklı ile, onları 'Müslümanlara zarar veremeyecek hale getirmenin yolunu' göstermiştir.
Münafığın Müslümanlar üzerinde oynamaya çalıştığı en önemli oyunlardan biri, 'verdiği gerçek dışı bilgilerle onları yanlış yönlendirmek ve tuzağa düşürmek' tir. Küfrü dost edinen münafık, onlara sürekli en hayati ve en doğru istihbaratı aktarıp onları güçlendirmeye çalışırken, Müslümanlara da kasıtlı olarak yanlış bilgiler vererek onları 'başarısızlığa uğratmak' ister. Böylece, sırtını dayadığı ve güçlü olduğunu sandığı derin yapılanmaları, şeytani güç odaklarını, dost ve yandaşları olan diğer münafıkları koruma altına almayı amaçlar. Çünkü Müslümanlar doğru bilgi ile hareket ettiklerinde, münafıkların şeytani sistemlerinin temelden çökeceğini ve küfrün tüm dünyaya hakim kılmak istediği dinsizliğin yenilgiye uğrayacağını bilir. Bu da münafığın en istemediği şeydir. Amacı zaten Müslümanları içten içe zayıflatmak, başarısızlığa uğratmak ve hatta yok etmektir. Böylece kendisi de özlem duyduğu inkarcı hayatı hiçbir vicdan azabı hissetmeden rahatlıkla yaşayabileceğini zanneder.
İşte münafık, yalnız başına kaldığında ya da inkarcı dostlarıyla gizli bağlantıya geçtiğinde, ince ince, olayları istediği şekle doğru yönlendirebilmenin planlarını kurar. 'Hangi konulara değinir, hangi konuları gündeme getirirse, asıl anlatmak istediği mantıkları dile getirebilme imkanı yakalayabilir', önce bunun hesaplarını yapar. Ardından yavaş yavaş buna zemin hazırlamaya başlar. Gün içinde karşılaştığı Müslümanlara teker teker o konuyla ilgili ince telkinler vermeye başlar. Sanki başka bir konudan bahsediyormuşçasına, konuyu bir yere getirir ve o noktada da aslında onun için asıl ehemmiyetli olan kısmı iyice vurgular. Sonrasında bir başkasına gidip, ona da sanki muhabbet sırasında, -konu istemsiz olarak oraya gelmişçesine- yine istediği bir başka mantığı o kişilerin zihnine yerleştirmeye çalışır. Yeteri kadar kamuoyu oluşturduğuna inanana kadar bu sinsi çalışmasına devam eder.
Bu aşama tamamlandığında ise, asıl oyununu oynayacağı kısma geçer. Zayıf aklıyla, bu konuda kendinden yana ciddi bir kamuoyu oluşturduğunu ve artık sohbet ortamında ilgili konudan söz açtığında, bu kişilerin kendisinden yana destek vereceklerini sanır. Oysaki Müslümanlar münafığın cılız aklının yanında, onun şeytani yönlerini çok iyi analiz edebilecek kadar yüksek bir akla sahiptirler. Dolayısıyla da münafığın 'bir oyun üzerinde olduğunu, planlarına zemin hazırladığını' çok açık bir şekilde fark etmiş ve hatta tedbirlerini da çoktan almışlardır. Ancak münafık bu durumdan bihaber olarak, planını uygulamaya devam eder.
Örneğin Müslümanlar bir yerde hayırlı ve etkili bir faaliyet yapacaklarsa ve bu münafığın işine gelmiyorsa, münafık bu fikri çalışmayı engellemek ister. Çünkü Müslümanların orada etkili bir tebliğ yapmaları, o bölgede dinsizliğin etkisini kaybetmesine neden olacaktır. Oysaki orada münafığın yandaşları, inkarcı dostları, işbirliği yaptığı inkarcı derin yapılanmaların mensupları vardır. Ve o, onların güçlü kalmasını istiyordur. Dolayısıyla uzun bir süre boyunca, sohbet aralarında o şehir ya da ülkenin sanki ekonomisini, siyasi durumunu, insanlarını araştırmış, okumuş ve bu konuda bilgi veriyormuş gibi, ara ara Müslümanlara bazı konuşmalar yapar. Ancak bu konuşmalarının aralarında mutlaka o bölgede halkın ne kadar dindar olduklarını, nüfusun büyük bir yüzdesinin Allah'a inandığı, namaz kıldığı, bölgede camilerin dolup taştığı gibi bilgiler de anlatır. Oysaki bölgedeki halk dindar değildir. Dahası konuyla ilgili sıradan bir araştırma yapıldığında bile, internetten çıkacak ilk sayfalardan dahi bu gerçeği öğrenmek mümkündür. Ancak münafığın aklı, sözlerindeki yalanların bu kadar kolaylıkla fark edileceğini tahmin edemeyecek kadar kapalıdır. Müslümanların, onun bu sinsi oyununu bu kadar kolay görebileceklerini düşünemez. Ve kendince Müslümanlara "Burada kitap çalışmaları yapmanıza, konferanslar vermenize hiç gerek yok. Çünkü burası zaten çok dindar bir bölge. Siz en iyisi falanca şehirde konferanslar verin. Asıl oradaki insanlar İslam konusunda çok bilgisizler" gibi akıllar verir. Ve bu tavsiyesinde de çok ısrarcı ve takipçi olur.
Münafık buna benzer daha çeşit çeşit oyunlar oynar. İslam'a, Müslümanlara fayda verecek her ne varsa, o konuda sözde bilgi veriyormuş gibi konuşmalar yapıp 'Müslümanları ters yönde yönlendirmek ister'. Ya da ikinci bir yöntem olarak da, 'faydalı olan tek bir noktaya odaklanmalarını engellemek için onları birkaç farklı noktaya daha çekerek dikkatlerini dağıtmak, tek bir yerde oluşacak güçlü etkiyi kırmak için çalışır'. Münafığın kendince Müslümanların gücünü kırmak için dikkati iki, üç, hatta dört-beş farklı yöne dağıtmaya çalışması önemli sinsiliklerinden biridir. Sanki İslam’a hizmet ediyormuş imajı oluşturarak, “İlk önce bu konu üzerinde duralım”, “Ben gerekli tüm hazırlıkları yaparım” diyerek Müslümanları ana hedeften uzaklaştırmaya çalışır. Kimi zaman da “Bu gelişmelerin asıl sebebi şu”, “Bu sorunlar şundan kaynaklanıyor” diyerek Müslümanların dikkatini ilgisiz konulara yöneltmeye çabalar.
İşte bu noktada Müslümanlar münafık zihniyetli insanların sözlerine asla uymazlar. Allah'ın ayette bildirdiği, "münafıklara itaat etme" şeklindeki emriyle düşünerek, münafığın mutlaka bir şeytanlık peşinde olduğunu bilir ve dikkatli davranırlar. O birşey diyorsa, mutlaka bir hainlik yaptığının ve inananları mutlaka tam tersi bir yöne yönlendirmeye çalıştığının bilincinde olarak, anlattıklarını her zaman şüpheyle dinlerler. Nitekim araştırdıklarında da, 'münafığın verdiği bilgilerin, hep küfrün lehine, Müslümanların ise aleyhine olacak bir tuzaktan ibaret olduğunu' görürler.
"Şeytanın feneri ulaşacağın yerdeki karanlığı aydınlatır" (Mason Dergisi, s. 29, sf. 23) sözü de, şeytanın ilhamıyla hareket eden münafıkların tuzaklarını çok açık bir şekilde tanımlamaktadır. Doğru olan, o fener ne tarafı aydınlatıyorsa oraya gitmemek; fenerin aydınlatmadığı tarafa yönelmektir. Münafığın tuzaklarını bozacak olan yöntem budur.
Münafık birşey diyorsa, Müslüman onun sözünün tam tersini yaptığında demek ki şeytanın da münafığın da çok canı yanacaktır. Fikir sistemleri çökecek, oyunları bozulacaktır. Münafık Müslümanın ne kadar akıllı olduğunu göremediği için, kurduğu tuzaklarla Müslümanlara münafığın fikir sistemini çökertecek ipuçlarını da verdiğini fark edemez. Müslüman, münafığın kendisini yönlendirmek istediklerinin tam tersini yaptığında, münafığın en istemediği, dolayısıyla da şeytani sistemine en etkili fikri darbeyi vurur. Ve böylece, münafık kendi oynadığı oyun ile, Müslümanların başarısına bizzat kendisi vesile olmuş olur.
ADNAN OKTAR: "Mesela sen İngiliz Derin Devleti dedin değil mi? "Münafık Mısır Derin Devleti; asıl tehlike İslam aleminde" diyor. "Onu da mı acaba beraber değerlendirsek?" diyor. Mesela bu çok münafıkane bir oyundur. İngiliz Derin Devleti ve Mısır Derin Devleti dediğinde, o zaman zaten kuvvet bölünmüş oluyor. İşte ilmen asıl mücadele edilecek noktadan dikkati dağıtır münafık. Münafık, 'siyah diyorsa beyazdır, beyaz diyorsa siyahtır', münafığa karşı çok dikkatli olmak lazım. Çok oyuncu ve alçaktır." (A9 TV, 6 Şubat 2016)
ADNAN OKTAR: "Münafık kasten beceriksizlik yapar. Mesela konuşamıyor gibi yapar, yazamıyor gibi yapar, düzeltemiyor gibi yapar ve bunların hepsini Müslümanlara yaptırmak ister ama diğer yandan Müslümanların da faaliyet yapmasını istemez. Onları da durdurmaya çalışır. Yaygarasıyla, şamatasıyla onları masrafa yöneltmeye çalışır, onları kör amaçlara yöneltmeye çalışır, hedef şaşırtmaları yapar. Mesela İngiliz Derin Devleti'ne yöneliyorsan, o seni Alman Derin Devleti'ne yöneltmeye kalkar, Rus Derin Devleti'ne yöneltmeye kalkar ki, İngiliz Derin Devleti'nin üstünden dikkat gitsin. Mesela Rumilik bir tehlikeyken, o yeni yeni başka sapkın akımlardan bahseder ki, dikkat oraya gitsin. Oraya karşı yüklenmeni ve fikri mücadele yapmanı durdurmaya çalışır kendi kafasınca." (A9 TV, 4 Şubat 2016)