Peygamberler, elçiler ve Müslüman önderler, her zaman için münafıkların hep ilk hedefi olmuşlardır. Bu nedenle de münafıklar sinsi oyunlarını en çok bu insanlara yöneltmiş; Allah yolunda en etkili mücadeleyi yapan bu mübarek şahıslar hakkında her türlü yalan ve iftirayı üretmeye çalışmışlardır.
Peygamberlere yönelik 'rahatlıkla iftira atabilmek ve yalan söyleyebilmek için' ise, 'onlarla hep yalnız görüşmek ve etraflarında hiç şahit olmadan onlarla konuşmak' istemişlerdir. Bunun nedeni, Peygamber (sav)'in yanından ayrıldıktan sonra, 'onun söylemediği şeyleri, onun adına yalan olarak etrafa yaymak ve kendilerince Peygamber (sav)'i sözde güç duruma düşürebilmek' tir. Yanlarında bir şahit olması durumunda ise, münafıkların yaptıkları ahlaksızlıkları ve söyledikleri yalanları bir başkası da görüp duyacak ve bu şekilde münafıkların müminlere iftira atma ihtimalleri ortadan kalkacaktır.
İşte bu durumu bilen münafıklar da, sırf bu nedenle 'Müslümanların hep yalnız anlarını kollarlar'. Hatta bulundukları ortam kalabalık bile olsa, münafıklar 'ahlaksızlık yapabilmek için Müslümanların oradan gitmelerini ve kendilerini Peygamber (sav) ile yalnız bırakmalarını' talep ederler. Amaçları, serbestçe çirkeflik ve haysiyetsizlik yapabilmek için kendilerine ortam hazırlamaktır.
Nitekim Peygamber Efendimiz (sav)'in döneminde de münafıklar bu amaçla Peygamberimiz (sav)'le sık sık yalnız görüşme talebinde bulunmuşlardır. Ancak Peygamberimiz (sav) onların bu sinsi niyetlerini ve haysiyetsiz kişiliklerini bildiği için, etrafında hep salih ve samimi Müslümanlar varken münafıklarla konuşmuştur.
Yüce Rabbimiz de münafıkların bu oyununa karşı bir ayet indirmiş ve "Ey iman edenler, Peygambere gizli birşey arz edeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin..." (Mücadele Suresi, 12) şeklinde buyurmuştur.
Kuşkusuz ki Allah'ın, Peygamber (sav)'in yanına gelip gizli bir konuşma yapmak isteyen kimseler için, 'sadaka vermelerini' şart koşmuş olmasında pek çok hikmet vardır. Zira münafığın en korktuğu şeylerden biri de 'parasını vermek' tir. Çünkü münafık sinsilikle çıkar elde eden insandır. Bunun tam aksine, para vererek bir menfaat kaybına uğradığında kendini halk arasında ifade edildiği şekliyle 'enayi' gibi görür. Peygamber (sav)'in yanına ahlaksızlık yapmak için gelip, üstüne bir de para verecek olması, münafığı çok kızdırır ve çok ağırına gider. Dolayısıyla da sırf para vermemek için, aslında adeta yaşama amacı olan pislik ve şeytanlığını yapmamayı kabul eder. Nitekim sırf bu nedenle, bu ayetin inmesinden sonra münafıklar sadaka vermemek için Peygamberimiz (sav)'le yalnız konuşma taleplerinden vazgeçmişlerdir.
Elbette ki, özellikle bir Peygamberin ya da herhangi başka Müslümanın sözü, tek bir şahit olarak bile, diğer bir mümin için her zaman güvenilirdir. Ama yine de fitne çıkmasının önlenmesi için, 'Allah'ın Kuran'da müminlerin münafıklarla konuşulurken tedbir almalarına yönelik hükmü' çok hikmetlidir. Bu şekilde münafıkların iftira atma oyunlarının da önüne geçilmiş olur. Çünkü münafık bir konuda iftira atsa da, o ortamda bulunan diğer müminler çoğunluk konumunda olacak ve onun iftiraları kendiliğinden geçerliliğini kaybedecektir.
Münafık çok oyuncudur, tiyatrocu gibidir. Her türlü karaktersizliği yapabilir ve her türlü yalanı söyleyebilir. Bu yalanlarını sonuna kadar devam ettirebilmek için de her türlü çirkefliği yapmaktan hiç çekinmez. Her türlü pis eylemi yapar, ağlar, bağırır, laf dokundurur, lafı evirip çevirir. Çünkü bu münafığın adeta mesleğidir.
Münafık, tüm bu yalanlarının ortaya çıkarılıp oyunlarının bozulmasından da etkilenmez. Aklı olmadığı, beyni ve ruhu ise tamamen kirlenip şeytanlaştığı, şuuru da kapandığı için, ahlaksızlığına yine devam eder.
Müslümanlar münafığın yalanını teşhis edip, "Yalan söyledin" deseler, münafık yeni bir yalanla hemen bir oyuna daha başlar. Hemen yalan söylemediğine dair 'Allah adına yemin eder'. Allah Tevbe Suresi'nde münafıkların 'yalan yere yemin etmeyi alışkanlık haline getirdiklerine' dikkat çekmiş ve Müslümanları münafıkların bu şeytani oyununa karşı uyarmıştır:
Zarar vermek, inkarı (pekiştirmek), müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: "Biz iyilikten başka bir şey istemedik" diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir. (Tevbe Suresi, 107)
Allah adına, yalan yere yemin edilmesinin Allah Katındaki sorumluluğu kendisine hatırlatılsa, münafık bu sefer de, "Bana inanmıyorsunuz, iftira atıyorsunuz" diye ağlamaya başlar. Sanki bundan çok bizar olmuş ve zulme uğramış bir görünüme bürünür. Özellikle de Müslümanlar bir münafıkla yalnız konuşuyorlarsa, hiç olmadık çok daha kapsamlı yalanlar üretmeye ve bunları diğer müminler arasında da yaygınlaştırmaya devam eder.
Münafığın belirgin diğer bir özelliği ise 'hafızasının çok güçlü olması'dır. Ama hafızasında güzellikleri, iyilikleri, kendisine yapılan fedakarlıkları değil, sürekli hayali kötülükleri, çirkinlikleri, hayal ürünü gaddarlıkları arşivler. Nefsiyle çatışan herhangi bir olayla karşılaştığında, hemen beynindeki bu kirli arşivden iftira atabilmek için kullanabileceği detayları seçer. Ve sonra da şizofren zihninde oluşturduğu hayal ürünü malzemeleri ortaya dökerek iftira atar. Hatta 'yalanlarını tarih de vererek kendince delillendirmeye ve gerçek gibi göstermeye çalışır'. Örneğin "Sen bana şu tarihte şu mekanda konuşurken şöyle söylemiştin" der. Müslüman 'öyle bir konuşma olmadığını' iddia etse de, arsızca ve hayasızca Müslümanların hafızasıyla kendince dalga geçer, yalanında diretir. Ve bu şekilde de Peygambere ya da diğer Müslümanlara konuşmada üstün geldiğine ve onları sindirdiğine inanır. (Peygamberleri ve Müslümanları tenzih ederiz.)
Allah Kuran'ın pek çok ayetinde münafıkların bu 'iftiracı, yalan yere yemin eden, yaygaracı, kuşkucu, korku dolu, paranoyak karakterini' deşifre etmiştir. Bu ayetler Müslümanların ilk başta kendilerini eğitmeleri ve münafık ahlakına benzer bir tavır içine girmekten sakınmaları, sonra da münafıkların pisliklerini teşhis edip onların şerrinden korunmaları için büyük nimettir.
Münafığın en belirgin özelliğinden biri, 'Müslümanların kalbine şüphe ve vesvese vermeye çalışması'dır. Hiç akıllarında olmayan birşeyi akıllarına düşürmek ve onları hiçbir dayanağı olmayan boş kuruntulara kaptırmak ister. Kısa bir konuşma içerisinde bile, karşısındaki kişiye mutlaka olumsuz telkinlerde bulunur ve onu şeytanın bu tuzağına düşürebilmek için uğraşır. Amacı Müslümanların neşesini, huzurunu kaçırmak, sağlıklarını bozmak, manevi olarak onlara zarar verebilmektir. Allah münafıkların bu şeytani ve sinsi yönünü Kuran'da şöyle belirtmiştir:
Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar). (Nas Suresi, 4-5)
Allah bu ayet ile, münafığın bu eylemleri 'sinsice' yaptığına dikkat çekmiştir. Gerçekten de münafık, bir Müslümanın kalbine şüphe düşürmek için sinsi bir çaba gösterir ve önce bu yönde ince bir plan yapar. Başkalarına hissettirmeden gizlice ona yaklaşır ve son derece normal bir konuşma yapıyormuş izlenimi vererek, cümlelerin arasına sinsice gizlediği olumsuz telkinlerine başlar. Örneğin bir Müslümana iltifat ediyormuş gibi yapar, ama aslında kendince karşısındaki kişinin bir eksikliğini vurgulayarak kendince onun moralini bozmak, onu aşağılamak, küçük düşürmek ve mahcup etmek istiyordur. Örneğin boyunun uzun olmasının ne kadar güzel bir özellik olduğunu söylüyormuş gibi yaparken, aslında yaptığı bir benzetmeyle bunun ne kadar garip ve anormal durduğunu ima etmeye çalışır. Böylece o kişiye şüphe vererek endişelendirmek istiyordur. Sinsice araya kattığı birkaç kelime, birkaç benzetme ya da yüzüne verdiği müstehzi anlam ile, istediği şüpheyi karşısındaki kişinin kalbine kolaylıkla verebileceğini sanır.
Münafık aynı taktiğini Müslümanlara, 'Allah, Kuran, Peygamberler ve Müslümanlar hakkında şüphe verebilmek' için de kullanır. İslam'a uygun bir üslubun arasına kattığı 'münafıkane mantıklarla, küfri örneklerle, Müslümanlara vesvese vermek ve imanlarını zayıflatmak ister'. Allah'ın adaletinden, kaderden, Allah'ın gelecekte Müslümanlara vadettiği müjdelerden, ahiretin gerçekliğinden, Kuran'da bildirilen haram ve helallerden, hükümlerden ve Müslümanların tavırlarından hep şüphe duymalarını ister. Ama tüm bunları asla açıkça sorgulayarak ya da açıkça olumsuz yorumlarda bulunarak yapmaz. Bozuk mantıklarını ve küfri inançlarını, şeytani zekasıyla, sinsi yöntemler kullanarak ince ince insanların beyinlerine işlemeye çalışır.
Ancak münafık, Müslümanların Allah'a olan imanlarının, sevgilerinin, güven ve bağlılıklarının ne kadar güçlü olduğunun farkında değildir. Allah'a, Kuran'a ve hükümlerine, kadere, ahirete, Allah'ın sonsuz güzel ahlakına kayıtsız şartsız bir tevekkülle iman ettiklerini anlayamamıştır. Dolayısıyla, Müslümanların bu sağlam kişiliklerinin münafıkane birkaç üslupla sarsılmayacağını da göremez. Münafığın tüm bu sinsi taktikleri, ince ince fitne fücur için çaba harcaması, kalplere vesvese ve şüphe verecek konuşmalar yapması, Müslümanların, bu kişinin hasta ruhlu, şeytanın kontrolüne girmiş, imanı zayıf ve münafık karakterli bir insan olduğunu anlamalarına vesile olur. Onun bu sinsi yönünü ve şeytani karakterini görmüş olmak, Müslümanlar için bir rahmettir.
Münafığın bir başka özelliği de 'Müslümanların kalbine korku düşürmeye çalışması' dır. Münafıklar, 'iman edenleri rahatsız etmek ve kendilerince onları tedirginliğe sürüklemek için', sürekli olarak küfürden sözde 'felaket haberleri' getirirler. Küfrün oluşturduğu kalabalık ve ellerinde bulundurdukları güç ile ' Müslümanları korkutmak, huzursuz etmek, morallerini bozmak ve yıldırmak isterler'. Müslümanlara, inkarcıların kendilerinden daha güçlü olduğu telkininde bulunur; çok yakın gelecekte Müslümanların aleyhinde kötü gelişmeler yaşanacağını iddia ederler. Küfrün Müslümanlar aleyhindeki girişimlerini, "Eyvah!", "Bittik!", "Mahvolduk!" gibi korku dolu, tevekkülsüz ve şeytani üsluplarla gündem yapıp Müslümanları tedirgin etmeye çalışırlar. Ve tüm bunları, sanki kendileri de iman sahibi bir Müslümanmış gibi bir üslupla konuşarak; ama aynı zamanda da konuşmalarının içine, bu şeytani unsurları sinsice gizleyerek yaparlar.
Ne var ki Müslümanlar münafıkların şeytani telkinlerinden hiçbir şekilde etkilenmezler. Kadere iman ettikleri ve kaderin yaratıcısı olan Rabbimiz'e bütün kalpleriyle teslim oldukları için Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmazlar. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle açıklamaktadır:
Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)
Çevresindeki insanlara sükse ve gösteriş yapabilmek münafık için çok önemli bir konudur. Çünkü münafık sadece bu dünya için yaşar. Ve kendisi gibi dünyaya bağlanmış insanlar arasında 'sükse ve gösteriş yapmak', 'çok değerli görülen' ve 'insanlara saygı duymada en etkili kabul edilen' yöntemlerdir. Dolayısıyla küfre kendini beğendirme kaygısıyla yaşayan münafığın da, mutlaka uygulaması gerektiğine inandığı bir tavırdır. Allah Kuran'da, 'insanlara gösteriş yapmanın' münafıkların önemli bir özelliği olduğunu şöyle haber vermiştir:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi, 142)
Bir başka ayette ise Allah, "Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti. Sonra çalım satarak yakınlarına gitmişti." (Kıyamet Suresi, 33) sözleriyle, 'sükseyi imanda, Allah sevgisinde değil de, küfrün önem verdiği değerlerde arayan' bu gibi insanların ahlakına dikkat çekmiştir.
Münafığın ahirete inancı ya çok zayıftır ya da hiç inanmıyordur. Dolayısıyla da onun için yaşayacağına inandığı ve önem verdiği tek bir hayat vardır, o da 'dünya hayatı' dır. Kendisi gibi, sadece dünya hayatının var olduğuna inanan inkarcı insanlar, nasıl bu hayata şehvetle sarılmışlarsa, işte münafık da aynı 'tutku ve şehvetle hayata sarılmıştır'. Ve dünya hayatına dair her konuda kendine yol gösterici olarak da, küfürdeki, kendisiyle aynı görüşte olan insanları alır.
Müslümanlar dünya hayatındaki nimetleri Allah'ın kendilerine olan bir lütfu olarak görür ve şükrederler. Allah'ın helal kıldığı her nimet, Müslümanlara sevinç verir. Bu nimetlerle dünyayı cennet gibi güzel bir ortama çevirmek ve dünya şartlarında olabilecek en güzel hayatı yaşamak için çaba harcarlar. Ancak 'Müslümanların farkı, bunu hiçbir zaman hayatın asıl amacı haline getirmemeleri, hırs edinmemeleri ve bu nimetleri kendilerine veren Rabbimiz'e şükretmeyi unutmamaları' dır. Nimetler, güzellikler olduğunda ne kadar güzel bir ahlak gösteriyorlarsa, bunların yokluğunda, sıkıntı ve zorluklar olduğunda da aynı şükredici ahlakı göstermeleridir. Ayrıca nimet sahibi olmak ya da olmamak onlar için bir üstünlük ya da eksiklik ölçüsü değildir. Allah Katında asıl üstünlük iman, takva ve güzel ahlakladır. Bu gerçeği bilen Müslümanlar da ne tavırlarıyla ne de dilleriyle sahip olduklarından ya da olmadıklarından dolayı farklı bir tavır içerisine girerler.
Küfürdeki insanlar ve münafıklar ise, dünya hayatının nimetlerini elde edebilmeyi hayatlarının ana amacı olarak görüp bunlardan en fazlasıyla yararlanabilmeyi hırs edinirler. Amaçlarına ulaşıp bu imkanları elde ettiklerinde ise, bunu başkalarına üstünlük taslamak, öne geçmek, onları ezip kendilerini yüceltebilmek için önemli bir fırsat olarak değerlendirirler.
Gerçekten de kendileriyle aynı küfri bakış açısına sahip olan insanlar arasında bu tavırları açık bir şekilde kabul görür. Aralarında 'sessiz, şeytani bir dil' vardır. Aynı imkanlara sahip olmayan insanlar, onların sahip oldukları maddi manevi gücü gördüklerinde büyük bir 'ezikliğe kapılırlar'. Daha fazlasına sahip olanlar ise onları 'küçük görürler'. Aynı şartlarda olanlar ise sürekli bir 'rekabet' içerisinde birbirlerine karşı üstünlük elde etmeye çalışırlar.
İşte akılları küfürde kalmış olan münafıklar, bu bozuk ve cahili ahlaklarını Müslümanlar arasında da sürdürmeye çalışırlar. Bu cahili ölçülerin Müslümanları hiçbir şekilde etkilemeyeceğini akledemezler. Bu yüzden de küfürdeki insanları çok etkileyecek konuşma ve tavırlarıyla, Müslümanlar arasında kendilerini yüceltip üstün konuma getirebileceklerini sanırlar. Oysaki Müslümanlar üzerinde umduklarının tam tersine bir etki oluşur. Çünkü Müslümanlar bu tarz küfri ölçülerden değil, bir insanın takvasından, samimi imanından, derin aklından, güzel ahlakından, dürüst sevgisinden etkilenir ve bir kişiye ancak bunlardan dolayı saygı duyarlar. Küfri değerlere önem veren, bunlarla sükse yapmaya çalışan birini gördüklerinde de, tam tersine bu kişinin değerli bir insan olmadığı kanaatine varırlar.
Ancak bu gerçekleri düşünmeyen münafık, mümkün olan her fırsatta, kendini yücelteceğini düşündüğü şeyleri gündeme getirerek çevresindeki Müslümanlara sükse yapmaya çalışır. Yemek yenen bir ortamdalarsa, 'yabancı bir ülkede, çok bilinen bir kafede nasıl özel bir yemek yediğini' anlatır. Giyim kuşamdan bahsediliyorsa, 'hangi ünlü modacıyı yakından tanıdığını ve özel koleksiyonlarını ne kadar detaylı olarak bildiğini' dile getirir. Televizyonda yabancı bir şehrin görüntüsünü seyrederken, 'kendisinin o ülkedeyken neler yaptığını' anlatmaya başlar. Bunlar gibi konusu açılan hemen her konuda, 'kimsenin gitmediği yerlere gidip, kimsenin yemediği yemekleri yediğini, kimsenin yaşamadığı kadar lüks bir hayat yaşayıp, kimsenin tanışamadığı insanlarla dostluğu olduğunu' vurgular. Bunlardan bahsederken mümkün olduğunca 'süslü, yabancı ve entel kelimeleri', 'yabancı dildeki aksanlarıyla' kullanmaya dikkat eder.
Ancak tüm bunları anlatırken münafığın dikkat çeken çok önemli bir yönü daha vardır: Münafık 'yüzünde hiçbir kızarma olmadan, hiç utanıp sıkılmadan çok rahat yalan söyleyebilir ve çok akıcı hikayeler yazabilir'. Çoğunlukla anlattığı hikayelerin hiçbir gerçekliği yoktur. Bazen de alakasız bir konuyu, tam zıttı bambaşka bir şeyle değiştirerek anlatır. Örneğin 'tüm dünyayı gezdiğini; Amerika'da, İngiltere'de, Fransa'da çok lüks bir hayat yaşadığını, hangi lokantada hangi yemekleri yediğini, nerelerde gezdiğini' anlatıp hava atmaya çalışır. Oysa aslında, gittiği her yerde aşağılanmış, günlerini en zor şartlarda kendine para, yiyecek ve kalacak yer bulmaya çalışarak geçirmiştir. Ama işte şeytani yeteneği sayesinde, tüm bunları hayali detaylar ve ahmakça yalanlarla değiştirerek, sanki hava atıp gösteriş yapabileceği sükseli olaylarmış gibi anlatır.
Münafığın bu sükse ve gösteriş merakı, oldukça keskin bir akla sahip olan Müslümanların elbette ki dikkatini çeker. Müslüman olmasıyla, Allah korkusuyla, güzel ahlakıyla, imanıyla değil de, küfrün önem verdiği ama aslında üstünlük açısından hiçbir önemi olmayan detaylarla sükse kazanmaya çalışması, münafığın küfre olan yatkınlığını ve hayranlığını açıkça ortaya koyar. Bunun sonucunda da Müslümanlar, aralarında yaşayan ama küfrü unutamamış bu insanlardaki ahlak ve tavır bozukluklarını görmüş olurlar.
Münafık Müslümanlarla birlikte yaşamasına rağmen, içten içe küfre karşı derin bir hayranlık duyar. Bu yüzden de onların hayatında var olan her şeye karşı içinde büyük bir özlem vardır. Küfür arasında 'her ne moda olursa, ne tür bir akım çıkarsa', münafık da hemen bunlara özenir. Onlar nerelere gidiyor, nerelerde geziyorsa, evlerini nasıl dekore ediyor, kimlerle görüşüyor, hangi yabancı şahıslarla bağlantı kuruyor, hangi kitapları alıyor, hangi televizyon programları, hangi yabancı dizileri izliyorlarsa, hangi şarkıları dinliyor, hangi züppe üslubu kullanıyor, ne tür kıyafetler giyiyorlar, hangi yemekleri yiyorlarsa, hangi gazeteleri okuyor, hangi internet siteleriyle ilgileniyorlarsa, münafık da bunları tek tek takip edip öğrenip, aynısını uygulamaya çalışır.
Instagram, Facebook, Twitter ve bunlar gibi en bilinen ve en çok kullanılan sosyal paylaşım sitelerinde bu insanlar ne tür paylaşımlar yapıyorlarsa, o da aynısını taklit eder. Örneğin 'selfie' modası çıkmışsa, o da onların verdiği pozlara bakıp aynı şekilde fotoğraf çekip yükler. Onlar 'ünlü bir lokantada yedikleri yemek tabağını' paylaşıyorlarsa, münafık da hemen buna özenip aynı mekana gidip orada olduğunu gösteren 'bir poz fotoğraf çekip' hemen sayfasına ekler. Onlar sözgelimi 'kızartılmış keçi dili' sipariş ediyorlarsa, münafık onlardan da üstün görünebilmek için "Ben de Japon usulü keçi dili yedim" der. Amacı ise elbette ki lezzetli olduğu için o yemeği yemek değildir, sadece o insanların dikkatini çekebilmek ve onlar gibi görünebilmek ister.
Elbette ki insanlar 'hayatlarını istedikleri gibi yönlendirme konusunda özgürdürler'. Arzuladıkları her yere gidebilme, her türlü yemeği yiyebilme, her türlü fotoğrafı çektirebilme ve bunlar gibi hayatlarına dair çeşitli anıları ve detayları insanlarla paylaşabilme hakkına da sahiptirler. Ancak münafığın tüm bu tavırlarıyla yapmak istediği, küfürdeki insanlarınkinden çok farklıdır.
Münafık için önemli olan 'neyin güzel ya da neyin doğru olduğu' değildir. Bir şeyi sadece 'çoğunluğun uygulaması' ve bunun 'küfürde sükseli olarak kabul edilmesi' onun için yeterlidir. Bunun dışında kendi aklını, vicdanını, zevk, sanat ve estetik anlayışını kullanarak bir değerlendirme yapmaz. Dolayısıyla hayata dair tercihleri ya da sosyal medyadaki bu tür paylaşımları kendi gerçek beğenilerini, zevklerini ve fikirlerini yansıtmaz. O bunları sadece 'herkes öyle yaptığı için uygular'. Amacı 'küfürde gözüne girmek istediği insanların dikkatlerini çekebilmek 'tir. Küfürdeki insanların dinledikleri bir müzik, seçtikleri bir kıyafet ya da evlerini dekore etmede kullandıkları bir mobilya gerçekten güzel olabilir. Ama münafık onları taklit ederken, o müziği gerçekten hoşlandığı için dinlemez. Ya da onların kullandığı bir mobilyanın aynısını samimi olarak beğendiği için satın almaz. Bunları sadece, küfürde 'sükseli' olarak kabul edilen bu insanların gözünde 'itibarlı biri olabilmek için' tercih eder. Nitekim aynı yanlış bakış açısı nedeniyle, çoğu zaman da son derece zevksiz, anlamsız, iç karartıcı, kasvetli hatta ürkütücü bir müziği ya da bir eşyayı da, sırf küfürde hayranlık duyduğu insanlar hoş bulduğu için, o da hiç düşünmeden tercih eder.
Bu amaçla, özendiği insanların her davranışını ve her seçimini ince ince gözlemler. Örneğin bu kişiler 'hangi yazarları, siyasetçileri ve önde gelen fikir insanlarını önemli ve saygın buluyorlarsa', münafık bu kişilerin internet sayfalarından hemen bu isimleri tespit eder. Ardından da tek tek her birini 'internetteki sosyal medya hesapları üzerinden takip etmeye' başlar. Aslında bu kişilerin ne fikirleriyle, ne kimlikleriyle ne de yapıp ettikleriyle ilgilenir. Sadece özendiği insanlara benzeyebilmek için, onların önemli bulduğu insanları, o da önemli buluyor gibi görünmek ister. Böylece küfürden başka insanlar da onun internetteki sosyal paylaşım sayfalarına baktıklarında, "Şu politikacıları, şu yazarları takip ettiğine göre, demek ki bu kişi oldukça donanımlı, bilgili, kültürlü, modern, aydın görüşlü, vizyon sahibi biri" diyecekler ve o da verdiği bu imajla kendince bir 'etiket' kazanmış olacaktır.
Zaten münafığın vazgeçemediği bir özelliği de, hayatını bu 'etiketler' ve 'desinler' mantığı üzerine kurmuş olmasıdır. Onun için insanların 'ne dediği' hayatındaki en mühim konulardan biridir. Hiç tanımadığı, önemsemediği, değer vermediği insanların bile kendisi hakkında ne dediği onun için çok önemlidir. Hayatı boyunca bir kere bile yüzünü görmeyeceği, adını bile duymayacağı insanlar, onun internet sayfalarına girdiğinde, 'Acaba nasıl bir izlenim edinirler?'; münafık bunu bile ince ince düşünür. Kendisini asla dindar ve takva bir Müslüman gibi tanıtmak istemez. Aksine sayfasına bakan herkesin 'küfre kapı açtığını, onlara sempatiyle baktığını, Kuran hükümlerine titiz olmadığını, Müslümanlar ile aynı fikir ve idealleri paylaşmadığını, İslam ahlakının yayılmasıyla ilgilenmediğini' anlayabileceği gibi bir imaj vermeye çalışır. 'Boş konularla ilgilendiğini, küfre hayranlık duyduğunu ve hatta açıkça onlardan biri gibi olduğunu' hissettirmeye çabalar. Küfre olan hayranlığını bu kadar açık bir şekilde ifade ederek, aynı zamanda da küfre gizliden bir mesaj vermek ister.
Münafık sosyal medyadaki paylaşımlarında olduğu gibi, bulunduğu ortamlardaki sohbetlerinde de inkarcı dostlarında görüp özendiği her bir detayı tek tek gündeme getirmeye çalışır. "Ben şu şu kitapları okurum, şuralarda gezerim, şu insanlarla samimiyim, yurt dışında şu insanlarla görüşürüm, şu dergileri okurum, şu yemekleri yerim" gibi söylemleriyle de, küfre karşı duyduğu özentiyi dile getirip insanların dikkatlerini çekmek ister. Gerçekte ise çoğu zaman anlattıklarının neredeyse hiçbiri doğru değildir. Ne bahsettiği o yemek kültüründen anlar, ne tanıdığını söylediği o insanlardan, ne de onların savunduğu fikirlerden haberdardır. Belki de tek tek saydığı o ülkelerin, şehirlerin, lokantaların, sokakların hiçbirini hayatı boyunca tek bir kez bile görmüş değildir. Bunları sadece küfre çok özendiği ve onlardan biri gibi görünmeye çalıştığı için dile getirir.
Bu özenti ruhu, münafığın aynı zamanda nasıl bir 'aşağılık kompleksi ve eziklik' içerisinde olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır. İnsanlar arasında değer kazanabilmek için, mutlaka onlara yaranması ve kendini onlara beğendirmesi gerektiği inancındadır. Oysaki, küfrün takdiri yerine Allah'ın rızasını önemli görmüş olsa, Allah onu hem dünyada hem ahirette değerli kılar ve tüm insanlara da sevdirirdi. Ancak münafık seçimini küfürden yana yapmıştır, bu nedenle dünyada da, ahirette de sonu hep aşağılanma olacaktır.
Bazen de münafık, yine küfrün dikkatini çekebilmek ve onların gözünde iyi bir yere gelebilmek için, onların önem verdiğini bildiği yabancı ülkelere gidip gezer. Böylece ileride kendince, hemen her fırsatta "Ben şu yabancı ülkelere gittim, şuralarda gezdim, şu insanlarla tanıştım, şu önemli görevlere geldim" gibi sözlerle sükse yapabilecektir. Allah Kuran'ın "... Öyleyse onların şehirlerde dönüp dolaşması seni aldatmasın." (Mümin Suresi, 4) ayetiyle, münafıkların bu özenti ruhu nedeniyle, gösteriş ve hava atmak için şehir şehir gezmelerine işaret etmiş ve "seni aldatmasın" sözleriyle de, bunun 'özenilecek bir durum olmadığını' hatırlatmıştır.
Bir başka ayette ise Allah, "İnkar edenlerin ülke ülke dönüp-dolaşmaları seni aldatmasın." (Al-i İmran Suresi, 196) sözleriyle yine münafıkların 'dünyayı gezip dolaşma' çabalarının, onlara bir kazanç sağlamadığına dikkat çekmiştir. Ancak münafık bunu kendi adına çok büyük bir kar zanneder. Kendisi küfrün bu tür imkanlarına büyük bir hayranlık ve imrenme hissiyle yaklaştığı için, Müslümanların da, 'dünyanın pek çok yerini gezip dolaşmış olmasından dolayı onu çok büyük göreceklerini ve ona gıpta edeceklerini' sanır.
Bu nedenle münafık küfre yaranmak için yaşadığı bu özenti ruhunu, Müslümanlar arasında da 'üstünlük taslamak' için kullanır. "Ben New York'a gittim, şu ünlü sokaktaki şu meşhur kafeye şu özel yiyecekten yedim. Sen de gidip gördün mü bunları?" gibi konuşmalar yapar. Bu şekilde kendince Müslümanları beğenmediğini vurgular ve kendisini de yücelttiğini sanır. Oysaki bir yerleri gezip görmüş olmak bir üstünlük konusu değildir. Müslüman da dünyanın dört bir yanına gidip gezebilir, küfürden biri de. Zaten her insanı gezdiren yalnızca Allah'tır. Üstünlük ancak kişinin Allah'a olan sevgisiyle, imanıyla ve Kuran ahlakını titizlikle uygulamasıyla olabilir. Ama ölçüleri Kuran'a göre değil, küfri değerlere dayalı olan münafık bu gerçekten gafil haldedir.
Ayrıca elbette ki dünyanın güzel yerlerini gezmek hoş bir nimettir. Bir Müslüman da güzel olan her şeyi sever ve beğenir, imkan olduğunda dünyadaki nimetlerden istifade etmek ister. Ancak Müslümanlar, 'vakitlerini kendi eğlencelerine mi; yoksa dünyadaki zulmün ve sıkıntıların sona ermesine mi ayırmaları' konusunda bir seçim yapmaları gerekse, elbette ki asla sadece kendi keyifleri için, boş gezmeye vakit ayırmayı tercih etmezler. Mutlaka vicdanlarını kullanıp muhtaç insanlara yardım etmekten yana tavır alırlar. İşte münafık da bunu bildiğinden, kendince, 'Müslümanların vakit ayıramadığı birşeyi kendisinin yapabildiğini' vurgulayarak, Müslümanlar arasındaki zayıf imanlı kişileri olumsuz etkileyip yanlarına çekebilmeyi amaçlar. Diğer yandan da, o zayıf aklıyla Müslümanlara "Siz gezemiyorsunuz, ama bakın ben dünyanın dört bir yanını geziyorum" diyerek onlara sükse yapabileceğini sanır. Sırf bunun için gidip dünyanın bir ucundaki bir yerde bir 'hatıra fotoğrafı' çektirip gelir ki, bununla kendince hem Müslümanlara hem de küfürdeki yandaşlarına hava atıp itibar kazanabilsin. Ama hiçbir zaman için gezmeye ayırdığı vakti, Allah'ı anlatmaya, Kuran okumaya, güzel ahlakı tebliğ etmeye ayırmaz.
Eski devirlerde de bu münafık ahlakı tüm detaylarıyla benzer şekilde ortaya çıkıyordu. Münafıklar yine, 'ülke ülke, şehir şehir dolaşmalarıyla' hem küfre, hem yandaşlarına hem de Müslümanlara sükse yapmaya çalışıyorlardı. "Ben Fizan'a kadar gittim, oraları çok iyi bilirim, hep gezip gördüğüm yerler" gibi sözler sarf ederek kendilerince itibar kazanmaya çalışıyorlardı. Hatta kimileri bu durumlarıyla övünebilmek için hatıralarını anlatan kitaplar bile yazıyorlardı.
İslam'a hizmete, acı ve sıkıntı çeken insanları zulümden kurtaracak çalışmalar yapmaya, Kuran ahlakını insanlara öğretmeye vakit ayırmamayı kendilerince 'uyanıklık' olarak gören münafıklar, gezip tozmalarıyla övünür ve buna sevinirler. Müslümanları, kendi ifadeleriyle 'enayi' gibi, kendilerini ise 'çok akıllı' görürler (Müslümanları tenzih ederiz). Oysaki Müslümanların ne kadar karda, münafığın ise ne kadar büyük bir zararda olduğunu Allah ona kısa bir süre sonra gösterecektir. Münafık ne kadar gayret ederse etsin, elde etmeye çalıştığı küfri itibarı ve süksesi eninde sonunda mutlaka yerle bir olacaktır. Allah Kuran'da bunun onlar için sadece 'az bir yararlanma' olduğunu ve sonunda karşılaşacakları yerin mutlaka 'cehennem' olduğunu bildirmiştir:
(Bu) Az bir yarar(lanma)dır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o! (Al-i İmran Suresi, 197)
"Cenab-ı Allah "Onların şehirlerde dönüp dolaşması seni aldatmasın" diyor.
Münafıklar onunla sükse yaparlar.
İşte "Şuraya gittim,
New York'ta kabak yedim",
"Portekiz'de salatalık yedim".
Ne fark eder, yani annenin evinde de onu yiyorsun, orada da aynısını yiyorsun. Kendileri öyle şeylere önem verdikleri için, insanların da çok önem vereceğini zannederler. Halbuki mümin Allah'a olan yakınlığı ile övünür, imanıyla, İslam'la Kuran'la övünür. Onlar da öyle boş işlerle sükse yapmaya kalkıyorlar." (A9 TV, 10 Şubat 2016)
Münafıklar da, tüm yaratılmışlar gibi Allah'ın kontrolünde olan aciz varlıklardır. Allah dilese, 'münafık' diye bir varlık yaratmaz ve Müslümanlar içerisinde böyle bir fitne unsuru da olmazdı. Ama sonsuz aklın sahibi olan Allah, pek çok hayır ve hikmetle münafıkları yaratmış ve onlara 'şeytani bir zeka' vermiştir. Münafıkların bu şeytani zekaları, 'Müslümanların Kurani aklı' karşısında her zaman için yenilmeye mahkumdur. Bu münafık zekası, onlara ancak küçük ve sinsi oyunlar oynamada ya da küfre kendilerini beğendirecek vasıflar kazanmada yardımcı olur. İşte münafığın sahip olduğu bu zekayı kullandığı alanlardan biri de 'küfrün gözüne girebileceği şekilde kendisini yetiştirmesi' dir.
Herkesin çok iyi bildiği gibi, cahiliye kültüründeki insanların en çok önem verdikleri, bir insanın 'tahsili, kariyeri, makamı, genel kültürü, bilgisi, modernliği, konuştuğu yabancı diller, okuduğu kitaplar, bilgi sahibi olduğu fikir akımları, gezdiği gördüğü yerler' gibi konulardır. İşte küfre kendisini beğendirebilme arzusu içindeki münafık da, bu kriterlerin hiçbirini gözden kaçırmamaya çalışır. Müslümanlar arasında elde ettiği imkanlarla, kendisini bu yönlerde olabildiğince yetiştirmeye ve 'küfrün ideal insan modeline' uygun hale getirmeye çalışır. Bu yüzden de 'genel kültürünü' artırmaya büyük özen gösterir.
İnkar edenler arasında işine yarayacağını ve onlar arasında kendisine itibar kazandıracağını düşündüğü her türlü bilgiyi, genel kültürü öğrenmeye çalışır. Hayatı boyunca belki de hiçbir zaman işine yaramayacak bilgilerle dolu kitapları ardı ardınca okur. Müslümanların imkanlarından da istifade ederek, hem internet üzerinden hem televizyondan hem de kitaplardan sürekli olarak bilgisini artırmaya çalışır.
Elbette ki bir insanın genel kültürünü artırması, hemen her konuda bilgi sahibi olması güzel birşeydir. Müslümanlar da genel kültürleriyle dikkat çeken insanlardır. Ama onlar öğrendikleri tüm bilgi ve birikimi insanlığın hayrı için; iyi, güzel ve doğru olan bilgilerin gün yüzüne çıkması için kullanırlar. Münafık ise tüm bunları hiçbir yerde kullanmak için değil, sadece 'küfre hava atabilmek, kendince iyi bir puan alabilmek' için öğrenir. Zaten öğrendikleri de genelde "Sümerlerde keçiler ne yerdi?", "Afrika antilopları hangi otu sever?", "Kızılderililer hangi çayı içerdi?" gibi hiçbir işine yaramayacak, ama sadece bilgisiyle züppelik ve sükse yapmak için kullanacağı detaylardır. "Gelin size Brezilya'daki koyun sayısını anlatayım" der. Amacı kendisini dinleyen insanları şaşırtmak ve kendisini için "Ne ilim varmış bunda!" dedirtebilmektir. Gerçekten de bunları duyduklarında, küfürden onu dinleyen insanların bir anda nefesleri kesilir.
Müslümanlar hayatlarının her anını insanlık için faydalı birşey yapmaya ayırırken, bir yandan genel kültürlerini de artırırlar. Ama münafık gün içinde tek bir faydalı eylem yapmayıp boş boş oturur. Ne insanlığın kurtuluşu, ne İslam ahlakının dünyaya yayılması, ne dünyadaki zulmün durdurulması onu ilgilendirmez. O tüm gününü kapsayan boş vakitlerini, küfrü kendine hayran bırakabilmek için kitaplar okumaya ve bilgi edinmeye ayırır. Bütün genel kültür kitaplarını su gibi bilir. Ama Kuran ayetlerinde anlatılanları hayatına geçirip, bu ahlakı başkalarına da tebliğ etmekle ilgilenmez.
Dahası münafık bir parça birşey öğrendiğinde, birkaç kitap okuduğunda tüm benliği 'enaniyetle' kaplanır; kendisini herkesten üstün görmeye başlar. Hatta kendini bir nevi 'alim ya da müceddit' sanacak hale gelir.
Oysaki bir insan ne kadar bilgi yüklenirse yüklensin, ruhunda ve kalbinde boşluk varsa, edindiği bilgileri kullanabilecek bir akla sahip değilse, bu çabası ona hiçbir fayda getirmeyecektir. İnsanı değerli kılan, kalbindeki güzellikler, ruhundaki değerlerdir. İnsan edindiği tüm bilgiyi beynine yükler, ama kalbinde 'marifet ilmi' olmadıktan sonra, bunun bir değeri olmaz.
Nitekim münafık tüm genel kültür kitapları gibi, Kuran ayetlerini de ezbere bilebilir. Tarihte 'Kuran'ı, Tevrat'ı ve İncil'i ezberlemiş' birçok 'alim ya da bilgin görünen münafık' da vardı. Dillerinde bilgi vardı ama kalplerinde 'marifet ilmi' yoktu. 'Mârifetullah ilmi'; kitap satırlarında yazılı olmayan, ancak Allah'a yakın olan insanların kalplerinin derinliklerinde gizli bulanan bir ilimdir. Bilgiyi gerçek anlamda kavrayıp kullanabilecek olanlar da, ancak bu ilme vakıf olan Müslümanlardır.
Allah Kuran'da, 'bilgi yüklendikleri halde kalpleri bomboş olan' münafıkları 'kitap yüklü eşeklere' benzetmiştir:
Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez. (Cuma Suresi, 5)
Peygamberimiz (sav) de "Ümmetimdeki münafıkların çoğunu okuyanlar teşkil eder." (Râmûz El-Ehâdis, No: 1104) hadisiyle, münafıkların çoğunun bilgili ve kültürlü kimseler olduklarını haber vermiştir. Tarih boyunca yaşamış olan her münafık belki yüzlerce kitap okumuş, yüzlerce konu öğrenmiştir. Ama bu bilgi, onlara hayırdan yana hiçbir fayda sağlamamıştır. Kalplerinde iman olmadığı için, sahip oldukları bilgi onları sadece 'kitap yüklü eşekler' konumuna getirmiş, imansızlıklarıyla dünyada da ahirette de kendilerini felakete sürüklemişlerdir.
Hz. Ömer (ra) da bir sözünde münafıkların bu özelliğini şöyle dile getirmiştir:
Hz. Ömer (ra): "Bu ümmet hakkında en çok korktuğum, ilim sahibi olan münafıktır." buyurarak en büyük endişesini dile getirir. "Bilgili münafık nasıl olur?" sorusuna, "Dilleri ile alim, kalp ve amelleri ile cahil olmakla!" şeklinde cevap verir. [Ravi: Hz. Ömer (ra) (Ramuz El Ehadis, Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, s. 113)]
ADNAN OKTAR: ""Peygamberimiz (sav) diyor ki; "Onlar çok bilgili olurlar". Bilgili insanlar arasından mümin muttaki de çıkar ama genellikle "bütün münafıklarda ortak özellik hep bilgilidirler" diyor. Ama ayette diyor ya Allah "… koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir…" (Cuma Suresi, 5) diyor. Boş bilgiler. Münafık Kuran bilgisi öğrenmek istemez. Kuran'dan nefret eder. İmani konulardan nefret eder. Hiç öğrenmek istemez. Ama boş bilgi oldu mu, onunla sükse yapmak ister. Kendine 'âlim denmesini' ister. Şeytan da âlimdir. Mesela şeytanın korkunç bir genel kültürü vardır. Münafıklar da bayağı kültürlü olurlar. Ama onu şeytanlık için, ahlaksızlık için, sükse için, büyüklük için, enaniyet için kullanırlar
Mesela Ebu Cehil, bunlar hep o devrin bilgili adamları. Kuran'da Müddessir Suresi' nde anlatılıyor. Kuran'ı adama incelemesi için veriyorlar. Münafık adam. "Müslümanım" diye geliyor, ama münafık. Ama çok kültürlü ve müthiş bir hesap zekası da var. Kuran'a bakıyor, 19'u anlıyor Kuran'da. 19 sistemini anlıyor. Anladığı halde, mucize olduğunu bildiği halde "Hayır, bu insan yapımı bir kitap" diyor." (A9 TV, 30 Ocak 2016)
Münafık günün hemen her saatinde gösterdiği 'kötü, nezaketsiz, düşüncesiz ve negatif ahlakıyla' dikkat çeker. Ciddi bir menfaati söz konusu olmadığı takdirde, herhangi bir konuda nezih bir tavır içerisinde olduğuna rastlamak zordur. Bu bozuk ahlakını konuşmalarına yansıtarak, Müslümanlara rahatsızlık vermek ve huzursuzluk çıkarmak ister.
Münafık şeytandan aldığı ilhamla, zekasını oldukça iyi kullanabilen bir varlıktır. Neyin nezaketsizlik, neyin patavatsızlık, neyin münasebetsizlik olduğunu çok iyi anlayabilecek bir kavrayışa sahiptir. Ama amacı zaten güzel bir tavır göstermek olmadığı için, bu konuda kendini sınırlamaz ve özen göstermez. Ağzına geldiği gibi, canının istediği gibi, olur olmaz yerde konuşmayı kendince 'özgürlük' sayar. Sadece kendini önemli ve değerli gördüğü; ve tavırlarının çevresindeki insanları nasıl etkilediğini önemsemediği için, konuşmalarına çekidüzen vermez. Zaten aklını da çok beğendiği ve kendisinde herhangi bir kusur da görmediği için, 'çok nüktedan olduğuna' ve 'çok mükemmel konuştuğuna' inanır.
Oysaki gün boyu yaptığı hemen her konuşma 'münasebetsiz, patavatsız ve nezaketsiz'dir. Birşeyi pozitif yönden dile getirerek anlatmak yerine, genellikle bunu en negatif yönüyle, en iğneleyici kelimeleri seçerek dile getirir. Bir sohbet ortamında herkesten çok ve sürekli olarak kendisi konuşmak ister. Konuşmalarında hikmet olmadığı ve çoğunlukla çok gereksiz konularla çevresindekilerin vaktini aldığı halde, herkesin saygıyla ve titizlikle kendisini dinlemesini ister.
O ise, başkaları konuştuğu zaman 'dinleme adabını bilmez'. Düzenli olarak 'karşısındaki insanın sözünü keser' ve 'lafını tamamlamasına imkan vermeden aynı konuyu alıp kendisi anlatmaya başlar'. Hemen her konuşmasında birilerine 'laf dokundurup', bir konuda iğneleme yapıp birşeyler ima etmeye çalışır. Kendisinden başka, güzel konuşabilen insan olduğuna ise inanmaz. Bu yüzden de 'her kim konuşursa, mutlaka o kişinin lafını düzeltip, onun yanlış bildiğini ya da bir kelimeyi yanlış telaffuz ettiğini vurgulamak ister'. Her şeyin 'en doğrusunu bilen' ve 'yanlışları fark eden' kişi ise, ona göre yalnızca 'kendisi' dir.
Oysaki, münafığın tüm bu kendini ön plana çıkarma ve büyütme çabaları nafiledir. Müslümanlar, güzel ahlak göstermeyen bir insana asla saygı ya da hayranlık duymazlar. İstediği kadar bilgili olduğu ya da güzel konuştuğu imajını vermeye çalışsın, Müslümanlar bundan etkilenmezler. Aksine, bu kişinin iman edenlere karşı özellikle özensiz, kaba ve pervasız bir tavır içerisinde olduğunu görerek, Müslümanlardan farklı bir insan olduğunu anlar ve ona göre dikkatli davranırlar.
Münafığın kendini yüceltmek ve kendince Müslümanlardan daha üstün olduğunu vurgulamak için kesintisiz olarak uyguladığı eylemlerden biri de 'ukalalık ve bilmişlik yapmak' tır. Kendisini küfre beğendirebilmek için sürekli olarak bilgisini ve kültürünü artıran münafık, bu birikimini Müslümanlar arasında da bir sükse ve büyüklük unsuru olarak kullanmak ister. Oysaki Müslümanlar için 'kimin daha bilgili olduğu değil; kimin daha dindar, kimin Allah'ı daha çok seven ve Kuran ahlakını daha titiz uygulayan olduğu' önemlidir. Fakat büyüklük hırsı içindeki münafığın şuuru bu gerçeğe karşı kapalıdır. Müslümanlar arasında da, kendince onlara 'ne kadar çok bilgiçlik taslarsa ve ne kadar çok bilgice onların üstüne çıkarsa, kendini o kadar üstün konuma getirebileceğini' sanır.
Münafık bu ahlak bozukluğunu, özellikle de Peygamberlere, elçilere ya da Müslümanların manevi liderliğini üstlenmiş olan insanlara karşı uygular. Çünkü bu kimseler 'Müslümanların değer verdikleri, manevi bir önder olarak gördükleri, akıllarına, imanlarına, vicdanlarına en çok güvendikleri' insanlardır. İşte münafık da, bu kimseleri kendince Müslümanlara 'güçsüz ve bilgisiz göstermeye çalışarak', onların bu kişilere olan saygı, güven ve bağlılıklarını kırmak ister. Oysaki Allah Peygamberlerini, elçilerini ve veli kullarını bilgi ve hikmet yönünden güçlendirmiş; onlara Kendi Katından 'özel bir akıl ve anlayış' vermiştir. Dolayısıyla da münafık ne kadar çabalarsa çabalasın, Allah'ın elçileri aleyhinde yürüttüğü faaliyetlerinde başarılı olması asla mümkün değildir. Ama münafık Allah'ın bu adetullahından gafil haldedir. Bu nedenle de elinden geldiğince aleyhteki bu çabalarını sürdürür.
Münafık genellikle Müslümanlardan uzak durmayı ve yalnız kalmayı tercih eder. Onların sohbet ve dostluk ortamlarına ise hiçbir zaman katılmak istemez. Ama bir yandan da, bir şekilde 'bilgisini onlara gösterip, onlara karşı büyüklük taslamak, onlardan üstün olduğunu vurgulamak' ister. Bu amaçla yanlarına gittiğinde de mutlaka hemen her cümlesinde bir 'ukalalık ve bilmişlik' yapar ve onlara 'bilgiçlik taslamaya' çalışır.
Dikkat çekici olan ise, bildikleri konuların neredeyse tamamının son derece gereksiz detaylardan oluşmasıdır. Sadece bunları bildiği için insanlardan daha üstün konuma geleceğini sanması ise, işte münafığın 'ne kadar akılsız olduğunu' açıkça ortaya koyar.
Müslüman tüm ahlakı, tavırları ve konuşmalarıyla 'insanların içini açan, nezih, kaliteli ve pozitif' bir insandır. Münafık ise bunun tam aksine, her hali ve her tavrıyla çevresine 'negatif enerji yayan' bir varlıktır. Gün içinde yaptığı hemen her konuşmasında münafığın bu negatif ruh halini görmek mümkündür.
Zira insanın ruh halinin en net yansımaları konuşmalarında ve üslubunda ortaya çıkar. Güzel bir ruhtan güzel sözler akar. Karanlık ve hastalıklı bir ruhtan ise hastalıklı bir üslup çıkar. Münafığın konuşmaları da işte onun ruh halindeki anormalliğin alarmını verir. Çünkü münafık mutsuz ve huzursuzdur. İkiyüzlü, sahte, hain bir kişiliğe sahip olmanın ezikliğini ve acısını hayat boyu içinde taşır. Bu durum konuşmalarında buram buram kendini hissettirir. Hiçbir zaman Allah'ın yarattığı güzellikleri görüp onlardan zevk alamaz. Gördüğü her şey ona sıkıntı verir. Hiçbir şey onu mutlu etmeye yetmez. Sürekli şikayetçi bir üslup kullanır, homurdanır, hoşnutsuzluğunu dile getirir.
Münafığın tüm bu şikayetlerinin ortak noktası ise, bunların her birinde söylediği sözlerle 'Müslümanları suçlaması, onları zor durumda bırakmaya çalışması' dır. Amacı, onların sözde 'kötü niyetli, adaletsiz, vicdansız, düşüncesiz, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ya da eksiği fark edemeyen kimseler; kendisinin ise 'vicdanlı, adil, doğruyu yanlışı, her türlü aksaklığı, eksikliği fark edebilen, dikkati açık ve akıllı biri olduğu' imajını verebilmektir. Bu sinsi amacı doğrultusunda, bin bir türlü yalan dolan, iftira ile Müslümanlara yönelik suçlayıcı ve şikayetçi konuşmalar yapar.
Örneğin bir kıyafet görse onda mutlaka bir eksiklik bulur. Kendisi için özel gidilip alınmış bir pantolonu "Kumaşı istediğim gibi değil, daha kaliteli olsun" deyip geri yollatır. "Bu gömleğin rengi bir ton daha koyu olmalı" deyip başka gömlekler arattırır. Kendisine hediye edilen bir elbiseyi, "Bu benim zevkime tam uygun değil" diyerek geri çevirir. Bir sofraya otursa, sofrada onun için hazırlanan nimetleri görmek yerine mutlaka olmayanlara dem vurur. Masada pek çok yemek çeşidi olsa, orda olmayan birşey bulup, "Bu niye yok?" der. Mükemmel dekore edilmiş bir odaya girip, oradaki yüzlerce güzelliği övmek yerine, kimsenin dikkatini çekmeyecek bir eksikliği bulup onu dile getirir. Dilinde, sözünde hep eksiklik, olumsuzluk vardır. Her insanın, her mekanın, her eşyanın eksik ve kusurlu yönlerini görüp onunla ilgili söylenmek münafığın adeta hayat şeklidir. Tek derdi, kendi keyfi ve çıkarlarıdır. Kuran'da münafığın bu sürekli olumsuz konuşan, şikayet eden, elindeki hiçbir şeyi beğenmeyip kınayan üslubu şöyle haber verilmiştir:
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan). (Kalem Suresi, 10- 11)
Bir başka ayette ise Allah münafığın bu hiçbir şeyle mutlu olmayan, şükretmeyen, nimetleri takdir edemeyen, elindekinin kıymetini bilmeyen ve şikayetçi tavrına şöyle dikkat çekmiştir:
Siz (ise şöyle) demiştiniz: "Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın." (O zaman Musa:) "Hayırlı olanı, şu değersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır" demişti. Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi. (Yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi. (Bakara Suresi, 61)
Hz. Musa (as) döneminde de, onunla birlikte olan bazı insanlar Allah'ın verdiği güzel nimetlere şükretmek ve onda bir hayır görmek yerine, acur, sarımsak, mercimek, soğan isteyip bu tip yiyeceklerin yokluğundan şikayet etmişlerdir. Oysaki bu insanlar bundan önce, Firavun'un zulmü altında eziyet görerek çok sıkıntılı bir hayat yaşıyorlardı. Ve Hz. Musa (as) da onları bu zulümden kurtarmıştı. Onlar ise bu duruma şükretmek yerine, eski zulüm gördükleri ortama hala özlem duyuyor ve hallerinden şikayet ediyorlardı. Ellerinde olana şükredip, bunda hayır görmek yerine, tamah eden, memnun olmayan, nankör bir ahlak gösteriyorlardı.
Allah Müddessir Suresi'nde, bu şekilde sahip olduklarıyla mutlu olmayıp, sürekli şikayet eden kimselerin durumunu şöyle anlatmıştır:
Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, 'alabildiğine geniş kapsamlı bir mal'(servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). (Müddessir Suresi, 11-15)
Ancak kuşkusuz ki münafık bu ahlak bozukluğunu amaçsız yere uygulamaz. Münafığın ağzından sürekli pis ve kirli konuşmalar akmasının bir diğer nedeni de, 'Müslümanlara olan öfkesi' dir. Bu öfke münafığın ruhunda hayat boyu dinmez. Nefreti, konuşmalarına bir olumsuzluk hezeyanı olarak yansır. İstese de Müslümanların içinde bulunduğu ortamları, onların sahip olduğu eşyaları veya onların güzelliklerini, nurlarını içinden gelerek övemez. Çünkü Müslümanları övmek, onların sahip oldukları güzelliklere iltifat etmek münafığa çok acı verir. Bir Müslümana sadece "Çok güzelsin" demek bile münafığın adeta canından can alır. Her ne kadar Müslümanlara şirin görünmek ve yaranabilmek için zaman zaman böyle cümleler kullanmak zorunda kalsa da, bunu sadece mecburiyetten ve büyük sıkıntı duyarak yapar.