İncil'deki bir sözde münafıklar, 'dıştan güzel görünen, içi ölü, pislikle dolu badanalı mezarlara' benzetilmiştir:
"Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru görünürsünüz, ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz." (Matta, 23:27-28)
Dışarıdan bakıldığında münafık gerçekten güzel ve gösterişli görünebilir. Saçlarını en bakımlı, en modern, en dikkat çekici hale getirir. Bayan ise en gösterişli makyajı yapıp, erkek ise spor salonlarında vücut çalışıp, en kaliteli markaların kıyafetlerini giyip, kendilerince en havalı konuşmaları yapıp kendilerini çevrelerindeki insanlara beğendirmeye çalışabilirler. Ve belki bu, insanları Kurani ölçülerle değerlendirmeyen kimseler için, gerçekten de dikkat çekici bir özellik olabilir. Ama İncil' de belirtildiği gibi, 'dıştan şaşalı görünen bu insanların içleri ölüdür'. Kalpleri, kemikleri ölüdür. Dıştan gösterişli bir badana yapılmış gibi süslenmiş ama içleri pislik ile dolu bir mezar gibidirler. Dıştan insanlara iyi ve doğru gibi görünürler ama içlerinde ikiyüzlülük ve kötülükle doludurlar. Dolayısıyla ilk bakışta zahire önem veren bazı insanların beğenisini kazandıran bu gösterişli beden tümüyle aldatıcıdır. Allah münafığı 'dıştan gösterişli duran ama içi kof olan bir kütüğe' benzetmiştir (Münafikun Suresi, 4). Münafık özenle süslediği, itinayla koruduğu bedeniyle göz boyayarak, içindeki kofluğu, şeytanlığı, kötülüğü ve sinsiliği gizleyebileceğini sanır. Ama sonsuz adalet sahibi olan Allah buna izin vermez. Münafık Allah'ın rızasını bırakıp, dünyaya, menfaatlerine, bedenine, rahatına, konforuna önem verdikçe, Allah tüm bunları ona acı ve azaba dönüştürür.
Önceki bölümlerde anlatıldığı gibi, sahip olduğu bedeni, münafığın dünya hayatındaki en kıymetli varlığıdır. Dolayısıyla da ona gelecek, küçücük bir zarar bile münafık için çok önemlidir. Kendince onu ne kadar sağlıklı, dinç, zinde, genç ve güzel tutabilirse, çıkarlarını o kadar iyi koruyabilecektir. Bu nedenle de yaşlanmaktan, hastalanmaktan çok ciddi şekilde korkar. Elbette her insan sağlığını korumak ve dinç kalmak için özen gösterir. Bu, Müslümanlar için aynı zamanda bir ibadettir. Ancak münafığın bedenini koruma tutkusu Allah rızası için ve Allah yolunda en güzel şekilde hizmet etmek amacıyla değil, dünyaya olan delice bağlılığından, aşağılık tutkularından ve şeytani hırslarından kaynaklanmaktadır.
Ciltlerinde küçücük bir bozukluk, saçlarında en ufak bir kusur, yiyeceklerinde en ufak bir eksiklik, uykularında azıcık bir aksaklık olsun istemezler. Sabahtan akşama kadar internetten, kitaplardan 'Ne yer, ne içerlerse, daha uzun ve daha sağlıklı yaşayabilirler?' 'Ne yaparsa cildinin kırışmasını önleyebilirler?' gibi soruların cevaplarını araştırıp öğrenmeye çalışırlar. Tüm insanlarda rastlanabilen, sıradan ve basit bir ağrıları ya da sıkıntıları olsa, hemen en iyi doktorlara gitmek isterler. Sürekli olarak bedenlerini dinler ve en sağlıklı anlarında bile kendilerinde ilgilenilmesi gereken bir sağlık sorunu bulurlar. Sıradan bir detayı müthiş büyütür ve ortalığı velveleye verirler.
Müslüman da sağlıklı olmak için Allah’ın yarattığı tüm imkanlardan en güzel şekilde faydalanır. Ancak dünyanın geçici olduğunu, bedeninin binbir türlü acizlikler içinde olduğunu, her acizliğin ve hastalığın da hayırla yaratıldığını bilir. Sağlıklıyken nasıl şükrediyor ve güzel ahlak gösteriyorsa, hastalandığında da, yaşlandığında da sabreder, şükreder ve Allah’a yönelir. Münafıklar ise tüm yaptıklarını etkili kılacak, sağlık ve sıhhati, güç ve kuvveti verecek olan tek gücün Rabbimiz olduğunu düşünmezler. Bu nedenle de kendilerine ne kadar özen ve titizlik gösterebilirlerse, o kadar sağlıklı, dinç kalacaklarını ve o kadar da uzun yaşayabileceklerini sanırlar.
Tüm bu tavır bozuklukları, münafıkların dünyaya olan bağlılıklarını, imanlarının ve tevekküllerinin zayıflığını, içten pazarlıklı, menfaatperest ve egoist karakterlerini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak elbette ki her konuda olduğu gibi, bu konuda da münafıklar tüm bu söylem ve tavırları, bir planın küçük bir parçası olarak uygularlar. Münafıklar, Müslümanların ne kadar vicdanlı, nezaketli ve ince düşünceli insanlar olduğunu çok iyi bilmektedirler. Hasta, yorgun ya da güçsüz olduklarını söylediklerinde, yardıma ihtiyaçları olduğunu dile getirdiklerinde, Müslümanların vicdani bir sorumluluk olarak buna kayıtsız kalmayacaklarının bilincindedirler. Ya da sıradan bir rahatsızlıklarını, adeta ölümcül bir hastalığın belirtisiymiş gibi gündeme getirdiklerinde, karşılarındaki insanların bunun aksini iddia etmeyeceklerinin şuurundadırlar.
İşte bu durumu kullanarak, 'maddi manevi her açıdan kendilerine en abartılı şekilde baktırmaya' ve bir yandan da bu yolla, 'Müslümanların hem maddi imkanlarını hem de vakitlerini ve enerjilerini tüketmeye' çalışırlar. Ayrıca diğer bir amaçları da, 'Müslümanlar arasında kendilerini mümkün olduğunca yormamak, istedikleri gibi dinlenebilmek ve kendi sinsi faaliyetlerine istedikleri gibi vakit ayırabilmek' tir. Bu doğrultuda çeşitli uyanıklıklarla, yalan ve samimiyetsizliklerle, hiçbir işe karışmayıp her istediklerini yapılmasını ve kendilerine en iyi şekilde bakılmasını sağlamaya çalışırlar. Şikayetlerinin ve bahanelerinin ispatlanamaz mahiyette olmasını kullanarak, sürekli olarak Müslümanlardan maddi manevi birşeyler isterler.
İncil'de yer alan bir bölümde münafıkların bu samimiyetsiz ve şeytani ahlakı şöyle haber verilmiştir:
Bundan sonra İsa halka ve öğrencilerine şöyle seslendi: "... Size söylediklerinin tümünü yapın ve yerine getirin, ama onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının sırtına yüklerler, kendileriyse bu yükleri taşımak için parmaklarını bile oynatmak istemezler. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar..." (Matta, 23:1-5)
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, 'ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının sırtına yüklemek' münafıkların önemli bir özelliğidir. İncil'deki bu münafık tarifi, münafıkların ne kadar alçak ve ahlaksız olduklarını çok açık bir şekilde anlatmaktadır.
Münafıklar 'çok alçak, çıkarcı ve fırsatçı' insanlardır. Yüzlerinde en ufak bir utanma sıkılma alameti dahi oluşmadan, Müslümanlara her türlü işlerini yaptırmaya çalışırlar. Kendileri bu yükleri taşımak için parmaklarını bile oynatmazken, en ağır ve taşınması güç yükleri Müslümanların sırtına yüklemek isterler. Örneğin birşey taşınacaksa, "şunu getirir misin?" derler. Hiçbir mazeretleri olmadığı halde 'sırf kendilerini yormamak, rahatlarını kaçırmamak için', kendi işlerini başkasına yaptırmak isterler. Bu kadarcık küçük bir adiliği, ufacık bir ahlaksızlığı bile kendi sahtekar kafalarınca kar bilirler. "Niye sen getirmiyorsun?" diye sorulursa, o zaman da "İşte bir rahatsızlığım var da ondan" ya da "Ayak bileğim ağrıyor da o yüzden" gibi yalanlar uydururlar.
Oysaki çok açıktır ki aynı kişiye, küfürden önem ve değer verdiği insanlar herhangi bir talepte bulunsalar, ne ayak bileğinin ağrısından bahseder ne de başka bir hastalığından. Hatta onlar kendisinden hiçbir talepte bulunmasalar bile, münafığın karşısına bu insanların gözüne girebileceği herhangi bir fırsat çıksa, sebepsiz yere ve hiçbir karşılık da istemeden, müthiş bir enerjiyle bu insanların her işine koşup yardım eder. Hatta gerektiğinde, kendini en abartılı şekilde de yorar ve bundan dolayı en ufak bir şikayette dahi bulunmaz.
İşte küfre ve Müslümanlara karşı sergilediği bu birbirine tamamen zıt iki ahlak, münafığın küçük bir özetidir. Müslümanlar söz konusu olduğunda bedenen pasifize olup hiçbir gücü, enerjisi olmayan, İslam'a hizmet gerektiğinde bin bir türlü bahaneyle kaçıp geride duran ve Müslümanların maddi manevi imkanlarını kullanarak hayatının sonuna kadar kendine baktırmayı hedefleyen münafık; küfre yaranmak söz konusu olduğunda, bitmek tükenmek bilmeyen şeytani bir güç ve enerji bulur.
Ancak burada 'önemli bir sır' vardır: Münafık kendisinin çok 'uyanık ve tüm bu oyunlarıyla da müthiş kazançta olduğunu' sanır. Oysaki o farkında olmadan bela onu içten dıştan, dünyada ve ahirette hızla sarıyordur. O sahtekarlık, sinsilik, samimiyetsizlik yaptıkça, Allah içten içe onun kalbini, ruhunu, dünyasını karartır. O alçaklık, ahlaksızlık, münafıklık yaptıkça, Allah onun dünyasını dertlerle, belalarla, acılarla, sıkıntılarla doldurur.
Buraya kadar anlatılan, münafığın kendisini ve bedenini çok kıymetli görme felsefesinin diğer bir parçası da, 'münafığın yaşlanmaktan ve ölmekten duyduğu dehşetli korku' dur. Dünya hayatının kalıcı olmadığı; hayatın hızla geçip tükendiği ve insanların hızla yaşlanarak ölüme yaklaştıkları, dünyadaki iman eden ya da etmeyen her insanın çok iyi bildiği bir gerçektir. İnsanlar dünyaya ne kadar sıkı bağlanırlarsa bağlansınlar, çok kısa bir süreç sonrasında herkes dünyayı terk etmek zorundadır.
Bu apaçık gerçek, Müslümanların Allah'a olan sevgilerini, saygı dolu korkularını ve güzel ahlaklarını artırırken; iman etmeyen ya da münafık ruhlu insanların dünyasında 'büyük bir kabus' oluşturur. Ahirete inanmadıkları için, onlara göre ölüm ne olacağını bilemedikleri korku dolu bir belirsizliktir. Ölümden sonra dünyada yaptıklarından hesaba çekileceklerini ve ardından da sonsuz bir hayata devam edeceklerine inanmazlar. İşte bu yüzden de ölüme asla yaklaşmak istemez, ölümü hatırlatan hiçbir konuyla muhatap olmamaya çalışırlar.
Yaşlarının ilerlemesiyle birlikte vücutlarında giderek ortaya çıkmaya başlayan yaşlılık alametleri, onları adeta deliye döndürür. Müthiş bir panikle 'bunlardan kurtulmanın; ve bu yaşlanmayı durdurup, gençleşebilmenin yollarını' ararlar. Sürekli genç kalabilmenin formüllerini araştırır, bildikleri her yolu uygulamaya çalışırlar. Doktor doktor dolaşıp, teknolojinin sunduğu son gelişmeleri takip ederek, sabırla bu yöntemlerin her birini denemeye başlarlar. Müslüman da genç ve dinç kalmaya özen gösterir. Allah’ın bunun için yarattığı her türlü bilimsel ve teknolojik imkanlardan faydalanır. Ancak Müslümanın sağlık ve gençlik istemesindeki amacı Allah’ın rızasını daha çok kazanabilmek ve Allah yolunda hizmet edebilmek için daha güçlü olabilmektir. Münafıklar ise bu nimetleri yalnızca dünyevi hırslarını karşılayabilmek için isterler ve bu konuda adeta bir akıl hastası gibi saplantılıdırlar. Nimetleri verenin de, alacak olanın da yalnızca Rabbimiz olduğunu düşünmedikleri için de sürekli olarak tevekkülsüzlüğün getirdiği bir korku içinde yaşarlar.
Münafıkların bu dehşetli korkuları bir Kuran ayetinde, "İşte kalplerinde hastalık olanları: "Zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün..." (Maide Suresi, 52) sözleriyle anlatılmıştır.
Ayetteki "zamanın felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" ifadesiyle, münafıkların 'başlarına bir bela, hastalık, yaşlılık ya da ölüm gelmesinden duydukları amansız korku' ya işaret edilmiştir. Bahsi geçen 'felaket' kimi zaman 'tedavi edilemeyen bir kanser, kimi zaman bir başka amansız hastalık ya da çaresi olmayan bir başka sıkıntı' olabilir.
Ayetteki 'aleyhimize dönüp bize çarpması' ifadesi de münafıkların bu ruh halini anlamak açısından çok önemlidir. Zira zamanın aleyhlerinde işleyerek dönüp dolaşıp 'başkalarına değil' sadece 'onlara' isabet eden bir felakete dönüşmesi mevzu bahistir. Ve münafık da bundan dolayı büyük bir korku yaşamaktadır.
İşte münafık kurguladığı tüm bu felaket ihtimalleri nedeniyle içinde dehşet dolu duygular yaşar. Hayatı boyunca bir yandan şeytanın ilham ettiği alçaklıkları ve ahlaksızlıkları uygularken, aklının bir diğer yarısı da bu felaketlerden duyduğu korkuyla baş etmeye çalışmak ile meşguldür. Ancak Allah'ın çok açık olan Adetullahı gereği, bir münafığın şeytanla işbirliği yaparken mutlu olabilmesi, korkularını yenebilmesi, huzur bulabilmesi elbette ki mümkün değildir. Yaşadıkları bu korku, Allah'ın münafıklar için dünyada yarattığı manevi cehennemin bir parçasıdır. Ve samimi imana yönelmedikleri sürece de kalpleri asla huzur bulmayacaktır.
Yaşlılık da, ölüm de Allah'ın dünya hayatında yarattığı bir kanunudur. Bugüne kadar hiç kimse hayatının sonuna kadar genç kalamamış, kimse yaşlanmasına engel olamamıştır. Aynı şekilde dünya üzerinde tarih boyunca yaşamış hiçbir insan ölümünü geciktirememiştir. Ölüm, her insana mutlaka bir gün isabet edecek ve münafık da Allah'ın takdir ettiği ecel zamanı geldiğinde, bu gerçeğe karşı koyamayacaktır.
Münafığın hayatı boyunca bu yönde verdiği her mücadele, bu konudaki çaresizliğini ve korkusunu daha da artıracak, ancak onu ne hastalanmaktan ne yaşlanmaktan ne de ölmekten alıkoyamayacaktır.
Münafığın hayatında, Müslümanlarınki gibi değerli ve yüksek idealler yoktur. Yaşama amacı, yalnızca 'kendisi'dir. Sadece hayatta kalabilmenin ve bu hayattan en fazla menfaati elde edebilmenin peşindedir. İyi yaşayabilmesi, iyi yemek yiyebilmesi, iyi uyuyabilmesi, en iyi kıyafetleri giyebilmesi gibi, her konuda en iyi imkanları elde edebilmesi onun için en hayati konudur. 'Dünya hayatında itibar, mal, mülk, para, makam ve mevki sahibi olabilmek, en iyi yerlere gelip kendince hayatın imkanlarından en iyi payı koparabilmek' münafığın yaşam felsefesinin kısa bir özetidir. Ancak elbette ki asıl zihniyeti, tüm bunları elde ederken, her türlü sahtekarlıkla, sinsilikle, uyanıklıklarla bunları hiç emek vermeden, kendi ifadesiyle tamamen 'bedavaya' mal edebilmektir.
İşte bu sahtekarlık üzerine kurulu felsefesini hayata geçirebilmede, Müslüman toplumu, münafık için çok önemli ve hayati imkanlara sahiptir. Çünkü her şeyden önce Müslümanlar vicdanlıdır. Güzel ahlaklı, akıllı, dikkatli, becerikli, yetenekli, çalışkan ve dürüst insanlardır. Bu kadar hayati ve önemli özelliği, münafığın bir başka yerde bir arada bulabilmesi mümkün değildir. Üstelik de tüm bu özelliklerin topluca birleşmesiyle, münafığın hırsla arzuladığı makam, mevki, mal mülk, itibar, çevre edinme gibi imkanlara çok daha hızlı ve kolay bir şekilde ulaşabileceği açıktır. Dolayısıyla münafık Müslümanlarla bir arada olma planlarını bu felsefe üzerine kurar. Yoksa samimi iman etmeyen, Allah'ın rızasını kazanmak için emek vermek istemeyen münafığın, tüm hayatlarını, mallarını canlarını Allah yolunda harcamaya adamış Müslümanlarla olmayı seçmesi söz konusu değildir. Ne zihnini ne de bedenini, kendi çıkarına olmayan, maddi ve somut karşılıklar almayacağını düşündüğü hiçbir şey için yormak istemeyen münafık, hiçbir zaman samimi bir Müslüman gibi çaba harcamayı kabul etmeyecektir.
İşte münafık bu planları doğrultusunda Müslümanlar arasında kendine bir yer edindikten sonra, onların maddi manevi imkanlarından en iyi şekilde yararlanmaya çalışır. Bunun içinse elinden geldiğince 'takva bir Müslüman taklidi' yapmaya çalışır. Kuran'da münafıkların, sahtekarca planları doğrultusunda samimi bir Müslüman gibi görünebilmek için 'gösteriş yaptıkları' şöyle haber verilmiştir:
İşte (şu) namaz kılanların vay haline, Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)
Münafıklar gösteriş için yaptıkları ibadetlerle kendilerini inançlı kimseler gibi göstermeye çalışır ve ardından da bu yolla Müslümanların imkanlarını kullanmaya başlarlar. Ve münafıklar, Müslümanların, "Ben iman ediyorum, Allah'ı, Müslümanları çok seviyorum, İslam'a hizmet etmek istiyorum" diyen bir insanın sözlerine hüsn-ü zanla bakacaklarını ve kendisine asla "Hayır sen Müslüman değilsin, senin sözüne inanmıyoruz" gibi bir söz söylemeyeceklerini çok iyi bilirler. İşte bu gerçeğin farkında oldukları için, Müslümanların bu hüsn-ü zan dolu bakış açılarını çıkarları için en iyi şekilde kullanmaya çalışırlar.
Müslümanların güçlü, zengin olmaları, refah, huzur, bolluk ve nimet içinde yaşamaları ve bunlardan yeteri kadar istifade edemediğini düşünmesi, münafığı çok kızdırır. Müslümanlar zenginleştikçe, onun da bu imkanlardan faydalanabilmek için içinde duyduğu hırs artar. Her fırsatta, çeşitli bahanelerle, yavaş yavaş isteklerini sıralamaya başlar. Hemen her gün, Müslümanların imkanlarını kullanabilmek için yeni bir konu bulur. Bu münafık için adeta 'şeytani bir eğlence konusu' dur. Sabah uyandığı andan itibaren, o gün 'maddi manevi ne gibi taleplerde bulunarak Müslümanlara ne gibi sorunlar çıkarabilirim, maddi imkanlarını nasıl tüketebilirim?' diye düşünür. Bir gün sudan bir sebeple doktora, başka bir gün saçlarının bakıma ihtiyacı olduğu gerekçesiyle kuaföre, bir gün de bazı ihtiyaçları olduğu yalanıyla alışverişe gitmek ister. Elbette ki alışverişe, hastaneye, kuaföre ya da spor salonu gibi yerlere gitmek, birçok insanın günlük hayatının doğal ve olağan aktivitelerindendir. Ancak münafık tüm bunları, gerçekten bir ihtiyaç söz konusu olduğundan değil, alçakça ve sinsice oyunlar oynayarak, kendince Müslümanlara rahatsızlık vermek amacıyla yapar. Kimi zaman sağlığını bahane ederek kendisine hizmet ettirtmek; özel ve zahmetli yemekler yaptırtmak, eşyalarını yıkatıp dolaplarını toplattırmak, oturduğu yere ayağına kadar her istediğini getirtip götürtmek ister. Kimi zaman yaşadığı yerin sağlığını olumsuz etkilediğini söyleyerek, kendisine daha konforlu, daha lüks, daha özel imkanlar sunulmasını talep eder. Tüm bunları yaparken asıl hedefi ise, Müslümanları İslam’a hizmet etmekten alıkoyabilmek, ahlaksızlık yaparak onlara maddi manevi zorluk çıkartabilmektir.
Kimi zaman da, etrafındaki Müslümanlarda çeşitli bahaneler bularak, onların kendisine zarar verdiklerini iddia eder ve Müslümanları rahatsız etmeye çalışır. "Falanca şahsın yürürken çıkardığı ayak sesi migrenimi tetikliyor", "Filanca şahsın parfümü alerjimi artırıyor", "Bir başka kişinin televizyonun sesini açması çalışmamı engelliyor" gibi, aslında hiçbir gerçeklik payı olmayan yalanlarla huzursuzluk çıkarmaya çalışır. Bu bahanelerin ardından, hem ilgili kişilerin faaliyetlerini engelleyerek onlara rahatsızlık vermek, hem de 'bu yolla sözde üzerinde oluşan rahatsızlığın giderilmesini sağlayacak yeni imkanlar elde edebilmeyi' umar. Yalanlarının ve ahlaksızlığının ardı arkası kesilmez. Ertesi gün de 'bir eşyasının kırıldığını, yenisine ihtiyacı olduğunu; sonraki gün sözde hiç kıyafetinin olmadığını; bir başka gün sağlığı için yemesi gereken özel malzemeler alınması, diğer bir gün ise makyaj malzemelerinin yenilenmesi gerektiğini' söyler.
Bunların hepsi, tam istediği şekilde, en kalitelisiyle, en özenli şekilde kendisine sunulduğunda ise, münafık yine 'çirkin ve nankör bir ahlak' sergiler. Mutlaka her bir detayda ciddi şekilde sorun çıkarır. Ya alınanları beğenmez ya yanlış alındığını iddia eder ya da kendi ısmarladığının tıpatıp aynısı kendisine alınmış olsa bile, 'ondan istemediğini aslında başka birşey istemiş olduğunu' iddia eder.
Gösterdiği bu samimiyetsiz, şükretmesini, mutlu olmasını bilmeyen, münasebetsiz ve nankör ahlaka rağmen, Müslümanlar tüm istediklerini tekrar tekrar yerine getirseler de, münafıkta yine de bir ferahlama ve durulma olmaz. Müslümanların özel emek vererek, vakit ayırarak, Allah rızası için yorularak ona ulaştırdıkları nimetlerin kıymetini hiç bilmez. Dahası özensiz bir şekilde kullandığı tüm bu nimetleri, birkaç gün ya da birkaç hafta sonra ya 'ihtiyacı olmadığını' söyleyerek bir kenara atar ya da bir yerde unutur gider. Bir süre sonra da, yine başka bahaneler öne sürerek bunların yenilerinin alınmasını ister.
Amacı 'Müslümanları yormak, rahatsız etmek, kendisiyle meşgul ederek daha faydalı işlere harcayacakları enerjilerini ve vakitlerini' çalmaktır. Onları mümkün olduğunca 'masrafa sokarak maddi imkanlarını tüketmeye çalışmak' tır. Bunu ne kadar çok yaparsa, maddi manevi Müslümanları ne kadar yorarsa, o kadar kazançlı çıkacağını sanır. Müslümanların samimi vicdanları nedeniyle reddetmeyecekleri hayati ve insani bahaneleri kullanarak bu oyununu sürdürür.
Münafık kendince çok şeytani ve sinsi bir eğlence yöntemi bulduğuna inanır. Ve bunun da tamamen kendi lehinde bir durum olduğunu zanneder. Oysaki yaptığı her sinsi oyun, her şeytani eylem münafığın aleyhine müminin ise lehine olur. Müslümanlara ne kadar çok ayak bağı olur, onlara ne kadar çok iş çıkartır, onları ne kadar çok masrafa sokarsa, münafığın dünyada üstüne çökecek belanın misli de o kadar artar. Müslümanlara ne kadar çok zorluk çıkarırsa, cehennemi de o kadar genişler, çekeceği azabın şiddeti de o kadar artar. Münafığa karşı verdikleri vicdani ve akılcı mücadele sebebiyle, Müslümanların dünyada karşılaşacakları nimetler de, cennetteki makamları da sürekli olarak genişler. İşte bu da münafığın bilmediği çok önemli bir sırdır.
Müslümanlar ne kadar dürüst, ne kadar temiz bir hayat yaşamak istiyorlarsa, münafık da tam tersine, o kadar 'sinsi, entrikalarla dolu, sahtekarlık ve ikiyüzlülük üzerine kurulmuş' bir hayattan hoşlanır. Her şeyin 'şeffaf ve açık olduğu, dürüstlük üzerine kurulu bir yaşam tarzı' onları çok sıkar. Münafıklar bunu tekdüze ve sıradan bulurlar. Ruhları hep bir şeytanlık, sinsilik, gizlilik arar. Dostlarının da kendileri gibi olmasını isterler. Hayatlarında oyuna, sahtekarlığa, ince taktiklere, sinsi düzenlere yer olmayan insanlar, onlara sıkıcı ve durağan gelir.
İşte bu bakış açısıyla yaşayan münafık, Müslümanlar arasında da aynı arayışlarını sürdürür. Müslümanların yaşam tarzı ve ahlak anlayışları ona çok ters olduğu için, onların yanında hiçbir şekilde huzur bulmaz. Sürekli sıkıntı ve huzursuzluk içindedir. Ne zaman ki onların arkasından bir iş çevirir, sinsice oyunlar oynar ve sahtekarca planlar yapabilirse, ancak o zaman biraz ferahlar ve mutlu olabilir.
Legal birşey münafığı asla mutlu etmez. Hayatının her anında hemen her konuda mutlaka gizli işler çevirmek, sinsice bağlantılar kurmak, Müslümanlardan gizli birşeyler yapmak ister. Bu ona aradığı heyecan ve şeytani mutluluğu bir nebze olsun verir. Örneğin Müslümanlar hep beraber otururken, onun 'gizlice yan odaya geçip Müslümanlar aleyhinde işbirliği yaptığı dostlarından biriyle gizli bir telefon görüşmesi yapması' onu çok heyecanlandırır. Müslümanlara zarar verme amaçlı bir konuşmayı onların hemen yanı başında ve onlardan gizli yapabilmek münafığa 'şeytani bir eylem yapma hazzı' verir.
Ya da bilgisayarında bir internet sitesinden bir gazetenin sayfasını açmış gibi yaparken, aynı anda gizlice 'küfürdeki dostlarından biriyle yazışabilmek, kendince münafığın günün en zevkli anlarından birini yaşamasına' neden olur. Aldığı bu şeytani hazzın nedeni, bunu da yine sinsi yöntemlerle, gizlice, karşısındaki insanları kandırarak, onlara sezdirmeden yaptığını zannetmesidir. İşte gün boyu bu tarzda onlarca eylem yapmadığı takdirde münafık bir türlü rahat edemez. Ne kadar çok gizli eylem yaparsa, o kadar şeytani bir haz duyar.
Ancak illegal bir yaşam tarzı, münafık için öyle şeytani bir hale gelmiştir ki, hayata dair en sıradan konularda bile münafık birşeyi legal olarak elde etmek istemez. Mutlaka onu şeytani bir yöntemle, illegal eylemlerle elde etmeye çalışır. Örneğin bir kıyafeti, herkes gibi gidip bir mağazadan satın almak onu hoşnut etmez. Bunu daha sahtekarca bir yöntemle ele geçirmeyi başarabilirse, ancak o zaman bundan zevk alabilir. Sözgelimi bir Müslümandan bir kıyafetini ödünç alır, sonra çeşitli bahanelerle bunu ona geri vermemenin bir yolunu bulur. Zaman içerisinde ona o kıyafetin varlığını unutturabileceğini düşünür. Bu tarzda sahtekarca yöntemlerle çıkar elde edebilmek, münafığı sevindirir. Allah, Kuran’da bu münafıkane karaktere Kitap Ehli’nden bazı kimselerin de sahip olduğunu bildirerek şöyle dikkat çekmiştir:
“Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, bir kantar emanet bıraksan onu sana geri verir; öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen, onun tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez.” (Al-i İmran Suresi, 75)
Münafığın bu amaçla uyguladığı başka sahtekarca taktikleri de vardır. Örneğin, istediği bir ayakkabıyı elde edebilmek için Müslümanlara gidip "Ayaklarımda bir rahatsızlık var, ayakkabılarım ayağıma çok dar geliyor. Ama yenisini alacak imkanım yok." gibi bir yalan söyler. Oysaki ayakları rahatsız değildir ve yeni bir ayakkabıya da ihtiyacı yoktur. Ama Müslümanların ne kadar vicdanlı insanlar olduğunu çok iyi bilmektedir. Böyle bir sahtekarlık yaptığında, oyun olduğundan şüphelenseler bile, üzerlerinde vicdani bir sorumluluk hissedecekleri için, ona mutlaka istediği gibi bir ayakkabının alınacağını baştan hesaplamıştır. Nitekim istediği sonucu elde ettiğinde ise, "Niye zahmet ettiniz, hiç gerek yoktu, ben sizden almanızı istememiştim ki" gibi bir sözle, oyununu tamamlar.
İşte bu küçük oyun bile münafık için adeta 'şeytani bir gıda' gibidir. Allah'a ve Müslümanlara karşı dürüst olmamak, onlara yalan söylemiş olmak münafığı çok heyecanlandırır. Zayıf aklıyla kendince Müslümanları kandırabildiğini ve sinsi oyunlarla yönlendirebildiğini sanması, onun kendine duyduğu şeytani güveni artırır. "Bunu bir kere yapabiliyorsam, sürekli olarak yapabilirim" diye düşünerek, oynayabileceği yeni sinsi oyunlar için daha da heyecanlanır.
Küçük büyük, önemli önemsiz hemen her konuda gayrimeşru yöntemlerle çıkar elde edebilmek münafığın hayat şeklidir. Ancak tüm bunları yaparken fark edilemediğini sanması, münafığın akılsızlığının çok açık bir göstergesidir. Şeytani zekasıyla Müslümanları yenebileceğini, onlara üstün gelebileceğini düşünen münafık ahmakça bir yanılgı içerisindedir. Allah Müslümanlara imanları dolayısıyla 'keskin bir akıl' ve münafıkları teşhis edebilme konusunda da 'üstün bir yetenek' vermiştir. Bu teşhis kabiliyeti ile, Müslümanlar münafığın sadece küçük birkaç oyunundan bile, karaktersizliğini ve samimiyetsizliğini kolaylıkla anlarlar. Anlaşılmadığını sanan münafık sinsi faaliyetlerine devam ederken, aslında Müslümanlar onların attığı her adımı dikkatle izlemekte ve teyakkuzda olmaları gereken bu insanlara karşı her türlü akılcı tedbiri alarak ilerlemektedirler.
ADNAN OKTAR: "Legal, meşru, açık, şeffaf yaşamak münafığı rahatsız eder. İlla ki gizli bir pislik yapmak ister. Münafıklık ruhunda, gizlilik nefse hoş gelir. Şeytani ruhtaki bir insan gizli bir şey yapmazsa rahat etmez. İlla ki birileriyle gizlice yazışacak, illa ki gizli bir mektup, gizli bir haber gönderecek, Müslümanlar aleyhine gizli bir şeyler yapacak. O zaman içi rahatlar. Yani gizli bir şey yapmadan rahatlamaz. Hiçbir münafık yoktur ki şeffaf veya belirgin olsun. Her münafık mutlaka gizlilik ister. İlla ki adilik yapacak. O gizlice pislik yaptıkça, ondaki münafık ruhu daha da perçinlenip, güçleniyor. Çünkü eğer yapmazsa, münafıklık ondan geriye çekilir. Ama şeytana uyduğu için, şeytan onu münafıklığını daha da perçinleyen bir eylem içine sokuyor. Her gizli yazışması, her gizli konuşması, her gizli eylemi, her gizli istihbaratı, münafıklığını daha da perçinliyor, daha da güçlendiriyor. Öbür türlü münafıklığından şüphe etmeye başlar. "Dürüst bir adam mı oluyorum acaba?", "Normal Müslüman mı oluyorum?" diye vesvese eder. Onun da vesvesesi vardır, şeytani vesvese.
Normal, makul bir insan olmak çok korkutur münafığı. Dürüst olmak, onu çok rahatsız eder. Ahlaksız olamadığında çok canı yanar. Kendini akılsız gibi görür, akılsız gibi zanneder. Ama alçaklık, ahlaksızlık yaptığında kendini zeki görür. Üstün, akıllı ve kaliteli görür. Onun için bu alçaklığı yaşamaya çok özen gösterir münafık. Kuran ayetlerine baktığımızda bunu hep çok yoğun olarak görüyoruz." (A9 TV, 26 Ocak 2016)
Münafığın en önemli özelliklerinden biri, önceki bölümlerde de detaylarıyla anlatıldığı gibi 'kendisine olan düşkünlüğü' dür. Dünyada karşılaşabileceği en güzel ahlaklı, en vicdanlı kimseler olan Müslümanlara karşı bile sevgi duyamayan bir varlık olan münafığın, hayatında gerçek anlamda sevgi duyduğu hiç kimse yoktur. Kendi ailesi, annesi babası, kardeşleri, eşi ya da çocukları bile onun için dünya hayatında arzuladığı menfaatlere ulaşmak için yararlandığı araçlardan ibarettir. Kendisi ile ailesindeki bu insanlar arasında bir seçim yapması gerektiğinde, hiç düşünmeden daima kendi konforunu, kendi mutluluğunu ve rahatlığını seçer. İşte bu bakış açısıyla hareket eden münafık için, kendisinden daha önemli, daha değerli hiç kimse yoktur. Ruhunda sevginin yerini, egoistlik, haset, kin, öfke, çıkarcılık, rekabet, öne çıkma hırsı gibi duygular almıştır. Dolayısıyla da hayatındaki tüm insanlara hep bu duygularla yaklaşır.
Müslümanlar ona cennet gibi güzel bir hayat sunarken, her ihtiyacında onu en iyi şekilde koruyup kollarken, rahatını, huzurunu, neşesini sağlamak için her türlü fedakarlığı yaparken; münafık onlara karşı asla böyle bir çaba göstermez. Müslümanlar hiçbir karşılık beklemeksizin, yalnızca Allah'ın rızasını kazanabilmek için bu davranışları sergilerler. Münafığınsa Allah inancı ve ahirete yönelik bir çabası olmadığından, vicdanı tümüyle körelmiştir. Bu nedenle de, içinde en küçük bir sıkıntı ya da vicdan azabı dahi duymaksızın, çevresindeki insanlara en egoist, en bencil ve en düşüncesiz ahlakı gösterebilir. Umursuzluğu, nezaketsizliği, vurdumduymazlığı, çıkarcılığı ve bu ahlaksızlığı sırasındaki ferahlığı, münafığın tipik karakter özelliklerindendir.
Dikkat çekici olan ise, münafığın kendisi söz konusu olduğunda, kendi ahlakına tamamen zıt beklentiler içerisinde olmasıdır. Başkalarının hiçbir ihtiyacını sözde fark edemeyen, alabildiğine insaniyetsiz, düşüncesiz ve egoist olan münafık, kendisine karşı aşırı derecede titizdir. Kendisiyle ilgili konularda herkesin çok dikkatli, özenli, ince düşünceli, nezaketli ve fedakar olmasını ister. Ve bu konuda en ufak bir kusur görecek olursa, bunu en abartılı şekilde, sanki 'büyük bir haksızlığa uğramış ve hatta büyük bir zulüm görüyormuşçasına' dile getirir. Küçücük birşeyi abartarak büyütür ve bundan dolayı günlerce şikayet eder.
Müslümanların kendisine her şeyin en iyisini, en mükemmelini sunmalarını ister. 'En güzel, en konforlu yerlerde yaşatılmayı, en iyi imkanların, en üst kalite yiyeceklerin ona ikram edilmesini, teknolojinin en gelişmiş imkanlarının ona verilmesini, sahip olduğu her eşyanın olabilecek en seçkin parçalardan oluşmasını' talep eder. 'Yaşadığı yerin sürekli güzelleştirilmesini, en temiz hale getirilmesini, en lüks şekilde döşenmesini istediğini' söyler. 'Bir yiyecek ısmarlanacaksa en kaliteli yerlerden getirtilmesini, bir kumaş alınacaksa en pahalısının seçilmesini' bekler. Kendi bulunduğu yerlerin 'en havadar, sıcak-soğuk konusunda hiçbir kusuru olmayacak şekilde ayarlanmasını' talep eder. Bu talepler aslında her Müslümanın, hem kendisi hem mümin kardeşleri hem de tüm insanlar için isteyeceği meşru ve güzel nimetlerdir. Ancak Müslüman ile münafığın farkı, Müslümanın hiçbir bencillik ve dünyevi hırs yapmadan ve Allah’ın razı olacağı şekilde bu imkanları kullanması; münafığın ise hastalıklı bir hırsla istediği ve sinsice Müslümanları kullanarak elde etmeye çalıştığı bu nimetleri Müslümanlara zarar vermek için talep ediyor olmasıdır.
Zira münafık kendi çıkarlarını koruma konusunda müthiş bir titizlik gösterirken, kendisine tüm bu güzelliklerin sağlanmasına vesile olan Müslümanları ise hiç düşünmez. Özellikle de 'Müslümanların başında bulunan, onlara manevi açıdan önderlik eden, Allah'ın seçtiği elçilerine, Peygamberlere' ise hiçbir şekilde 'titizlik' göstermez. Oysa Müslümanlar için, Allah'ın Peygamberleri, elçileri ve takva sahibi Müslümanlar, 'kendilerinden çok daha evla ve çok daha değerlidir 'ler. Kuran'da Müslümanların Allah'ın elçilerini el üstünde tutan bir ahlak gösterdikleri şöyle bildirilmiştir:
Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır... (Ahzab Suresi, 6)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) döneminde de, münafıklar yine bu özellikleriyle dikkat çekiyorlardı. Kendileri için her şeyin en iyisini isterken, Peygamberimiz (sav) söz konusu olduğunda umursuzlukları, nezaketsizlikleri ve ilgisizlikleriyle dikkat çekiyorlardı. Oysa ayette de bildirildiği gibi, Peygamberimiz (sav)'e Allah rızası için çok derin bir sevgi duyan ve onu her zaman en önde tutan, canlarından, mallarından çok daha önemli gören Müslümanlar için Peygamberimiz (sav) çok yüksek bir değere sahipti. Kendi yemelerinden önce, en güzel yiyeceklerin Peygamberimiz (sav)'e sunulmasını; kendi uykularından önce Peygamberimiz (sav)'in en iyi şekilde dinlenmesini; kendi rahatlarından önce Peygamberimiz (sav)'in konforunu; kendi güvenliklerinden önce Peygamberimiz (sav) için en güvenli şartların oluşturulmasını sağlarlardı.
İman edenlerin Resulullah (sav)'e olan bu üstün sevgileri ve derin bağlılıklarının yanında, 'münafıkların karaktersizlikleri, egoist ahlakları ve alçaklıkları' ciddi şekilde dikkat çekiyordu. İşte münafıkların bu çirkin ahlak anlayışlarının bir örneği de, Peygamberimiz (sav) ile birlikte Tebük Seferi'ne katılmaktan kaçmak isteyen münafıkların tavırlarında ortaya çıkmıştır. Kendi düşük akıllarınca Resulullah (sav)'e muhalefet ederek savaşa çıkmayacaklarını söyleyen bu kişiler, yaptıkları samimiyetsiz konuşmalarla sözde kendilerini haklı göstermeye çalışmışlardır:
Allah'ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele etmeyi çirkin görerek: "Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın" dediler. (Tevbe Suresi, 81)
Havanın sıcak olmasını bahane göstererek "Bu sıcakta savaşa çıkmayın" diyen münafıklar, aslında bu sözleriyle ahlaksızlıklarını bir kez daha ispatlamışlardır. Dönemin münafıkları sıcak havada yalnızca kendi rahatlarını korumayı önemli görürken, hayatı korunması gereken binlerce kadının, çocuğun, yaşlının, mazlumun canını ise hiçe saymışlardır. Büyük bir bencillikle sadece kendi keyiflerini ve rahatlarını önemsemiş ve “Bu sıcakta savaşa mı çıkılır?” demişlerdir. Açıktır ki, mazlumların ve Müslümanların baskı altında tutulmaları, hayatlarının tehlikede olması ve Müslümanların savunulmaması durumunda belki de yüzlerce şehit verilecek, evlerin yıkılıp yok edilecek olması, kadınların, yaşlıların, çocukların korunmaya muhtaç olmaları münafıklar için hiç önemli değildir. Onlar için önemli olan, sadece kendilerini ve şeytani çıkarlarını koruyabilmektir.
Peygamberimiz (sav) dönemindeki münafıkların bu aşağılık ve bencil ahlaklarını ortaya koyan bir başka tavırları da, “Evimiz açıktır” diyerek Allah yolunda mücadele etmekten kaçmak istemeleridir. Kuran’da münafıkların bu samimiyetsizlikleri şöyle haber verilmiştir:
... Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab Suresi, 13)
Münafıklar “Evimiz açıkta” diyerek kendilerince bencilliklerini gizleyebilecekleri bir bahane oluşturmaya çalışmışlardır. Nitekim günümüzde de münafıklar aynı sinsi ve samimiyetsiz taktiği izleyerek “Evimizle, ailemizle, çocuklarımızla ilgilenmezsek hepsi mağdur olur. Geride zor durumda kalacak bir ailem olmasa, elbette ki ben de sizinle birlikte mücadeleye katılırdım” gibi mazeretler öne sürerek yalan söylerler.
İşte bunlar, münafıkların ahlaksızlığını birçok açıdan ortaya koyan çok yönlü yalanlardır. Öncelikle ayette de bildirildiği gibi, aslında Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış olan bu insanların “Evleri açık değildir.” Dolayısıyla eğer bu münafıklar, Peygamberimiz (sav) ile birlikte mücadeleye katılacak olsalardı, geride kalan aileleri açısından hiçbir mağduriyet oluşmayacaktı. Savaşa katılmaktan kaçmak istemeleri, yalnızca egoist ve şeytani bir ahlaka sahip olmalarından kaynaklanıyordu. Kaldı ki, eğer bir insanın evi gerçekten açıkta olsaydı bile, bir yanda yüzlerce Müslümanın, mazlum insanın korunması gereken bir zulüm ortamı varken, samimi vicdan sahibi bir kişinin önceliği asla kendi evi, işi, okulu, ticareti, ailesi olmazdı. Elbette ki bir Müslüman ailesini, işini ya da sahip olduğu imkanlarını korumak için Allah’ın bildirdiği tüm gerekli tedbirleri alırdı. Ancak onlarca Müslümanın şehit edilip yaralandığı, kadınların işkence gördüğü, çocukların evlerinden sürüldüğü bir ortamda, Müslüman önce var gücüyle onları korumak için gayret ederdi.
Ayrıca şu da bir gerçektir ki, münafık karakterli bir insan, ailesini veya çocuklarını gerçekten sevip değer verdiği ve onları korumak istediği için “Evim açıkta” mantığını mazeret olarak öne sürmez. Münafık kendi çocuğuna, kardeşine, annesine ve babasına dahi, onları yalnızca ‘bir gün kullanacağı, üzerinden menfaat sağlayacağı ve kendine baktıracağı’ için koruyucu davranır. Dolayısıyla ailesi ve çocukları için ‘sözde endişe ediyormuş gibi’ göründüğünde, aslında sadece ‘kendi geleceği’ için tasalanmaktadır. Eğer ailesinden bir menfaati olmayacağından emin hale gelirse, işte o zaman artık onlar için en küçük bir iyiliği dahi yapmayacaktır.
İşte Peygamberimiz (sav) döneminde de, günümüzde de, münafıkların ahlakı, şeytandan aldıkları ortak ilhamlarla hiçbir değişiklik göstermeksizin tıpatıp aynıdır.
Ancak unutmamak gerekir ki, her münafık alameti, Müslümanların, içlerindeki bu samimiyetsiz insanları tanıyıp teşhis edebilmeleri için çok önemli bir vesiledir. Allah Kuran ayetleriyle, mümin topluluklarını bu alçak insanların tuzaklarından, oyunlarından koruyup böylece onlara karşı galip gelmelerini sağlar. Dolayısıyla da münafığın Müslümanların aleyhine sanarak yaptığı her şey, oynadığı her oyun onların lehine, kendisinin ise aleyhine olur.
Münafık Müslümanın iyi niyetle, kendisinin bir yanlışını düzeltmesine ya da öğüt vermesine asla tahammül edemez. Münafıkta büyüklük hissi çok güçlü olduğu için herhangi bir konuda 'eksik ya da hatalı olduğunu' kabul etmez. Dolayısıyla kendisine hatırlatma veya tavsiyede bulunulduğunda, söylenenleri 'delice yalanlamaya ve inkar etmeye' çalışır. Çok seri şekilde yalan söylemeye ve karşı atak tarzında 'iftira atmaya' başlar. Söylenen eksikliğin kendisinde mevcut olduğunu asla kabul etmez. Allah bir ayette münafıkların 'öğüde' yani 'Kuran'a dayalı tavsiye ve hatırlatmalara' karşı müthiş tepkili olduklarını şöyle bildirmiştir:
Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki, öğütten yüz çevirip duruyorlar? (Müddessir Suresi, 49)
Çünkü münafığın iddiası, 'Müslümanlardan çok daha akıllı, zeki, kaliteli, görgülü ve üstün olduğu' dur. Münafığın kendisine bakış açısı, aynı aşağıdaki ayette bildirildiği gibidir:
... Dilleri de yalan olarak en güzel olanın 'kendilerinin olduğunu' düzmektedir. (Nahl Suresi, 62)
Dolayısıyla kendini bu derece büyük gören birinin, bir Müslümandan öğüt alması, bu tavsiyeyi kabul edip tavırlarını düzelttiğini göstermesi, onun için adeta 'ölmek gibi'dir. Bu yüzden 'karşı tarafın sözünü keserek, demagoji yaparak, yüz ve beden dillerini en çirkin şekilde kullanarak, ağlayarak, anlamazdan gelip inat ederek, bağırıp çağırıp, dinlemediğini belli eden el kol hareketleri yaparak' bu zihniyetlerini belli ederler. Allah Kuran'da münafıkların bu bozuk ahlaklarını şöyle bildirmiştir:
Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler. (Nuh Suresi, 7)
Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). (Müddessir Suresi, 21-23)
Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, Müslümanlar münafık karakterli insanlara Kuran ayetleriyle tavsiyelerde bulunduklarında, tepkileri yüz çevirmek; yani hemen bir bahane bularak ayetlerin okunduğu ortamdan uzaklaşmak olur. Ancak bir yandan da, bu sinsi kaçışlarına inandırıcı bir kılıf bulmaya çalışırlar. Kimi zaman 'başka bir odaya geçip, sanki başka bir işleri olduğu için anlatılanları mecburen dinleyemiyor gibi' davranırlar. Başka bir zaman, ' uykusuz ya da yorgun oldukları' şeklinde bir bahaneyle o ortamdan dışarı çıkarlar. Bazen de 'acil yetiştirmeleri gereken bir işleri varmış gibi' yaparlar.
Bu sinsi ruhlu insanların, Kuran ayetlerinin, güzel ahlakın anlatıldığı ortamlardan kaçabilmek için Müslümanlara karşı kullandıkları bir de 'psikolojik mücadele etme yöntemleri' vardır. İşte münafıklar bu yöntemlerini uygularken, 'konuşmalarından ziyade, gözlerini ve seslerini' devreye sokarlar. Örneğin kendilerine güzel bir üslupla öğüt verilen ortamda kalır, ama kendilerince 'anlatılanları önemsemediklerini', 'dinlemediklerini' ya da 'duyduklarından etkilenmediklerini' sinsi yöntemlerle ifade etmeye çalışırlar. 'Pis ve hain bakışlarıyla, surat asarak, yüzlerini ekşitip, agresif bir ifade vererek, kaşlarını çatarak, ağızlarını aşağı bırakıp boş ve anlamsız bakarak, anlatılanları onaylamayarak, sadece hedef aldıkları kişinin duyacağı kadar kısık bir sesle, onun anlattığının tam aksi yorumlar' yaparak -kendi zayıf akıllarınca- anlatılanlardan etkilenmediklerini Müslümanlara belli etmek isterler.
Allah Kuran'da "… Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir." (Al-i İmran Suresi, 23) şeklinde bildirmiştir. Demek ki münafıklar Müslümanca yaşamaları, Kuran ile düşünmeleri için inananlardan çok fazla teşvik göreceklerdir. Ancak büyüklük hırsı içinde oldukları için bu tavsiyeler ağırlarına gidecek ve bunu da hareketleriyle ve konuşmalarıyla açıkça Müslümanlara belli edeceklerdir.
Allah, bir ayette, bulundukları ortamlarda Kuran ayetleri okunduğunda ya da bu ayetler doğrultusunda kendilerine öğüt verildiğinde münafıkların 'kendilerine verilen öğütleri dinlemeye katlanamadıklarını' haber vermiştir:
Ki onlar, Beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde içindeydi. (Kuran'ı) dinlemeye katlanamazlardı. (Kehf Suresi, 101)
Çünkü Kuran ayetleri münafığa 'adeta yakıcı bir ateş' etkisi yapar. Ayetin Rahmani anlatımı, münafığın şeytani dünyasını manen kavurur, yakar. Ayetlerde münafıklığın sırlarının Müslümanlara anlatılmış olması, münafıkların tüm oyunlarının, planlarının ve taktiklerinin deşifre olmasına vesile olur. Her an gerçek yüzlerini ortaya koyan bir ayetle ya da ayeti açıklayan bir anlatımla yüzleşeceğini bilme korkusu, münafığın gözlerine tedirgin, hain, karanlık ve ürkütücü bir ifadenin yerleşmesine neden olur. Kuran'da münafıkların bu hali şöyle haber verilmiştir:
O inkar edenler, zikri (Kur'an'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi... (Kalem Suresi, 51)
İşte bu nedenle Kuran ahlakına uygun yaşamalarına yönelik bir davet yapıldığında, münafıklar bunu duymak bile istemezler. Agresif, kavgacı, asi tavırlar sergileyip, bağırıp çağırarak, iftira atarak, yalanlayarak ve pis bakışlarla Müslümanların hatırlatmalarını kesip durdurmaya çalışırlar.
Öğüt almak, eleştirilmek, iyiden, doğrudan, daha güzel olandan yana bir tavsiye duymak, münafığın en hoşlanmadığı ve nefsine en ağır gelen durumlardan biridir. Bunu bir de kendisine içten içe büyük bir kin, öfke ve nefret duyduğu insanlar olan Müslümanlar yapacak olursa, bu durumda münafık deliye döner. Delice ve kontrolsüz bir savunma içgüdüsüyle, kendisini haklı çıkarıp kusursuz gösterebilmek için aklına gelen her yola başvurur. Var olduğunu zannettiği sahte itibarını, 'herkesten üstün ve mükemmel olduğu imajını korumak' ve 'büyüklük iddiasına herhangi bir zarar gelmesini önlemek' için delice kendini savunmaya başlar. 'Yalan söylemek, iftira atmak, karşı tarafı haksız çıkarmaya çalışmak, Kuran ayetleri hakkında sapkın yorumlarda bulunmak, züppe ve küstah üsluplarla üste çıkmaya çalışmak, ağlayarak haksızlığa uğradığı, mağdur olduğu imajını vermeye çalışmak, bağırarak karşı tarafın konuşmasını engellemeye ve tehditkar bir hava estirmeye çalışmak' münafığın yaptığı karşı atakların sadece çok az bir kısmıdır. Allah Kuran'da, Müslümanların ve Allah'ın dinini anlatmakla görevli elçilerinin çağrıları karşısında, münafıkların bu mübarek şahısları 'öldürmeyi dahi göze alacak kadar gözlerinin dönüp saldırganlaştıklarını' da haber vermiştir:
... Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?" (Bakara Suresi, 87)
Allah ayette nefisleriyle çatışan; hatalarını ortaya koyan, yanlışlarını deşifre eden konuşmalar yapıldığında, münafıkların gözü dönmüş bir azgınlıkla saldırganlaştıklarını ve 'öldürmeye varacak kadar delice bir kinin tüm vücutlarını kapladığını' bildirmektedir.
Ayetin açıklaması, münafıkların 'ruhundaki büyüklük hissinin ne kadar şiddetli bir delilik haline geldiğini' anlamak açısından çok önemlidir: "Demek size ne zaman bir elçi", yani 'size güzel ahlakı anlatan bir tebliğci', "nefsinizin hoşlanmayacağı birşeyle gelse", yani 'sizin yanlış, kötü yönlerinizi eleştiren bir üslubu olsa, sizdeki bir hatayı gidermek istese', "büyüklük taslayarak", yani 'enaniyet krizine girerek' "bir kısmınız onu yalanlayacaksınız". İşte münafık da ayette belirtildiği gibi, tebliği yapan kişinin anlattıklarının zıddı açıklamalar yaparak "Senin sözün doğru değil, yalan söylüyorsun" diyerek Müslümanların sözlerini yalanlamaya çalışır.
Ayette haber verildiği gibi, münafık kendisine verilen öğüt ve tavsiyeleri kendince etkisiz hale getirebilmek için, 'kendisine öğüt veren kişiye karşı şeytani bir atağa geçer'. Kendisine anlatılan mantıkların aynısıyla, o da o kişiyi suçlamaya ve eleştirmeye başlar. Eğer kendisine 'yalan söylememesi için öğüt veriliyorsa', o da 'karşı tarafı yalan söylemekle itham eder'. "Ben değil sen yalan söylüyorsun, ben böyle birşey söylemedim, lafımı değiştiriyorsun, doğru konuşmuyorsun, ben onu kastetmedim." der. Eğer alçakgönüllü olması, büyüklük taslamaktan sakınmasıyla ilgili bir öğüt veriliyorsa, "Ben böyle kibirli, gururlu bir insan değilim, aksine çok tevazuluyum." diyerek karşı tarafın sözünü yalanlar. Ardından da "Ben değil, asıl sen öylesin" diyerek 'karşı suçlamalar' yapar. Ve zayıf, düzenbaz aklıyla, kendince bu iddiasını ispatlayacak deliller bulmaya çalışır. Gerçekleri çarpıtarak, olayları değiştirerek, yalan söyleyerek çeşitli misaller verir. Herkesin açıkça gördüğü, çok aleni bir konuyu yalanlayarak, kendisine öğüt veren Müslümanı kendince geri püskürtmeye çalışır.
Bunun gibi münafığa, Müslümanlara karşı olan sevgisizliği, uzaklığı ve çıkara dayalı bir bağlılık içinde olduğu söylenip bu durum delilleriyle ispatlandığında, münafık hemen 'karşı tarafa iftira atma' yöntemini kullanır. "Asıl siz beni sevmiyorsunuz, siz bana sevgi göstermiyorsunuz. Siz bana uzak davranıyorsunuz" diyerek bu şeytani taktiğini devreye sokar. Sonrasında da Müslümanlara karşı eleştiriler yöneltmeye başlar "Bunca yıldır hep ben size sevgi gösteriyorum, hadi artık sıra sizde, şimdi de siz gösterin." "Neden bu durumu benim düzeltip telafi etmem gerekiyor. Biraz da siz kendinizi düzeltin" gibi konuşmalarla yalan söyleyerek kendince karşı atağa geçer.
Hayatını sürekli şeytanla dostluk ederek geçiren 'münafığın diline yalan adeta yuva yapmıştır'. Bu nedenle karşı atak yaparken çok seri iftira atabilir ve seri yalanlar söyleyebilir. Birbirinden uydurma mantıklar geliştirip sürekli konuyu başka yöne kaydırmaya kalkabilir. Karşı taraf tevazusuyla, güzel ahlakıyla, saygı ve sevgi dolu bir üslupla ona fayda verecek açıklamalar yapmaya çalıştıkça, münafık karşısındaki kişinin bu tevazulu halinden daha da cesaret bulur. Ve giderek daha da saldırganlaşır. Çünkü Müslümanların her ne olursa olsun öfkeyle değil şefkatle, kızarak değil sabırla ve tevazuyla tebliğ yapacaklarını bilir. Her ne olursa olsun sakinliklerini, güzel ahlaklarını bozmayacaklarının bilincindedir. Bu nedenle kendince bunu en iyi şekilde kullanır ve hiç çekinmeden küstahlığının ve züppeliğinin dozunu istediği kadar artırır.
Bu şeytani cesaretle, münafığın nefreti, kini ağzından taşmaya başlar. Dikkat çekici olan ise, münafığın kendisine iyi davranıldığında, istediği her şey yapıldığında ve nefsine hoş gelecek konuşmalar, övgüler duyduğunda dengeli tavırlar gösterirken, öğüt ya da eleştiriyle karşılaştığında, 'ikinci bir kişiliğe geçmesi ve saldırganlaşması' dır. Özellikle de bir çıkar elde etmek istediği zaman, sanki dünyanın en dengeli, en makul, en güzel sözlü, güzel huylu insanı gibi davranırken; nefsine dokunan bir durum ile karşılaştığında ruhundaki şeytani deliliğin tüm şiddetiyle ortaya çıkmasıdır. Öyle bir durumda, elde etmek istediği menfaatleri için samimiyetsizce sevgi sözcükleriyle, nezaketle konuşan münafık, kendisine iyiliği için bir hatırlatma yapıldığında, 'gözleriyle ve ağzıyla kin kusan şeytani bir mahluğa' dönüşür. İşte münafığın asıl yüzü ve gerçek kişiliği, bu kinlendiği anda ortaya çıkan halidir.
Münafığın Müslümanın eleştirilerinden kurtulmak için bu şekilde çirkefçe yöntemlerle karşı atağa geçmesinin nedenlerinden biri, toplumda pek çok insanın, karşı atak yapıldığında genelde hemen 'pasifize olduğunu' bilmesidir. Karşı atak genelde insanların moralini bozar ve kendilerini suçlu gibi görüp savunma ruhuna geçmelerine neden olur. İşte münafık da, bu insani zaafı bilerek Müslümanlara yönelik, 'karşı atak yöntemini' kullanmaya çalışır. Amacı kendisine verilen öğüt ve tavsiyelerden kurtulmak ve bu sözleri etkisiz kılabilmektir. Dikkati kendi üzerinden uzaklaştırmak, konuşulan konuyu unutturup başka bir konu üzerinde yoğunlaşılmasını sağlamak ister. Kendisine bir hatırlatma yapılırken, başkalarını hedef gösterip kendince 'asıl onların çeşitli hataları kusurları olduğu' yönünde suçlamalar yaptığında, doğal olarak bu kişiler, söylenenlerin doğru olmadığını açıklayacaklar ve böylece konu değişmiş olacaktır. Dolayısıyla, kendi kusurlarından bahsedilirken, münafık bir anda konuyu karşısındaki insanların hatalarına çekerek, kendini kurtarmış ve tam tersine onları odak noktası haline getirmiş olacaktır.
İşte bu çok ince ve şeytani bir münafık taktiğidir. Bir anda Müslümanları kendi konusunun dışına çıkaracak ve onları başka bir mecraya doğru çekecektir. Örneğin konu münafığın züppe üslubuyken, o bir anda kalkıp karşısındaki Müslümanın on gün önce söylediği bir sözü değiştirip, yalanlarla süsleyip "Sen o gün neden bana öyle demiştin?" diye bir konu atar ortaya. İşte karşısındaki Müslüman onun bu sorusuna cevap vermeye kalktığı anda da, münafığın oyunu başlamış olur. Bu soru cevaplanırken, bunun gibi yeni bir suçlama atağına daha geçer. Giderek ana konudan uzaklaşılmasını ve asıl anlatılmak istenenlerin unutulmasını sağlamaya çalışır.
İşte bu gibi şeytani yöntemler, münafığın binlerce yıldır süregelen, geleneksel tarihinin bir parçası ve klasik bir taktiğidir. Allah Kuran'da münafıkların 'dilbazlıklarına, demagoji yapmalarına, sivri dilli olmalarına, iftira yeteneklerine, şeytanın ilhamıyla öğrendikleri yalan söyleme kabiliyetlerine, konuyu saptırmak, hedefi şaşırtmak için yalanı, iftirayı, kavgacı üslubu kullanabileceğine' dikkat çekmiştir. Kuran'da bildirilen bu şeytani oyunların tüm detaylarıyla ve örnekleriyle Müslümanlara anlatılması son derece önemlidir. Zira münafığın her sinsi yönteminin deşifre edilmesi, bu oyunlarını baştan bozar ve etkisiz hale getirir. Bu vesileyle Müslümanlar bu tip ataklara karşı çok dikkatli ve hazırlıklı olmuş olurlar.
Allah'ın bir ayette "... Hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele ediyorlar..." (Kehf Suresi, 56) sözleriyle bildirdiği gibi, münafıkların tüm bu mücadelesi, Allah'ın hak sözünü geçersiz kılabilmek, Kuran ahlakının yaşanmasını engellemek ve inkarcı bir ahlakı insanlar arasında hakim edebilmek içindir. Ancak Allah hakkın mutlaka galip geleceğini; batılın ve batıl ile ortaya çıkanların eninde sonunda mutlaka başarısız olacaklarını bildirmiştir. Bir Kuran ayetinde Allah bu gerçeği şöyle haber vermiştir:
Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size. (Enbiya Suresi, 18)
Münafığın bir özelliği de, aralıksız bir şekilde sürekli ahlaksızlık yaparak yaşamasına rağmen, Kuran'dan öğrendiği bilgileri kullanarak Müslümanlara sözde 'ahlak dersi vermeye çalışması' dır. Kendisi gece gündüz sinsilik ve ikiyüzlülük yaparken, Müslümanlar aleyhinde küfürle işbirliği yapıp alçakça planlar kurarken, Kuran'a tamamen zıt ve küfri bir ahlakı Müslümanlar arasında yaygınlaştırmaya çalışırken, bir yandan da Müslümanların tavırlarını eleştirir. Münafığın sinsi ve yalana dayalı iddialarına göre; Müslümanlar arasında gerçekten samimi, imanlı, kendini Allah'a adamış tek bir kişi yoktur. Kendisi dışında hiç kimseyi beğenmez. 'Bir zorluk olsa, kendisinden başka hakkıyla ve akılcı bir şekilde Müslümanları savunacak tek bir kişi bile olmadığını' söyler. Ya da önemli bir faaliyet yapılması gerekse, 'kendisinden başka bunu yapabilecek hiç kimsenin olmadığını' anlatır. Bunları dile getirirken amacı 'kendini yüceltmek ve ön plana çıkarmak' olduğu kadar, bir yandan da kalbinde büyük bir öfke beslediği 'Müslümanları da kendince aşağılamaya çalışmak' tır. Bunun sonucunda, hem kendi üstünlüğünü iyice hissettirebileceğini hem de kendince Müslümanların ne kadar zayıf ve güçsüz olduğunu vurgulayarak morallerini bozabileceğini sanır. Böylece kendi zayıf aklınca onlara çok önemli bir telkin verdiğini; ve onları kendisinin 'olmazsa olmaz', 'asla vazgeçilemeyecek', 'eşi benzeri olmayan yetenekte', 'çok önemli ve nadir rastlanacak kadar özel bir insan' olduğuna inandırabileceğini düşünür. Dolayısıyla ne kadar ahlaksızlık, adilik, alçaklık ve anormallik yaparsa yapsın, Müslümanların kendilerini ona muhtaç konumda hissedeceklerini ve yaptıklarını göz ardı edebileceklerini zanneder.
İşte bu amaçla münafıklar, hemen her fırsatta Müslümanları eleştirirler. Günlük hayatın her aşamasında bir bahane bularak, 'birilerinin yaptığı yanlışları, eksiklikleri dile getirerek onların sözde hem ahlaken ve kişilik olarak hem de kültür, bilgi ve kalite açısından ne kadar kusurlu insanlar olduklarını' vurgulamaya çalışırlar. Ancak elbette ki bu söylemleri hep yalan ve iftiraya dayalıdır. Çünkü karşılarındaki Müslümanlar Allah'tan korkan ve vicdanlarını kullanan insanlardır. Gün boyunca her tavırlarında en iyisini yapmayı hedefleyen ve daha da önemlisi bir hata yapsalar bile bunu temelde iyi niyetle, istemeden ve kasıt gözetmeden yapan kimselerdir. Ancak münafıklar bunları kasten, 'bire bin katarak, ekleme yalanlarla süsleyip destekleyerek ve bilinçli olarak kötülük olsun diye yapılmış tavırlarmış gibi' dile getirirler.
Ve tüm bunları yaparken kullandıkları 'doğru-yanlış ölçüleri' ise, tümüyle yine Kuran'dan ve Müslümanlardan öğrendikleri bilgilerdir. Bu değerlere kendileri hiçbir şekilde inanmadıkları ve gösteriş yapmak dışında bunları samimi bir şekilde uygulamadıkları halde, sırf Müslümanları eleştirebilecek bir malzeme olması için bunları kullanırlar. Yoksa kendileri 'ne güzel ahlakı ne görgü ve kaliteyi ne de örnek bir kişiliğin nasıl olduğunu' bilebilecek akla ve vicdana sahip olmayan insanlardır. Dahası samimi olmadıkları için, kendilerince, çevrelerindeki insanları küçük gördüklerini vurgulamak için yaptıkları bu eleştirilerin ufacık bir kısmını bile kendi üzerlerine alıp düşünmezler. Kendilerini herkesten üstün görürler. Her türlü kusur ve hatadan müstağni olduklarını düşünür ve akıllarını herkesten çok beğenirler. Bu nedenle de eleştirilebilecek bir yanlarının olmadığına inanarak, kendilerince başkalarına ahkam keserler. Kuran'da 'başkalarını eleştirip durdukları halde, kendileri bu doğru olduğunu bildikleri şeyleri uygulamayan insanlar' ın durumu şöyle anlatılmıştır:
Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz Kitab'ı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Bakara Suresi, 44)
Allah ayette "Kendinizi unutuyor musunuz?" diye buyurmuştur. İşte 'kendisini müstağni görüp unutması münafığın önemli bir özelliği' dir. Allah bunun ardından da "Oysa siz Kitab'ı okuyorsunuz" diye de bildirmiştir. Münafık da Kuran'ı okumakta ve ayetleri çok iyi bilmektedir. Allah "Yine de akıllanmayacak mısınız?" diye hatırlatmıştır. İşte Allah, ayetleri bildiği halde uygulamayan insanlara akıllarını ve vicdanlarını kullanmaları için çağrıda bulunmuştur.
Münafığın Kuran ahlakını, iyiyi, doğruyu çok iyi bildiği halde, kasıtlı olarak bunları uygulamaması, ama aynı zamanda da bu bilgileri Müslümanları eleştirmek için kullanması, şeytanın ona öğrettiği bir taktiktir. Ancak Kuran'ın, "Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır." (Nisa Suresi, 76) ayetiyle bildirildiği gibi, şeytanın oyunları çok akılsızcadır. Şeytan Müslümanlar karşısında yenilmeye mahkum bir varlıktır. Dolayısıyla şeytanın peşine takılan ve onun taktikleriyle oyun oynamaya çalışan münafığın da samimi iman edenler karşısında başarı elde edebilme imkanı asla yoktur.
Münafık için dünyadaki en değerli şey kendisidir. Dolayısıyla bu en değer verdiği varlığı koruma tutkusu, münafıkta 'delice bir hırsa' dönüşmüştür. 'İyi niyetli bir eleştiriye, kendisine yapılan bir tavsiyeye; herhangi bir konuda eksiğinin, kusurunun, hatasının söylenmesine' hiçbir şekilde tahammülü yoktur. Böyle bir durumda 'itibarının ciddi şekilde sarsılacağına', kendince 'emek emek oluşturduğunu sandığı karizmasının yok olacağına', 'herkes gibi sıradan bir insan konumuna düşeceğine' inanır. Bu yüzden de kendini 'kusursuz ve hatta mükemmel üstü, nadir rastlanacak akıl, bilgi ve yetenekte, olağanüstü bir insan' gibi tanıtmaya çalışır. Var olduğunu sandığı bu 'sahte imajını' ve kendini koruyabilmek için akla gelen her türlü sahtekarlığı yapar. Ve buna en ufak bir zarar geleceğini düşündüğünde, gözü başka hiçbir şey görmez. Yüz ifadesi, bakışları, üslubu, konuşmaları, vücut dili, el kol hareketleri tamamen kontrolden çıkar.
İşte münafığı bu şekilde delice bir ruh haline sokan, yalnızca 'nefsine olan şeytani düşkünlüğü' dür. Kendisini adeta putlaştırmış, ilahlaştırmıştır (Allah'ı tenzih ederiz). Allah'a imanı olmadığı için, tek önem verdiği ve yaşama amacı haline getirdiği şey kendisidir. Allah'ın rızası için değil, kendi rızası için hareket eder. Yaşama amacı, kendi mutluluğu, konforu ve kendisinin hoşnut edilmesi üzerine kuruludur. Kendini –haşa- Allah'tan, dinden ve tüm varlıklardan üstün görür.
Şeytanın ikna etmesiyle, beyninde kendine hayali bir dünya oluşturmuştur. Ve bu hayali dünyada çok önemli bir yeri olduğunu sanır. Adeta bir 'ruh hastası' gibi, gerçekten 'çok büyük olduğuna' ve 'tüm dünyanın da, onun bu büyüklüğünün farkında olduğuna' inanır. Oysaki bu, sadece münafığın şizofren ruhunun bir sanrısından ibarettir. Ama o bunun farkında değildir. Dolayısıyla da bütün sistemi, 'bu hayali büyüklüğünü ve kendini korumaya' dayalıdır. Enaniyetine, büyüklük hissine, kendince meydana getirdiğini zannettiği o ihtişamına zarar gelmemesi için, adeta 'hayvanlar gibi' debelenir. Ve işte münafığın ruhundaki deliliği, hastalığı ve dengesizliği ortaya koyan en mühim vasıflarından biri de budur zaten, kendini korumak için sarf ettiği delice enerji ve delice debelenmesi...
Açıktır ki, eğer bir insan kendini ve nefsini kontrolsüz bir şekilde savunuyor ve sırf bu yüzden cinnet geçirircesine, insanlık dışı tavırlar sergiliyorsa, bu bir tür 'ruh hastalığı' denebilecek 'ciddi bir anormallik, ciddi bir tavır bozukluğu' dur. Oysaki sırf nefsini ilahlaştırdığı için böyle zavallı bir konuma düşen bir kişinin bu noktada bir durup düşünmesi ve Allah'a sığınması gerekir. Normal, bir insanın yapacağı tavır budur. Allah'tan korkan, vicdan sahibi bir kimse böyle bir hataya düşse bile, hemen Kuran ile düşünüp "Ben bu kadar anormal tavırlar nasıl sergilerim?" der ve samimi bir gözle kendini eleştirip tavrını düzeltir. Normal dengeli bir insanın makul bir tavır içerisinde hem kendi kendini eleştirebilmesi, hem de başkalarının kendisi hakkındaki fikirlerini dinleyebilmesi gerekir. Ağrına da gitse, zor da gelse, insan nezaketiyle karşı tarafın eleştirilerini sakince dinleyip, bunları saygılı ve makul bir üslupla değerlendirebilir. Buna karşı olan fikirleri varsa, bunları da güzelce anlatıp, nezaketli ve saygılı bir dille haklılığını savunabilir.
Ama münafıkta görülen ahlak bunun tam zıttıdır. Ufacık bir eleştiriye dahi tahammülü yoktur. Saygı, adap, edep, nezaket, incelik ve tevazu yoksunudur. Eleştiriye alabildiğine münasebetsiz, küstah, züppe ve patavatsız bir şekilde karşılık verir. Nefsi ise adeta çılgına döner. Ruhunda 'şeytani fırtınalar' estiği, elinin yüzünün kaymasından, kullandığı küfri üsluptan, yaygaralar kopararak huzursuzluk çıkaran çirkin ses tonundan, yaptığı karşı şeytani ataklardan, yalan ve iftirayla üste çıkmaya çalışmasından hemen anlaşılır.
İşte münafıkta görülen bu durum, 'ağır bir manevi hastalığın göstergesi' dir. Bu, imandan uzak, küfrün pis ruhunu yansıtan bir ruh hastalığıdır. Aynı zamanda da, küfrü imandan daha güzel görmesi sebebiyle Allah'ın dünyada münafığa isabet ettirdiği bir beladır.
Müslümanlar birbirlerine 'iyiliği emredip, birbirlerini kötülükten men ederek', eksik yönlerini düzeltir ve sürekli olarak manen ve bedenen çok daha mükemmel hale gelirler. Öğüte, tavsiyeye açık, güzel bir ahlak göstermeleri sebebiyle Allah onları her yönden üstün hale getirir. Münafık kendi bataklığında giderek daha da
kirli bir dünyanın içine doğru batarken, Müslümanlar da giderek cennet gibi güzel bir ortamda, güzel insanlarla yaşama nimetini tadarlar. Allah bir ayette, 'nefsinin bencil tutkularından arınan insanların kurtuluş bulacağını' şöyle bildirmiştir:
... Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Nefsi bencil olan münafıklar, çıkarlarını, gurur ve enaniyetlerini korumak ve böylece kendilerini kurtarabilmek için her türlü çirkin yola başvururlar. Allah Kuran'da, münafıkların nefislerindeki bu 'cimri ve bencil tutkuların' ahirette çok daha azgın bir hale geleceğini bildirmiştir. Öyle ki münafık cehennemde sırf kendini kurtarabilmek için, 'tüm yakınlarını; ailesini, akrabalarını, çocuklarını, eşini, annesini, babasını, kısacası sahip olduğu her şeyi fidye olarak vermek isteyecektir':
Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister; Kendi eşini ve kardeşini, ve onu barındıran aşiretini de; Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa. Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir. (Mearic Suresi, 11-15)
Rablerine icabet edenlere daha güzeli vardır. O'na icabet etmeyenler ise, yeryüzündekilerin tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa mutlaka (kurtulmak için) bunu fidye olarak verirlerdi. Sorgulamanın en kötüsü onlar içindir. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yaratıktır o!.. (Rad Suresi, 18)
İşte Allah Kuran ayetleriyle, münafık nefsinin ne kadar azgın olduğunu, Allah'a sığınıp hidayet bulmadıkları takdirde, kendilerine olan düşkünlüklerinin ve nefislerini koruma hırslarının ne kadar delice boyutlara vardığını bize bildirmiştir. Ancak –tövbe etmediği sürece- münafığın ne dünyada ne de ahirette kurtuluşu yoktur. Allah, tüm dünyayı fidye olarak verseler bile, bunun münafığı çekeceği azaptan asla kurtaramayacağını haber vermiştir.