Bizler, her yanı moleküllerin birleşiminden meydana gelmiş bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Bazı moleküller, metan ya da hidrojen gazı gibi daha küçük ve basittir. Bazı moleküller ise son derece büyük ve kompleks bir yapıya sahiptir. Bazı moleküller kokudan ve tattan sorumludurlar. Bazıları havada uçar, bazıları vücudumuzu, bazıları da suyun derinliklerindeki ihtişamlı güzellikleri meydana getirirler.
Kısacası yaşantımızdaki herşey moleküldür. Söz konusu "herşey" çok geniş bir anlama sahiptir. 109 atom çeşitli şekillerde birleşir ve etrafımızdaki "herşeyi" oluştururlar. Bu atomların meydana geliş şekilleri, yani oluşturdukları özel dizaynlar, birbirinden farklı maddesel özelliklerin ortaya çıkmasını sağlar. Bazen moleküle tek bir atom eklenir ve içtiğimiz su bir zehire dönüşebilir. Moleküle eklenen veya molekülden ayrılan tek bir atom, yenilemez şeyi yenilebilir hale, keskin ve çirkin bir kokuyu muhteşem gül kokusuna dönüştürebilir. Aynı atomların farklı şekillerde birbirlerine bağlanmaları, molekülün rengini değiştirebilir, akışkan bir maddeyi katı yapabilir. İşte evren, henüz bilimin tüm sırlarını çözemediği bu eşsiz sanatın sergilendiği yerdir. Allah, görünmeyen bir alemde yarattığı mucizeleri, muazzam bir akıl ile görünür hale getirerek sonsuz ilmini ve muhteşem sanatını sergilemektedir.
Bu sanatı daha yakından görebilmek için moleküllerin sahip oldukları özellikleri ve bizler için "özel olarak" nasıl dizayn edilmiş olduklarını incelemek gerekmektedir.
... Böylece gökten su indirdik de sizleri suladık. Oysa siz onun hazine-koruyucuları değilsiniz. (Hicr Suresi, 22) |
Evrende yaratılmış olan her molekül son derece hassas dengelerle meydana gelmiş özel bir tasarımdır. Ancak bu tasarımlardan belki de en önemlilerinden ve yaşamımız için en gereklilerinden biri "su" molekülüdür. Su, dünya üzerinde yaşamın varlığını sağlayabilmek için özel olarak meydana getirilmiş üstün bir yaratılış harikasıdır.
Bu gerçeği daha iyi görebilmek için su molekülünü yakından tanıyalım.
Yeryüzünde sıvı, katı ve gaz halinde olmak üzere oldukça fazla miktarda su bulunmaktadır. Bu miktarın %97'si tuzludur. Dünyadaki tatlı suyun %75'i ise kutuplarda katılaşır. Toplam suyun geriye kalan %1'i içilebilir, ama bunun çoğu ulaşılamayan derinliklerdeki yer altı sularıdır. Canlılığın ihtiyacını karşılayan su ise, göllerde ve nehirlerde bulunan toplam suyun %0.05'idir. Bu az miktar bile yeryüzündeki canlıların yaşaması için yeterlidir.12
... Böylece gökten su indirdik de sizleri suladık. Oysa siz onun hazine-koruyucuları değilsiniz. (Hicr Suresi, 22)
Ancak ne ilginçtir ki, dünyadaki suların %97'sini oluşturan tuzlu sular, yani tüm okyanus ve denizler, aslında insanın ve diğer kara canlılarının yaşamına hizmet etmektedir. Çünkü tatlı suyun insanlara taşınması, okyanus ve denizlerden buharlaşan suların bulutlarda birikmesi ve sonra da yağmurla yeryüzüne dönmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Dünya yüzeyinin %70'inden fazlasını kaplayan okyanus ve denizler, geriye kalan karaları sulayacak buharlaşmayı en ideal değerlerde sağlamaktadır. Karalar daha fazla olsa kurak bölgeler ve çöller çok artardı. Karalar daha az olsaydı, bu kez de hem insanlara yaşam ve tarım açısından yetersiz bir alan kalacak hem de bu alanlar aşırı derecede yağmur alarak verimsizleşecekti. Dolayısıyla dünya üzerindeki kara-su oranı, insan yaşamı için en ideal değerdedir. Allah, yeryüzünü insanın yaşamı için en ideal şekilde var etmiş, Kendisi dilemese asla ulaşamayacağımız temiz suyu bizlere vermiştir. Bu gerçek ayetlerde şöyle haber verilmiştir:
Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 68-70)
İki deniz bir değildir. Şu, tatlı, susuzluğu keser ve içimi kolay; şu da, tuzlu ve acıdır. (Fatır Suresi, 12) |
Su, içinde ve çevresinde birçok canlı türünü barındırma özelliğine sahiptir. En küçük bir su damlası bile içinde yüzlerce mikroorganizmayı barındırabilir. Su aynı zamanda canlı bedeninin "içindedir". Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar %50 - %95 oranında sudan oluşmaktadır.
Suyun sahip olduğu özellikler ve faydaları kadar, meydana gelişi de son derece düşündürücüdür. Su, iki hidrojen atomu ve bir oksijen atomunun birleşmesinden meydana gelir. Ama bu iki atomu su molekülünü oluşturacak şekilde birleştirmek oldukça zordur. Hidrojen ve oksijen atomlarını kontrollü bir ortamda veya bir tüpün içinde biraraya getirdiğinizde bunların aniden bir su molekülüne dönüştüğünü göremezsiniz. Yüzlerce yıl bekleseniz yine böyle bir sonuç ile karşılaşamazsınız. Tüpün içinde su, ancak binlerce yıl sonra ve oldukça az miktarda oluşabilir. Bu da ancak bir ihtimaldir.
Böylesine temel bir hayat kaynağını nasıl elde ederiz? Bazı moleküllerin meydana gelebilmeleri veya değişim geçirebilmeleri için yüksek bir enerji seviyesinin ve dolayısıyla da yüksek bir sıcaklığın olması gerektiğinden daha önce bahsetmiştik. Su için de aynı şey geçerlidir. Havada serbest halde dolaşan iki molekül olan Hidrojen (H2) ve Oksijen gazının (O2) biraraya gelerek suyu oluşturabilmeleri için çarpışmaları gerekmektedir. Çarpışma sırasında hidrojen ve oksijen moleküllerini oluşturan bağlar zayıflar ve bu molekülleri oluşturan atomlar yeni bir molekül olan suyu meydana getirmek üzere birleşirler. Ancak söz konusu çarpışma ancak çok yüksek bir sıcaklıkta ve yüksek bir enerji seviyesinde meydana gelmektedir. Şu anda yeryüzünde suyun oluşumuna olanak sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Dünyada var olan su, dünyanın oluşumu sırasındaki yüksek sıcaklık sonucunda oluşan su miktarıdır.13 Bu miktarda hiçbir zaman bir değişme olmaz.
İçtiğimiz, kullandığımız, besinlerle aldığımız su, bize her an düzenli olarak arıtılmış şekli ile geri gelir. Çünkü su, sıcaklıktan etkilenerek 3 farklı halde bulunabilir. Katı hale gelen su, adeta rezerve edilmiş gibi kutuplarda dev buzullar şeklinde saklanmaktadır. Yeryüzünde kullanılan su ise, gaz haline dünüşebildiği için buharlaşarak havaya yükselir ve burada yeniden insanların kullanımına sunulacak şekilde sıvı hale dönüşüp yağmur olarak yeryüzüne düşer. Kısacası bizler, suya özel olarak verilmiş bu özellikler sayesinde defalarca aynı suyu içer, defalarca aynı suyu kullanırız. Su, Allah'ın dilemesi ile bizlere "arıtılmış" hali ile sürekli olarak ikram edilir:
… Biz, gökten tertemiz su indirdik; Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için. (Furkan Suresi, 48-49)
Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız.(Nahl Suresi, 10) |
O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir. |
Hidrojen bağlarının etkisiyle su daima yüzeyden donmaya başlar. Bu sayede, buzun altındaki sayısız canlı için kışın bir barınak meydana gelmiş olur. Alt katmanlardaki su en fazla 40 C'ye kadar soğur. Allah'ın yarattığı bu özel denge vesilesiyle buzun altındaki su, canlıların kışın yaşamlarını devam ettirmelerini sağlar. |
Su, oda sıcaklığında sıvı haldedir. Normal şartlarda bu ilginç bir durumdur, çünkü su küçük bir moleküldür ve amonyak veya metan benzeri diğer küçük moleküllerde olduğu gibi bu molekülün de oda sıcaklığında gaz olması beklenir. Suyun sıvılığı küçük hidrojen atomlarından, bunları güçle çeken oksijen atomlarından ve dolayısıyla iki su molekülü arasında oluşan hidrojen bağlarından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi su molekülünü kovalent bağlar oluşturur. Ancak meydana gelen bu molekülü bir diğer su molekülüne bağlayan bağ, hidrojen bağıdır. Daha önce de belirtildiği gibi hidrojen bağları son derece zayıf bağlardır. Bir hidrojen bağının ömrü yaklaşık olarak saniyenin yüz milyarda biri kadardır. Ancak bağın kırılması molekülü ortadan kaldırmaz, çünkü bir bağ kırıldığında yerine hemen yeni bir bağ oluşur. Bu yenilenmenin sonucunda su moleküllerinin birbirlerine yapışmaları mümkün olmaz. Ama bunun bir sonucu olarak bu moleküller akışkan olurlar. Sonuç olarak moleküller bağımsız hareket eden bir gaz yerine, hareketli bir sıvı olarak biraraya kümelenirler. Suyun benzerlerinden farklı olan bu yapısı, yaşam için temel unsurlardan bir tanesidir.
Su molekülleri arasındaki zayıf hidrojen bağlarının bir diğer sonucu da, suyun sıvı ve katı hali arasındaki yoğunluk farkıdır. Bilinen tüm maddelerde katılar sıvılardan daha yoğundurlar. Örneğin, normal şartlarda eritilmiş demirin içine katı demir parçaları attığınızda bu katı maddeler kesin olarak dibe çökecektir. Ama su için bu geçerli değildir. Suyun katı hali olan buzun yoğunluğu sudan daha azdır. Su, buz haline dönüştüğünde hidrojen bağları nedeni ile buzu oluşturan her bir molekül komşusunu sıkıca yakalar, ama buzu oluşturan bu moleküller arasındaki uzaklık çok fazladır. Dolayısıyla bu molekülleri oluşturan bağlar arasında boşluklar kalır. Katı haldeki suyun yapısı işte bu nedenle sıvı durumuna göre daha fazla boşluk içerir ve bu nedenle de daha az yoğundur.14 Bunun bir sonucu olarak, bir suyun içine buz attığınızda, buz suyun mutlaka yüzeyine çıkacaktır.
Suyun yüzeyindeki moleküller birbirleriyle ve aynı zamanda alttaki moleküllerle hidrojen bağları kurarlar. Böylelikle "suyun yüzey gerilimi" meydana gelir. Bir böceğin suyun dibine batabilmesi için bu hidrojen bağlarından bir kısmını koparması gerekmektedir. |
Suyun bu özellikleri canlılık için son derece önemlidir. Hidrojen bağlarının bu etkisi ile su daima yüzeyinden başlayarak donar. Bu da, kışın göl ve denizlerin üst katmanlarının buz tutmasına, su yüzeyinde yüzlerce tonluk dev buzulların oluşmasına ve buz kütlesinin altında suyun sıvı kalmasına neden olur. İşte suyun sadece yüzeyinin donmasının önemi burada ortaya çıkar. Su içinde yaşayan binlerce canlı bu sayede kışın da yaşamını devam ettirebilmektedir. Yüzeydeki buz aynı zamanda bir koruyucudur. Buz kütleleri suyun alt katmanlarını izole ederek daha fazla soğumasını da engellemiş olur. Alt katmanlardaki bu su kütlesi bu sayede en fazla artı 40C'ye kadar soğur. Bu sıcaklık da deniz canlılarının yaşamlarını sürdürebilmeleri için yeterli bir sıcaklıktır. Bir başka deyişle karşımızda canlılar için meydana getirilmiş bir başka özel tasarım bulunmaktadır. Eğer buzun yoğunluğu sudan daha fazla olsaydı, sular dipten donmaya başlayacak, bir izolasyon olmadığı için donma yüzeye doğru ilerleyecek, dünyadaki denizlerin önemli bir bölümü buzdan ibaret hale gelecek ve böylelikle sudaki yaşam son bulacaktı.
Suyun bu özelliklerinin getirdiği bir başka sonuç daha vardır. Örneğin hafif bir metali suya bıraktığınızda bunun dibe çökmediğini, suyun üzerinde sabit olarak kaldığını görürsünüz. Bunun yanında bazı böcekler de suyun yüzeyinde rahatlıkla yürüyebilmektedirler. Metal sudan daha ağırdır, böceklerin bir kısmı da öyle… Peki suyun üzerinde durabilmeyi nasıl başarırlar? Bunun sebebi yine bizleri suyun özel yaratılışına götürür. Su moleküllerini birbirine bağlayan hidrojen bağları, "suyun yüzey gerilimini" meydana getirirler. Bu gerilim, suyun yüzeyindeki moleküllerin birbirleri ile ve aynı zamanda alttaki moleküllerle hidrojen bağları kurması ile oluşmaktadır.15 Bir böceğin suyun dibine batabilmesi için bu hidrojen bağlarından bir kısmını koparması gerekmektedir. Gemileri su yüzeyinde tutan şey de aynı yüzey gerilimi ve aynı zamanda suyun kendi iç direncidir. Eğer suyun bütün bu özellikleri olmasaydı, şu an gemilerin varlığından eser olmazdı, balıklar suyun içinde yaşayabilmek ve yüzebilmek için oldukça büyük bir enerjiye ihtiyaç duyarlardı, hatta belki de suyun içinde şimdiki çeşitlilikte yaşam olmazdı. Suyun, şimdiye kadar çok iyi bilmemize rağmen belki de hiç düşünmediğimiz bu özellikleri Allah'ın insanlara büyük bir lütfudur. Su, Allah dilediği için böyle bir özellik kazanır, gemiler Allah dilediği için suyun üzerinde yüzebilir, canlılar Allah dilediği için suyun içinde rahatlıkla yaşayabilirler. Allah bu gerçeği ayetinde belirtmiştir:
1. Tuz Kristali |
A. Su, hücre içindeki moleküllerin de rahatlıkla hareket edebilecekleri özel bir sıvıdır. Eritken olmasına rağmen, kemiklerimizdeki kalsiyum ve fosfatı çözemez. Bunun nedeni Allah'ın, kemiklerimizi oluşturan molekülleri, suyun eritici özelliğine karşı koruyacak şekilde özel bir biçimde biraraya getirmiş olmasıdır. Bu mükemmel tasarım sayesinde bedenimizdeki su bize zarar vermez. B. Hidrojen bağları ile oluşan hidrasyon tabakası, sodyum ve klor iyonlarının biraraya gelmesini engeller. Birleşemeyen bu iki molekül artık tuzu oluşturamazlar. |
Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır. Ve Onun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için size, emre amade kılandır. Irmakları da sizin için emre amade kılandır. (İbrahim Suresi, 32)
Topraktan yeni çıkmış açık yeşil renkteki bir çim tanesinde de, boyu metrelere varan dev ağaçlarda da hakim olan sistem suyun mucizevi özellikleri ile yakından ilgilidir. Su, moleküler özelliği ve bağlanma şekli nedeni ile bitkinin köklerine girer ve bitkinin içindeki borular boyunca yukarı doğru uzanır. Bazen bu yükseliş onlarca metreyi bulur, bazen de onlarca dala ayrılır ve birbirinden farklı yerlere ulaşır. Başka hiçbir sıvının bu kadar kolay başaramadığı bu işlem, "suyun kılcal hareket edebilme" özelliğidir. Su aynı zamanda emilebilirlik özelliğine de sahiptir. Odun veya jelatin gibi maddelerle temas ettiğinde hemen onların içine nüfuz edebilir.16 Çimlenmeye başlayan tohumların su alarak şişmesi de suyun bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer yeryüzünde su ve toprak altında tohum olmasına rağmen suyun emilebilirlik özelliği olmasaydı, yeşil dünyadan eser kalmayacaktı. Bitki örtüsünün olmaması ise, yeryüzünde tüm canlılığın yok olması anlamına gelirdi.
Sudaki hidrojen bağlarının bu mucize moleküle sağladığı faydalar bu kadarla da sınırlı değildir. Su, kendisini meydana getiren bu zayıf bağlar nedeni ile sıcaklık değişikliklerine direnç gösterir. Hava sıcaklığı aniden artsa bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş artar. Hava sıcaklığında ani bir düşüş olduğunda ise suyun sıcaklığı yine yavaş yavaş düşer ve su hava kadar soğumaz. Bu fiziksel kural aslında bir yaratılış harikasıdır. Eğer suyun böyle bir özelliği olmasaydı, suda yaşayan canlılar şiddetli ve ani sıcaklık değişimlerine karşı koyamayacak ve kısa sürede ölüp tükeneceklerdi. Dahası, bizler de bu durumun etkisinde kalacak ve vücudumuzu meydana getiren %70 oranındaki suyun sıcaklıktan hemen etkilenmesi sonucunda ya aniden donacak ya da aniden ateşlenecektik.
Su aynı zamanda mükemmel bir eritkendir. Pek çok madde, özellikle de şeker, su ile hidrojen bağları oluşturabildiği için suda kolaylıkla eriyebilmektedir. Suda aynı zamanda tuz veya mineraller gibi iyonik bağlarla biraraya gelmiş moleküller de rahatlıkla erir. Suyun bu eritici özelliği vücudumuz için de son derece büyük bir öneme sahiptir. Besinlerin hücreye taşınması için su, mükemmel bir ortamdır. Aynı zamanda su, hücre içindeki moleküllerin de rahatlıkla hareket edebilecekleri ideal bir sıvıdır. Su, sıvı olduğunda bütün bunları vücut ısısında yapar. Ancak eritken özelliğine rağmen su kemiklerimizdeki kalsiyum ve fosfatı çözemez, bu nedenle iskeletimiz kendi sıvımızda çözünmez.17 Bu, kemiklerimizi oluşturan moleküllerin yapısından kaynaklanmaktadır. Kemikleri oluşturan özel moleküler yapı, suyun eritici özelliğine karşı koyacak şekilde biraraya gelmiş ve özel bir biçimde bağlanmış atomlardan oluşmaktadır.
Görmedin mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz Allah, lütfedicidir, her şeyden haberdardır.(Haç Suresi, 63) |
Burada dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta vardır. Tek bir hücrenin çoğalması ile meydana gelen bedenimiz içinde farklı moleküller farklı şekillere girmiş ve bizlere farklı özellikler kazandırmıştır. Acaba bu değişiklikler yaşanırken, moleküller nasıl hücrede taşınacak molekülleri suya dayanıksız, kemiklerimizi ise dayanıklı hale getirmeye karar vermiş olabilirler? Hücreler, besinlerin suda erimeleri gerektiğini, kemiklerin ise sudan etkilenmemeleri gerektiğini nereden bilebilirler? Bizi oluşturan ilk hücre, molekülleri tanıyabilir mi, suyun eritkenlik seviyesini bilebilir mi, buna göre önceden tedbir alarak bizim için en uygun metabolizmayı oluşturabilir mi? Bütün bunları bir hücreden veya çok sayıda hücreden beklemek kuşkusuz ki mantığa aykırıdır. Bunlar, Allah'ın üstün yaratmasıdır. Anne karnında oluşmaya başlayan bir insanın sahip olduğu tüm özellikleri, bedenini oluşturan tüm molekülleri Allah yaratmıştır ve Allah bunların tümüne her an hakimdir. Ayette bu gerçek şöyle haber verilir:
Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur. O'ndan başka İlah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 5-6)
İnsanların, molekül seviyesine inerek evreni oluşturan maddeleri araştırmaları sadece 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Henüz dünyanın oluşumu sırasında bizim için mükemmel bir ölçü ile belirlenmiş ve tümüyle yaşamın oluşabilmesine uygun özelliklerle var edilmiş olan su ise, bilim adamlarının, detaylı özelliklerini çok yakın bir zamanda keşfettikleri bir mucizedir. Ancak Allah, suyu daha ilk insan veya ilk canlı var olmadan önce, canlılar için en uygun özelliklerle donatarak yaratmıştır. Sudaki tüm bu özelliklerin 2 hidrojen ve tek bir oksijen atomunun özel bir dizayn ile biraraya gelmesi sonucunda oluşması; bu üstün yaratılıştaki inceliği ve kusursuzluğu göstermektedir. Allah ayetinde şöyle bildirir:
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)
1. Hidrojen Peroksit |
Suyu oluşturan atomlar, belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen atomuyla birleşirler. Molekül H2O2 formülündedir ve görünürde bu küçük bir değişikliktir. Ama aslında yeni eklenen bu atom, bize hayat veren, rahatlıkla içmek için kullanabildiğimiz suyu zehirli ve yıkıcı etkilere sahip olan hidrojen peroksite dönüştürmüştür. |
Hayatımızda bu kadar büyük bir önemi olan suyu oluşturan atomlar belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen atomuyla daha birleşirler. Bu birleşme sonucunda H2O formülü H2O2 haline gelir. Görünürde bu küçük bir değişikliktir, ancak bu küçük değişiklik bu molekülün kimyasal özelliklerini tümüyle değiştirmeye yeter. Rahatlıkla içip kullanabildiğimiz, hayatımızın en önemli parçası olan su, bünyesine bir oksijen atomu aldığında hidrojen peroksit haline gelir. Bu değişim oldukça ilginçtir, çünkü bize fayda sağlayan su, bu değişim ile birlikte tümüyle zararlı etkilere sahip olan bir maddeye dönüşür. Peki yeni oluşan bu madde hangi özelliklere sahiptir?
Hidrojen peroksit güçlü bir oksitleyicidir, onunla temas eden tüm canlı bileşikleri ya yok eder ya da onlara ciddi zararlar verir. Zehirli etkisi nedeni ile havadaki sis ve kirliliğin oluşmasında etkilidir. Aynı zamanda güçlü kimyasal etkisi nedeni ile bir beyazlatıcıdır da. Siyah, kahve ve kumral renklerden sorumlu olan melanin pigmentlerini ve diğer pigmentleri okside edip yok etmektedir. Koyu renk saçların açık renge dönüştürülmesinde bu madde kullanılmaktadır.18
Atomların biraraya gelerek çeşitli özelliklere sahip moleküller meydana getirmeleri başlıbaşına çok üstün bir sanattır. Ancak tek bir atomun, var olan bir molekülün niteliklerini tamamen değiştirmesi, onu faydalı iken zararlı hale getirmesi, onu yaşam için bir gereksinim iken zehirli bir maddeye dönüştürmesi önemli ve mucizevi bir tasarım harikasıdır. Bunun anlamı şudur; Allah dilediği takdirde, gözle görülmeyen tek bir atomu vesile ederek yepyeni sistemler, yepyeni özellikler meydana getirmektedir. Su ve hidrojen peroksit arasında küçük bir fark olmasına rağmen, oldukça büyük bir kimyasal farkın meydana gelmesi, hiçbir şekilde taklidi yapılamayacak, bir benzeri oluşturulamayacak özel bir yaratılışın hakim olduğunu göstermektedir. Bu kusursuz tasarımın açıklaması, hiçbir şekilde tesadüfler olamaz. Çünkü tek bir atom bile dengeleri değiştirmekte, moleküldeki küçücük bir farklılık tüm nitelikleri değiştirmektedir. Böyle ince bir ayrım ancak üstün bir iradenin kontrolünde olabilir ki bu irade alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.
1. Kurşun kalemdeki karbon molekülünün çizimi 5. GAZOZLU İÇECEKLER: Gazozlu iceceklerde karbondioksit bukunur. İçecekteki gaz basınçtan dolayı sıvıda erir ve basınç azaldığında baloncuklar halinda gaz serbest kalır. 6. DNA: KArbon yaşam için yaratılmış çok özel bir elementtir. DNA dahil yaşamımızdaki pekçok şeyin temeli karbon elementidir. 7. Karbonhidratlı yiyecekler |
Çevremize şöyle bir baktığmızda herşeyin dünya üzerinde yaşamın oluşması için özel olarak tasarlanmış olduğunu fark ederiz. Molekül seviyesine indiğimizde ise bu özel tasarım kendisini daha açık ve benzersiz şekilde gösterir. Molekül seviyesinde, yani gözle görülmeyen atomların biraraya geldikleri dünyada, herşey kusursuzdur. Bu kusursuz sistemdeki özel tasarıma verilebilecek örneklerden biri karbon elementidir. Karbon, birçok yönü ile diğer elementlerden farklı özellikler gösterir. Bu "farklılık" onu, yaşam için vazgeçilmez hale getirmiştir. Karbon, periyodik tablodaki altıncı elementtir. Özelliği ise yeryüzündeki birçok şeyin arabamızın lastiklerinden bilgisayarımıza, kullandığımız doğal gazdan selüloza, yediğimiz etten hücrelerimizin içindeki DNA'ya kadar herşeyin temelini teşkil eden bir element olmasıdır.
Şu an için yeryüzünde çeşitli şekillerde biraraya gelmiş yaklaşık 2 milyon farklı yapıda bileşik bulunduğu hesaplanmaktadır. Bu bileşikler sadece iki atomun biraraya gelmesi ile oluşabildiği gibi, milyonlarca atomun biraraya gelmesi ile de oluşabilir. Ancak ilginç olan, elementlerin her birinin "kendine has" bileşik meydana getirme özelliklerinin olmasıdır. Kimi elementler, bir başka elementle hiçbir şekilde birleşmezler. Kimileri de sadece bir veya iki bileşik meydana getirirler. Ancak karbon elementi bütün bunlardan farklıdır. Tek başına 1.700.000 farklı tipte bileşik meydana getirebilmektedir. Yeryüzündeki farklı bileşiklerin toplam sayısının iki milyon olduğunu dikkate aldığımızda karbon dışındaki diğer elementlerin toplam 300.000 bileşik tipi meydana getirdiklerini görürüz. Bu durumu renk paletindeki renklerle karşılaştırabiliriz. Beyaz renge bir başka renk karıştırdığınızda mutlaka yeni bir renk elde edersiniz. Üçüncü bir renk karıştırdığınızda bu renk çeşitliliği daha da artar. Diğer renkler ise ancak bazı renklerle karıştıklarında yeni renkler verirler. Siyah ise, hangi renkle karışırsa karışsın o rengi yutar ve istisna durumlar dışında yeni bir renk elde edemezsiniz. Karbonun durumu da bu renk paletindeki beyaz renk gibidir. Doğadaki hemen herşeyle bileşik kurabilir ve bu birliktelikten yaşam için son derece büyük öneme sahip bir yenilik meydana getirebilir. Bunun anlamı şudur: Karbon büyük bir tasarım harikasıdır.
Hayati önemi olan bu elementin miktarca az olması ise oldukça ilginçtir. Karbon, tüm canlıların bileşiminin ağırlıkça sadece %9-10'unu ve dünyanın bileşiminin ise yalnızca %0,017'sini içerir.19 Az miktarda bulunmasına rağmen karbon, kendi bedenimiz de dahil olmak üzere hayatımızın her parçasında vardır ve onun yerini alabilecek bir başka element de yoktur.
1. Karbonhidrat Molekülleri |
Karbon, diğer karbon atomları ile de güçlü kovalent bağlar kurabilme yeteneğine sahiptir. Bu bağlar, çok güçlü ve sağlam bağlar olduklarından çok büyük ve uzun moleküllerin oluşmasına olanak sağlarlar. Oluşan bu moleküllerin en önemlilerinden birisi karbonhidratlardır. |
Karbonun diğer elementlerle kolaylıkla birleşebilme özelliği, kurduğu bağlardan kaynaklanmaktadır. Karbon, moleküler özellikleri nedeni ile aynı cinsten atomları birbirine ekleyebilmekte, farklı cins atomları da birleştirebilmektedir. Diğer atomlar genellikle bu özelliklere sahip değildirler. Onlar belirli atomlarla bağlar kurabilir, diğerlerini ayırt ederler. Karbon, diğer karbon atomları ile de çok güçlü kovalent bağlar kurar. Bu bağlar, güçlü ve sağlam bağlar olduğundan çok büyük ve uzun moleküllerin oluşmasına olanak sağlar. Vücuttaki karbonhidrat, protein ve nükleik asitler de bu tür karbon bağları ile meydana gelmiş olan büyük moleküllerdir.
Bilim adamları yıllar boyunca karbonun yerini alabilecek bir elementin var olup olmadığını araştırdılar. Karbonun özelliklerine en yakın element silisyumdu. Bu nedenle silisyumun bir şekilde karbonun kurduğu bileşikleri kurması gerektiğini düşündüler. Ancak tüm çabaları sonuçsuz kaldı. Çünkü silisyum, karbon gibi çeşitli elementlerle bu kadar çok bileşik oluşturacak bir özellik göstermiyordu. Bunun en önemli nedeni, karbonun kendi atomları ile kurduğu güçlü bağlardı. İki karbon arasında meydana gelen bağlantı çok güçlüydü ve bu nedenle çok daha uzun ve sabit bağlantılara olanak vermekteydi. Silisyum ise karbona çok yakın bir element olmasına rağmen, kendi atomları ile birleşme sırasında güçlü bir bağ kuramıyordu. Kurduğu zayıf bağ da uzun zincirlerin oluşması için uygun değildi. Kısacası, doğada karbon atomunun yerine geçebilecek bir başka element daha olmaması, karbonun önemini bir kez daha ortaya koydu.
Bilim adamları bu tip araştırmalara halen devam etmektedirler. Karbonun bir benzerinin bulunması, karbon elementinin bulunmadığı diğer gezegenlerde, özellikle Mars'ta yaşamın bir zamanlar var olup olmadığı sorusuna karşısında bilim adamlarına bir ışık yakacaktır. Ancak tüm spekülasyonlara rağmen, karbon temelli yaşam dışında bir yaşamın var olmasının birçok açıdan imkansız olduğu açıkça görülmüştür. Karbonun böyle özel bileşikler oluşturabilmesi için birtakım şartlar gereklidir. Yeryüzünde karbon bazlı bir yaşamın sürebilmesinin işte en önemli nedeni budur. Dünya, karbonun oluşması ve bileşikler meydana getirmesi için gerekli olan şartlara sahip bilinen tek gezegendir.
Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti ve güneş ile aya boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız.(Rad Suresi, 2) |
Örneğin karbonun bileşikler oluşturabilmesi için gerekli olan sıcaklık aralığı -20 ile 1200C'dir. Karbon bileşikleri –200C'de donmaya, 1200C'de parçalanmaya başlarlar. Biz bu parçalanma ve bozulmaya dünya şartlarında da şahit oluruz. Örneğin bir orman yangınında, aşırı ısı ağaç gövdelerinin yapısını tamamen değiştirir. Karbon bileşikleri değişime uğrar ve ağacın yapısı bu değişiklikten dolayı tamamen farklılaşır. Karbon artık orijinal yapısını kaybetmiştir. Bunun nedeni aşırı sıcaklıktan dolayı karbon bileşiklerinin parçalara ayrılmasıdır. Kömürleşen ağaç, artık farklı bir molekül özelliği göstermektedir.
Görüldüğü gibi bir miktar sıcaklık değişiminde bile karbon bozulmaya uğrar ve dolayısıyla bu değişim tüm dünyaya hakim olursa canlılık ortadan kalkar. Bu, dünyada özel bir tasarımın var olduğunun en önemli delillerinden bir tanesidir. Karbonun canlı bileşikler meydana getirmesine olanak veren sıcaklık aralığı ise yalnızca dünyada mevcuttur. Ve bu son derece hassas bir sıcaklık aralığıdır. Bir kıyas yapmak gerekirse, Güneş Sistemi'nde Dünya'dan bir önceki gezegen Venüs'te sıcaklık yaklaşık 4500C, Dünya'dan bir sonraki gezegen Mars'ta ise –530C'dir. Bu kavurucu sıcaklık ve dondurucu soğuklukta karbon elementinin canlı bileşikler meydana getirmesi imkansızdır. Uzayda milyarlarca derece sıcaklıktaki yıldızların, aynı zamanda da mutlak sıfır kabul edilen -273.150C'lik uzay boşluklarının olduğu da unutulmamalıdır.
Bu muazzam ısı farkı içinde sadece dünyanın karbon bazlı yaşama elverişli bir sıcaklık aralığında olması gerçekten de çok büyük bir nimet ve özel bir yaratılıştır. Önemli olan, bu mükemmellikleri ve Allah'ın eşsiz sanatını görerek insanın Allah'a muhtaç olduğunu kavraması ve O'nun büyüklüğünü takdir etmesidir. Bu gerçeği Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız. (Şöyle de sızlanırdınız:) "Doğrusu biz, ağır bir borç altına girip-zorlandık." "Hayır, biz büsbütün yoksun bırakıldık." Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi? Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını sizler mi inşa ettiniz (yarattınız), yoksa onu inşa eden Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 63-72)
Bedeniniz de, üzerine bastığınız toprak da atomlardan oluşmaktadır. Ancak bunun anlamı, cansız maddeleri oluşturan atomların organize olarak ve evrimleşerek "canlanmaları" değildir kuşkusuz. Dolayısıyla canlıların kökeni, bu atomların biraraya gelmelerinden ibaret değildir. Canlıların kökeninde, çok üstün bir müdahale, tasarım ve güç vardır. İşte bu Yüce Allah'ın yaratmasıdır. |
Bedeniniz, tümüyle moleküllerden oluşmuş bir varlıktır. Gözleriniz, elleriniz, beyniniz, kaslarınız, sizi "siz" yapan fiziksel özellikleri belirleyen genleriniz, hücreleriniz ve hücrelerinize yaşam sağlayan proteinleriniz birer molekül yığınıdırlar. Benzer moleküler yığınlar doğada; örneğin toprakta, taşlarda, kayalarda, metallerde de vardır, ama bunlar sizin gibi canlı değildirler. Sizin bedeniniz de atomlardan ibarettir, üzerine bastığınız toprak da. Peki sizi topraktan farklı kılan şey nedir?
Bir materyalist bu soruya "insanı oluşturan atomlar daha iyi organize olmuşlardır, tek fark bu" diye cevap verecektir. Bu organizasyonun ise, "evrim" adını verdiği bir süreç sonucunda, doğanın kendisi tarafından yapıldığını ileri sürecektir.
Oysa bu iddia, bu konudaki tüm gözlem, deney ve deneyimlere, dahası mantığa aykırıdır. Çünkü:
Cansız maddeleri oluşturan atomlarla, sizin bedeninizi veya canlıların bedenlerini oluşturan atomlar arasında nitelik (vasıf) açısından bir fark yoktur. Dolayısıyla bunların herhangi bir şekilde organize edilmeleri, onlara yeni bir nitelik kazandırmaz. Bunu bir örnekle açıklayalım: Atomları oluşturan proton, nötron, elektron gibi parçaları birer taş parçası olarak düşünün. Bu taş parçalarını farklı şekillerde; yanyana, üst üste, alt alta, çaprazlama vs. dizmeniz, bunları birbirlerine tutturmanız veya ayırmanız, kısacası yapabileceğiniz herhangi bir "organizasyon", bu taşların toplamına yeni bir vasıf kazandırmaz. Örneğin ideal bir dizilim sağladığınızda taşlar konuşmaya, görmeye, şarkı söylemeye başlamazlar. Aynı şekilde atomların ve atomları oluşturan parçacıkların da farklı şekillerde organize edilmeleri, onlara daha önceden sahip oldukları bir nitelik kazandıramaz. Onları, "canlı" hale getiremez. Düşünen, konuşan, hareket eden insanlara çeviremez.
Materyalistler bunun aksini iddia ettiklerine göre, iddialarına deneysel bir kanıt getirmelidirler. Yani cansız maddeyi alıp, organize edip, ondan canlı bir varlık çıkarmalıdırlar ki, bunun geçmişte -yani dünyadaki ilk yaşamın başlangıcında- yaşandığı yönündeki iddialarının bir temeli olabilsin. Oysa, aksine, insanoğlu bugüne kadar böyle bir şeyi başaramamıştır ve bunun o kadar imkansız olduğu ortadadır ki, bilim adamları söz konusu çabadan (yani cansız maddelerden canlılık üretme uğraşısından) vazgeçmişlerdir.
Kısacası hayatın, atomların "organize" olmalarıyla ortaya çıkabileceği iddiası hem mantığa hem de bilimsel gerçeklere aykırıdır. Tüm gözlem ve deneyler, Allah'ın Kuran'da yer alan "Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar." (Hac Suresi, 73) hükmünün bir göstergesi durumundadır.
Kaldı ki, doğada atomları organize edecek bir güç, bir mekanizma da yoktur. Materyalistlerin, adına "evrim" dedikleri süreç, hiçbir zaman gözlemlenmemiş, varlığına dair en ufak bir kanıt bulunmamış, hayali bir efsaneden ibarettir. Yeryüzündeki herhangi bir kimyasal işlemin, nükleer reaksiyonun veya fiziksel olayın atomları organize ederek, onları, canlılarda var olan kompleks sistemleri oluşturmaya doğru ilerlettiği görülmemiştir. Darwinistler'in "öz örgütlenme" şeklindeki yanıltıcı başlıkla sundukları bazı kimyasal olaylar (kristalleşme, açık sistemlerde entropi düşüşü vs.) gerçekte sadece basit "düzenlenme" örnekleridir ve bunların canlılık için gerekli kompleks sistemlerin kökenini açıklayamayacağı çok açık bir gerçektir. (Bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, 2003)
Bu gerçeklerin bize gösterdiği sonuç ise çok önemlidir: Evrendeki cansız maddeleri oluşturan atomların, ne "evrimleşerek" ne de insan eliyle, "canlanmaları" mümkün değildir. Dolayısıyla canlıların kökeni, bu atomların biraraya gelmelerinden ibaret olamaz. Canlıların kökeninde, çok üstün bir müdahale, tasarım ve güç vardır.
İşte bu, Yüce Allah'ın yaratmasıdır. Nitekim Allah Kuran'da, Kendisi'nin "diriyi ölüden çıkardığına", yani cansızlara can verdiğine dikkat çekmektedir:
... O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?
(Enam Suresi, 95)
Cansız varlıklara can verilmesi, "doğaüstü" bir olaydır, yani bir mucizedir ve sadece Allah'a mahsustur. Yine sadece Allah'a mahsus olan bir başka mucize ise, canlılar içinden birine, diğerlerinden farklı, yüksek bir bilince sahip özel bir ruh verilmesidir. Bu ruhu Allah insana lutfetmiştir. Secde Suresi'nin 9. ayetinde buyurulduğu üzere, Allah insanı önce bedenen yaratmış sonra da ona Kendi ruhundan üflemiştir.
Dolayısıyla insanı insan yapan iki ayrı unsur vardır: Atomlardan oluşan bedeni ve Allah'ın kendisine üflemiş olduğu ruhu. İnsanı sadece atomlardan oluşan bir madde yığını zanneden materyalistler, körü körüne inandıkları bu batıl inanç nedeniyle büyük bir çıkmaz içindedirler.
1. Şeker Fosfat Omurgası |
DNA merdiveninin kollarını şeker ve fosfat molekülleri oluşturur. Bu kollara bağlı bazları ise hidrojen bağları birleştirir. Allah'ın yarattığı bu özel tasarım sayesinde DNA, kopyalamaya ve gen bilgilerini aktarmaya olanak verecek şekilde esnektir. |
Moleküllerin, materyalistlerin iddia ettiği gibi kendi kendilerine canlanabilmesi için, kusursuz bir tasarım ile biraraya gelmeleri, bir işbölümü içinde olmaları, içlerinde "bilgi" saklamaları, asla hata yapmamaları, sindirim, solunum, görme, kalp atışı gibi üstlenecekleri görevleri eksiksiz ve kusursuz olarak bilmeleri, daha da önemlisi beynin bir parçası olup "düşünmeleri" gerekmektedir. Çünkü ortada öylesine muazzam bir yaratılış vardır ki, tek bir molekül, gelmiş geçmiş tüm insanların toplamından daha büyük akıl göstermekte, insanın idrakini aşacak üstün bir bilgiye sahip olmaktadır.
Siz, sizden akıllı bu moleküllerden bir tanesini hücrelerinizin her birinde taşıyorsunuz. Bu molekül DNA'dır.
DNA molekülü heliks şeklinde kıvrılmış iki sarmaldan oluşan merdiven biçiminde bir moleküldür. Merdivenin kollarını şeker ve fosfat molekülleri meydana getirir. Şeker ve fosfat grupları birbirlerine ester bağları adı verilen özel bir bağ ile bağlanmışlardır. Bu bağ oldukça kuvvetlidir. İki kolun arasındaki merdiven basamaklarında gelişigüzel bir sıralama yoktur. Basamaklar özel bir kenetlenme sistemi ile biraraya gelmişlerdir. Basamakların dört ayrı elemanı vardır. Adenin, Guanin, Sitozin, Timin. Bu dört nükleotidden Adenin ve Guanin büyük boylu, Sitozin ve Timin de küçük boylu moleküllerdir. Basamakları düzenli oluşturabilmek için daima Guanin Sitozin'in, Adenin de Timin'in karşısına gelir. Böylelikle DNA molekülü içinde küçük bazlara karşı büyük bazların gelmesi ile mesafenin her noktada sabit kalması sağlanmış ve bunun sonucunda da düzgün bir zincir meydana gelmiştir.
a. Nitrogen base | c. Phosphate |
1. Nitrojen bazları DNA kollarını birlefltiren hidrojen bağları meydana getirirler. T çiftleri A çiftleri ile iki bağ, G çiftleri C çiftleri ile 3 bağ kurarlar. 2. Hidrojen bağları nedeniyle DNA sarmalı son derece düzgündür ve DNA çok düzenli dönümler yapabilen bir moleküldür. Omurgayı meydana getiren kovalent ester bağları ise moleküle sağlam bir yapı verir ve kopma ya da esnemenin oluşması- nı engeller. Bu iki farklı bağ sayesinde DNA, ifllevini yerine getirecek kadar hareketli ve bir o kadar da sağlamdır. |
Karşı karşıya gelen bu dört nükleotid arasında meydana gelen kimyasal bağ, hidrojen bağıdır. DNA molekülünün, hidrojen bağları ile biraraya gelmiş bir molekül olması aslında çok önemli bir anlam taşımaktadır. Hatırlanacak olursa hidrojen bağlarının özelliği "esnek" olmalarıdır. Bu bağ, nükleotidleri birarada tutan ester bağları kadar kuvvetli olmadığından pH değişikliği, sıcaklık ve basınç gibi faktörlerde kolaylıkla birbirlerinden ayrılabilirler. Bağlardaki bu esnekliğin önemi şudur: DNA'nın kopyalanması ve gen bilgilerinin diğer hücrelere aktarılması ancak bu bağların esneme özelliği ile mümkün olmaktadır.
Şimdi DNA'nın kopyalanması işlemini kısaca hatırlayalım. Bilindiği gibi vücutta hücre bölünmesi sırasında yeni oluşan hücrenin de bir bilgi bankasına sahip olabilmesi için DNA'nın kendisini kopyalaması gerekmektedir. Bunun için DNA, hücrenin bölünme işleminden hemen önce kendi kopyasını çıkarır. DNA, kendi kendini eşleyebilmek için önce ortadan fermuar gibi iki parçaya ayrılır. Her iki parçanın da eksik olan bölümleri ortamda hazır bulunan malzemelerle tamamlanır ve iki yeni DNA molekülü elde edilmiş olur. İşte bu işlem sırasında DNA'nın fermuar gibi ikiye ayrılması, hidrojen bağlarının esnekliği sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer bu DNA zinciri farklı bir bağ ile bağlanmış olsaydı, zinciri birarada tutan aradaki köprüler aşırı derecede sert ve bükülmez olacak ve DNA'nın ikiye ayrılması söz konusu olmayacaktı. Böyle bir ayrılma ya hiç gerçekleşmeyecek ya da sarmalın iki parçası birbirinden ayrılmaya eğilim gösterdiğinde aradaki tüm bağlar kopacak ve molekül parçalanacaktı. DNA'nın kopyalanamadığı bir dünyada ise kuşkusuz canlıların varlığından söz etmek mümkün olmayacaktı.
DNA'yı oluşturan bu hidrojen bağları ve diğer bağlar, sarmalın son derece düzgün olmasını sağlar. DNA molekülü, işte bu nedenle, zincirin diziliş sırasına bağlı olmaksızın çok düzenli bir biçimde dönümler yapan bir moleküldür. DNA'yı oluşturan nükleotidler birbirlerine fosfat bağlarıyla bağlanarak şeker ve fosfat kısımlarının birbirlerini izlediği serilerden oluşan bir omurga meydana getirirler. Kovalent ester bağları olarak adlandırılan bu bağlar son derece kuvvetli bağlardır. Bu bağların varlığı DNA molekülünün tek zincirli bir yapı halinde iken bile dayanıklı ve sabit olmasını sağlar. Ortadaki hidrojen bağları kolaylıkla birbirlerinden ayrılırken, kovalent bağ ile bağlanmış olan yanlardaki zincirlerde herhangi bir kopma veya esneme meydana gelmez.
Çoğu zaman ölümcül sonuçlara yol açan ya da metabolizmayı tamamen tahrip eden mutasyonlar, nükleotidler arasındaki bu ester bağlarının kopması ile meydana gelir.20 Ancak molekül içindeki bu bağlantı öylesine güçlüdür ki, böyle bir aksama oldukça nadir olarak oluşur. Herhangi bir aksaklık çıkması ihtimaline karşı DNA'nın içinde görevli olan enzim molekülleri hemen harekete geçer ve bu aksamayı giderirler. Böylesine kompleks bir sistemin içinde koruyucu bir başka sistemin ve önlemin var olması hayranlık uyandıran ayrı bir gerçektir.
DNA molekülünde tam bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak miktarda bilgi bulunur. Bu bilgi sizinle ilgili herşeydir. Saçlarınızın renginden kan grubunuza, boyunuzun uzunluğundan kemiklerinizin yapısına kadar herşey bu bilgi bankasının içine yerleştirilmiştir. Bilgi bankası dediğimiz şey ise aslında sadece gözle görülmeyen bir moleküldür. |
Bir insanın DNA molekülünde tam bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak miktarda bilgi bulunur. Bu bilgi sizinle ilgili herşeydir. Saçlarınızın renginden, hangi kan grubuna sahip olduğunuza, boyunuzun uzunluğundan kemiklerinizin yapısına, vücudunuzda son derece seri bir şekilde görev yapan enzimlerin faaliyetlerine kadar herşey bu kusursuz molekülün içine sığdırılmıştır. Peki "bilgi" dediğimiz şey, "neyin" içine sığdırılır?
DNA'daki bilgi, aynen bir kitapta olduğu gibi, "harflerle" kaydedilmiştir. Türkçe bir kitap 29 ayrı harfin, bilgi verecek bir sıra ile yanyana dizilmesiyle oluşur. DNA'daki harfler ise, bu dev molekülü oluşturan dört nükleotidtir; Adenin, Timin, Guanin ve Sitozin. Bilim adamları bu molekülleri kısaca A, T, G ve C olarak tanımlarlar. Bu dört molekülün yüzlercesi birarada ele alındığında, uzun, anlamlı cümleler ortaya çıkar. Bu cümleler, vücuttaki işlemlerin nasıl yapılacağını tarif eden, bunlara dair kodlar içeren "genler"dir.
DNA'daki bilginin kaynağı ise materyalistler için asla aşılamaz bir çıkmazdır. Bu molekülde kodlanmış bilginin kökeninin herhangi bir doğal mekanizma ile açıklanması mümkün değildir. Tüm gözlem, deney ve deyimlerimiz, bilginin, ancak bilinçli bir varlıktan geldiğini göstermektedir. DNA'daki bilgi ise, tüm canlılığı yaratan Yüce Allah'ın eseridir. Ayette Rabbimiz'in yaratma sanatı ve sonsuz kudreti şu şekilde açıklanır:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 102-103)
Bedenimiz, DNA gibi daha pek çok üstün özelliklere sahip moleküllerden oluşmaktadır. Vücudumuzda bulunan hemen hemen bütün moleküller, karbon ve hidrojenden meydana gelen ve "hidrokarbon" olarak isimlendirilen bir ailenin üyesidirler. Hidrokarbonlarda molekülün ana omurgası, karbon iskeletinden meydana gelmiştir ve karbonlar birbirlerine kovalent bağ ile sıkıca bağlanmışlardır. Dolayısıyla söz konusu karbon iskeleti son derece dayanıklıdır.
İnsan vücudunda en fazla miktarda bulunan molekül, %55-60'lık oranı ile sudur. Bu miktarı, %30-35 ile organik (karbon içeren) moleküller, %5 ile inorganik moleküller izler. Organik moleküllerin başlıcalarını lipidler yani yağlar ve proteinler oluştururlar. Yağ ile su molekülleri ise birbirine ters orantılıdır. Birinin artması durumunda diğeri azalır.21 Her molekülün vücut içinde yerine getirmesi gereken çok önemli görevleri vardır ve her biri üstlendiği görevi tam olarak yapar. Çünkü yaratılma amaçları, insanın yaşamına vesile olmaktadır.
1. Hücre Dışı |
Su, "özel" bir molekül olması nedeniyle, vücuttaki her organelde bulunabilir, besinlerin taşınmasından çeşitli yapıların oluşumuna kadar pek çok yerde görev alır. Hücre, yapısı ve işlevleri açısından suyun fiziksel ve kimyasal özelliklerine tam olarak uyum göstermektedir. Su, bu nedenle hücrenin içine kolaylıkla girebilir ve aynı şekilde rahatlıkla dışarı atılabilir. |
Dünya için çok büyük bir öneme sahip olan su molekülü önemini insan bedeninde de gösterir. Vücudun %55-60'ını su oluşturur ve vücut içinde çeşitli doku ve organlar arasında amaca uygun şekilde yayılmış durumdadır. Örneğin, diş ve kemikler gibi sert dokularda az miktarda su bulunurken, kas, böbrek, karaciğer, kan ve gözün bir parçası olan korneada oldukça yüksek oranda bulunmaktadır. Öyle ki, korneanın %98'ini, kanın %79'unu, kasların %77'sini su oluşturur. Aslında genel bir deyimle, organizmada su bulunmayan bir doku veya organ yoktur. Dolayısıyla vücutta su bulunmadığı takdirde herhangi bir organın yaşama şansı da yoktur.
Su, metabolizmada bağlı ve serbest şekilde bulunur. Suyun "bağlı" olması akma yeteneğini kaybetmiş ve hareketsiz kalmış olması anlamına gelmektedir. Serbest halde bulunan suyu ise, genellikle hücre içi sıvısı ve damar içi ve hücreler arası boşlukları dolduran hücre dışı sıvıları oluşturur. Protein, karbonhidrat ve nükleik asitler gibi büyük moleküller suyu kendi içlerinde erimiş olarak bulundururlar. Bunun dışında bağlı su, lifler ve zarların arasında da bulunmaktadır. Buna, moleküller arası su adı verilir.
Suyun moleküler özelliklerine daha önce değinmiştik. Su, "özel" bir molekül olması, üç farklı halde bulunması, özel olarak belirlenmiş kaynama ve donma noktaları ve hidrojen bağları ile bağlanmış olması nedeni ile çeşitli ayrıcalıklara sahiptir. Vücuttaki her organelde bulunabilir, besinlerin taşınmasından çeşitli yapıların oluşumuna kadar pek çok yerde görev alır, vücuda kolayca girebilir ve vücuttan kolayca atılabilir. Hücre içinde, enzimlerle ilgili tepkimelerin ve kimyasal enerji transferlerinin gerçekleştiği ortamı oluşturur. Hücre, yapısı ve işlevleri açısından suyun fiziksel ve kimyasal özelliklerine tam olarak uyum göstermektedir. Kısacası canlı bedeni, suyun çeşitli biçimlerde bulunabilmesi için son derece uygun bir ortamdır.
Suyun insan bedenine uyum sağlayarak son derece önemli işler başarmasının en önemli sebeplerinden biri, "iyonlaşmasıdır". İyonlaşma, molekülü oluşturan bir atomdan bir elektronun çıkması veya o atoma elektron eklenmesi ile olur. Su molekülleri de insan bedenine girdiklerinde iyonlaşırlar. Vücuda giren su, bir hidrojen iyonuna (H+) ve bir hidroksit iyonuna (OH) ayrılır. Bu ayrılma son derece önemlidir, çünkü hücreler için H ve OH oranları belirlenmiştir ve kanın içindeki bu oranların sürekli olarak sabit durması gerekmektedir. Söz konusu bu oran bize tanıdıktır; pH değeri olarak ifade edilir.
Bedenin sahip olduğu pH değeri son derece önemlidir. Doğada 0'dan 14'e kadar farklılaşabilen bu değer, vücut için 7.4 civarında kalmalıdır. Eğer bu değer 6.8'e düşer veya 8.0'e çıkarsa sonuç ölüm olur.22
Böbrek yetmezliği bir insanın normal kan pH'ını elde edememesinin en önemli nedenidir. Asıl şaşırtıcı ve mucizevi olan, vücuda giren her "on milyon" su molekülünden sadece "bir tanesinin" iyonlaşmasıdır.23 Eğer günün birinde, bir sebeple, bu tek su molekülü de iyonlaşmazsa bunun sonucu er geç ölüm olacaktır. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın hiçbir güç, insandaki bu mükemmel mekanik sistemin bir benzerini daha meydana getiremez. İyonlaşan tek bir su molekülü, insanın metabolizması için belirlenmiş en mükemmel orandır. Bu hassas yaratılış, Allah'ın eşsiz sanatının delillerindendir. Allah bir ayetinde şöyle bildirir:
(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbin'in yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. Şu halde Rabbiniz'in hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir. Şu halde Rabbiniz'in hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman Suresi, 26-30)
1. Amino Asit | 3. 2-Peptid Molekülü |
Proteinleri oluşturan 20 farklı amino asitin her biri ortak bir yapıya sahiptir. Onları birbirlerinden ayıran tek şey, sahip oldukları yan zincirleridir. Yan zincirlerin edindikleri farklı atomlar ve farklı bağlantılar nedeniyle değişik yapılara sahip olurlar. Bu durum, söz konusu 20 farklı amino asitin değişik dizilimlerle 10130 adet farklı protein oluşturmalarına olanak vermektedir. Bu, elbette benzersiz bir yaratılıştır. |
Proteinleri bir bina gibi düşünürsek, amino asitleri de bu binanın tuğlaları olarak örneklendirebiliriz. Doğada 20 çeşit amino asit vardır ve bu amino asitler her protein için özel bir dizilimle peşpeşe bağlanırlar. Bu bağlanma her protein için özeldir ve bir proteinde en az 300 tane amino asit vardır. Örneğin "Glisin" adı verilen bir amino asit tek bir proteinin üretilmesi sırasında 20 veya 30 değişik yerde sıralamaya katılır. Bu amino asitlerin sıralaması gerçek anlamda kusursuzdur ve bir protein molekülü ancak bu kusursuz sıralamaya sahip olduğu sürece işlev görebilir. Bu sıralamadaki en küçük hata, ortaya işe yaramaz bir molekül yığını çıkaracaktır. Ancak böyle bir durumla genellikle karşılaşmayız. Aminoasitler her zaman mükemmel bir dizilimle biraraya gelir ve vücutta mutlaka görevlerini yerine getirir, yani protein molekülünü oluştururlar.
Protein molekülünde bulunan 20 çeşit amino asitin hepsi benzer bir yapıya sahiptir. Bütün amino asitlerde karbona bağlı "karboksil" adı verilen bir grup, bir de amino grubu bulunmaktadır. Yapı olarak aynı olan bu amino asitleri birbirlerinden farklı yapan tek şey, sahip oldukları yan zincirlerdir. Yan zincirlerin edindikleri farklı atomlar ve farklı bağlantılar nedeni ile değişik yapılara, farklı elektrik yüküne ve suda değişik oranlarda çözünürlüğe sahiptir olurlar.
Aminoasitler, proteinleri meydana getirebilmek için peptid bağları adı verilen özel bir bağ ile birbirlerine bağlanırlar. Peptid bağları ile bağlanan amino asitlerin bir düzen içinde bulunmaları, proteinlerin üç boyutlu yapılarını belirlemektedir. Proteinler, bu üç boyutlu yapılarına göre çeşitli görevler üstlenir ve hücrenin kimyasal reaksiyonlarının çeşitli basamaklarında kullanılırlar. Eğer enerjiye ihtiyaç duyuluyorsa proteinler farklı kimyasal reaksiyonlara girerler. Eğer hücrenin amino asite ihtiyacı varsa, proteinler parçalanarak amino asitlerine ayrılırlar. Ayrıca proteinler hücre zarında tuğla görevini de görmektedirler. Kısacası, hücre içinde proteinlerin kullanılmadığı yer yok gibidir.24
Bir proteinin fonksiyonel özelliklerini, söz konusu üç boyutlu yapısı belirlemektedir. Gergin bir halde duran veya gelişigüzel kıvrılıp bükülen bir protein molekülü biyolojik olarak kullanılmaz durumdadır. Proteinin fonksiyon kazanabilmesi için, atomlarının uygun bir şekilde düzenlenmesi gerekir. Aynı atomlara sahip olduğu halde belli bir düzene sahip olmaması durumunda bir proteinin "protein" işlevine sahip olması mümkün değildir.
Proteinin üç boyutluluğu, atomların bu molekülü meydana getirebilmek için tercih ettikleri bağlanış biçiminden kaynaklanır. Gözle görülmeyen bu mikro alemde düzgün bir şeklin meydana gelmesi, dahası bu şeklin proteine son derece önemli ve fonksiyonel özellikler kazandırması, biyokimya veya biyoloji kitaplarında genellikle teknik bir tarifle geçilir. Oysa binlerce senedir moleküllerin bu kusursuz bağlanış biçimlerinden habersiz olan bilim adamları, henüz geçtiğimiz yüzyılda keşfettikleri bu özellik karşısında büyük bir şaşkınlık yaşamışlar ve bu kusursuzluğun kaynağını araştırmaya başlamışlardır. Bu öyle bir kusursuzluktur ki, tek bir hata sadece molekülü ortadan kaldırmakla kalmaz, molekülün yaşam verdiği organizmayı da tümüyle ortadan kaldırabilir. Bilinçsiz atomların bu mükemmel yapıya ulaşmaları, her yarattığı detayda büyük bir sanat sergileyen Rabbimiz'in yaratma sanatının örneklerinden biridir. Bu muazzam dünyayı inceleyen her insan, söz konusu kusursuz sanatı da hayranlıkla izlemektedir. Aslında, tek bir molekülün sahip olduğu kusursuz yapı ile ortaya çıkan gerçek çok açıktır. Dünyanın ve evrenin var olması, canlılığın oluşup devam edebilmesi için kusursuzluğun en küçük atom altı parçacıklardan proteinlere, hücreden evrendeki tüm sistemlere kadar hakim olması gerektiği, her yerde insanın karşısına çıkar. Allah, yarattığı tüm varlıklarda "en küçük zerresine" kadar üstün yaratışını sergileyerek bizlere yüceliğini, büyüklüğünü, gücünü ve her türlü eksiklikten uzak olduğunu hatırlatır. Allah ayetinde şu şekilde bildirir:
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Bir proteinin fonksiyon kazanabilmesi için atomlarının uygun bir şekilde düzenlenmesi gerekir. Atomların biraraya gelerek oluşturdukları bu yapı, üç boyutlu bir yapıdır. Proteinler ancak üç boyutlu bir yapıya sahip olduklarında, vücutta görev yapan bir protein vasfı kazanırlar. Eğer proteini oluşturan atomlar farklı bağlanış biçimlerine sahip olsalardı, bu durum sadece molekülü ortadan kaldırmakla kalmayacak, proteinin yaşam verdiği organizmayı da tümüyle ortadan kaldırabilecekti. Atomların, üstün ve hatasız bir kararla bu mükemmel yapıya ulaşmaları, her yarattığı detayda büyük bir sanat sergileyen Allah'ın güzelliklerinden ve nimetlerinden biridir. Dünyanın ve evrenin var olması, canlılığın oluşup devam edebilmesi için, en küçük atom altı parçacıklarından proteinlere, hücreden evrendeki tüm sistemlere kadar kusursuzluğun hakim olması Rabbimiz olan Allah'ın üstün yaratışını bir kez daha göstermektedir. |
Proteinler molekül özelliklerine göre ikiye ayrılırlar. Birinci grup "ipliksi" proteinlerdir. İpliksi proteinler bir eksen doğrultusunda düzenli bir yapı gösterirler. Bu proteinler özellikle kasları kemiğe bağlayan sert bölümleri oluşturan tendon ve kemik dokularında bulunur. İpliksi protein moleküllerinin özelliği, suda çözünmemeleri ve fiziksel olarak son derece dayanıklı bir yapıda olmalarıdır. İkinci grup proteinler ise "küresel" proteinlerdir. Küresel proteinlerde, ipliksilerin aksine, amino asit zinciri düzensiz olarak kıvrılmakta ve küresel bir şekil almaktadır. Bu proteinler suda çözünebilirler ve fiziksel olarak dayanıklı değildirler. Bunun bir dezavantaj olduğunu düşünebilirsiniz, oysa bu dayanaksız yapı insan bedeni için çok büyük önem taşır. Genellikle hücrenin hareket eden ve dinamik fonksiyonlu proteinleri küresel yapıdadır. Bugün bilinen 2000 enzimin hemen hepsi, antikorlar, hormonların bir kısmı ve hemoglobin küresel protein yapısındadır. Bazı proteinler de hem ipliksi hem de küresel özellik gösterirler. Bunlar yapıları nedeni ile ipliksi proteinlere benzeseler de sulu tuz çözeltilerinde erimelerinden dolayı küresel özellik göstermektedir. Çizgili kas yapısında bulunan miyozin ve kanın pıhtılaşmasını sağlayan fibrinojen molekülü bu gruba dahildir.25
Sadece protein yapılarındaki farklılıklar bile, insan vücudunun kusursuz tasarımının bir göstergesidir. İnsan bedeninde farklı özelliklere sahip iki ayrı protein yapısı bulunmaktadır ve bu proteinler tam da ihtiyaç olunan yerlerde en uygun özellik ve şekillerde yer almaktadırlar. Kemik dokularını meydana getirecek olan proteinler, sağlam yapıda olanlardan ve suda çözülmeyenlerden seçilmektedir. Eğer bir yanlışlık olur ve küresel proteinler kemikleri oluşturursa, bu durumda ortaya çıkacak olan manzara açıktır. Bu dokular, %60'ı sudan oluşan beden içinde mutlaka eriyecek ve hiçbir zaman "kemik" oluşturamayacaklardır. Eğer bunun tam tersi olur, yani ipliksi protein hücre içinde hareketli bir protein haline gelmek isterse, dayanıklı ve sert yapısı nedeni ile bunu asla başaramayacaktır. Bu durumda, vücudun trafiğini yönlendiren ve vücut içindeki organizasyonları sağlayan enzimler hiçbir zaman oluşamaz. Enzimlerin işlev görmediği bir organizmanın ise yaşaması imkansızdır. Hayati öneme sahip bu iki protein molekülü arasındaki farkı ortaya çıkaran sebep ise sadece sahip oldukları şekillerdir. Bu şekilleri oluşturan ise atomların diziliş ve birbirlerine bağlanış şekilleridir.
Aynı atomların farklı şekillerde birleşmelerinin, birbirinden bu kadar farklı iki sonuç çıkarması gerçekten büyük bir mucize ve bir tasarım harikasıdır. Konunun uzmanı olmadığınız ve bu konuda yeterli bir eğitim almadığınız sürece bir televizyonun parçalarını söküp, bu parçaların tümünü farklı şekillerde birbirlerine bağlayıp, tam fonksiyonlu, işe yarar bir teyp elde edemezsiniz. Ancak, vücut içinde bundan çok daha kompleks işlemler gerçekleştirilmektedir. Proteinleri oluşturan aynı atomlar, son derece fonksiyonlu iken farklı şekilde bağlandıklarında yine son derece fonksiyonlu ama farklı özelliklere sahip bir başka protein haline gelirler. Bütün bunlar olurken vücut içinde hiçbir zaman bir hata meydana gelmez, her protein hangi görev için oluştuğunu bilir. Çünkü, her biri üstün ve güçlü olan Allah'ın kusursuz birer eseridirler.
1. Kan Hücreleri |
Küresel proteinlerde, amino asit zinciri düzensiz olarak kıvrılmakta ve küresel bir şekil almaktadır. Bugün bilinen 2000 enzimin hemen hepsi, antikorlar, hormonların bir kısmı ve hemoglobin küresel protein yapısındadır. Küresel proteinlerin bu yapıları oluşturmalarının büyük bir önemi vardır. Çünkü küresel proteinler suda çözünebilirler ve fiziksel olarak dayanıklı değillerdir. Saydığımız bu hareketli yapılar ancak söz konusu özelliklere sahip protein yapısı ile işlev görebilirler. |
Bazı proteinler enzim yapısındadır ve hücre içinde sürekli olarak kimyasal reaksiyonlara katılarak vücudun metabolizmasına ait faaliyetleri düzenlerler. İnsan hücresinin içinde 3500'den fazla enzim bulunmaktadır. Bunlardan bir veya birkaç tanesinin eksik olması durumunda ise hücre içi faaliyetler tamamen birbirine karışabilir. Bunun sonucu ise hücrenin parçalanıp bozulması yani canlılığın sona ermesidir.
Enzimlerin en önemli görevi DNA molekülünün kopyalanmasına yardımcı olmaktır. Bunun dışında bu akıllı moleküller, nefes almamızı, ayakta durabilmemizi, yemek yiyebilmemizi, görmemizi, konuşmamızı, büyüyüp gelişmemizi sağlamak için hiç durmadan vücut içinde hareket halindedirler. DNA'da kayıtlı olan genetik kodlara göre ribozom adı verilen hücre organelinde üretilen büyük moleküller, vücut içinde gerekli mesajları gerekli yerlere gönderir, hangi işlem için hangi organın harekete geçmesi gerektiğini bilir, hücre içindeki fazla maddeleri ayıklar ve vücut içinde sürekli olarak bir işe koşarlar. Bu moleküller, becerikli birer "denetleyicidirler".
Pek çok sinir hücresi yuvarlak bir kütle ile son bulur. Bu yuvarlak bölge, asetilkolin adı verilen kimyasal moleküllere uygun hassas alıcılarla çevrelenmiştir. Sinirlerde bir uyarı oluştuğunda, asetilkolin bu boşluğa doğru ilerler ve hemen oradaki alıcılara bağlanarak uyarı iletimini gerçekleştirir. Bu işlemin sürekli devam etmemesi için o bölgede bulunan asetilkolin esteraz adı verilen bir enzim devreye girer ve asetilkolinin etkisini ortadan kaldırır. Bu enzim, günlük yaşamımıza sağlıklı olarak devam edebilmemiz için sinir sistemimizde yeralan önemli parçalardan bir tanesidir. |
Bir enzim molekülünü diğer protein moleküllerinden ayıran tek fark sahip olduğu üç boyutlu şekildir. Eğer enzimler kendi özelliklerini belirleyen bu özel üç boyutlu şekle sahip olmasalardı, hücre içi işlemler, beyinden çeşitli organlara iletilen bilgiler ve hücre içi denetimler olmayacak ve hücreleri yaşatmak için gerekli pek çok işlem yapılamayacaktı. Unutulmamalıdır ki, DNA'nın kopyalanması sırasında meydana gelen hataları düzeltecek tek bir enzimin var olmaması, ilgili genin işlevsiz kalmasına veya daha da kötüsü hatalı üretim yaparak kanser başlatmasına neden olabilir. Enzimlerin vücudun farklı yerlerine ulaşarak çeşitli işlemler gerçekleştirme yöntemleri de moleküler dünyadaki bir başka mucizedir. Enzimin kendisine ulaşıp haber taşıdığı, değişikliğe uğrattığı veya harekete geçirdiği molekülü tanıması gerekmektedir. Enzim, karşısındaki molekülün üzerinde bulunan çeşitli şekil ve yapılardan bu molekülün ne tip bir reaksiyona girebileceğini anlar. Artık yakından tanıdığı bu molekülde reaksiyon başlatır ve yapısında karakteristik değişiklikler meydana getirir.26 Önemli olan, bu enzimin birleşeceği molekülün üç boyutlu yapısıdır. Molekülün sahip olduğu bu üç boyutlu karmaşık geometrik yapı, mükemmel bir şekilde enzimin moleküler yapısına uyum gösterir. Bu adeta kilide uyan anahtar gibidir. İki molekül birbirlerine kenetlendiklerinde bir kilit sistemi meydana gelir ve böylelikle birbirlerini etkileyebilirler. Bu kilit sistemi sayesinde enzim, molekülde meydana gelmesi gereken değişikliği yerine getirir. Hücrede binlerce farklı reaksiyon olur ve bunların gerçekleşebilmesi için binlerce farklı enzim mevcuttur. Hücrelerimizin her birinde her dakika birkaç bin enzim reaksiyona girer. Bazen tek bir enzim tek bir saniyede 300 ayrı molekül ile bu birleşme işlemini gerçekleştirir. Bütün bu reaksiyonların gerçekleşebilmesi ve enzimlerin faaliyete geçebilmesi için vücut ısısının ve vücudun pH dengesinin de belli oranlarda olması gerekmektedir. Belirli bir ısının üzerinde iken enzimler parçalanırlar. Bu durum aynı zamanda bütün proteinlerin parçalanmasına neden olur. Dolayısıyla canlı bedeni bütün bu işlemlerin gerçekleşebilmesi için son derece hassas bir sisteme ve mekanizmaya sahip, özel olarak yaratılmış bir bedendir. Bu hassas oranlardaki herhangi bir dengesizlik, metabolizmanın tümüyle bozulmasına neden olabilir.
Bütün bu satırları okurken, bahsettiğimiz enzimlerin vücut içinde dolaşan ve gözle görünmeyecek kadar küçük bir atom yığını olduğunu unutmamalıyız. Bu atom yığınının bir başka atom yığınını tanıyarak, onun özelliklerini belirlemesi, onun bir aklın idaresinde olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun tam tersini iddia etmeye çalışan ve böylesine bir şuurun tesadüfen ortaya çıktığını öne süren evrimciler ise, hücredeki olağanüstü kompleks tasarım karşısında son derece büyük bir çelişki içinde kalırlar. Aslında böyle bir sistemin tesadüfen ortaya çıkamayacağını kuşkusuz kendileri de çok iyi bilirler. Ama Allah'ın varlığını inkar üzerine kurulu hayat görüşleri ve çarpık ideolojileri nedeni ile bu gerçeği asla kabul etmek istemezler. Amaçları, ne kadar mantıksız olursa olsun, Allah'ın mutlak varlığını reddetmeye yönelik bir açıklama ile ortaya çıkmaktır. Oysa Allah'ın yarattıkları, Allah'ın varlığının ve yüceliğinin kesin bir gerçek olduğunu açık olarak göstermektedir.
Ülkemizin evrim teorisi savunucularından Prof. Dr. Cemal Yıldırım, aşağıdaki sözleriyle bir enzim molekülünün hücre dışında, rastlantılarla oluşma olasılığından yola çıkarak yaşamın rastgele meydana gelmesinin imkansızlığını aslında açıkça belirtmiş olur:
Tipik bir enzim 100 amino asitten oluşur. 20 tane amino asit bulunduğuna göre, 20100 kombinasyon söz konusudur. Bu kadar kombinasyon içinde bir seferde şans eseri belli bir enzimin oluşma olasılığı 10130'da birdir.27
Evrimci moleküler biyolog Prof. Dr. Ali Demirsoy ise enzimin oluşma olasılıklarını belirtirken şaşkınlığını gizlememiştir:
Bir enzim ortalama 100 amino asitten meydana gelmiştir. 100 amino asitten meydana gelmiş bir enzimin 20 amino asitle verdiği kombinasyon 20100'dür. Tüm evrendeki atom sayısının 1080, evrenin oluşumundan bugüne kadar geçen saniyelerin sayısının 1016 olduğu düşünülürse, belirli bir dizilime sahip bir enzimin ortaya çıkma şansının ne kadar düşük olduğu anlaşılabilir. Bu durumda enzimler nasıl ortaya çıkmıştır?28
Yabancı bir kaynakta ise, enzimlerin kendi kendilerine ortaya çıkmasının olanaksız olduğu şu hesaplama ile belirtilmektedir:
Bir evrimcinin (Fred Hoyle) tahminlerine göre ise canlı bir organizmada 2000 farklı kompleks enzim tipi bulunmaktadır. Bunların bir tanesinin, rastgele, karmaşık işlemlerle 20 milyar yılda bile meydana gelmesi mümkün değildir.29
Bu olasılık hesapları karşısında dilerseniz tekrar bir durup düşünelim. Hatırlanacak olursa tek bir noktanın içinde galaksimizdeki yıldız sayısından daha fazla atom bulunmaktadır. Evrendeki atom sayısı ise 1080'dir. 10 sayısının yanında 80 sıfır insanın kavrama sınırlarının çok ötesinde bir sayıdır. Bu durumda 100 amino asitlik bir enzimin tesadüflerle oluşumunu ifade eden 10130''da 1 ihtimal, pratik matematiksel karşılığı sıfır olan yani meydana gelmesi imkansız olan bir ihtimaldir. Bu açık gerçek karşısında, vücuttaki milyonlarca özel molekül arasından seçilmiş olan tek bir enzimin bile tesadüfen meydana gelemeyeceği matematiksel olarak da kanıtlanmaktadır.
Enzimler, hücrelerde kimyasal reaksiyonları hızlandırırlar. a) Enzimler yüzeylerinde oyuk bulunan küresel proteinlerdir. Bu oyuk, reaksiyon moleküllerinin sığabileceği büyüklüktedir. |
Şekiller, üç farklı yapının hücre zarı kesitlerini göstermektedir. Bu farklı yapılardaki zarların tümü, üstün özelliklerle donatılmış moleküllere sahiptir. Hücre zarı, sahip olduğu bu "moleküler ayrıcalık" nedeniyle glikoz gibi gerekli maddeleri hücre içine alırken, hücre için zararlı maddelerin geçişine izin vermez. Hücrenin ihtiyaçları da yine bu özel yapı sayesinde tespit edilir. Bu üstün yapı, Allah'ın yarattığı benzersiz mucizelerden bir tanesidir. |
Hücre zarının moleküler yapısı, hücre biyolojisi ve biyokimya açısından günümüzün en önemli araştırma alanlarından bir tanesidir. Bunun nedeni hücre zarının oldukça önemli biyolojik özelliklere, belirli ve iyi organize edilmiş bir yapıya sahip, son derece kompleks bir organel olmasıdır. Hücrenin zarı, hücrenin korunması ve beslenmesi için oldukça önemli özelliklerle donatılmıştır ve gerçekleştirdiği tüm işlemler büyük bir akıl gösterisidir. Keşfedilmiş pek çok önemli özelliğine rağmen, hücre zarının işlevlerinin tümü halen tam olarak bilinmemektedir.
Hücre zarı, temelde yağ ve protein moleküllerinden oluşmaktadır. Ama aslında üzerinde çok daha farklı özelliklere sahip yapılar da bulunur. Hücre zarının mucizevi yönü de söz konusu yapılardan kaynaklanmaktadır. Zarın üzerinde bulunan bu yapılar, iyon ve molekül pompalarıdır. Bu pompalar hücrenin dışındaki birçok maddeyi hücrenin içine almakla sorumludur. Hücre zarının "seçici geçirgen" yapısı, bu pompaların bir sonucudur.30 Hücre zarı, sahip olduğu bu pompalarla glikoz gibi besin maddelerini içine alırken, hücre için zararlı olabilecek malzemelerin veya fazlalıkların da hücreden dışarı çıkmasını sağlar. Aynı zamanda bu yapılar sayesinde dışarıdaki zararlı maddelerin de hücre içine girmesi engellenmiş olur. Bu arada bu mükemmel yapı, hücrenin ihtiyaçlarını da tespit eder ve hücrenin gereksiniminden fazla besinin içeriye girmesine izin vermez. Kısacası bu mucize zar, sahip olduğu diğer moleküllerle işbirliği içine girerek akıl gösterir, değerlendirmeler yapar, karar verir ve kendisinden beklenmeyen bir iş gerçekleştirir. Hücre zarının bu özelliğinin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu daha iyi anlamak için şu örneği verebiliriz. Yılan zehirinin bir insanı öldürmesinin sebebi, zehirin hücre zarını parçalaması ve bu nedenle hücrenin içine her türlü zararlı maddenin girebilmesidir.
Hücre zarında bulunan çeşitli kanal ve pompalar sayesinde bazı moleküller hücrenin içi ve dışı arasında kolaylıkla hareket edebilir. Bu moleküllerin tamamı her seferinde kendilerine uygun olan kanala giderek geçişlerini sağlarlar. |
Zarın üzerindeki molekül pompaları ve geçişe izin veren kapılar, içeriye girecek malzemeleri ayırt ederken oldukça seçici ve akılcıdırlar. Hücrenin içine çok çeşitli maddeler girer. Maddeler farklı olunca, bunların elbette boyutları da birbirlerinden farklı olmaktadır. Hücre içine giren maddeleri, son derece küçük boyutları ile elektron ve fotonlar, protonlar, iyonlar, su gibi küçük moleküller, amino asit ve şeker gibi orta boy moleküller, protein ve DNA gibi oldukça büyük boyuttaki moleküller oluşturmaktadır. Hücre zarı, üzerindeki pompalar sayesinde hücre için gerekli olan bir molekülü, "ne kadar büyük olursa olsun", büyük bir gayret göstererek hücre içine alır. Kimi zaman hücre içine alınacak olan molekül bu kapılardan geçemeyecek kadar büyük olur. İşte bu durumda zar, etraftaki enzimleri yardıma çağırır. Hücreye girmesi gereken bir molekül, enzimler yardımı ile zarın üzerindeki kapı genişletilerek hücre içine alınır.
Bu geçiş tamamlandıktan sonra enzimler tekrar harekete geçer ve söz konusu kapıyı eski haline döndürürler. Bu işlem sırasında ne kapıya, ne hücre zarına, ne de hücreye hiçbir zarar gelmez. Moleküller adeta bir habercileri veya bir iletişim sistemleri varmışcasına birarada hareket eder, iş bölümü yaparlar. Hücre zarı üzerinde bu özelliklere sahip moleküller bulunmasa ne olur? Bu moleküllerin eksikliği kuşkusuz canlı hayatının sonu demektir. Çünkü bu moleküller olmadan hücre, içine besin alamayacağı için beslenemez, içindeki atıkları dışarı çıkaramayacağı veya dışarıdan zararlı maddeleri içine alacağı için sürekli olarak zarar görür. Peki acaba hücre içinde bulunan yüzlerce molekülden herhangi biri, söz konusu moleküllerin görevini üstlenemez mi? Bu da mümkün değildir. Hücre içinde ve dışında her molekül kendi görevini yerine getirmekle sorumludur. Hücre zarı üzerindeki moleküllerin olmaması durumunda onların işini gerçekleştirebilecek bir başka molekül olmayacaktır. Onlar, hücreleri, dolayısıyla insan yaşamını korumak için özel olarak yaratılmış, varlığından haberimizin bile olmadığı sayısız sebepten sadece biridir.
Hücre zarı başka önemli özelliklere de sahiptir. Zarın yüzeyinde elektrik yüklü alanlar bulunur. Bu alanlar sayesinde zarın iki yüzü arasında bir elektrik potansiyeli meydana gelir ve elektrik akımı başlar. Bu özellik, vücuttaki sinir hücrelerinin faaliyetleri için son derece önemlidir. "Bilgilerin" hücreden sinirler boyunca beyne iletilmesi, hücre zarında bulunan bu elektrik kaynağı sayesinde gerçekleşmektedir.31 Bilindiği gibi vücut içinde herhangi bir yerden gelen sinyaller, çeşitli elektrik akımları sayesinde beyne iletilirler. Eğer moleküllerin başlattığı bu elektriklenme olmazsa, vücut içinde haberleşme diye bir şey söz konusu olmayacaktır. Bir başka deyişle dokunduğunuz bir şeyi hissedemezsiniz. Çünkü dokunduğunuz bir şeyi hissetmenizin nedeni dokunduğunuz yerden, örneğin elinizden beyninize iletilen elektrik sinyalleridir. Eğer beyne bu sinyaller gitmezse, beyin hiçbir şey algılamayacaktır. Beynin algılayamadığı bir şeyi hissetmeniz ise mümkün değildir.
Hücre zarının üzerindeki moleküller aynı zamanda zarda meydana gelebilecek herhangi bir hasarı da tamir edebilecek yeteneğe sahiptirler. Hücre zarında herhangi bir yırtılma veya delinme söz konusu olduğunda zar üzerinde bulunan ve bu hasarı hemen tespit edebilen moleküller harekete geçer ve çok kısa bir süre içinde bu aksaklığı giderirler.32 Bu moleküller zarın her yanını her an denetlerler. Onlar da diğer moleküller gibi yerine getirmeleri gereken görevi tam olarak bilir ve hücre içinde bir başka işe karışmazlar. Bu moleküllerin olmaması durumunda da hücrede meydana gelen aksaklıkların ortadan kaldırılması mümkün olmayacak ve hücre bozulması da ölümle bile sonuçlanabilecek çeşitli hastalıklara sebep olacaktır. Böyle bir mekanizmanın tesadüfen oluşması olanaksızdır. Bu sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, evrimcilerin ne kadar büyük bir mantık çöküntüsü içinde bulunduklarını bir kez daha göstermektedir.
Hücre zarı yüzeyinde ayrıca dışardan gelen çeşitli bilgileri de algılayabilen reseptör moleküller bulunmaktadır. Bu reseptörler, çeşitli proteinlerin mozaik bir yapıda hücre yüzeyine yerleşmelerinden oluşur ve vücut içinde hormon gibi çeşitli sinyaller ve bilgiler taşıyan moleküllere karşı duyarlıdırlar. Onlardan gelen bilgileri alır, algılar ve faaliyete geçerler.33 Bu bilgi alışverişi de yine hücre yüzeyinde söz konusu proteinlerin şekillerinden kaynaklanır. Bilgiyi taşıyan molekülün şekli, bunu algılayacak olan molekülün şekline uyum gösterdiğinde, ikisi birbirlerini tanır ve iletişim böylece sağlanır.
A. Hücre zarı sahip olduğu mükemmel özelliklerin yanı sıra, vücut içinde "bilgi" iletimininde de önemli bir rol oynamaktadır. Hücre zarının üzerindeki elektrik yüklü alanlar sayesinde, zarın iki yüzü arasında bir elektrik potansiyeli meydana gelir. Bu potansiyel, elektrik akımını başlatır. Söz konusu elektrik akımı, vücutta "bilgilerin" sinirler boyunca beyne iletilmesini sağlar. B. Bu oldukça önemli bir Işlemdir. Hücreler arası nda moleküllerin başlattığı bu önemli elektrik akımı olmadığı takdirde, vücut içinde haberleşme diye bir şey söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla, hissettiğiniz, gördüğünüz, tattığınız herşey, hücre zarının üstün tasarımı sayesinde meydana gelen bu elektrik akımının bir sonucudur. | |
1. Mitokondri |
O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Müminun Suresi, 78) |
Saydığımız bütün bu moleküllerin sahip oldukları kusursuzluğu ve düzeni anlamak için şu gerçeği tekrar hatırlatmakta fayda vardır: Herhangi bir molekülün yaptığı tek bir hata, sizin zarar görmenize hatta ölmenize neden olabilir. Ama bu moleküller, üstün bir aklın emrinde olduklarını açıkça gösterir ve yaptıkları işte asla hataya düşmezler. Bedeninizdeki 100 trilyon DNA molekülü, DNA'yı meydana getiren nükleotidler, hücreyi inşa eden proteinler, aradaki trafiği mükemmel bir şekilde yönlendiren enzimler, enzimleri meydana getiren amino asitler ve 100 trilyon DNA'yı içinde barındıran ve "sizi" meydana getiren 100 trilyon hücre benzersiz üstünlükte bir organizasyon ve düzene sahip yapılardır.
Gözle görülmesi imkansız olan bu alemde, atomların ve moleküllerin rastgele birlikteliklerinden, insan gibi akıl ve şuur sahibi bir varlığın meydana gelmesinin imkansız olduğu son derece açıktır. Atomların tam da vücut için gerekli olacak şekilde birleşmelerini, kendileri için bir görev belirlemelerini, buna göre bir düzen içine girmelerini ve insanın bile başaramayacağı işleri başarmalarını tesadüflere bağlamak büyük bir mantıksızlıktır. Cansız ve şuursuz atomların, nasıl olup da canlandıkları, şuur kazandıkları Darwinistler'i ve materyalistleri büyük bir çelişki içine düşüren, ideolojilerini sorgulamaya neden olan önemli bir sorudur.
Tarih boyunca yaşamış olan tüm bilim adamlarının, uzmanların biraraya getirilmesi ve teknolojinin tüm imkanlarının seferber edilmesiyle bile atomları biraraya toplayıp bir canlı meydana getirmek mümkün değildir. İşte moleküler düzeyde açıkça ortaya çıkan evrim çıkmazı Darwinistler için büyük bir yıkımdır. Onlar tüm açıklama ve yayınlarında "canlılığın gelişimi" hakkında ürettikleri tesadüf senaryolarını anlatır dururlar. Oysa daha kökenini bilimsel olarak açıklayamadıkları canlılığın "devamının" nasıl gerçekleştiğine dair iddialar öne sürmeleri kuşkusuz anlamsızdır. Gerçek ise, son derece açıktır: Canlılık, tesadüfi olaylarla açıklanamayacak kadar kusursuz ve komplekstir. Dolayısıyla tesadüfen oluşum iddiası, evrendeki hassas dengeleri ve canlıların kökenini hiçbir şekilde açıklayamaz. Allah, tesadüfleri kendileri için yaratıcı ilan eden ve evrende Allah'tan başka güçler arayan bu insanların durumunu Kuran'da şu şekilde açıklamaktadır:
Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeğe. (Araf Suresi, 191-192)
"Şeker" dendiği zaman çoğu insanın aklına ilk gelen, çayına attığı veya tatlıların içinde yer alan şekerdir. Oysa günlük yaşantımızda kullandığımız şeker, doğada çok çeşitli şekillerde bulunan ve oldukça geniş bir alanda kullanılan şeker moleküllerinin bir türevidir. Şeker molekülleri de kimya dilinde karbonhidratlar olarak adlandırılan geniş ailenin üyelerinden biridir. Burada şeker molekülü adı altında incelediğimiz moleküllerin tümü aslında "karbonhidratlar" grubuna dahildir.
Karbonhidratlar, canlı organizması için son derece önemlidir. Canlıların en önemli enerji kaynaklarından biri olan glikoz ve glikojen, bitkilerde fotosentez sonucunda oluşan nişasta, bitkilerin en önemli hücre duvarı olan selüloz birer karbonhidrat, yani şeker molekülüdür. Benzersiz özelliklere sahip hücre zarları da karbonhidrat moleküllerinin biraraya gelmeleri sonucunda oluşmuştur.
Karbonhidratlar; karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından meydana gelirler. Hidrojen ve oksijen suyun yapısında bulunduğu oranda karbonhidratların yapısında da bulunmaktadır.
Hücrelerin en önemli besinlerinden biri olan glikoz, kan damarları yolu ile vücut içinde taşınarak hücrelerin ihtiyacı olan besini karşılar. Glikozun bu şekilde kanın içinde taşınabilmesi onun suda çözünme özelliğine sahip olması dolayısıyladır. Bu da Allah'ın yaratışındaki tasarımın üstünlüğünü bir kez daha göstermektedir. |
Glikoz, tüm canlıların temel besin kaynağı olması nedeniyle son derece önemli bir moleküldür. Altı karbon, oniki hidrojen ve altı oksijen atomuna sahip olan bu molekül sahip olduğu hidrojen atomlarının altı tanesini kullanarak dış yapısını bir altıgen şekline getirir. Bu altıgen yapı tıpkı bir dişlinin dişleri gibidir ve glikozun en önemli moleküler özellikleri de bu altıgen şeklinin bir sonucudur. Sahip olduğu altı oksijen atomu da glikoza başka önemli moleküler özellikler verir. Glikoz, oksijen atomları sayesinde suda kolaylıkla çözünebilir. Bunun da nedeni oksijen atomları sayesinde bu molekülün su molekülleri ile güçlü hidrojen bağları kurabilmeleridir. Suda çözünebilen bu molekül dolayısıyla hemen her sıvıda erir.
Glikozun bu özelliği bizim için son derece önemlidir. Çünkü glikoz, hücrelerin en önemli besinidir ve hücrelere ulaşmak için kan yolu ile taşınması dolayısıyla sıvı içinde erimesi gerekmektedir. Glikozu, kendi molekül yapısına çok benzeyen "hekzan" ile karşılaştırabiliriz. Hekzan, pek çok yönden özellikle bir yakıt olarak glikoza oldukça benzer. Fakat hekzan, oksijen atomu taşımaz ve bu nedenle yandığında birçok yeni ve güçlü karbon-oksijen bağları meydana getirir. Bu durum hekzanın suda çözünmesini engellemektedir. İşte bu nedenle hekzan, kan tarafından hücrelere taşınamaz. Normal şartlarda glikoz, hekzandan daha az verimlidir, ama sıvı içinde taşınabilirliği nedeni ile insanlar için hayati öneme sahiptir.
Glikoz molekülleri bir kez çözelti içine girdiklerinde bunların enerjisi metabolizma için hemen kullanılabilir. İşte bu nedenle glikoz canlı hücreleri için esas yakıttır. Daha büyük moleküller, örneğin daha karmaşık şekerler ve nişastalar sindirildiğinde kolaylıkla yakılabilmesi ve hücrelere iletilebilmesi için glikoz molekülleri şeklinde küçültülürler. Bu şekilde glikoz girdiği metabolizmaya bağlı olarak, kan şekeri, üzüm şekeri, nişasta şekeri gibi çeşitli isimler alır. Olgun meyvalarda, çiçeklerin nektarlarında, yaprakların öz suyunda ve vücudu dolaşan kanda bulunan temel madde, canlılık için özel olarak yaratılmış olan glikozdur.34
Yediğimiz gıdaların %70'i ile karbonhidrat alırız. Ağızda bir kısmı sindirilen karbonhidratlar, tamamen parçalanmak üzere ince bağırsağa gönderilirler. Bu parçalanma ile ortaya çıkan glikoz molekülleri onlara etki eden enzimler vasıtasıyla dengede durur. Vücut için son derece önemli olan molekül, özel yaratılmış bir denge sistemi ile vücut tarafından kullanılabilmektedir. |
Yediğimiz gıdaların %70'i ile karbonhidrat alırız. Karbonhidratların sindirimi ağızda başlar. Tükürük sıvısında karbonhidratları parçalayan enzimler bulunmaktadır. Kısmen parçalanan bu moleküllerin sindirimi ise ince bağırsakta son bulur. Bu parçalanma sonucunda ortaya çıkan glikoz molekülleri kan basıncının yükselmesine sebep olur. Fakat kan basıncı, glikoz moleküllerine müdahale eden enzimler vasıtası ile dengede durur. Kısacası, vücut için son derece önemli bir molekül, özel olarak yaratılmış bir başka molekül tarafından dengelenmektedir.
Vücuttaki glikoz fazla olsa bile israf edilmez. Glikoz moleküllerinin fazlası, bir enzim vasıtasıyla "glikojen" adı verilen bir başka şekle dönüştürülüp depo edilir. Glikozun glikojene çevrilmesinde rol oynayan enzimin adı "glikokinaz" enzimidir. Bu enzim karaciğer tarafından üretilir ve bu üretim, pankreastan salgılanan "insülin" adı verilen bir hormonun kontrolü altındadır.35 Üretilen glikojen ise, vücutta besin ihtiyacı başgösterdiğinde devreye girer ve kullanıma hazır hale geçer.
Vücuttaki bu sistem tıpkı bir fabrika gibi işler. Fabrikada üretimi yapanlar, ürünleri belirli yerlere taşıyanlar, onları kontrol edenler, fazlalıkları saptayanlar ve fazla maddeleri başka ürünler için kullanmak üzere değerlendiren elemanlar vardır. Her üretim mutlaka belli birimlerin denetimi altında olmak zorundadır. Bu sıkı kontrol sayesinde fabrikadaki üretimde bir hata meydana gelmez, hatalı ürünler ve fazlalıklar bir kenara ayrılır ve mutlaka yeni bir ürünün oluşturulması için kullanılır. Bir fabrikada bütün bu işlemleri yapan, ürünün kalitesinden ve yapımından anlayan, bunları denetleyen, fazlalıkları tespit eden ve bunların değerlendirilmesi için yeni üretim birimleri belirleyen akıllı, bilgili ve eğitim görmüş insanlar vardır kuşkusuz. Ancak burada bahsettiğimiz sistem, sizin kendi bedeninizin içinde boyutları mikronlarla ifade edilen hücrelerdir.
Glikozun beyne belirli bir miktarda ulaşması çok önemlidir. Eğer miktarda bir değişiklik olursa bu, kişinin ölümüne neden olabilir. |
Kuşkusuz ne hücre içindeki moleküllerin ne de onunla birlikte hareket eden diğer yapıların aklı, bilgisi, becerisi veya eğitimi yoktur. Bütün bu işlem ve üretimler için belirli bir zamanın da geçmesi beklenmemiş, doğduğunuz andan itibaren bu mükemmel sistem şu anki şekli ile hareketlenip canlanmıştır. Bu mükemmel işbölümü binlerce yıl boyunca, henüz bilim bunun farkında değilken de kusursuzca uygulanmış ve her molekül her insanda mükemmel bir şekilde görevini yerine getirmiştir. Dahası, bu iş bölümü, siz farkında bile olmadan her an bedeninizde gerçekleştirilen olağanüstü bir organizasyon ve sistemli bir çalışmayı ortaya çıkarır. Aklın ve şuurun moleküllere ait olduğu iddia edilemeyeceğine göre, son derece bilinçli ve kusursuz şekilde tasarlanmış üstün bir yaratılışın varlığına bir kez daha şahit oluruz.
Glikoz insan bedeninde kanda %60 oranında yani 110 mg/dl, dokularda ise 0.1 mg/dl kadar bulunmak zorundadır. Eğer söz konusu sistemde bir aksama olursa ve beynin en önemli yakıt maddesi olan glikoz beyne yeterli miktarda ulaşmazsa, bu durum oldukça ciddi sorunlara sebep olur. Eğer beyne giden glikoz miktarı 0.04 mg/dl'nin altına düşerse, beyin hücreleri aşırı duyarlı hale geçer ve sinir impulsları göndererek vücuttaki kasların sürekli olarak kasılmalarına neden olur. Bunun sonucunda ise kısa sürede ölüm meydana gelir.36 Yaşantımızın böyle bir moleküle bağımlı olması aslında, insanın Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu gösteren önemli bir işarettir. İşte bu gerçek insanın Allah'ın kudreti ve gücü karşısındaki acizliğini ve çaresizliğini açıkça gösterir. İnsan, kendi bedeninde var olan sistemleri tam anlamıyla idrak edebilmeye bile güç yetiremezken Allah'ın açık ve mutlak varlığını görmeli ve hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığını anlamalıdır. Çünkü yeryüzünde var olan her detay bu açık gerçeği insanlara gösterir, herşey mükemmel bir uyum ve kusursuzluk içindedir. Ayette bu gerçek belirtilmiştir:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
Glikoz, farklı bağlanma şekilleri ile farklı şeker molekülleri haline gelebilir. Bunlardan bir tanesi fruktozdur. Fruktoz genellikle meyve şekeri olarak adlandırılır. Çünkü meyve ve sebzelerde yaygın olarak bulunmakta, meyveye şekerli tadını bu molekül vermektedir. Ayrıca fruktoz, balın içindeki temel şeker maddesidir. Çünkü arıların balözü topladıkları çiçeklerin salgıladığı nektarlar birer fruktoz kaynağıdırlar. Bu molekülün başka önemli özellikleri de vardır. Fruktoz aynı zamanda spermin hareketi için de enerji sağlayan şekerdir. Spermin uzun ve mucizevi yolcuğundaki temel yakıt maddesidir.37
Glikoz ile fruktoz moleküllerinin biraraya gelmeleri sonucunda da bir başka şeker molekülü olan sukroz oluşur. Sukroz, günlük kullandığımız toz şekerdir. Özellikle şeker kamışı ve şeker pancarında bulunmaktadır. Sukroz aynı zamanda bitkilerde bol bulunan nişasta ve selülozun da yapısal elementini oluşturmaktadır. Çünkü bu önemli yapısal element, fotosentez işleminin önemli bir parçasıdır. Sukroz, fotosentez işleminde bir ara bileşik olarak yapraklarda ortaya çıkmakta ve bitkilerde bulunan iletim sistemi ile bitkinin diğer bölümlerine iletilmektedir. Sukroz, kendi moleküler özellikleri nedeni ile bitki içinde gidebileceği en son yere kadar herhangi bir yapısal değişikliğe uğramadan iletilir.38 Böylelikle bitki içindeki besin istenilen her yere kolaylıkla ulaştırılmış olur.
Doğada bulunan 20 çeşit amino asit birbirlerine "peptid bağı" adı verilen özel bir bağ ile bağlanır ve meydana getirdikleri bu bağ ile "polipeptid" zinciri oluştururlar. Kuşkusuz bu bağlanma cansız doğada, rastlantılarla değil, ancak hücrelerin içinde, bu işle görevli özel enzim ve organellerin müdahalesiyle olur. Keratin de uzun bir amino asit zinciri, yani proteindir. Keratini oluşturan polipeptid zinciri bir sülfür köprüsü ile birbirlerine bağlanır. Sülfür köprüleri, sülfür atomları içeren amino asitler arasında bulunmaktadır. Bu bağlar küçük iplikçikler şeklinde birleşirler. Daha sonra bu iplikçikler gitgide büyür ve birarada istiflenerek bir hücre meydana getirirler.
Anlattığımız tüm teknik açıklamalar aslında tek bir "saç" hücresini tanımlamak içindir. Tek bir saç teli bu hücrelerin yığılmasından meydana gelir. Yani saçlarınız, birbirine sülfür köprüleri ile bağlanmış keratin moleküllerinden başka bir şey değildir. Saçınızdaki herhangi bir değişiklik sırasında aradaki bu sülfür bağları kırılır. Örneğin saçın çeşitli işlemler ile dalgalandırılması, bu gözle görülmeyen molekül bağlarının değişikliğe uğramasından ibarettir.
Saçlarınız esnektir. Bunun da nedeni keratini meydana getiren hidrojen bağlarıdır. Esnek hidrojen bağlarının sağladığı bu özellik nedeni ile saçlar hareket eder ve kolay kolay kopmaz. Bir de bunun tersini düşünelim. Eğer keratin molekülü farklı bir kimyasal bağ ile bağlansaydı, kitlevi ve son derece sert bir saç kütlesine sahip olurduk. Şekil alan, rahat hareket edebilen saçlarımız yerine belki de kafamızda bir tahta kadar sert bir ağırlık taşıyor olacaktık. Ancak hidrojen bağları sayesinde hiçbir zaman böyle bir durum söz konusu olmaz.
Saç moleküllerini biraraya getiren bağların başka önemli özellikleri de vardır. Saçların esnemesi sırasında, molekülleri birarada tutan sülfür köprüleri herhangi bir zarar görmez. Bu nedenle her ne şekil alırsa alsın ve ne kadar esnerse esnesin saçlar rahatlıkla eski haline dönebilir.39
Saç renginin açılması genellikle saça rengini veren bileşiklerin bozulmasıyla gerçekleştirilir. Bu genellikle moleküllerin oksitlenmesini sağlayan hidrojen peroksit gibi seyreltilmiş çözeltiler sayesinde mümkün olur. Hidrojen peroksit ile saç rengi açıldığında daha fazla miktarda sülfür köprüsü meydana gelir. Saçın böyle bir açılma sonrasında daha kırılgan olmasının ve esnekliğini yitirmesinin nedeni budur.
Saçın parlaklığı da, saçın ışığı yansıtabilme yeteneğidir. Bazı saç ilaçları ve şampuanlar, keratin moleküllerindeki hidrojen iyonlarını çıkararak bunların elektrik yük dağılımlarını değiştirirler. Bunun sonucunda keratin molekülleri ve mikrofibril tutamları daha sıkı yapışırlar ve ışığı daha iyi yansıtma özelliği kazanırlar. Söz konusu malzemeler kullanıldıktan sonra saçın daha fazla parlamasının nedeni moleküllerde meydana gelen bu küçük değişikliktir. Saç kremi kullanımı ardından saçların daha rahat açılması da moleküler seviyede meydana gelen çeşitli değişikliklerin sonucudur. Saç kremlerinde iyonik maddeler bulunur ve bunlar keratin liflerine bağlanarak onları elektrik yüklerini etkilerler. Bu durum, birbirlerine yaklaşıyor gibi görünen saç tellerinin arasındaki itici gücü arttırır. Saç telleri birbirlerinden uzaklaştıklarından birbirlerine dolaşıp kırılmaları zorlaşır.
Keratin molekülü, bedenimizde de günlük hayatta kullandığımız eşyalarda da çok çeşitli şekillerde bulunmaktadır. Deri, neredeyse saf keratin molekülünden oluşmuştur. Yün, ipek, balık pulu, tüyler ve tüy sapları da keratinden meydana gelir. Pençeler ve tırnaklar da keratinden oluşurlar. Fakat bunlar daha fazla sülfür köprüsü ile çaprazlama bağlıdırlar. Bu çaprazlama bağ, keratinin daha fazla işlenmiş olduğunu gösterir. Bu durumda meydana gelen molekül daha kuvvetlenir ve sertleşir. Tırnak ve pençelerin sert olmasının nedeni budur. İpek de keratin moleküllerinden oluşur. Pek çok böcek ve örümcek tarafından salgılanan katılaşmış bir sıvı olan ipeği oluşturan keratin molekülleri diğer maddelerdekinin aksine bir sarmal biçiminde değillerdir. Bunun yerine birbirlerinin üzerine yığılarak bağlanmış sert amino asit levhaları oluştururlar. İpeğin yüzeyine dokunduğumuzda bu düz yapıyı hissedebiliriz. İpek yünden daha az esner çünkü onu oluşturan polipeptid zincirleri neredeyse tamamen uzamıştır. Yine de esnektir çünkü levhalar birbirleri ile hidrojen bağları ile bağlanmışlardır. Yine gevşek hidrojen bağları nedeni ile levhalar serbestçe birbirlerinin üzerinden kayabilirler.40
Saç molekülünün mikroskop altındaki görünümü |
Keratin molekülü ile saydığımız bu detayların tümü aslında onun ne kadar özel bir molekül olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Keratin çeşitli özelliklerinden dolayı oldukça farklı yerlerde kullanılabilmekte, birbiriyle ilgisiz pek çok malzemenin ana maddesini oluşturmaktadır. Örneğin, deri ile tırnak birbirlerinden farklı maddelerdir. Yün ise apayrıdır. Ama hepsi keratinden oluşmuştur ve hepsi keratinin kendine has özellikleri nedeni ile çeşitli nitelikler edinirler. Örneğin saçın ve derinin esnek olması önemlidir. Ama tırnaklar sert olmalıdır. İpeğin pürüzsüz bir görünüm verebilmesi için yapısının düz olması gerekmektedir.
Bütün bunlarda dikkat çeken ise keratinin tüm bu maddelerde "koruyucu" olarak ön plana çıkıyor olmasıdır. Deriyi koruyan madde keratindir. Derinin ne kadar korunaklı ve özel bir malzeme olduğu bilinmektedir. Keratin, kendine has moleküler yapısı ile deriyi dış etkilere karşı korunaklı bir hale getirir, derinin yapısını özel bir şekilde belirler. Bir örnek vermek gerekirse derinin gözenekli yapısı insanın hayatta kalabilmesi için son derece önemlidir. Bu gözenekli yapının olmaması durumunda vücuttaki fazla ısı ve suyun dışarı çıkması mümkün olmaz ve insan ateşlenerek ölür. Keratin bu gözenekli yapının temelini oluşturur. Aynı zamanda sürekli olarak dışarıdaki ortamla ve çeşitli zararlı mikroorganizmalarla muhatap olan deri, bütün bunlara karşı koyabilecek yapıyı keratin sayesinde kazanmıştır. Aynı şekilde saçların ve tırnakların korunması da bu özel molekülün işlevlerine bağlıdır. Kısacası keratin, doğada kendi işlevini yerine getirmek için yaratılmış sayısız nimetten sadece bir tanesidir. Doğada sayısız molekül olmasına rağmen, onun yerine geçebilecek, benzer görevleri yerine getirebilecek bir başka molekül daha yoktur.
1. Deri hücresinin kesiti |
Deriyi koruyan madde keratindir. Keratin derinin gözenekli yapısının temelini oluşturur. Aynı zamanda dış etkilere karşı mükemmel bir koruma sağlar. Keratin, doğada kendi işlevini yerine getirmek için yaratılmış sayısız nimetten sadece bir tanesidir. |
Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkca bir sapıklık içindedirler. (Lokman Suresi, 11) |
Yaşamın temel moleküllerinden bir tanesinin glikoz olduğunu belirtmiştik. Kanda taşınan hücre yakıtından çiçeklerin ürettikleri nektarlara kadar birçok şey glikoz moleküllerinin biraraya gelmesinin bir sonucudur. Glikozun en önemli eserlerinden biri ise dünya yüzeyinin oldukça geniş bir bölümünü kaplayan selülozdur. Selüloz, ağaç dokusunun %50'sini, pamuğun ise %90'ını oluşturmaktadır. Bu molekül, vücuda temel bir besin olarak giren ve sindirimi sonucunda büyüme, hareket ve düşünce için enerji olarak kullanılan nişasta ile oldukça benzerlik gösterir. Bu aşamada kısaca nişastayı incelemek yerinde olacaktır.
Nişasta da, mucize molekül glikoza benzer bir molekül yapısına sahiptir. Buğday ürünleri ve patates içinde büyük miktarda bulunan bu molekül gelişen bitki embriyosunun besin deposudur. İşte bu nedenle tohumlarda oldukça fazla miktarda bulunmaktadır.
Nişasta, metabolizma için bir yakıttır. Selüloz ise bitkilere özel bir yapı malzemesidir. İkisini birbirinden ayıran tek fark ise molekül bağları arasındaki farklılıktır. Selüloz molekülü nişasta ile aynıdır. Ancak selüloz molekülleri arasında hidrojen bağları ile desteklenen uzun, düz ve kurdele benzeri zincirler oluşur. Bu düz kurdeleler birarada paketlenir ve aradaki bağlar söz konusu yapıyı sert, katı bir kitle şeklinde sabitler. Birbiriyle aynı olmasına rağmen, birbirinden tamamen farklı özellik gösteren nişasta ile selüloz molekülünü birbirinden ayıran fark işte bu bağlardaki kıvrımdır.41 Birbirinden habersiz ve şuursuz atomların kusursuz bir tasarım ile biraraya gelmesi, bize yeryazündeki yaratılışın üstünlüğünü bir kez daha göstermektedir. Atomların arasındaki bu özel bağlantıların, yaşamın iki temel maddesini meydana getirecek derecede bir fark oluşturması, tesadüf senaryolarıyla açıklanamayacak kadar hassas bir dengenin varlığını gösterir. Kainatta var olan herşey gibi bu bilinçli tasarımı yaratan da Allah'tır.
Selülozun özellikleri bu kadarla da kalmaz. Selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Özellikle bitkilerin koruyucu duvarlarında bulunmakta, ağaç dallarında, ağaç gövdelerinde ve ağacın bütün odunsu dokularında yer almaktadır. Selüloz, bitki hücre duvarının ana yapı malzemesidir. Bazı bitkiler, özellikle suda yaşayanlar kolayca zarar görebilecekleri bir ortam içindedirler. Bu bitkiler bazen tuzlu suda, bazen de karların erimesi veya göl sularının kabarması gibi tuzluluk derecesinin düştüğü ortamlarda bulunmak zorundadırlar. Kendilerini bu sert ortamlardan koruyabilmek için son derece sağlam bir hücre duvarına ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle bütün bitki hücrelerinde sıkıca paketlenmiş selüloz grupları bulunur.42
Selüloz, nişasta gibi bir şeker molekülü yani bir polisakkarit olmasına rağmen insanlar tarafından sindirilemez. Çünkü selülozda bulunan glikoz üniteleri birbirlerine glikozidik bağ ile bağlanmışlardır. Memelilerin sindirim kanalında ise söz konusu bağı parçalayabilecek bir enzim bulunmamaktadır. Bu nedenle selüloz bizler için bir besin kaynağı değildir. Ancak geviş getiren hayvanlar tarafından sindirilebilmektedir. Çünkü bu hayvanların sindirim kanallarında selüloz enzimini salgılayan birtakım mikroorganizmalar bulunmaktadır. Bunlar vücuda giren selülozu, enzimleri sayesinde kolaylıkla parçalayabilmekte ve bunu hayvan için besin ve enerji şekline dönüştürmektedir.43
Termitler de selülozu besin olarak kullanırlar. Çünkü sindirim kanallarında bulunan trichonympha adındaki bir mikroorganizma selülozu parçalayacak bir enzim salgılamaktadır. Termitlerin genellikle odunsu yapıları tercih etmeleri ve ağaçları delerek besin olarak kullanmalarının nedeni budur.44
Termitin son derece küçük bedeniyle kendisi için uygun bir besin bulması kuşkusuz ki zor değildir. Onun, metabolizması ile uyuşmayan bir besini tercih etmesi ise Allah'ın yarattığı mucizeleri görmek isteyenler için son derece önemli bir delildir. Büyüklüğü 1 santimetreyi bile bulmayan bir canlı, beslenebilmek için bir mikroorganizmaya ihtiyaç duymakta ve bu mikrocanlı da adeta görevi kendisine öğretilmiş gibi termitin bağırsaklarındaki yerini almaktadır. Bu düzen, tüm termitlerde yerini almış, her termitte sindirimi sağlayacak mikroorganizmalar hazır bulunmuş, yine tüm termitler bu besin kaynağından faydalanmışlardır. Çünkü herşeyde olduğu gibi bir termitin rızkını edinmesinde de Allah'ın kanunu işlemekte, Allah, bir ibret ve ders olması için küçücük bir canlıda kusursuz bir yaratılış mucizesi göstermektedir. Allah Kuran'da bunu şu şekilde açıklamıştır:
Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır. O, işitendir, bilendir. (Ankebut Suresi, 60)
A. Nişasta (amylose) | 1. 1-4 Glikoz Bağları |
Nişasta, metabolizma için bir yakıttır. Selüloz ise bitkilere özel bir yapı malzemesidir. İkisini birbirinden ayıran tek şey ise molekül bağları arasındaki farklılıktır. |
Selülozla ilgili olarak verdiğimiz bütün bu bilgiler bir kez daha, canlılarda birbirine bağımlı sistemlerin var olduğunu ve bunların rastlantılar sonucunda meydana gelmediğini gösterir. Rastgele tek bir olay gelişse, tüm düzen birbirine karışacak ve sistem işlemez duruma gelecektir. Örneğin selüloz koruyucu özelliğinden bir kere mahrum kalsalar, bitki hücreleri dış ortamın etkisine dayanamayarak kısa süre içinde ölecektir. Veya selüloz özel kıvrımlı bir molekül yapısına sahip olmasa, sert ve sağlam bir madde yerine suda kolaylıkla eriyebilen sıradan bir molekül karşımıza çıkacaktır. Bütün bunlar elbette ihtimallerden birkaçıdır. Normal şartlarda bir molekülün oluşumu sırasında tesadüfi olarak meydana gelebilecek tek bir olay o molekülü kaçınılmaz olarak ortadan kaldıracaktır. Çünkü tesadüfler devreye girdiğinde bilinçli ve planlı birtakım işlemlerin gerçekleşmesi ihtimalinden söz etmek oldukça zordur. Oysa karşımızda son derece bilinçli ve planlı olarak biraraya getirilmiş atomlar ve bütün bunlara özel olarak verilmiş görevler bulunmaktadır. Ve bu öyle üstün bir plan ve bilinçtir ki, dünya şartlarında tüm imkanlar seferber edilse bile bir benzeri meydana getirilemez. Tüm bunlar canlılığı yaratanın Allah olduğunu açıkça gösteren delillerdir. Bu açık gerçeği kabul etmemek yalnızca insanın kendisi için önemli bir kayıptır. Çünkü bir insan inkar etse de bu, herşeyi Allah'ın yaratmış olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Allah bir ayetinde insanlara, onlar kuşku içinde olsalar bile, Kendisi'nin herşeyi sarıp kuşatmış olduğunu haber vermektedir:
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
1. Cell wall |
Selüloz, bitki hücre duvarının ana yapı malzemesidir. Bitkiler, hücrelerinde bulunan sıkıca paketlenmiş selüloz grupları sayesinde en sert ortamlarda bile zarar görmezler. |
Vazonuzun bir parçası kırıldığında, kırılan parça ile vazonun kırık bölümünün birbirine yaklaşmasıyla moleküler bir çekim oluşur. Normal şartlarda, moleküllerin birbirlerine yaklaşmasından kaynaklanan ve "Van Der Waals" kuvveti denilen çekimin bir sonucu olarak iki parçanın birbirlerine yapışmaları gerekmektedir. Bu kuvvet, karşı karşıya gelerek yakınlaşan bu atomların karşıt kutupları arasındaki çekim gücünden oluşmaktadır. Tek tek düşünüldüğünde bu çekim kuvveti oldukça zayıftır. Ancak sayısız atom arasında oluşan bu çekim kuvvetleri birleşerek, yapıştırma gücünü meydana getirirler.
Bütün bu bilgiler karşısında, bir vazonun parçası kırıldığında, bu parçayı sadece kırılan yere yaklaştırmamızın yeterli olduğunu düşünebiliriz. Atomlar arasında oluşacak olan yüksek çekim, bu iki maddeyi birbirine iyice sıkıştırmamızı sağlayamaz mı?
(Sol Yanda) Yapıştırıcı maddenin mikroskop altındaki görüntüsü | 1. Protein |
Bardağın bir parçası kırıldığında, aradaki yapıştırıcı, bardak ile kırılan parça arasında bir bağ oluşmasını sağlar. Başka bir deyişle iki parçanın yapışması aradaki moleküler çekimin arttırılmasından başka bir şey değildir. |
Genellikle sağlayamaz. Yaklaştırma yoluyla hiçbir zaman parçaları birbirine tutturamayız. Nedeni ise iki cismin yüzey molekülleri arasındaki uzaklığın birkaç angstromu geçmemesi gerektiğidir. Van Der Waals kuvvetleri ancak o zaman etkili olabilmektedir. 1 Angstrom ise 1 metrenin yalnızca 10 milyarda biri kadardır. Oysa, yüzeyi pürüzsüz olarak düşünülen bir cismin bile yüzeyinde 400 angstromluk tepeler vardır. Bu durumda yüzeyler birbirinin aynısı olsa da, en pürüzsüz maddede bile moleküller arasında yeterli yakınlık sağlanamaz.
Yapıştırıcının var olmasındaki en büyük sır da burada ortaya çıkar. Yapıştırıcının moleküler özelliği, her iki yüzeyde bulunan moleküller arasında bir bağ oluşturması ve onları bu sayede birarada tutmasıdır. Özellikle sıvı halde olan bu madde, kırılan parçada Van Der Waals kuvvetinin oluşabilmesi için yeterli yakınlığı sağlar. Bu yakınlık sağlandığında ortaya çıkan güç son derece fazladır, vazonun yapışan parçasını kimi zaman tekrar o bölgeden ayırmanız mümkün olmaz.
Bir elmayı ısırdığımızda aldığımız tat tanıdıktır. Görmesek bile yediğimiz şeyin "elma" olduğunu anlarız. Çünkü dilimizin üzerinde yaklaşık 9000 tane tat noktası bulunmaktadır. Bunlar 50 ya da 100 ayrı grup halinde birbirine uyum sağlamış epitel hücreleridir ve az sayıda sinir uçlarına sahiptirler. Bu açıdan tat alma duyusu koku alma duyusundan farklıdır, çünkü koku alma duyusunda alıcılar aynı zamanda sinir uçlarıdır.45 Kendi aralarında gruplaşan tat alma hücreleri ise farklı işlevlere sahip olurlar. Dilin bir bölümü "tatlıyı" algılamakla görevlendirilmişken, diğer bölümü "acıyı", bir başka bölümü "ekşiyi", diğeri ise "tuzluyu" algılama sorumluluğunu üstlenmiştir. Tatlı bölümünde hiçbir zaman ekşi, ekşi bölümünde hiçbir zaman acı algılanmaz.
Dilin üzerindeki çeşitli tatları almaya yarayan bu bölümlere glukofor adı verilir.46 "Tatlı" duyusu, dilin ön kısmında bulunmaktadır. Yani tatlı glukoforu ön kısımdadır. Glukoforun yapısında protein bulunur. Dışarıdan gelen herhangi bir tat molekülü buraya ulaştığında, söz konusu protein molekülü ile hidrojen bağları kurar ve beyne bir sinyal gönderir. Böylelikle, yediğimiz şeyin "tatlı" olduğunu ve bir elmaya ait olduğunu anlayabiliriz.
1. Gırtlak | 4. Acı | 7. Tatlı | 10. Tat Gözeneği |
Dilimizin üzerinde 9000 tane tat noktası bulunmaktadır. Bunlar 50 ya da 1000 ayrı grup halinde birbirine uyum sağlamış epitel hücreleridir. İşte bu nedenle bir elmayı ısırdığımızda, görmesek bile bunun elma olduğunu hemen anlarız. |
Peki acaba glukofor, tatlı molekülünü nereden tanır? Glukoforların özelliği belli bir geometrik düzenlemeye sahip olan atom grubunu ayırt edebilmeleridir. Dilin ön kısmı, kendisine uyumlu geometrik yapıdaki moleküller kendisine bağlanabildiği için "tatlıyı" algılar. Bunu bir tür yap-boz oyununa benzetebiliriz. Uygun boşlukları doldurabilen uygun şekildeki parçalar, dilin üzerinde belirlenmiş yerlerine yerleşmektedir. Yerleştikleri yere göre de bir his oluştururlar. Tatlı molekülleri, hiçbir zaman acı için belirlenmiş bölgeye bağlanmayacak, oradaki boşlukları doldurmayacaktır. Çünkü geometrik şekilleri buna uygun değildir.
Moleküllerin, dilin üzerinde kendileri için belirlenmiş özel boşluklara sahip olmaları büyük bir tasarımdır. Tatlıyı tatlı, acıyı acı yapan molekül özelliği özel olarak belirlenmiş ve dilin tatlıyı veya acıyı algılama bölgesi bu moleküllere bağlanacak özel bir şekil ile yaratılmıştır. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için bir plan ve akıl gerekmektedir.
Dilde, besinlerdeki tadları algılayan böyle bir mekanizmanın bulunması, kuşkusuz bir tesadüf değil, Allah'ın insan için yarattığı büyük bir nimettir. Gözle görülmeyen moleküllerin birbirlerinden farklı hisler, birbirlerinden farklı lezzetler ve çeşitler meydana getiren şekiller edinmiş olmaları ve dilin de bu moleküllerin biçimlerine uygun bir düzende dizayn edilmiş olması açık bir tasarım ispatıdır. Dilin dışarıdaki tat moleküllerinden, tat moleküllerinin de dilden bağımsız olarak gelişmeleri imkansızdır. Bu tasarım, tatların ve dilin birbirinden bağımsız olmadıklarını, her birinin aynı Yaratıcı'nın eseri olduğunu açıkça göstermektedir.
Bu durum, evrim teorisi için bir başka önemli çıkmazdır. Çünkü, birbirleri ile bu kadar kusursuz bir uyum içinde olan yapıların, birbirlerinden bağımsız olarak tesadüfen büyük bir uyum içinde var olmuş olmalarının hiçbir mantıksal gerekçesi yoktur.
Görüldüğü gibi, çevremizdeki her varlık, buna kendi bedenimizin de her noktası dahil, Allah'ın varlığını, sonsuz gücünü ve aklını bizlere göstermektedir.
Çeşitli tatlandırıcılar, tat molekülleriyle dildeki boşlukların uyumunu sağlayan bu yap-boz oyununun kuralına bağlı kalınarak meydana getirilmiştir. "Tatlı" özelliği gösterebilmesi için dilin tatlı algılayan bölümündeki boşluklara uygun moleküller özel olarak geliştirilmekte ve beyinde tatlı hissinin oluşması sağlanmaktadır. Bu sayede düşük kalorili ve şeker özelliği göstermeyen tatlandırıcıların oluşması sağlanmaktadır.47 Bu aslında bir başka gerçeği vurgulamak açısından da önemli bir taklittir. Alınan tat, sadece bir algıdır. Ortada şeker olmamasına rağmen beynin yediği şeyi şekerli algılaması bunu açıkça kanıtlamaktadır. Bedenin içinde, dışarıda var olan maddelerden bağımsız bir duyu sistemi bulunmaktadır. Yanıltıcı bir taktikle, aslında olmayan bir şeyi beyne var gibi göstermek, beynin algıladığı şeyin dışarıdaki ile bir bağlantısı olmadığını da kanıtlar. Tatlandırıcıları tattığımızda aslında dışarıda şeker yoktur. Ama biz öyle zannederiz. Peki bu durumda gerçek şekerin var olup olmadığından nasıl emin olabiliriz? Sadece algılarımızla muhatap olduğumuz için bundan kuşkusuz hiçbir zaman emin olamayız.
Beyne algı olarak ulaşan şey, bütün bu moleküllerin, şekillerin ve kimyasal bağların ötesinde, sadece elektrik sinayalleridir. Beyin, gelen bu sinyalleri "tatlı" olarak algılar. Ancak bu sinyali neye göre ayırt ettiği belli değildir. Çünkü dilden beyne ulaşan bu elektrik sinyalleri, diğer tüm duyularımızda olduğu gibi beyne doğru giden ve yağ, su ve proteinden ibaret olan sinirler boyunca ilerlerler. Bu durumda soralım: Bir muz ya da şeker acaba gerçekten tatlı mıdır? Bundan emin olabilir miyiz? Bundan emin olabilmek kuşkusuz ki mümkün değildir. Dış dünyada var olan herşey elektrik sinyalleri şeklinde beynimize ulaştığından, dış dünyada var olan nesnelerin hiçbir zaman aslı ile muhatap olamayız. Bu durumda yediğimiz şeker bize göre tatlıdır, yani beynimiz kendisine gelen elektrik sinyallerini tatlı olarak algılar. Ama gerçekte onun tatlı olduğuna dair hiçbir kanıtımız yoktur.
Tat Hücreleri | |
A. Tuz Uyarısı | B. Şeker Uyarısı |
1. Mikrovillus | 9. Şeker veya Tatlandırıcı |
Taste receptor cells grouped amongst them selves have different functions.One part of the tongue has the task of perceiving sweetness; and other regions perceive bitter, sour or salty tastes. Sweet and salty molecules always attach to the receptors fitted to receive them. |
Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O'na yalvarmaktasınız.(Nahl Suresi, 53) |
Bir gülü kokladığımızda bize ulaşan şey, güle ait koku molekülleridir. Burunda koku almaya yarayan sistem de dildekine benzerdir. Moleküller, kendileri için belirlenmiş boşluklara yerleşirler; buradaki proteinler ile kimyasal bağ kurarlar ve "koku" algısının oluşacağı şekilde beyne iletilirler.
Burunda "nasal epitelyum" adı verilen hassas bir zar üzerinde birbirinden farklı kokuları hissederiz. Burada 50 milyon kadar sinir hücresi bulunmaktadır. Her bir sinir hücresi pek çok protein içerir. Bu proteinler, koku moleküllerinin uyum gösterebileceği şekilde çeşitli geometrik şekillere sahiptirler. Bir koku molekülü, şekli uyduğu sürece oradaki protein moleküllerinden birine tutunabilir. Böylelikle bu bölgede bir kutuplaşma meydana gelir. Bu kutuplaşma bir elektrik enerjisi meydana getirir ve algılanan kokunun elektrik sinyalleri alnın hemen altındaki koku alma alanına ulaşır.48 Burada farklı hücrelerden gelen bilgiler değerlendirilir ve çeşitli beyin yapılarına gönderilerek, "koku"nun nasıl ve neye ait olduğu belirlenir. Beyne gidecek bir sinyalin başlaması için molekülün yalnızca bir parçasının belirlenen alana rahatça uyması yeterlidir. Bu, daha önce tat algısında gördüğümüz tarzda bir anahtar-kilit sistemidir. Algının gerçekleşebilmesi için iki şeklin birbirlerine tam olarak uyum göstermesi, yani anahtarın kilide uyması ve bu iki molekülün birbirlerine kenetlenmeleri gerekmektedir. Eğer molekül bükülgense birden fazla alana uyabilir. Bu durumda karmaşık bir durum meydana gelir ve kokuları birbirine benzetebilir veya aynı anda tek bir koku ile birden fazla nesnenin zihnimizde belirmesini sağlayabiliriz. Örneğin burnumuza gelen bir çiçek kokusudur, ama biz onu aynı zamanda bir parfüme veya bir meyveye benzetebiliriz.
Kokunun algılanabilmesi için koku moleküllerinin uçucu ve suda çözünebilir olmaları gerekmektedir. Uçucu olmaları koku epitelyumuna ulaşabilmeleri için gereklidir. Moleküllerin çözünebilir olmaları da proteinlerin ve koku epitelyumundaki hücrelerin çıkardığı sıvı olan mukusda çözünmeleri için önemlidir. Ancak eğer molekül mukus içinde çözünemezse, bu durumda mukustaki organik moleküller çözünemeyen molekülleri su vasıtasıyla özel olarak görevlendirilmiş başka bölgelere ulaştırırlar. Moleküller burada ilgili protein ile birleşebilirler.49 Böylelikle aynı koku hissi oluşur. Yani bir başka deyişle koku moleküllerinin suda erimeme ihtimallerine karşı da özel bir tedbir alınmıştır. Beyin, şu veya bu şekilde gelen koku molekülünü mutlaka algılamaktadır.
Kokuların birbirlerinden "farklı" olmaları, biraz önce belirttiğimiz gibi esansı oluşturan koku moleküllerinin şekilleri ve bunların bağlandığı proteinlerin yapıları ile ilgilidir. Bir gülü kokladığınızda burnunuzda moleküllerle proteinlerin birbirine uyum gösterdiklerinin ve kimyasal bir faaliyet içinde olduklarının farkında bile değilsinizdir. Oysa gülden size koku olarak ulaşan şey her zaman aynıdır ve aynı tip proteinlerle bağlantı kurar. İşte bu nedenle görmeseniz de, dokunmasanız da, kokusunu duyduğunuz anda onun "gül" olduğunu hemen anlayabilirsiniz. Hiçbir zaman gülden gelen kokular, burnunuzdaki farklı bir proteine bağlanmaz ve sizde "çilek" hissi uyandırmaz. Böyle bir yanılgıya bir an bile düşmezsiniz. Çünkü bu moleküler yapı gerçekten de kusursuz bir sistemle işlemektedir. Buradaki kusursuz sistem sayesinde sadece iki koku arasındaki farkı değil, yeryüzünde bulunan, tanıyıp tanımadığımız birbirinden farklı sayısız koku molekülünü birbirinden ayırt edebiliriz.
1. Burun Soğanı | 4. Koku Tüycükleri |
Burnun iç zarı üzerinde 50 milyon kadar sinir hücresi bulunmaktadır. Bu hücreler koku moleküllerinin uyum göstereceği şekilde çeşitli geometrik şekillere sahiptirler. Koku molekülü, şekline uyan proteine tutunabilir ve bir kutuplaşma başlar. Kutuplaşma elektrik sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller çeşitli beyin yapılarına gönderilerek kokunun nasıl ve neye ait olduğu belirlenir. |
Gördüğümüz zaman da yine gözümüzdeki moleküller molekülleri algılar. Bir nesne içindeki rengin elementlerini moleküller oluşturmakta, aynı zamanda dışarıdan gelen ışığa yine gözümüzdeki moleküller tepki vermektedir.
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102) |
Pek çok doğal renk, bunları meydana getiren çok özel moleküller sayesinde oluşur. Sokaktaki ağaçlar, kokladığımız bir çiçek, bu moleküller sayesinde renklidirler. Sonbaharda bir yaprak bu moleküllerde meydana gelen değişiklikler nedeni ile renk değiştirir. Cildinizin, saçlarınızın ve gözlerinizin renginin sebebi de bu moleküllerdir.
Renkleri meydana getiren ve bunlara cevap veren molekülleri incelemeden önce gözün "görme" işleminde nasıl bir faaliyet içinde olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Göz retinası iki tip alıcı hücreden oluşur. Bunlara çubuklar ve koniler ismi verilir. Bir milyar ya da daha fazla çubuk loş ışığı algılar, ama renkler arasında ayırım yapamaz. 3 milyar ya da daha fazla sayıdaki koni ise parlak ışığı algılar ve renkleri birbirinden ayırt eder. Her bir alıcı hücre ışığa duyarlı molekülleri içerir ve aydınlığa karşı verdikleri tepki, onların beyne giden mesajlarını belirler.
Görme işlemini sağlayan retinal molekülü bir hidrokarbon grubudur ve özel bir şekilde bağlanmıştır. Bu molekülü meydana getiren bağların en önemli özelliği bükülmezliğidir. Bu nedenle zincir oldukça sağlamdır. Bağların ikinci özelliği ise zincirdeki elektronların gevşek bir biçimde birbirlerine tutunmalarıdır. Bunun anlamı şudur: Gevşek bir biçimde birbirlerine tutunan elektronlar yeni bölgelere kolaylıkla hareket edebilirler. Elektronların rahat hareketleri nedeniyle molekül üzerine düşen herhangi bir ışıktan enerjiyi kolaylıkla emebilir ve bu enerjiyi, kendi elektronlarının yeni bir düzenlemeye girebilmeleri için saklayabilir.
Bu özellik bizim için son derece önemlidir. Çünkü retinal molekülü, bu sayede üzerine düşen her türlü ışığı algılamaktadır. Çevremizdeki her türlü detayı kusursuz olarak görmemizi sağlayan sistem budur. Allah, gözlerimizdeki mucize sistemin sırrını rahatlıkla hareket edebildikleri için kolayca enerji depolayan elektronların varlığına bağımlı kılmıştır. Bu kompleks sistemler, yalnızca Allah'ın "Ol" demesi ile var olmuştur. Allah Kuran'da bu gerçeği şu şekilde bildirmiştir:
O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun "ol" dediği gün (herşey) oluverir, O'nun sözü haktır. Sur'a üfürüldüğü gün, mülk O'nundur. O, gaybı ve müşahede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 73)
1. Görme Bilgisini Taşıyan Sinir Lifleri 4. Çubuk ve koni hücreleri (beyaz oklar çubuk ve koni hücrelerinin ışığa hassas bölümlerini gösteriyor) 5. Pigment İçeren Bölümler |
Görme işlemini sağlayan retinal molekülü bir hidrokarbon grubudur ve özel bir şekilde bağlanmıştır. Bağın özelliği bükülmez olması ve zincirdeki elektronların gevşek bir şekilde birbirlerine tutunmasıdır. Rahatça hareket eden bu elektronlar molekül üzerine düşen bir ışıktan enerjiyi kolaylıkla emebilirler. |
Andolsun onlara: "Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?" diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. De ki: "Hamd Allah'ındır." Hayır, onların çoğu akletmiyorlar.(Ankabut Suresi, 63) |
Fotosentez, yeşil bitkilerin ve bazı tek hücreli mikroorganizmaların gerçekleştirdiği kimyasal bir işlemdir. Buna göre bu canlılar Güneş ışınlarını bir enerji kaynağı olarak kullanarak, karbondioksit ve hidrojeni birleştirirler ve bu yolla besin ve oksijen üretirler. Güneş enerjisini bedenimize alabilmemizin tek yolu ve yeryüzündeki oksijen döngüsünün tek kaynağı bu canlıların gerçekleştirdikleri fotosentez işlemidir. Fotosentez gibi bir işlem olmadan, yeryüzünde canlı hayatından bahsetmek mümkün değildir.
Fotosentezi yeryüzünde belirli canlıların gerçekleştirebilmesinin tek sebebi bu canlıların "klorofil" molekülüne sahip olmalarıdır. Bu mucize moleküle sahip olan canlı, besin elde edebilmek, kısacası yaşayabilmek için artık başka kaynakların varlığına ihtiyaç duymayacaktır. O, enerjisini ve besinini Güneş'ten doğrudan alabilir. Ancak böyle bir molekülün varlığı ve bu molekülün işlemlerini gerçekleştirmesi çok da kolay değildir. Bunun bir göstergesi, klorofil molekülünün yapısının bilinmesine ve 21. yüzyılın üstün teknolojisine rağmen, hala fotosentez sisteminin bir benzerinin yapay olarak gerçekleştirilememiş olmasıdır. Bir yaprak içinde bu molekülün harekete geçebilmesi ve görevini yerine getirebilmesi için yüzlerce enzim görev yapmaktadır.
Fotosentez sırasındaki işlemler son derece komplekstir. Klorofil, Güneş'ten gelen ışığı alarak kimyasal enerjiye çevirir. Bunun ardından, elektron transfer sistemi adı verilen bir işlem başlar. Bu işlem gerçekleşirken su molekülleri parçalanır. Suyun parçalanması sonucunda serbest kalacak olan atomlar hidrojen ve oksijendir. Serbest kalan bu atomlardan hidrojen atomu bitki içerisinde tekrar kullanılırken, oksijen atomları atmosfere bırakılır. Fotosentez işlemi yapan bitkinin yeryüzünde oksijen dengesini sağlamasının nedeni budur. Şu an soluduğumuz oksijen herhangi bir yeşil bitkinin, sahip olduğu klorofil molekülü sayesinde parçaladığı suyun oksijenidir. Eğer bu molekül veya bu molekülün hareketlenmesini sağlayan enzimler olmasaydı, şu anda varlığımızdan eser olmayacaktı.
Klorofil molekülünü ihtiva eden yapı kloroplast pigmentidir. Bu pigmentin içinde küçük ve yuvarlak yapılar bulunur. Bu yapılara grana adı verilir. Klorofil molekülleri granaların içinde bulunurlar ve fotosentez basamaklarının bazıları bu bölgede meydana gelir. Kloroplast pigmenti Güneş ışığına maruz kaldığında hareketlenmeye başlar ve yaprak hücresinin içinde sürekli olarak dolanır. Bu hareketin nedeni ise Güneş ışığından maksimum verim alabilmesidir. Kloroplast pigmentinin rengi yeşildir. Fotosentez yapabilen canlıların yeşil renge sahip olmalarının sebebi budur. Pigmentin yeşil renge sahip olmasının nedeni de hem mor hem de kızıl ışığı emebiliyor olmasıdır. Bu renkleri oluşturan dalga boyları fotosentez işlemi için önemli birer enerji kaynağıdırlar.
Bu küçücük molekülün gerçekleştirdiği işlemin çapı gerçekten de son derece büyüktür. Yapılan tahmini hesaplara göre yeryüzünde her yıl bitkiler tarafından kullanılan su miktarı 280 milyar ton, CO2 miktarı 680 milyar ton ve bu maddelere karşılık olarak atmosfere bırakılan oksijen miktarı ise 500 milyar tondur.50 Bu rakamlar, bu molekülün gerçekleştirdiği işlemlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermektedir. Yeryüzündeki tüm yeşil yaprakların her hücresine büyük bir itina ve kusursuz bir düzen ile bu mucize molekül yerleştirilmiş ve bu molekülün harekete geçmesi için yüzlerce enzim görevlendirilmiştir. Fotosentez, canlılığın kökenini rastlantılarla açıklamaya çalışan evrimcileri tek başına çürütmeye yeten büyük bir yaratılış delilidir.
A. Güneş Işığı | 1. Hücre Duvarı | 4. Nişasta tanesi |
Yeşil bitkilerin yaprak hücreleri içinde, kloroplastlar fotosentez fabrikası gibi çalışırlar. Bir dizi reaksiyon, su ve karbondioksitten, oksijen ve glikoz üretir. Her kloroplastı n i.inde grana (aşağıda) adı verilen özel paketcikler vardır. Granalar Güneş enerjisini kimyasal enerjiye dönüştüren, ışığa duyarlı elektronları kullanan proteinleri ve gerekli enzimleri içerirler. Bir glikoz molekülünün oluşması için 6 su molekülü ve 6 karbondioksit molekülü gereklidir. Bu şekilde 6 oksijen atomu açığa çıkar. |
Turuncu renk, karoten molekülünün eseridir. Karoteni meydana getiren bağlar, retinal molekülünü meydana getirenler ile aynıdır. Bu bağlar, iki özellik gösterir. Birincisi; karoten ve retinal molekülleri bu bağlar nedeni ile katı ve bükülmezdir. İkinci ise; bu moleküllerin gevşekçe tutunan elektronları düşük enerjili bir ışık görseler bile hemen hareketlenmeye ve bu ışığı kendi bünyelerine almaya hazırdırlar.
Karoten çivit mavi ışığı emebilir ve bundan dolayı da turuncu gözükür. Havuca rengini veren özel molekül budur. Sütün soluk krem rengi ve tereyağın sarı rengi karoten moleküllerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Etlerin yağları da yine hayvanların yediği karoten nedeni ile hafif sarımsı renk alır ve hidrokarbon yapısından dolayı bu karoten molekülleri yağ içerisinde erir. Alg ve yeşil bitkiler gibi fotosentetik organizmalarda karoten, klorofil ile birlikte oluşur. Karotenin rolü, klorofil tarafından emilemeyen Güneş ışınlarının bir kısmını bir dereceye kadar toplamaktır. Bir yaprakta, genellikle her üç klorofil molekülüne karşılık bir adet karoten molekülü bulunmaktadır. Yaprak ne kadar koyu yeşil olursa içinde o kadar fazla karoten konsantrasyonu bulunuyor demektir. Karotenin sarı turuncu rengi sonbahara kadar klorofil tarafından örtülü kalır. Sonbahar gelip de klorofil molekülü bozulduğunda, karoten molekülü iyice kendisini gösterir.51 Sonbaharda yaprakların sararmasının, bitki örtüsündeki muazzam renk değişiminin nedeni işte budur.
Yeryüzünde bu özelliklere sahip olan, dünyaya hayat veren, mevsimler arasında estetik bir çeşitlilik sağlayan karoten ve klorofil özelliğine sahip bir başka molekül bulunmamaktadır. Bu moleküllerin bir benzeri, suni olarak bile sağlanamamaktadır. Bunlar, evrendeki diğer herşey gibi Allah'ın birer nimetidirler. Evrimin iddia ettiği kör tesadüflerin bu küçücük moleküllere benzer bir molekül daha ortaya çıkarması mümkün değildir. İnsan, sahip olduğu herşeyde, yaptığı her işte Allah'a muhtaç bir varlıktır. Bunu anlamak için şu gerçeği görmesi yeterlidir: Yeryüzündeki tek bir molekülün yokluğu kimi zaman insanın varlığını tümüyle sona erdirebilir. Bu kitapta örnek verilen moleküllerin hemen her biri bunun açık birer örneğidir.
Melanin molekülleri de, karoten moleküllerini oluşturan bağlarla bağlanmışlardır. Melanin sahip olduğu bağlar sayesinde etrafındaki bütün ışığı emebilir. Dolayısıyla melanin içeren bir obje siyah görünür. Melanin molekülleri, protein moleküllerine bağlanır ve renkleri sarıdan kahverengiye, hatta siyaha kadar değişen granüller içinde birikirler. Biriken bu granüller cildimize ve saçımıza kendine has rengini veren granüllerdir. Moleküllerin granüller içinde birikme şekline göre saçlarımız sarı veya kahverengi ya da siyah olmaktadır.
Melanin aynı zamanda bukalemunun renk değiştirme mekanizmasının da bir parçasıdır. Bu mekanizmada molekül, derinin içindeki kanallar boyunca taşınır ve alt kısımda bulunan daha parlak pigmentleri kapatmak için uğraşır. Ahtapot gibi kendisini koyulaştıran hayvanlar da aynı şekilde bu molekülden faydalanırlar. Bedenlerinde meydana gelen renk değişikliklerini, melanin granüllerinin yayılması sayesinde elde ederler. Melanin granülleri tekrar biraraya gelip toplandığında ise derinin rengi açılır.
Farklı biçimlerdeki melaninler de meyve çürüdüğü zaman oluşurlar. Oluşumlarının nedeni, meyvenin hücre duvarının zarar görmesidir. Bu zarar, fenol oksidaz adı verilen bir enzimin hücre içinde harekete geçmesine neden olur. Bu enzim; limon, kavun ve domateste bulunmaz. İşte bu nedenle bu bitkiler çürüdüklerinde kolayca kahverengileşmezler. Ancak şeftali gibi meyvelerde çürüme ile meydana gelen kahverengileşme, melanin molekülünün bir sonucudur. Melanin ayrıca çayın koyu renginden de sorumlu olan bir moleküldür.
Melanin hakkında verdiğimiz bütün bu bilgilere dayanarak onu sadece renk üretmekle sorumlu bir molekül olarak düşünmemeliyiz. Çünkü melanin sadece renk vermez, aynı zamanda ultraviyole ışınlara ve görünür ışığa karşı da bir koruma sağlar. Cildimiz dışarıdaki zararlı ve aşırı ışıklardan melanin sayesinde korunmaktadır. Eğer bu pigment olmasaydı cildimiz kolaylıkla bize ulaşabilen ultraviyole ışınlar nedeni ile kısa sürede zarar görecek, niteliğini yitirecek ve kısa sürede ölecekti. Nitekim melanin molekülünün eksikliği ile sonuçlanan bazı kalıtsal hastalıklar, örneğin albinizm; deri, saç, kirpik ve kaşların kendine has renginin kaybolmasına neden olur ve cildi söz konusu ışınlara karşı oldukça hassas bir duruma getirir. Bu hastalar melaninin özel korumasından mahrum kaldıkları için kısa sürede deri kanseri olabilmektedirler.
Melanin, derimize renk veren molekül olduğu kadar bizleri ultraviyole ışınlarına ve görünür ışığa karşı koruyan önemli bir zırhtır. Allah'ın yarattığı bu özel korumanın eksikliğinde kişi kısa sürede deri kanseri olabilmektedir. |
Bu koruma en hassas ve en değerli organlarımızdan biri olan gözde de devam eder. Göz renginizin kaynağı melanindir. Ancak melanin göze sadece renk vermekle kalmaz, koruyucu özelliği sayesinde gözün lensini ultraviyole ışınlarına karşı korur ve katarakt riskini azaltır. Normal şartlarda göz, ultraviyole ışınlardan en fazla etkilenebilecek olan organdır. Ama melaninin varlığı sayesinde böyle bir risk ile karşı karşıya kalmayız. Melanin ayrıca retinanın dokusuna uygun olmayan ve retinaya zarar verecek olan farklı renkleri de filtre ederek ekstra bir koruma sağlar. Böylece merkezi görme, hiçbir zaman dışarıdaki ışıktan etkilenmez, zarar görmez. Mavi ışığı ve göz kamaştırıcı ışıkları da azalttığından görüş kalitesini artırır. Bir yandan da mavi ışığı tamamen elemediği için renk dengesi korunmuş olur.52
Sonuçta, gözün korunmasından renk kalitesine kadar gözle ilgili çeşitli ayarlar melanin molekülünün faaliyetlerine bağımlı kılınmıştır. Bir molekülün gözü "korumayı" bilmesi, Allah'ın kusursuz tasarımının bir eseridir. Molekülün herşeyden önce gözün görmeye yarayan bir organ olduğunu anlaması ve ışığa karşı hassasiyetini tahmin etmesi gerekmektedir. Bütün bunların üzerine kendi koruyucu özelliğinin farkında olması ve gidip bu hassas organın bulunduğu yere yerleşmesi gerekmektedir. Bütün bunlar elbette bir şuur gerektirir. İşte bu şuurun kaynağını fark eden insanlar akıllarını kullanabilir ve hiçbir şeyin kendiliğinden var olmadığını anlarlar. Melaninin gözün içinde gerekli yerde, gerektiği oranda var olması, kuşkusuz amaca yönelik bir tasarımın varlığını gösterir. Bunun anlamı, yaratılıştır. Yaratılan herşey, en ufak bir şüpheye açık kapı bırakmayacak şekilde net ve kusursuzdur. Bu kusursuzluğu görmek kolaydır, çünkü bu eşsiz yaratılış evrenin her noktasındadır. Ama bunu anlayıp idrak etmek, şükrü ve takdiri onun sahibine yöneltmek ancak akıl işidir. Etraflarındaki muhteşem yaratılışı izleyip, Allah'a şükreden müminler ayette şu şekilde tanıtılır:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Bütün bu renk moleküllerinin ve onların özelliklerinin tanıtılmasının sebebi, etrafımızda her an gördüğümüz canlılığın ve renkliliğin aslında yine elektronların hareketinden başka bir şey olmadığını göstermek içindir. Söz konusu pigmentler yine doğadaki 109 atomdan birkaç tanesinin çeşitli şekillerde bağlanmasından oluşmuş ve bu defa bir masa, tuz veya tuğla değil de renk pigmenti olmuşlardır. Allah, bu çeşitliliği sağlamak için sadece söz konusu atomları değil, aynı zamanda bunların bağlanma şekillerini de sebep kılmıştır. Var olan herşey temelde birbirinden hiçbir farkı olmayan proton, nötron ve elektronlardan oluşmaktadır. Ancak bunun sonucunda ortaya çıkan bu geniş alem gerçekten de göz kamaştırıcıdır. Bu alemde bulunan herşey Allah'ın dilemesiyle meydana gelmiş bir sanattır. İhtişamlı ve benzersizdir. Tüm bunları yaratmış olan Yüce Rabbimiz'in kudretini sergiler. Kuşkusuz ki Allah, bunların benzerlerini ve çok daha üstünlerini yaratmaya kadirdir.
Evrimciler, Allah'ın muhteşem yaratışını tesadüflerle açıklamaya çalıştıkları için, Allah'ın varlığını inkar etme yanılgısına düşerler. Oysa Allah'ın varlığı her yerdedir. Yaratılmış olan her varlık, en küçük zerresine kadar tüm detayları ile O'nun sanatının birer parçasıdır. Bu kitabın konusu olan moleküller de dahil olmak üzere, yerde ve gökte olan herşey, en küçüğünden en büyüğüne kadar, Rabbimiz'in büyüklüğünü ve gücünü sürekli olarak ve açıkça ilan etmektedir. Rabbimiz bu gerçeği ayetlerinde şöyle belirtir:
O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O'dur. O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 22-24)
12. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 23
13. http://acept.la.asu.edu/courses/phs110/ds4/chapter4.html; Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi, 5. kitap, Alan Yayıncılık, 1996, sf. 106-107
14. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 23-24
15. Bilim ve Teknik, Eylül 96, Sayı 346, sf. 47
16. Bilim ve Teknik, Eylül 96, Sayı 346, sf. 47
17. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 24
18. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 30
19. http://www.icr.org/pubs/imp/ imp-324.htm
20. http://www.genetikbilimi.com /genbilim/dnanedir.html – Ahmet F. Yüksel - Barış Yelkenci, Londra, 28.02.2000
21. Mutahhar Yenson, İnsan Biyokimyası, 5. Baskı, Beta Basım Yayın Dağıtım, sf. 9-10
22. http://fins.actwin.com/aquatic-plants/month.200009/msg00701.html
23. Biological Science, A Molecular Approach, 1990, Canada, BSCS Blue Version, sf. 28
24. http://www.biyolojidunyasi.8m. com/genel.htm
25. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf. 161-173
26. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf. 20
27. http://yolgezer.fisek.com.tr/renkler/evrim.html; Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Ankara 1998
28. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, Cilt 1, Kısım 1, 5. Baskı, Sf. 569
29. http://www.pathlights.com/ ce_encyclopedia/08dna03.htm
30. http://biloyojidunyasi.8m.com/ genel.htm
31. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf.49
32. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf.49
33. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf.50
34. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 96
35. http://biyolojidunyası.8m.com/ biyokim1.htm
36. http://esmaalbayrak.sevgi. k12.tr/karbonhidratlar.htm
37. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 97
38. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf. 219
39. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 91
40. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 93
41. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 102
42. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf. 232
43. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf. 231
44. Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf. 232
45. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, sf. 106
46. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf. 107
47. http://www.newton.dep.anl.gov /askaci/bio99/bio99222.htm
48. http://www.newton.dep.anl. gov/newton/askaci/1993/biology/bio045.htm
49. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf.124
50. http://biyolojidunyası.8m.com/bitki.htm
51. P. W. Atkins, Molecules, A Division of HPHLP New York, 1987, sf.151
52. http://www.macular.org/bluelite.html; http://www.mdsupport.org/library/blulight.html