İnsanlara uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderilen mübarek elçiler, Rabbimiz'in onlara bahşettiği bu şerefli sorumluluğu yerine getirirken çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. İnkarcılar onların Allah'ın dinini tebliğ etmelerini engellemek istemişler, türlü tuzaklar, iftiralar ve saldırılarla insanların elçilerin izinden gitmelerine mani olabileceklerini sanmışlardır. Allah yolunda mücadele eden tüm elçilerin başlarına gelenler, Hz. İsa'nın da başına gelmiş, yeryüzünde aralarında bulunduğu süre boyunca hem putperest Roma iktidarının, hem de bağnaz din adamlarının çeşitli saldırılarına maruz kalmıştır. Gerçek dinin düşmanı olan bu iki akımla aynı anda mücadele etmiş, bu mücadele sırasında ise yanında çok az sayıda Allah'a inanan insan olmuştur.
Hz. İsa'nın mucizevi doğumu, hak dini anlatması, hayatı boyunca gösterdiği mucizeler, onun kısa sürede o dönem halkı tarafından beklenen Mesih olarak tanınıp sevilmesine yol açmıştır. Ancak halktaki bu yoğun sevgi ve Hz. İsa'nın bağnaz din adamlarına getirdiği haklı eleştiriler, bu çevrelerin saldırılarına ve bu kutlu insana çeşitli tuzaklar kurmalarına yol açmıştır. Hz. İsa'yı öldürmek için yaptıkları girişimler Allah'ın onu Kendi Katına yükseltmesiyle boşa çıkmıştır.
Hz. İsa'nın hayatını ve mücadelesini ayrıntılı olarak incelemeye başlamadan önce konuyla ilgili kaynakların neler olduğunu öğrenmek faydalı olacaktır.
Şimdiye kadar bulunmuş en eski İncil parçası. (MS 125) İncil, Roma İmparatorluğu'nun doğu kesiminde konuşulan Grekçeyle yazılmıştır.
Hz. İsa'nın hayatını anlatan çeşitli kaynaklar vardır. Bunların başında günümüze kadar hiç değişmeden gelen ve içinde hiçbir çelişki bulunmayan Kuran-ı Kerim gelir. Bu yüzden tarih boyunca tahrif edilmiş olma ihtimali olan diğer kaynaklardaki bilgilerin doğruluğu ancak Kuran'da haber verilen bilgilere uygun oldukları ölçüde kullanılacaktır. Kuran'la çelişmeyen diğer bazı tarihi ve arkeolojik bilgiler için ise, başta İncil olmak üzere o dönemlerden kalma vesikalar kullanılacaktır. Hz. İsa'nın hayatı, tebliği ve inkar edenlerle yaptığı mücadele ile ilgili başvurabileceğimiz bir diğer kaynak ise Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in mübarek hadisleri ve kıymetli İslam alimlerinin açıklamaları, tefsirleri ve yorumlarıdır.
Hıristiyanların kutsal kitabı olan ve Hz. İsa hakkında en ayrıntılı bilgileri veren İncil, bu konuda önemli kaynaklardan biridir. Ancak İncil Hz. İsa'nın ardından çeşitli tahrifatlara uğramış ve orijinalliğini kaybetmiştir. Bu nedenle de içinde Allah'ın vahyine dayanan hak bölümler olabileceği gibi, tamamen insan yazımı olan bölümler de bulunmaktadır. Bu yüzden İncil'in, Hz. İsa'nın hayatı, mücadelesi ve tebliğiyle ilgili, Kuran'la mutabık olan bölümleri, önemli bir tarihi belge olarak dikkate alınmalıdır.
İncillerin en erken, Hz. İsa'dan 30-40 yıl sonra kaleme alındığı tahmin edilmektedir (MS 63) Ancak elimizde bu metinlerin hiçbiri yoktur. Ele geçirilen en eski metinler 3. ve 4. yüzyıllara aittirler. Hıristiyanlığa bugünkü şeklini veren Pavlus'un mektupları ise İncillerden daha önce kaleme alınmıştır (MS 52-63).
Bunların dışında Flavius, Filon, Tacitus gibi o dönemlerde yaşamış tarihçilerin eserlerinde de küçük bölümlere rastlamak mümkündür. Ayrıca bu tarihçiler, Hz. İsa'nın şahsıyla ilgili olmasa da onun yaşadığı dönemle ilgili ayrıntılı bilgiler vermişlerdir.
Son olarak o dönemle ilgili arkeolojik kazılar ve bu kazılarda ortaya çıkan bulgular da Hz. İsa'nın yaşadığı dönemin ve olayların anlaşılması için kaynak olarak kullanılacaktır.
Yunan mitolojisinin hayali tanrılarından Zeus.
Hz. İsa'nın yaşadığı dönemde, Akdeniz tümüyle Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altındaydı. İmparatorluk büyük askeri fetihlerle topraklarını genişletmiş, Akdeniz'i bir iç göl haline getirmişti. İmparatorluk askeri alanda olduğu kadar kültürel alanda da en güçlü dönemlerinden birini yaşıyordu. Eski Yunan (Grek) medeniyetinin kültürel mirasını devralmış ve onu yeni eklemelerle ilerletmişti. Helenizm adı verilen bu akım, din dahil olmak üzere hayatın bütün alanlarına hakim oluyordu. Mimari ve sanat oldukça ileri bir düzeydeydi. Romalılar kendilerini diğer toplumların çok üzerinde görüyor ve kendi hayat şekillerini işgal ettikleri topraklar üzerinde de yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı.
Roma'nın dini, Akdeniz çevresinde yaşayan tüm toplumlar gibi, çok tanrılı bir dindi. Yunan mitolojisinin hayali tanrıları, farklı isimler altında, Roma mitolojisinde de kullanılmaktaydı. En büyükleri Jüpiter olarak adlandırılan ve heykellerle sembolize edilen birçok puta tapınılıyordu. Bazı Roma İmparatorları ise kendilerini de bu sahte ilahlar arasına dahil eden kanunlar çıkarmışlardı. Öte yandan Roma'nın hakim olduğu topraklarda Yunan dini ve bu inanışa ait sahte ilahlar da yaygındı: Zeus, Hermes, Venüs gibi Yunan putlarının heykelleri büyük kentlerin meydanlarını süslüyordu. Tapılan putlar bunlarla sınırlı değildi. Her şehirde, her mahallede hatta her evde büyüklü küçüklü, farklı putlar, onlara ait heykeller, resimler, özel tapınma ve adak bölümleri yer alıyordu. Romalı yöneticiler bu çok tanrılı dinleri, kendi hakimiyetlerini yaygınlaştırma konusunda bir araç olarak kullanıyorlardı. Roma, hakimiyetini tehdit etmediği sürece kimsenin dinine karışmıyor, bilakis bu sapkın inançları teşvik ediyor, her tarafa tapınaklar, sunaklar, heykeller inşa ederek putperest inanışları körüklüyordu. Onlar için din, kitlelere sadakati telkin etmenin ve onları denetlemenin bir yoluydu, soyut ve bu dünyayla doğrudan ilgisi olmayan bir alana aitti.
Romalılar başka bir kültürle karşılaştıklarında, o toplumda kendi sahte ilahlarının benzerlerini arar ve böylece üstünlük sağlayacak bir bağlantı kurmaya çalışırlardı. Bu yüzden özellikle IV. Antiyokus Epifanes zamanında, bir ve tek olarak Allah'a iman eden Yahudilere, Zeus adlı baş tanrılarını sapkınca benimsetmeye çalışmışlar, ancak bu durum aralarında büyük mücadelelere yol açmıştır. Dindar Yahudiler, kutsal toprakları manevi olarak kirleten bu Roma putlarına karşı sert tepkiler göstermişler ve Romalıların putperest inançlarını yaygınlaştırma çalışmalarına şiddetle direnmişlerdir.
MS1. yüzyılın sonlarında Roma İmparatorluğu BatıAvrupa, Kuzey Afrika ve Batı Asya'nın büyük bir bölümünü kontrol ediyordu. İmparatorluk, inşa edilen yollarla ve limanlarla birbirine bağlanmıştı. Bu geniş ağ, Hıristiyanlığın yayılmasını kolaylaştırdı. (Üstte) MS 117 yılında Roma İmparatorluğu.
Romalılar, Yahudi dininin kendi batıl dinlerinden çok farklı olduğunu ve onların dinlerine olan bağlılıklarını gördükleri için, Yahudilerin içişlerine, özellikle dini konularına fazla karışmamaya karar verdiler. Filistin'i yönetimleri altında bulundurdukları dönem boyunca, Yahudilerin dini inançlarının gereklerini yerine getirmelerine izin verdiler. Yahudi halkının ruhani merkezi olan Tapınak, eskiden olduğu gibi görevli rahipler tarafından yönetilmeye devam etti. Roma yönetimi, Yahudi rahiplerin oluşturduğu ve en büyük dini mahkeme niteliğindeki Sanhedrin Kurulu'nun faaliyetlerini sürdürmesine de izin verdi.
Onlar, yeryüzünde gezip-dolaşmıyorlar mı ki, böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah, onları günahları dolayısıyla (azapla) yakalayıverdi... (Mümin Suresi, 21)
Paestum'daki Yunan Tapınağı, İtalya. (MÖ 550)
Sanhedrin, Roma yönetimi altında bile, bir Yahudiyi yargılayabilir ve Yahudi şeriatının öngördüğü cezaları uygulayabilirdi. Roma'nın bu bölgeye atadığı yöneticiler halk arasında çıkabilecek isyanlara karşı sert tedbirler alıyor, vergi toplama konusunda da hiç taviz vermiyorlardı. Kendi yönetimleriyle işbirliği halinde bulunan Yahudi iktidarına bu yüzden müsamaha gösteriyor, onlara karşı gelişen isyan hareketlerini şiddetle cezalandırıyorlardı.
Hz. İsa zamanındaki küçük Yahudi milleti eski dünyanın, devamlı birbirleriyle savaşan Mısır, Asur, Babil, Pers ve Suriye gibi büyük imparatorlukların tehlikeli sınırlarında bulunuyordu. Bu yüzden bağımsız bir devlet olarak uzun süre dayanamamış, Babil sürgününden (MÖ 586-538) itibaren farklı yabancı güçlerin hakimiyeti altında kalmıştır. Helenistik dönemde önce Mısırlıların, sonra Suriyelilerin ve son olarak da Romalıların hakimiyeti altına girmişlerdir. Sadece kısa bir dönem boyunca bir Yahudi krallığı kurulmuştu. Rahip kökenli bir aile olan Makabiler başlattıkları isyandan sonra (MÖ 167-142) bir süre hakimiyet kurmayı başarmışlardır. Yaklaşık 80 yıl süren bu hakimiyet boyunca Haşmonay Ailesi geniş bir alanda hakim olmuştu. Ancak kendi aralarındaki şiddetli liderlik mücadeleleri sonucunda hakimiyet sona erdi. İlk başta rakip partilerin desteğini alan Romalı General Pompey MÖ 63'te Kudüs'ü alarak Filistin'e girdi ve Yahudi topraklarını Yahudiye (Judea) bölgesiyle sınırladı. Haşmonay Kralı Hirkanos II ise, Roma valisinin emri altında sınırlı bir özerkliğe sahip oldu. Bu tarihten itibaren Yahudi halkının içinde, bu putperest idareye karşı hoşnutsuzluklar başladı. Romalılar MÖ 37'de bu krallığa son verdiler. Hirkanos II'nin damadı Herod, Romalılar tarafından Yahudiye Kralı olarak atandı.
Dünyann 7 harikasndan biri olarak kabul edilen Babil'in asma bahçelerinin bir tasviri.
Herod savunmasız halka yönelik çok büyük katliamlar gerçekleştirmiş, zalim bir hükümdardı. Fra Angelico'nun (1387-1450) "Masumların Katledilmesi" isimli tablosu Herod dönemini tasvir etmektedir. 1451-1453 yılına ait olan tablo Floransa'daki San Marco Müzesi'nde sergilenmektedir.
Roma yönetiminin Filistin'deki en öncelikli hedefi vergi toplamaktı. Her Yahudinin ödemekle yükümlü olduğu son derece ağır vergiler kondu. Roma bu yolla kendisine bağlı bir devlet mekanizması kurdu. Bu dönemde Romalıların zaaflarını bilen, Sezar'ın öldürülmesinden sonra değişen güç dengelerini kendi çıkarları için kullanmayı becerebilen ve Helen kültürüne olan hayranlığıyla tanınan I. Herod (MÖ 37-4), Romalıların yardımıyla "Yahudilerin Kralı" olmayı başarmış ve devletin sınırlarını yeniden bütün Filistin'e yaymıştır. Herod Romalılara yaranmak için Helen kültürünün yaygınlaşması yolunda büyük çabalar yürütmüştür. Bu kültürün sadece sanat, mimari gibi yönlerini değil daha önce bahsettiğimiz, dünyevi-maddeci özelliğinin de halk içinde yerleşmesine çalışmıştır. Bu dönemde Yahudi halkın desteğini alabilmek için Hz. Süleyman tapınağını yeniden inşa ettiren Kral Herod, bütün ülkeyi mimari eserlerle, heykellerle donattı. Bu gösterişli faaliyetler sonucunda, ona "Büyük Herod" (Herod the Great) ünvanı verilmiştir. Ancak bütün bu gösterişe rağmen, dindar Yahudi halkı Herod'dan nefret ediyordu. Çünkü o hem putperest Roma'nın işbirlikçisi, hem de halkına zulmeden bir lider olmuştu.
Herod, Roma'nın desteğiyle, ülkesini MÖ 37'den MS 4 yılına kadar yönetti. Ölümünden sonra her ne kadar Yahudiler, Romalılardan Herod yönetiminin sona erdirilmesini istemişlerse de Romalılar ülkeyi Herod'un oğulları arasında bölüştürmüştür. Oğullarından biri olan Herod (Herodes) Antipas Romalılar tarafından Galile bölgesinin yöneticisi yapıldı. Tarihi kaynaklara göre Hz. İsa'nın tebliği, en az babası kadar zalim olan Herod Antipas'ın krallığı döneminde gerçekleşmiştir. Bu bölgede yaşanan siyasi ve sosyal koşullar bu yüzden büyük bir önem taşımaktadır. Galile bölgesinin sosyal yapısı buraya yerleşen yabancı koloniler yüzünden tamamen değişmişti. Bölge Yahudiyeliler tarafından küçük görülüyordu. Yine de bölgenin kültür ve medeniyeti, başta Antipas'ın saray çevresi, büyük malikaneler ve belirli mahalleler olmak üzere, büyük ölçüde Helen etkisi altındaydı. Aramice konuşan, kendi halinde yaşayan Yahudi halkın dinsel gelenekleri ise Helen kültüründen uzak kalmıştı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi geleneksel olarak Romalılar Yahudilerin din işlerine karışmazlardı. Ancak Romalı valilerden bazıları bu prensibe uymamışlardı. Özellikle Hz. İsa döneminin valisi, Pontius Pilatus kendini bu kuraldan uzak tutmuş, şiddet ve zulmün hakim olduğu bir yönetim sergilemiş (MS 26-36) bu yüzden de görevden alınmıştır.
Matta İncili'ne göre Hz.İsa, MÖ 37-4 yılları arasında Filistin'i yöneten Büyük Herod'un halen kral olduğu bir dönemde doğmuştur. Resimde Herod'un bir sığınak olarak yaptırdığı Herodyum kalesi görülmektedir.Herodyum Kudüs'ün 8 km güneyinde yer almaktadır ve içinde çok büyük bir saray bulunmaktadır. Herod burada yakılmıştır. Ancak mezarı, yapılan kazılarda bulunamamıştır.
Yahudi halkının karşı karşıya kaldığı bir başka sorun ise, kavmi içten bölen mezhep ayrılıklarıydı. MÖ 2. yüzyıla dek Yahudiler arasında birbiriyle çatışan mezheplerin varlığı hiç duyulmamıştı. Ancak milattan önceki son yüzyılda Yahudi toplumu büyük bir parçalanma yaşamış, Yahudiliğin özü ve gerçek anlamı konusunda birçok farklı görüş belirmiştir. Bu mezheplerin gelişmesinde Eski Ahit kitaplarının ve dinsel kuralların farklı yorumlanmasından başka, siyasi faktörler, özellikle de Roma yönetiminin büyük bir rolü vardır. O dönemin yazılarına bakıldığında, özellikle de dönemin ünlü Yahudi tarihçisi Josephus Flavius'un kayıtları incelendiğinde, Yahudi toplumu içinde çok sayıda akımın geliştiğini söylemek mümkündür. Farklı akımlar içinde dört tanesi fikirleriyle öne çıkmışlardır. Bunlardan biri, Roma hakimiyetiyle uzlaşan ve bu yönetimin desteğiyle hakim sınıfı oluşturarak refah içinde yaşayan Saddukilerin oluşturduğu akımdır.
Bu görüş daha çok zengin Yahudilerin arasında yayılmıştı ve bir siyasi parti görüşü gibi kabullenilmişti. Saddukiler, din kurallarını sadece Eski Ahit'in ilk beş kitabına göre belirliyor, bu kitapları sadece teknik anlamlarına göre yorumluyor, bu sebeple de ölümden sonra hayat, cennet-cehennem gibi dinin temel unsurlarını kabul etmiyorlardı. Saddukilerin karşısında ise, onların bu sapkın görüşleriyle mücadele eden, Saddukilerden dini konularda ayrılan ve daha mütevazi bir yaşam süren "muhafazakar" Ferisiler vardı. İlk defa dindar Yahudiler tarafından kurulan Ferisiler, Yahudi dininin muhafazası ve savunulmasında büyük bir rol oynamışlardır. Daha sonraki dönemlerde, Ferisiler içinde de çeşitli ayrılıklar yaşanmıştır.
Bir diğer grup ise Roma yönetimine ve işbirlikçi Yahudilere karşı silahlı mücadeleyi savunan Zealotlardır. Bu siyasi akımın taraftarları Allah'ın hakimiyetine aykırı olduklarını düşündükleri önemli Romalı ve Yahudi yöneticilere karşı terör eylemleri başlatmış, suikastlerde bulunmuşlardır. Ancak kısa bir süre sonra, başlattıkları isyan hareketi kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Diğer bir grup ise 1947 yılında Ölü Deniz'de bulunan Kumran yazıtlarıyla ünlenen, o dönemde kendilerini mağaralarda ibadet ve zikre adayan Essenilerdir. Esseniler kimi araştırmacılara göre dindar Ferisilerin bir koludur. Daha sonraki bölümlerde de bahsedeceğimiz gibi, araştırmacılar arasında Essenilerin Hz. İsa ile yakından ilgili oldukları yönünde yaygın bir kanaat vardır. Bu düşüncede olan araştırmacılar, Hıristiyanlığın kökenlerinin Essenilere dayandığını iddia etmektedirler.
Tarihi kaynaklara ve İncil'de yer alan açıklamalara göre, Hz. İsa bu inkarcı ve müşrik gruplarla çok büyük bir mücadele içinde olmuş, onlara Allah'ın dinini çok hikmetli örneklerle anlatmıştır. Bu yüzden söz konusu grupların görüşlerini yakından incelemek, o dönemin karışık ortamını anlamak açısından faydalı olacaktır.
Grupları incelediğimizde sosyal statü açısından en etkili durumda olanların Saddukiler olduğunu görürüz. İsimleri Hz. İsa ile özdeşleştirilmeyen tek mezhep de bunlardır. Çünkü gerçekten de Saddukiler Hz. İsa'nın getirdiği mesaja tümüyle zıt dünya görüşüne sahiptirler. Eldeki kaynaklarda ayrıntılı olarak belirtilmemesine rağmen, Hz. İsa'nın bu sapkın akıma karşı da mücadele etmiş olması muhtemeldir. Matta İncili'nde Hz. İsa inananları Saddukilerin fikirlerine karşı uyarmıştır:
Roma yönetimi ile işbirliği içinde olan ve yüksek rahipler soyundan geldiklerini iddia eden bu grup, Kudüs Tapınağı'nın düzeninden sorumluydu. Tapınak'ta yürütülen kurban sistemini tüm detaylarıyla uygulayanlar onlardı.1 Çok önemli bir iş olarak kabul edilen Tapınak faaliyetlerini yürüttükleri için de başka hiçbir işle ilgilenmezler ve kendilerini yüksek bir sınıf olarak görürlerdi. Yaptıkları bu iş sayesinde büyük bir kazanç, siyasi ayrıcalıklar ve itibar elde etmişlerdi. Sayıları 7-8 bini bulan bu rahiplerin görevleri babadan oğula geçiyordu. Saddukiler, bir yandan hakimiyetlerini garantileyen geleneği devam ettirmek isterlerken, bir yandan da Helen kültürünü kabul etmişler ve bunu yaygınlaştırmaya çalışmışlardır.
Öte yandan, "materyalist" sayılabilecek kendilerine has bir inançları vardı. Ölümle birlikte ruhun da öldüğüne, yani ölümden sonra yaşamın var olmadığına inanıyorlardı. Meleklerin, cennet-cehennemin, kaderin varlığını da kabul etmiyor, dünya işlerinin dini inançlardan tamamen bağımsız olduğuna inanıyorlardı. Bunun nedeni Roma kültüründen etkilenmeleriydi. Bu çarpık görüşleri sayesinde de dünyevi bir hayat ve iktidar hırsı onlar için mümkün hale geliyordu. Saddukiler, uzun süre iktidarda kalmış, bu süre zarfında Ferisilerle ve diğer dindar akımlarla çatışmıştır. Sonunda, MS 70 yılında Yahudi Devleti'nin yıkılmasıyla ortadan kalkmıştır.
Roma İmparatorluğu'ndan kalan harabeler, Roma.
Ferisiler ise Saddukilerden pek çok konuda ayrılan, onlarla çatışan bir mezhepti. Başta Tevrat olmak üzere kutsal yazılarla ilgilenir, halk içinde dini otorite olarak kabul edilir ve saygı görürlerdi. Saddukilerin Tapınağı yönetmelerine karşı çıkar, onların din dışı bütün davranışlarını eleştirirlerdi. Saddukilerin aksine, ruhun varlığına, ölümden sonraki yaşama, cennete ve cehenneme inanıyorlardı. Roma yönetimi ile Saddukiler gibi bir işbirliği içinde değildiler. Romalılar'ın getirdiği Helen kültürünü asla kabul etmiyorlardı. Ancak Pax Romana adı verilen ve Roma'nın hakim olduğu topraklarda bir barış ortamının muhafazasını öngören uygulama onların da işine geliyordu.
Ferisiler aslında dini duyguları güçlü olan ve dinsizlikle savaşan bir gruptur. "Sözlü gelenek" adı altında dini muhafaza etmeye ve Yahudi toplumunun içinde yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Hz. Musa'nın şeriatının hakim olması için büyük çaba göstermiş, hatta bu amaçla savaşmışlardır. Bazı tarihçiler, Hz. İsa'nın yaptığı tebliğin en çok Ferisilerin görüşüne yakın olduğunu söyleyerek, Hz. İsa'nın da bu dindar kişilerle beraber olduğunu savunmuşlardır. Ancak İncil'de Hz. İsa'nın Ferisilere yönelik çok çeşitli hatırlatmaları, uyarıları vardır. Bununla birlikte Hz. İsa'nın Ferisilerle dostluk yaptığı, beraber yemek yediği de İncil'de yer almaktadır. (Luka, 7: 36; Luka, 11: 37; Luka, 14: 1).
Saddukiler ve Ferisilerden sonraki en aktif grup, Zealotlar'dı. Bu kişilerin çoğu Ferisi kökenliydi. Ancak Roma işgaline karşı duydukları tepki nedeniyle radikalleşerek, söz konusu yeni grubu oluşturmuşlardı. Zealotlar Roma'ya karşı silahlı mücadelenin gerekliliğine inanıyorlardı. Bu yüzden bir direniş örgütü gibi hareket etmiş ve gerilla taktikleriyle hem Romalılar'a hem de onlarla işbirliği yapan Yahudilere karşı suikastler düzenlemiş, bazen de büyük ayaklanmalar başlatmışlardır. Zealotlar'ın bir kolu, gerçekleştirdikleri bıçaklı suikastler nedeniyle Hz. İsa döneminde Sicarii (Hançerliler) olarak anılır hale gelmişlerdir.
Bu grup, Büyük Herod zamanında farklı bir politik görüş savunarak ortaya çıkmıştır. MS 6 yılında, Yahudiye, doğrudan Roma hakimiyetine geçip resmi otoriteler vergi konusunda yeni düzenlemeler yaptıklarında, Yahudiyeli Judas'ın önderlik yaptığı Zealotlar isyan başlatmak istediler. Putperest Roma İmparatoru'nun otoritesini kabul etmek onlar için Allah'ın hakimiyetini reddetmek ve köleliği kabul etmek anlamına geliyordu.
Bu ilk ayaklanma kısa sürede bastırılmış ve büyük bir kısmı öldürülmüş, ancak geride kalanlar direnişlerine devam etmişlerdir. Daha sonra silahlı mücadele şekline bürünerek I. Yahudi ayaklanmasıyla (MS 66-70) sonuçlanmış ve Masada kalesinde yapılan katliamla son bulmuşlardı. Hz. İsa döneminde, Mesih'i bekleyen bu tür fanatik akımlar ortaya çıkmış ve çok sayıda taraftar toplamayı başarmışlardır. Romalılar bu hareketlere karşı ciddi tedbirler almakta gecikmemiş, her türlü baskı ve kontrolü artırmışlardır. Eğer halkı kışkırtacak bir hareket tespit ederlerse sert ve acımasız davranmışlardır. Daha sonra Yahudiler, Romalılar'ın bu hassasiyetini Hz. İsa'ya karşı kullanmışlardır. Mesih beklentisi içinde olan Zealotlar Hz. İsa'nın tebliğine ilgi duymuşlardır.
Dördüncü grup, yani Esseniler ise, ilk üç grubun aksine Kudüs'te ya da diğer şehir veya kasabalarda değil, Ürdün Vadisi'nin ıssız bölgelerinde yaşıyorlardı. Diğer üç gruba göre çok daha dinlerine bağlı, batıni yönü kuvvetli bir tarikattılar. O dönemde çok yaygın olan inanç onlarda da hakimdi: Mesih'in yakında geleceğine, İsrailoğulları arasındaki sapma ve ayrılıkları düzelteceğine, ülkeyi işgalden kurtaracağına inanıyorlardı. Helen kültürüne ve Roma yönetimine tamamen karşı olan bu grup, Hz. Musa'nın getirdiği şeriatı en mükemmel şekilde uygulamaya çalışıyordu. Vaat edilen Mesih gelene kadar kendilerini dış dünyadan soyutlayıp, ibadete adamışlardı. Ürdün Vadisi'ndeki mağaralarda yaşıyor ve tüm zamanlarını dini metinler üzerinde çalışarak geçiriyorlardı.
Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır...
(Bakara Suresi, 62)
Flavius bu grup hakkında kitabında çeşitli açıklamalar yapmıştır. Ancak 1947 yılında Kumran'da bulunan çok sayıda el yazmasının Esseniler adı verilen bu tarikata ait olduğu ortaya çıkınca, hakkında en çok şey bilinen grup haline gelmiş, yazmaların içeriği konusunda yapılan yorumlar bu tarikatı oldukça önemli bir hale getirmiştir.
Kumran Vadisi'ndeki mağaralar.
1947 yılında, Ölü Deniz'in kuzey batısında, Kirbet Kumran adlı yerdeki mağaralarda Ölü Deniz Yazmaları adı verilen metinler bulunmuştur. Sonraki yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda 600 kadar İbranice-Aramice yazma ve çok sayıda parça bulunmuştur. Bu bulguların içinde o döneme ait Tevrat metinleri ve daha önce hiç bilinmeyen Yahudi dini metinleri, bu yazmaların sahibi olan tarikatın günlük yaşamını ve kurallarını anlatan metinler ve çok sayıda farklı konuda metinler mevcuttur.
Uzun araştırmalardan sonra metinleri yazanların bir Yahudi tarikatı olduğu kesinlik kazanmış ve bunların tarihçi Josephus'un bahsettiği Esseni tarikatı olduğu genel olarak kabul edilmiştir. Romalı yazar Küçük Plinus'un, Essenilerin yaşadığı yer olarak Kirbet Kumran'ı bildirmesi de bu kanaati güçlendirmiştir. Metinlerin en eskisinin MÖ 200 en yenisinin ise MS 68 tarihine ait olduğu tespit edilmiştir. Bu tarih aynı zamanda Romalı General Vepasianus'un Yahudi ayaklanmasını bastırmak için başlattığı saldırıyla aynı döneme de denk gelmektedir.
Time dergisinin 15 Nisan 1957 tarihli sayısında Ölü Deniz Yazıtları ile ilgili geniş bir haber yer aldı. Bu haberin ardından dünya basınının ilgisi yapılan kazılara yöneldi.
Metinler incelendiğinde, Essenilerin yaşamlarına ve inançlarına ait bilgiler ortaya çıkmıştır. Yakın zamanda gelecek bir kurtarıcı peygamberi bekleyen bu tarikat, kutsal metinlere, yasalara disiplinli bir şekilde riayet etmekte, Sadduki akımının aksine ahirete, kadere, meleklere, cennet ve cehenneme inanmaktadırlar. Ayrıca tarikatın mensupları kendilerini Tanrı'nın hizmetindeki "ışığın çocukları" olarak görmekte ve "karanlığın çocuklarıyla" yapacakları savaşa hazırlanmaktadırlar. Bu "ışığın çocukları" terimi İncil'de de yer almaktadır. Tarikatın üyeleri temizliğe çok önem vermekte, günde birkaç kez yıkanmakta ve temizlenmektedirler. Birbirlerini kardeş olarak görmekte ve kardeş sevgisine büyük önem vermektedirler. Mesih beklentisi bu topluluğun inancının önemli bir öğesidir. Sonuç olarak bu topluluğun büyük bir beklenti içinde olduğunu ve zamanın sonuna gelindiğini düşündüklerini söylemek mümkündür. Topluluğun yazıtlarında gelmesi beklenen veya üstün özellikleriyle anlatılan birden fazla kişi vardır. Ancak bunların gerçek mahiyeti tam olarak anlaşılamamıştır. Bu kişiler mesih-rahip, mesih-kral ve adalet üstadı kavramlarıyla anlatılmaktadır.
Yapılan araştırmalar özetlenecek olursa, Essenilerin, Ferisilerle devam eden geleneğin bir kolu ve aynı görüşe bağlı bir topluluk olduğu bilinmektedir. Onlar da Ferisiler gibi, Saddukilerin resmi Yahudilik ve Tevrat görüşünden ayrılmış ve münzevi bir hayat yaşayarak, dini yaymaya çalışmışlardır. Bu dindar grup, ellerindeki metinlere dayanarak, yakında bir kurtarıcının, Mesih'in, geleceğini de bilmekte ve buna hazırlık yapmaktadır. Bu ise o dönemde, gerçek dinin, bütün engellemelere rağmen yaşandığının önemli delillerinden birini oluşturmaktadır. Burada vurgulanması gereken önemli noktalardan biri ise, Hz. İsa döneminde Yahudi toplumunun içinde bulunduğu bu parçalanmadır. Ulus, hem putperest bir işgal hükümeti tarafından yönetiliyordu, hem de kendi dini konusunda çeşitli fikir ayrılıkları yaşıyordu. Birbirlerinden çok farklı düşüncelere sahip olan mezhepler, gerçek Yahudiliği kendilerinin temsil ettiğini iddia ediyorlardı. Pek çok Yahudi de dünyadan umudunu kesmiş ve yakında gerçekleşeceğini umduğu kıyameti beklemeye başlamıştı.
Essenilere ait ilk rulolar mühürlenmiş kapların içinde, dikkatle sarılmış bir şekilde bulundu. Resimde 11. mağarada bulunan ruloların bir bölümü görülmektedir.
Tabloda, Kumran'daki iman eden topluluğun üyeleri bir toplantıları sırasında tasvir edilmiştir.
Eski Ahit'te, Mesih'in geleceğine dair çok sayıda açıklamaya rastlamak mümkündür. Kitabın sonraki bölümlerinde bir kısmını verdiğimiz bu açıklamalar o kadar etkili olmuştur ki Yahudiler için Mesih, en büyük kurtuluş anlamına gelmiştir. Sonraki yüzyıllarda yaşamış olan ünlü Yahudi ilahiyatçı Maimonides, Yahudi inanç sistemini hazırlarken on üç kaidenin ilk ikisini Mesih'in gelişine ayırmıştır. Bu kaideler, "Mesih'in gelişine kesin bir iman ile inanıyorum. Gecikse bile onun geleceğini bekliyorum" şeklindedir.
..."Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla"... (Nisa Suresi, 75)
İncil'de Hz.İsa'nın Beytüllahim'de doğduğu bildirilir. Bu nedenle de Hıristiyanlar bu şehri kutsal kabul ederler.
Yahudi inancına göre, İsrailoğullarının hem siyasi hem dini yönden çöküntüye uğradığı bir dönemde, Allah onları her iki yönden de kurtaracak bir lider gönderecekti. Bu lider hem İsrailoğullarının eskiden olduğu gibi katıksızca Allah'a iman etmelerini sağlayacak, hem de bir "Mesih" olarak düşmanlarına karşı onlara zafer verecektir.
Eski Ahit'in bazı bölümlerinde sık sık bu kurtarıcıdan söz edilmiş ve onun zamanında ne kadar büyük bir adalet, huzur ve doğruluk yaşanacağı haber verilmiştir. Örneğin İşaya kitabında, Mesih'in ne denli büyük bir adalet, "Rab korkusu" ve basiretle dolu olacağı ve İsrail'e ne denli büyük bir huzur getireceği şöyle müjdeleniyordu:
Yesse'nin gövdesinden bir filiz çıkacak ve onun köklerinden bir fidan doğacak. Rabbin ruhu, hikmet ve sağduyu ruhu, öğüt ve yüreklilik ruhu, bilgi ve Rab korkusu ruhu onun üzerinde duracak. O, Rab korkusundan zevk alacak; o gözlerinin gördüğüne göre yargılamayacak; kulaklarının işittiğine göre karar vermeyecek. Zayıfları adaletle yargılayacak; yeryüzünün yoksullarına haklarını verecek. Bir değnekle vurur gibi yeryüzüne sözüyle vuracak ve dudaklarının soluğuyla kötüyü yok edecek. Adalet onun belinin kuşağı... olacak. Kurt kuzuyla birlikte oturacak; kaplan oğlakla beraber yatacak; buzağı, aslan ve besili sığır birarada yaşayacak ve onları küçük bir çocuk güdecek. İnek ayı ile birlikte otlayacak; yavruları birarada oturacaklar ve aslan sığır gibi saman yiyecek. Emzikteki çocuk, kobra yılanının yuvası yanında oynayacak ve sütten yeni kesilmiş çocuk, kara yılanın deliğine elini uzatacak. Benim kutsal dağım üzerinde hiç kötülük yapılmayacak; artık hiçbir zarar verilmeyecek; çünkü denizin dibi nasıl onu örten sularla dolu ise yeryüzü de Rab bilgisi ile öyle dolu olacak. (İşaya, 11:1-9)
... Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır.
(Al-i İmranSuresi, 45)
Bu Mesih beklentisi, az önce belirttiğimiz gibi, Herod'un zalim yönetimi altında iyice güçlenmişti. Yahudi topraklarının her tarafında Mesih'i bekleyen, onun gelişi için hazırlıklar yapan veya insanları uyaran hareketler ortaya çıkmıştı. Bu Mesih beklentisi hem Roma yönetimi hem de Herod'un hakimiyeti için bir tehlike oluşturuyordu. Çünkü bu hareketler genelde Roma otoritesini ve ona bağlı Yahudi yönetimini hedef alıyordu. Böyle güçlü bir hareket bütün halkı putperest yönetime karşı ayaklanmaya teşvik edebilirdi. Bu yüzden her iki yönetim de kendilerine göre tedbirler almışlardı. İncil'de anlatıldığına göre, Herod işte bu nedenle Hz. İsa'nın doğumu ile ilgili haberleri öğrendiğinde Mesih'i henüz beşikteyken öldürmek istemiş, bu iş için bir katliam yapmaktan çekinmemiştir. Olay, Matta İncili'nde şöyle anlatılır:
Hz.İsa'nın doğduğu yer olduğuna inanılan bölgenin üzerine yapılan Nativity Kilisesi'nin dıştan görünüşü. Beytüllahim'deki bu kilise Hıristiyan hacılar için en kutsal mekanlardan biri kabul edilir.
İsa, Kral Herodes'in devrinde Yahudiye'nin Bethlehem (Beytüllahim) kasabasında doğduktan sonra bazı yıldızbilimciler doğudan Kudüs'e gelip şöyle dediler: "Yahudilerin kralı olarak doğan çocuk nerede? Doğuda onun yıldızını gördük"... Kral Herodes bunu duyunca bütün Kudüs halkıyla birlikte çok tedirgin oldu. Tüm başkahinleri ve ulusun din bilginlerini toplayarak onlara Mesih'in nerede doğacağını sordu. "Yahudiye'nin Bethlehem kasabasında" dediler. Çünkü peygamber aracılığıyla şöyle yazılmıştır: 'Sen, Yahuda diyarında olan ey Bethlehem, Yahuda önderleri arasında hiç de en önemsizi değilsin! Çünkü benim halkım İsrail'i güdecek olan önder senden çıkacaktır'.
Beklenen Mesih'in en önemli özelliklerinden biri, Hz. Davud soyundan gelecek olmasıdır. İncil'de de Hz. İsa'nın soyunun Hz. Davud'dan geldiği bildirilmektedir.
Yahudi tarikatlarının içinde Mesih inancı farklılıklar gösteriyordu. Genel olarak Mesih'i büyük bir peygamber ve kurtarıcı olarak bekleyen bir kısım Yahudiler, onu asla insanüstü bir varlık olarak görmüyorlardı. Mesih, Hz. Davud gibi, Hz. Süleyman gibi ya da Hz. Musa gibi bir insan olacaktı. Yani Allah'ın sadık bir kulu, Tevrat'ta tarif edildiği özelliğiyle, "Rab korkusundan zevk alan" biri olacaktı. Esseniler bu Mesih beklentisinin yanı sıra Mesih'in mucizelerini de önceden haber vermişlerdir. Onlara göre Mesih, "düşeni kaldıracak, hastayı iyileştirecek, esiri özgür bırakacak, tozun içinde uyuyanı diriltecektir". Sonuç olarak, Yahudiler ellerindeki bilgilere bakarak Mesih'in çok yakında geleceğini bilmekteydiler. Çölde, şehirlerde dolaşarak Mesih'in gelişini bekleyen ve buna hazırlık yapan çok sayıda insan ve grup vardı.
Kuran ayetlerinde de zorluk içinde olan, baskı ve zulüm gören kavimlerin içinde bulundukları bu durumdan kendilerini kurtaracak bir kurtarıcı bekledikleri bildirilmektedir. Rabbimiz Nisa Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Ayetlerde, Allah'ın elçi gönderdiği bölgelerde, elçinin gelişinden önce toplumsal ve ahlaki açıdan büyük bir çöküntü yaşandığı haber verilmektedir. Elçinin gelişinin ardından onun izinden giden insanlar dinin getirdiği bolluk, bereket ve huzuru yaşarlarken, elçiden sonraki dönemlerde insanların bir kısmı nefislerine uymuş, gittikçe din ahlakından uzaklaşarak inkara yönelmişlerdir. Allah'tan başka birtakım sahte ilahlar edinerek kendilerine zulmetmişlerdir. Allah, Meryem Suresi'nde elçilerin Allah'a olan bağlılıklarından, samimiyetlerinden ve ihlaslarından bahsettikten sonra, onlardan sonra gelen toplulukların bu inançlarını tamamen kaybettiklerini haber verir. Bu kişilerle ilgili olarak ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)un soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah')ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namaz (kılma duyarlılığın)ı kaybettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. (Meryem Suresi, 58-59)
Allah dininden uzaklaşan, neden yaratıldıklarını ve Yaratan'a karşı olan sorumluluklarını hiç düşünmeyen bu insanları çeşitli felaketlerle uyarmıştır. Bu yaptıklarının karşılığı olarak onlara olan nimetini değiştirmiş, "Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır..." (Taha Suresi, 124) ayeti gereği zorlu bir hayat vermiştir.
Tarih boyunca ekonomik ve toplumsal sorunların yaşandığı, adaletsiz bir yönetimin hakim olduğu "sıkıntılı" dönemlerde, insanlar her zaman için bir kurtarıcının ihtiyacını duymuşlardır. Bu kurtarıcı, içinde yaşadıkları mevcut sistemin olumsuz yönlerini düzeltecek, adaleti, barışı, güvenliği sağlayacak ve kendilerini doğru yola çıkaracaktır. Günümüz toplumlarında da çok hızlı bir bozulma, yozlaşma ve dejenerasyon yaşanmaktadır. Fakirlik, sefalet, zulüm ortamı içindeki insanlar, güzel ahlakın yaşandığı, huzurlu bir hayatın özlemi içindedirler. Allah önceki kavimlere de, aynı sosyal çöküntü sonrasında kurtarıcılar göndermiş ve sıkıntının ardından çok büyük bir bolluk, bereket ve zenginlik vermiştir. Allah korkup sakınan toplumlara bolluk ve bereket vereceğine bir ayetinde şöyle işaret etmektedir:
Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, Biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik. (Araf Suresi, 96)
Rabbimiz yukarıdaki ayetlerle bize çok önemli bir gerçeği hatırlatmaktadır: Barışın, huzurun, bolluğun ve bereketin tek yolu, din ahlakının yaşanmasıdır. Bu, geçmiş kavimlerde bu şekilde olmuştur, bundan sonraki kavimlerde de bu şekilde olacaktır. İslam ahlakının olmadığı yerde, adaletin, güvenliğin, istikrarın hakim olması imkansızdır. Bu, Allah'ın bir kanunudur. Fatır Suresi'nde bizlere şu müjde verilmektedir:
... Allah'ın kanununda kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın kanununda kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)
İçinde bulunduğumuz dönem, her türlü yozlaşmanın hakim olduğu maddi ve manevi bozulmanın arttığı, birçok sapkınlığın yaşandığı, siyasi ve ekonomik açıdan büyük bir istikrarsızlığın hüküm sürdüğü, zenginle fakir arasında çok büyük uçurumların oluştuğu bir dönemdir. Bizim Kuran'dan öğrendiğimiz gerçek ise, böyle bir ortam sonrasında Allah'ın bir kurtuluş yolu göstereceği ve bu vesile ile İslam ahlakının tüm dünyada mutlaka yaşanacağı, hak dinin diğer batıl dinlere üstün geleceğidir. Allah Tevbe Suresi'nde inanan kullarını bu gerçekle şöyle müjdelemektedir:
Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayet ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)
Allah her imanlı kavme yardım ettiği gibi, bundan sonra da yeryüzündeki inananlara yardım edecektir. Allah ihlasla ve samimiyetle Kendisi'ne yönelen kullarına bunu vaat etmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten hem yerden (sayısız) bolluklar açardık; ancak onlar yalanladılar, Biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik. (Araf Suresi, 96)
Yeni Ahit'e göre tebliğine Hz. İsa'dan bir süre önce başlamış olan Hz. Yahya, etrafındaki insanları Mesih'in gelişi konusunda müjdelemiş ve Mesih'in en büyük destekçisi olmuştur.
Hz. Yahya'nın doğumu, mucizevi bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu olayın gerçek haberi Meryem Suresi'nin başında şu şekilde anlatılır:
Kaf, He, Ye, Ayn, Sad. (Bu) Rabbinin, kulu Zekeriya'ya rahmetinin zikridir. Hani o, Rabbine gizlice seslendiği zaman demişti ki: "Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben Sana dua etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya kapıldım, benim karım da bir kısırdır. Artık bana Kendi Katından bir yardımcı armağan et. Bana mirasçı olsun. Yakup oğullarına da mirasçı olsun. Rabbim, onu razı olunan kıl."
(Allah buyurdu:) "Ey Zekeriya, şüphesiz Biz seni, adı Yahya olan bir çocukla müjdelemekteyiz; Biz bundan önce ona hiçbir adaş kılmamışız." Dedi ki: "Rabbim, karım kısır iken, benim nasıl oğlum olabilir? Ben de yaşlılığın son basamağındayım." (Ona gelen melek) "İşte böyle" dedi. Rabbin dedi ki: "Bu Benim için kolaydır, daha önce sen hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım." (Meryem Suresi, 1-9)
Luka İncili'nde Hz. Yahya'nın doğumu ile ilgili olarak Kuran ayetleriyle uyumlu bir anlatım vardır. Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriya'dır. Hz. Zekeriya ve eşi, Luka'ya göre "Tanrı'nın gözünde doğru kişilerdi, Rab'bin tüm buyruk ve kurallarına eksiksizce uyarlardı". (Luka, 1: 6) Her ikisi de yaşlanmışlardı ve çocukları olmuyordu. Buna karşın Allah Hz. Zekeriya'ya bir oğul müjdeledi. Luka İncili'nde bu olay şöyle aktarılır:
Hz. Yahya takva sahibi salih bir kul ve kavmi için de bir hidayet önderi olmuştur. Allah bu ihlas sahibi kulunu Kuran ayetlerinde şu şekilde övmektedir:
"Ey Yahya, kitabı kuvvetle tut." Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Katımızdan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi. Ana ve babasına itaatkardı ve isyan eden bir zorba değildi. Ona selam olsun; doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağı gün de. (Meryem Suresi, 12-15)
Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.
(Tevbe Suresi, 32)
Hz. Yahya, Yeni Ahit'e göre de Allah'ın sadık bir kulu ve takva sahibi bir mümindir. O, Yahudileri kibirleri nedeniyle uyarmış ve onları Allah'ın hükümlerini korumaya, günahtan sakınmaya davet etmiştir. Luka İncili, Yahya ile onu dinlemeye gelen Yahudiler arasındaki konuşmaları şöyle anlatır:
Yeni Ahit'e göre Hz. Yahya bu tebliği sırasında kendisini dinleyenlere hep "vaktin dolduğunu" söylüyordu. "Gelecek olan" artık gelmek üzereydi.
Ürdün Vadisi'nden bir görüntü.