Şüphesiz, mü'minler için göklerde ve yerde ayetler vardır.
Materyalist ve ateist literatüre baktığınızda, din ve akıl kavramları arasında ısrarla bir ayrım yapılmaya çalışıldığını görürsünüz. Vermek istedikleri imaj, dinin sadece bir takım önkabullere dayandığı, aklını kullanan insanların ise bu önkabulleri aşmış kimseler olduklarıdır.
Oysa bu son derece ucuz bir aldatmacadır. Temelinde ise cahillik yatar.
Çünkü akıl ve din arasında bir ayrım olamaz. Aksine din, akıl sayesinde anlaşılabilen bir gerçektir. Öyle ki dinin gerçek kaynağı olan Kuran, dinin temelinin akıl olduğunu haber verir. Kuran'a göre, dine inanan insanların özelliği akıl sahibi olmaları, inkar edenlerin özelliği ise akledememeleridir. Yüzün üzerinde ayette de, insanlar akıllarını kullanmaya, düşünmeye davet edilirler.
Peki bu düşüncenin yöntemi nedir? Kuran, neyin düşünülmesini istemektedir?
Kuran, insanlardan, karşılaştıkları olayların nasıl ve neden olduğunu düşünmelerini ister. Gerçek din, ancak bu düşünceden doğar.
Örneğin bir çiftçi, toprağa tohum eker ve bu tohumun bir süre sonra topraktan fışkırıp güçlü bir ekin haline geldiğini görür. Eğer bunun nasıl ve neden olduğunu düşünürse, şahit olduğu olayın olağanüstülüğünü anlayacaktır. Çünkü kuru bir tohumun toprağa atılır atılmaz canlanması, büyümeye başlaması, etrafındaki topraktan kendisi için gerekli olan maddeleri ayrıştırarak alması, güneşin ne yönde olduğunu bilmesi ve sert toprağı yararak o yöne doğru ilerlemesi, sonra da gür bir biçimde büyüyüp insanlara lezzet ve sağlık verecek bir ürün yapması, sıradan bir şey değildir. Tohum bilinçli bir varlık olmadığı halde, çok büyük bir bilinç ve akıl gerektirecek bir iş yapmaktadır. Dolayısıyla birisinin bu tohumu bu iş için "programlamış" olması gerekir.
İşte Kuran'ın bize gösterdiği düşünce yöntemi budur: Gözümüzle gördüğümüz evrenin nasıl işlediği üzerinde düşünmek ve tüm bu işleyişin ardında bir Yaratıcı'nın var olduğunu anlamak. Vakıa Suresi'nde ardarda sorulan aşağıdaki sorular, insanı bu düşünceye yöneltmek amacını güder:
Eğer insan bu gerçekler üzerinde düşünmezse, dünyanın başıboş ve sahipsiz bir biçimde işlediğini sanmaya başlar. İnsanların tesadüfen bu dünyaya geldiklerini, tesadüflerle yaşayıp yine tesadüflerle öldüklerini zanneder. Bu bilinçsizlik içinde kısa süre içinde Allah'ın varlığını dahi inkar edecek hale gelir. "Eğer evren tesadüflerle işliyorsa, ilk ortaya çıkışı da tesadüfen olmuş" diye düşünür. Eğer bir de ateizmi bir inanç haline getirmiş olan bir kaç bilimadamının, özellikle de ateşli bir Darwinist'in sözlerini de bir yerden öğrenirse, içine düştüğü cahilce durumu büyük bir akılılık sanmaya başlar.
Bunun nasıl bir cahillik ve akılsızlık olduğunu açıklayabilmek için bir örneğe başvurabiliriz. Bir ev akvaryumu düşünün. Diyelim ki bu akvaryumda bir düzine küçük balık yaşar ve akyarvumun sahibi de onları özenle besleyip büyütür. Akvaryumun sahibi her gün düzenli olarak onlara yemlerini verir, suyu belirli bir ısıda tutar, suyun havalanması ve filtrelenmesi için motorlu bir pompa çalıştırır. Hastalıklara karşı suya antiseptik ilaçlar atar. Dahası, akvaryumun balıkların doğal ortamına benzemesi için kumlarla, kayalarla ve deniz bitkileriyle süsler.
Kuşkusuz böyle bir durumda balıkların yaşamasını sağlayan kişi, akvaryumun sahibidir. Çünkü akvaryumdaki hayat onun müdahale ve düzenlemeleri ile sürmektedir. Eğer bu sistemi bir kez başıboş bırakırsa, balıklar açlıktan, havasızlıktan, soğuktan ya da çeşitli hastalıklardan öleceklerdir. Yani balıkların içinde yaşadıkları dünya "başıboş" değildir.
Oysa balıklar bunu anlayamazlar, çünkü bunu anlamak için gerekli olan akla sahip değildirler. Her gün, içinde yüzdükleri suyun yüzeyinde düzenli olarak yemlerinin belirdiğini görürler ve bunları yerler. Ama hiçbiri bu yemlerin nasıl olup da suyun üstünde oluştuğunu düşünmez. Bu noktadan yola çıkarak gerçekte kendilerini besleyen bir sahipleri olduğunu farketmez. Çünkü balıklar birer hayvandırlar ve hayvanların bu tür bir muhakeme yetenekleri yoktur. Olayların nasıl ve neden öyle olduklarını düşünüp, sonra da Yaratıcı'yı kavrayacak bir akla sahip değildirler.
İşte Allah'ı inkar ederek yaşayan insanların durumu da, akvaryumdaki balıklara benzer. Onlar da içinde yaşadıkları dünyanın ve sahip oldukları bedenin nasıl ve neden var olduğunu düşünmezler. Sadece yer, içer ve gezerler ama "bunları kimin sayesinde yapabiliyoruz" diye hiç düşünmezler. Nitekim bu akılsızlıkları nedeniyle Kuran onların hayvanlarla aynı boyutta olduklarını haber vermektedir. Onlar akletmezler, sadece "metalanırlar ve hayvanların yemesi gibi yerler". (Muhammed, 12)
Bu boyuttan kurtulmanın yolu ise, Kuran'ın ısrarla vurguladığı gibi, akletmek, Allah'ın delilleri üzerinde düşünmektir. İlerleyen sayfalarda bunu yapacak ve Kuran'ın insanları üzerinde düşünmeye davet ettiği bazı delilleri inceleyeceğiz.
Kuran'a baktığımızda, göklerin ve yerin yaratılmasıyla ilgili ayetlerde sık sık "düzen" kavramının vurgulandığını görebiliriz. Allah'ın gökleri yaratışından söz edilirken "göğe yönelip (istiva edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur" denir. (Bakara, 29) Bir başka ayette, "güneşi ve ayı emre amade kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir; işte bunları yaratıp düzene koyan Allah sizin Rabbinizdir" (Fatır, 13) diye yazılıdır. Bir ayette şöyle denir:
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, gökyüzünde gözlemlenebilir bir düzen vardır ve bu düzen de evrenin Allah tarafından yaratılmış olmasının sonucudur. Gökcisimleri gelişigüzel, tesadüfi, başıboş bir biçimde dağılmamışlar, bir düzene göre yerleştirilmişlerdir. Nitekim bir ayette, "güneşi ve ayı emre amade kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir" (Fatır, 13) ifadesiyle, gökcisimlerinin düzenliliğine işaret edilir.
Gökyüzünü gözlemlediğimizde, gerçekten de büyük bir düzenlilik görürüz. En büyük gökcisimleri olan yıldızlar, tesadüfi bir dağınıklık içinde değil, galaksiler adını verdiğimiz ve somut bazı şekillere sahip olan gruplar içinde yer alırlar. Galaksiler yine düzenli galaksi grupları oluştururlar. Bunları ilerleyen bölümlerde inceleyeceğiz.
Önemli olan ise, bu düzenliliğin nasıl ortaya çıktığıdır. Eğer evren Big Bang ile var olmaya başladıktan sonra hiçbir bilinçli müdahale ile düzenlenmeseydi, böyle bir düzen de oluşamazdı. Maddeyi ortaya çıkaran Big Bang'in ardından atomların oluşması, dahası evrendeki tüm atomların aynı dizilime ve yapıya sahip olması da mümkün olmazdı. Ortaya sadece kaos, karmaşa ve düzensizlik çıkardı. Oysa atomlardan galaksilere kadar herşeyde bir düzen gözlemlenmektedir.
Sözkonusu düzenliliğin en açık biçimde göründüğü yerlerden biri de Güneş Sistemi'dir. Sistemin en önemli unsurları, Güneş'in etrafında dönen dokuz gezegendir. Bunlar güneş sistemi varolalı beri dönmektedirler ve bu durum pek çok insana doğal geliyor olabilir. Oysa bu dokuz gezegenin hepsinin düzenli bir biçimde, yani yörüngelerinden sapmadan dönmeleri, inanılmaz derecede hassas hesapların sonucudur.
Gezegenlerin yörüngelerinde kalmalarını sağlayan şey, güneşin çekim gücü ile gezegenlerin sahip oldukları merkez-kaç kuvveti arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama başlangıçta eğer güneşin çekim gücü biraz daha fazla olsaydı ya da gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla güneşe doğru çekilirler ve sonunda güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer başlangıçta güneşin çekim gücü daha az olsaydı ya da gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu sefer de güneşin gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Bu arada sözkonusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin güneşe olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının tespit edilmesi lazımdır ki, güneşe yapışmaktan ya da güneşten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.
Tüm bunlar, sistemin çok hassas bir denge üzerine kurulduğunu gösterir.
Ancak hepsi bu kadar da değildir. Hesapları daha da karmaşıklaştıran bir başka faktör daha vardır: Gezegenlerin uyduları. Bu uydular ile bağlı oldukları gezegenler arasındaki ilişki, güneş ile gezegenler arasındaki ilişki gibidir: Gezegenler uydularını çekerler, uydular ise dönüşlerinin verdiği merkez-kaç kuvvetiyle bu çekimi dengelerler. Eğer bu denge kurulmasaydı, uydular gezegenlere yapışır ya da kopar giderlerdi. Örneğin, Ay şu an sahip olduğu dönüş hızından biraz daha yavaş dönse hızla dünyaya çarpar ve böylece dünyanın sonunu getirirdi. Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin toplam 61 tane uyduya sahip olduklarını hatırladığımızda ise, var olan dengenin muhteşemliği iyice açığa çıkar.
Bu inanılmaz denge sisteminin tek bir parçasının dahi "tesadüfen" oluşması, yani bir Yaratıcı'nın düzenlemesi olmadan patlamayla varolması mümkün değildir. Patlamalar düzensiz dağılımlara neden olurlar ve düzensiz dağılımlar içinden de, değil bu denli muhteşem bir sistem, tek bir düzenli sistem bile çıkamaz. Bu, bir kutunun içine atılıp karıştırılan irili ufaklı yüzlerce küçük dişli çarkın tesadüfen birbirlerine uygun biçimde yerleşip ortaya bir saat çıkarmalarından çok daha imkansızdır.
Güneş sistemindeki düzenliliğin bir başka şaşırtıcı yönü de, gezegenlerin tümünün yörüngelerinin birbirine paralel olmasıdır. Gezegenlerin yörüngeleri tek bir düzlem üzerindedirler. Yani güneş sistemine "yandan" bakılacak olursa, gezegenlerin hepsinin sanki bir ip üzerine dizilmiş gibi paralel oldukları görülür. Buna neden olacak hiçbir fiziksel zorunluluk da yoktur; gezegenlerin yörüngeleri pekala, aynı atomun elektronlarının yörüngeleri gibi, güneşin etrafında farklı açılarda dönebilirlerdi. Düzenlilik, çok açıktır.
Yalnızca güneş sistemi değil, bu sistemin yegane canlı gezegeni olan Dünya da çok hassas dengeler üzerine oturtulmuş, üstelik bu dengeler özel olarak insanoğlu için ayarlanmıştır. Eğer mevcut yüzlerce dengeden birkaçını yakından incelersek, yaşadığımız dünyanın bizim için nasıl dizayn edildiğini daha iyi anlarız;
Yerçekimi;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.
Güneşe uzaklık;
-Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.
Yer kabuğunun kalınlığı;
-Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen tranfer edilirdi.
-Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket olurdu.
Dünyanın Kendi Çevresindeki Dönme Hızı;
-Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
-Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.
Ay ile Dünya Arasındaki Çekim Etkisi;
-Eğer daha fazla olsaydı: Ayın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, dünyanın kendi eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu.
Dünyanın Manyetik Alanı;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve güneşten fırlatılan zararlı partiküllere karşı dünyanın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.
Albedo Etkisi (Yeryüzünden Yansıyan Güneş Işığının, Yeryüzüne Ulaşan Güneş Işığına Oranı)
-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden olur, dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra kavrulurdu.
Atmosferdeki Oksijen ve Azot Oranı:
-Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.
Atmosferdeki Karbondioksit ve Su Oranı:
-Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.
Ozon Tabakasının Kalınlığı
-Eğer daha fazla olsaydı:Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer daha az olsaydı:Yeryüzü aşırı ısınır, güneşten gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı.
Sismik (Deprem) Hareketleri
-Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün dünya canlıları olumsuz etkilenirdi.
Atmosferdeki Oksijen Oranı
-Eğer daha fazla olsaydı: Bitkiler ve hidrokarbonlar tahrip olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Diğer canlıların solunum yapması zorlaşırdı.
İşte tüm bu dengeleri, "bunlar nasıl kuruldu" ya da "hangi irade evreni insan yaşamına uygun olarak düzenledi" sorularıyla incelediğimizde, bunların Allah'ın yaratışının çok açık birer delili olduğunu görebiliriz. Allah, evreni büyük bir akıl ve güçle yaratmış ve dünyayı da insanın yaşamı için özel olarak hazırlamıştır. Pek çok insan bundan habersiz bir hayat sürer, ama gerçek budur. İşte bu nedenle Allah, kitabında şöyle buyurur:
Bir başka ayette ise Allah'ın evrendeki gücü şöyle haber verilir:
İnsanın yaratılış öyküsü, birbirinden çok uzak iki ayrı yerde başlar. İnsan, kadın ve erkek bedeninde birbirinden tümüyle bağımsız olarak oluşan, ama birbiriyle tümüyle uyumlu olan iki ayrı özün birleşmesiyle hayata adım atar. Erkek bedeninde oluşan spermin erkeğin isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı ortadadır, aynı kadın bedeninde oluşan yumurtanın kadının isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı gibi. Onların bu oluşumlardan haberi bile yoktur. Ancak bunların birbirlerine tam uyumlu olmaları, birazdan göreceğimiz gibi, insanın yaratılmış olduğunun kesin birer kanıtıdırlar.
Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler, erkek vücudundan kadının yumurtasına doğru yapacakları yolculuğu "biliyormuşcasına" özel bir dizayna sahiptirler. Sperm, baş-boyun-kuyruk parçalarından oluşur. Kuyruk, spermin bir balık gibi ana rahminde ilerlemesini sağlar. Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıran baş kısmı ise özel koruyucu bir zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası ana rahmine girişte anlaşılacaktır. Rahimdeki ortam, annenin mikroplardan korunması amacıyla son derece asidiktir. Baş kısmındaki zırh bu aside karşı korunma sağlar. Spermin, bu asidin varlığını bilen "bir irade" tarafından koruyucu zırhla kaplanmış oludğu son derece açıktır. Spermler bunu milyonlarca yıl süren denemeler sonucunda başarmış olamazlar, hiçbir spermin edindiği bilgileri iletmek üzere erkek vücuduna geri döndüğü görülmemiştir çünkü! (Zaten böyle bir durum söz konusu olsaydı bile, geri dönen bir sperm testislere gelerek "anne rahminde geçtiğimiz yolda bir asit var, ona göre yeni spermleri zırhla kaplayın!" gibi bir komut veremeyecekti.)
Bu sırada anne vücudunda da, yine annenin hiçbir isteği yada kontrolü olmadan yumurta hücresi üretilmiştir. Yumurtalıklardan yola çıkarak fallop tüpü adı verilen bir bölgeye ulaşır ve spermlerin gelmesini beklemeye başlar. Ancak pasif bir bekleyiş değildir bu. Bekleme sırasında özel bir sıvı salgılar ve spermler de işte bu sıvı sayesinde bir tuz tanesinin ancak yarısı kadar olan yumurtayı bulurlar. Dikkat edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir insandan ya da gelişmiş bir bilgisayardan bahsetmiyoruz. Bu ufacık protein yığınının "kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", dahası spermi kendine çekecek bir kimyasal bileşim hazırlayıp salgılaması inanılır şey midir?
Özetle, vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak şekilde hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de kadın vücudundaki ortama uygun olarak yaratılmıştır.
Yumurtayı dölleyecek sperm yumurtaya yaklaştığında yine yumurtanın salgılamaya "karar verdiği" ve sperm için özel olarak hazırlanmış bir sıvı, spermin koruyucu zırhını eritir. Bunun sonucunda da bu kez spermin ucunda olan ve yine özel olarak yumurta için hazırlanmış bulunan eritici enzim kesecikleri açığa çıkar. Sperm yumurtaya ulaştığında bu enzimler yumurtanın zarını delerek spermin içeri girmesini sağlarlar.
Şimdi buraya kadar anlattıklarımızı bir düşünelim.
1) İki ayrı insanın vücudunda iki ayrı üreme sistemi oluşuyor.
2) Erkeğin vücunda üretilen sperm, hayatında hiç görmediği kadın vücudundaki ortamı "biliyor" ve bu yüzden özel bir zırhla kaplı. Sperm, geçeceği ortamın asidik olduğunu, buna karşı kendisini koruyacak zırhı nasıl üreteceğini nereden biliyor?
3) Kadının vücudunda üretilen yumurta ise, gelecek olan spermleri hayatında hiç görmediği halde, onlara yol göstermek amacıyla bir sıvı salgılıyor. Spermlerin geleceğini nereden biliyor? Onları çekecek karışımdaki sıvıyı üretmeyi nasıl başarıyor?
4) Yumurtaya ulaşan sperm, yumurtanın bir sıvı salgılayacağını ve böylece zırhının eriyerek özel enzim keseciklerinin serbest kalacağını nereden duymuş? Bu keseciklerin yumurtanın zarını deleceğini nasıl bilebiliyor? Yumurtanın bir zarı olduğunu nereden biliyor?
5) Yumurta kendisine ulaşacak spermlerin taşıdığı enzimleri kimden haber almış? Bunların açığa çıkması için zırhın erimesi gerektiğini ona kim haber veriyor? Bunun için gereken eritici sıvıyı salgılamayı nasıl başarıyor? Formülü nasıl hesaplıyor?
Elbette az bir kısmını anlattığımız insanın üreme sisteminin olağanüstü özellikleri daha yüzlerce sayfa doldururdu. Ancak yukarıda açıkladığımız bir iki aşama dahi bizlere erkek ve kadının tam olarak birbirlerine uygun yaratıldığını, her ikisinin de, her ikisini de bilen bir varlık tarafından "dizayn edildiğini" açıkça göstermektedir. Evrim teorisinin yegane mekanizmaları olan doğal seleksiyon ve mutasyon, bu anlattıklarımızı izah etmekten çok uzaktır. Bu anlatılanların tesadüflerle meydana gelemeyeceği her şuurlu insan için çok açık bir gerçektir. Ortada somut bir dizayn etme ve biçim verme, somut bir yaratılış vardır.
Kuran'ın Gaşiye Suresi'nin 17. ayeti, üzerinde dikkatle düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir hayvandan, "deve"den bahsetmektedir. Kuran'ın "bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı" ifadesiyle üzerinde düşünmeye davet ettiği bu hayvanı biraz inceleyelim.
Deveye baktığımızda, onu özel bir canlı yapan en önemli yönünün, en ağır şartlardan bile etkilenmeyen vücut yapısı olduğunu görürüz. Bu öyle bir vücuttur ki, açlık ve susuzluğa günlerce dayanır, günler boyu sırtında yüzlerce kilo ağırlıkla yol katedebilir. Devenin, bu özellikleri hayvanın kurak ortamlara göre özel bir yaratılışla yaratıldığını ve insanın hizmetine verildiğini göstermektedir. Şimdi bu özelliklere bakalım.
Deve, 50°C sıcaklıkta 8 gün aç susuz kalabilir. Bu süre içinde toplam ağırlığının %22'sini kaybeder. İnsan, vücudunda bulunan suyun %12'sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40'ını kaybettiği halde ölmez. Devenin susuzluğa dayanıklılığının diğer bir sebebi de, gündüz vücut ısısını 41°C'ye kadar çıkartan bir mekanizmaya sahip olmasıdır. Bu sayede gündüz aşırı çöl sıcağında su kaybını minumum seviyede tutabilmektedir. Soğuk çöl gecelerinde ise vücut ısısını 30°C'ye kadar düşürebilmektedir.
Develer, 10 dakikada ağırlıklarının üçte biri oranında su içerler. Bu miktar kimi zaman 130 litreyi bulabilmektedir. Bunun yanısıra deve, insana oranla 100 kat daha geniş alanı kaplayan bir burun mukozasına sahiptir. Hayvan, çok büyük ve kıvrımlı burun mukozası sayesinde, nefes alırken havadaki nemin %66'sını tutabilmektedir.
Hayvanların çoğu böbreklerinde biriken üre kana karıştığı anda zehirlenerek ölür. Oysa, deve, vücudunda oluşan üreyi defalarca karaciğerden geçirerek, sudan ve besinlerden maksimum derecede istifade edebilmektedir.
Devenin kan ve hücre yapısı da, çöl şartlarında uzun süre susuz yaşayabilmesini sağlayabilecek şekildedir. Hücre duvarları, hücrelerinin fazla su kaybetmesini engelleyecek yapıdadır. Kan yapısı ise, devenin vücudunda su minimuma indiğinde bile kan akışında bir ağırlaşmaya olanak vermeyecek biçimdedir. Ayrıca susuzluğa dayanıklılığı arttıran albümin enzimi, devenin kanında diğer canlılara oranla çok daha fazla miktarda bulunmaktadır.
Devenin bir başka destekleyicisi de hörgücüdür. Hörgüçlerde vücut ağırlığının beşte biri kadar yağ depo edilmiştir. Devede yağın tek bir noktada toplanması, vücudun –yağa bağlı olarak– her yerinden yoğun oranda su atılmasını engeller. Bu da devenin suyu yine minumum oranda kullanmasına sebep olur.
Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilo besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. İlginç olan bir başka nokta, devenin neredeyse her türlü organik maddeyi sindirebilmesidir: Hayvanın ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan herşeyi öğütebilecek kadar güçlüdür. Normalde yiyecek sınıfına girmeyen kauçuk gibi maddelerden bile istifade etmesini bilir. Kurak ortamlarda bu özelliğin ne kadar değerli olduğu açıktır.
Devenin gözleri iki kat kirpiklidir. Kirpikler, kapan gibi içiçe geçerek, çölde sık rastlanan şiddetli kum fırtınalarına karşı gözü tam bir korumaya alırlar. Develer ayrıca burun deliklerini de içlerine kum girmesini engellemek için kapatabilirler.
Bütün vücudunu kaplayan sık tüyler, çölün yakıcı güneşinin hayvanın derisine ulaşmasına engel olurlar. Bunlar aynı zamanda soğukta da hayvanın ısınmasını sağlarlar. Çöl develeri 70°C'lik sıcaklıktan etkilenmezken, çift hörgüçlü develer sıfırın altında 52 derecelik soğuklarda yaşayabilmektedir. Bu tip develer, 4.000 metrelik yüksek yaylalarda bile hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Develerin bacaklarına oranla son derece büyük olan ayakları da özel olarak "dizayn" edilmiş, hayvan kuma batmadan yürüyebilsin diye genişletilip yayılmıştır. Ayak tabanlarındaki özel kalın deri ise kızgın çöl kumlarına karşı alınmış bir tedbirdir.
Tüm bu bilgiler ışığında düşünmek gerekir; deve, kendi vücudunu çöl ortamına göre kendisi mi ayarlamıştır? Burun mukozasını kendisi oluşturup, tepesindeki hörgücü o mu meydana getirmiştir? Ya da hortum ve fırtınalara karşı göz ve burun yapısını kendisi mi tasarlamıştır? Kan ve hücre yapısını su harcamama esası üzerine kendisi mi düzenlemiştir?Vücudundaki tüylerin dokusunu o mu seçmiştir? O mu kendisini "çöl gemisi"ne dönüştürmüştür?
Deve —herhangi bir başka canlı gibi— elbette bunları yapamaz, kendi kendini insanlara faydalı hale getiremez. Bu denli kusursuz tasarımlar, hiçbir tesadüf ve tesadüfe bağlı "evrim süreci" ile de oluşamaz.
"Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?" ayeti, gerçekten de bu olağanüstü hayvanın varoluşunu en iyi biçimde açıklamaktadır. Deve de, başka her şey gibi yaratılmış, çeşitli özelliklerle bezenmiş ve Yaratıcı'nın yaratmadaki üstünlüğünün bir işareti olarak yeryüzüne yerleştirilmiştir.
Deve, bu tür üstün fiziksel özelliklerle yaratılırken, insana hizmetle görevlendirilmiştir. İnsan ise, tüm varlık aleminin içindeki buna benzer yaratılış mucizelerini görmek ve tüm varlıkların yaratıcısı olan Allah'ı bilip-tanımakla...
Canlılar dünyasındaki en ilginç türlerden biri karıncalardır. Çünkü bu küçücük canlılar, sahip oldukları "toplum düzeni" ile boylarından çok büyük işler başarırlar.
Karıncaların çok farklı türleri vardır. Ancak bunların en ilginçlerinden biri, "atta karıncaları" olarak da bilinen yaprak kesici karıncalardır. Bunların belirgin özellikleri, koparttıkları yaprak parçalarını başlarının üstünde yuvalarına taşıma alışkanlıklarıdır. Karıncalar, sağlamca kenetlenmiş çenelerinde taşıdıkları, kendilerine oranla oldukça büyük yaprak parçalarının altına gizlenirler. Bu nedenle işçi karıncaların gün boyunca çalıştıktan sonra yuvaya dönüşleri çok ilginç bir görünüm ortaya çıkarır. Böyle bir sahneyle karşılaşan kişi, ormanın zemini sanki canlanmış, yürüyormuş hissine kapılacaktır. Yaprak kesiciler yağmur ormanlarında, yere dökülen yaprakların yaklaşık %15'ini yuvalarına taşıyabilirler. Bu yaprak parçalarını taşımalarının sebebiyse, elbette güneşten korunmak değildir. Karıncalar kestikleri bu yaprak parçalarını yiyecek olarak da değerlendirmezler. Peki bu kadar yaprağı ne için kullanırlar?
Attaların bu yaprakları mantar üretiminde kullandıkları hayretle keşfedilmiştir. Mantar, dişi işçi karıncaların yerin üzerinden toplayıp yuvaya getirdikleri yaprak parçacıklarında gelişir. Karıncalar yaprakların kendisini yiyemezler çünkü, bitkilerde hücre zarının temel bölümünü oluşturan selülozu sindirebilmek için gereken enzimlere sahip değillerdir. İşçi karıncalar bu yaprak parçalarını çiğneyerek bir yığın haline getirirler ve yuvanın yeraltındaki odalarında saklarlar. İşte bu odalarda da yaprakların üzerinde mantar yetiştirirler. Bu yolla, büyüyen mantarların tomurcuklarından kendileri için gerekli proteini elde ederler.
Ancak attalar yuvadan ayrıldıklarında, oluşturdukları bahçe kötüleşecek ve zararlı mantarlara yenilecektir. Peki bahçelerini yalnızca "ekim" öncesinde temizleyen attalar, zararlı mantarlardan nasıl korunabilmektedirler? Bunun sırrı, yaprakları çiğnedikleri sırada kullandıkları tükürükte gizlidir. Tükürüğün istenmeyen mantarların oluşumunu engelleyici bir antibiyotik içerdiği düşünülmektedir. Muhtemelen, doğru mantarın gelişimini hızlandırıcı bir madde de içermektedir.
Şimdi şunu düşünmek gerekir: Bu karıncalar mantar yetiştirmeyi nasıl öğrenmiştir? Bir gün karıncalardan biri tesadüfen ağzına bir yaprak alıp çiğnemiş, sonra yine tesadüfen lapa haline gelen bu sıvıyı tam uygun bir yer olan kuru yaprak zeminin üzerine sermiş, arkasından yine bir tesadüf sonucu diğer karıncalar buraya mantar parçaları getirip ekmiş, son olarak da burada yiyebilecekleri bir besin yetişeceğini tahmin eden karıncalar bahçeyi temizleme, gereksiz maddeleri ayıklama ve ürünü toplama işlemlerini yapmış olabilirler mi? Sonra da gidip tek tek bütün koloniye bu işlemi öğretmiş olduklarını düşünmek ne derece akılcı olabilir? Üstelik neden yiyemedikleri halde o kadar yaprağı yuvalarına taşıma zahmetine katlanmış olsunlar?
Diğer yandan bu karıncalar düzenli bir bakım olmaksızın mantar üretimini sağlamak için, yaprakları çiğnerken kullandıkları tükürüğü nasıl oluşturuyor olabilirler? Bu tükürüğü bir şekilde meydana getirdikleri düşünülse bile, tükürüğün içinde istenmeyen mantarların oluşumunu engelleyici bir antibiyotik olmasını hangi bilgileriyle sağlayabilirler? Çünkü böyle bir işlemi gerçekleştirebilmek için, ciddi bir kimya bilgisine sahip olmak gerekir. Bu kimya bilgisine sahip olsalar bile—ki bunun komikliği ortadadır—nasıl olur da salgıladıkları tükürüğe sözkonusu kimyasal özelliği katabilirler?
Böylesine mucizevi bir olayı karıncaların nasıl gerçekleştirdiğini düşündüğünde, insanın karşısına yukarıdakilere benzer daha yüzlerce karmaşık ve yorucu soru çıkacaktır. Ve soruların hepsi de cevapsızdır.
Buna karşılık, eğer tek bir açıklayıcı cevap verilirse, bu soruların hepsi cevaplanmış olur: Karıncalar, yaptıkları işi yapmalarını sağalayacak şekilde tasarlanmış ve programlanmışlardır. Gözlemlenen olay, karıncaların çiftçiliği bilerek dünyaya geldiklerini, daha doğrusu getirildiklerini kanıtlamaya yeterlidir. Böylesine karmaşık davranışlar, zaman içinde aşamalarla gelişebilecek basit olaylar değildir. Gerçek bir kimya bilgisinin ve çok üstün bir aklın sanatıdırlar. Dolayısıyla evrim savunucularının, zaman içinde yararlı davranışların seçildiği ve bunun için gerekli organların, mutasyonlarla geliştiği iddiaları, tamamen mantıksız hale gelmektedir. Tüm bu bilgileri var oldukları ilk günden itibaren karıncalara veren, onları tüm hayret verici özellikleriyle yaratan, şüphesiz her şeyin Rabbi olan Allah'tan başkası değildir.
Atta karıncalarının yukarıda anlattığımız özellikleri, aslında daha pek çok canlıda gözlemleyebileceğimiz tablo çıkarmaktadır karşımıza. Elimizde düşünme yeteneğinden yoksun bir canlı vardır, ama bu canlı insanın bile aklını zorlayan büyük bir iş başarmakta, müthiş bir akıl gösterisi sunmaktadır.
Peki bu tablodan ne çıkar?
Cevap basit ve tektir: Madem bu hayvanın gerçekte yaptığı işi yapmasını sağlayacak bir aklı yoktur, o halde yaptığı akıl gösterisi, açıkça bize bir başkasının aklını tanıtmaktadır. Bu hayvanı var eden Yaratıcı, kendi varlığını ve yaratışındaki üstünlüğü göstermek için, bu hayvana onun "harcı" olmayan işler yaptırmaktadır. Hayvan bu Yaratıcı'nın ilhamıyla hareket etmektedir, dolayısıyla sergilediği akıl da aslında bu ilhamdır.
Bunu bir örnekle daha iyi açıklayabiliriz. Boş bir caddede yürürken küçük bir köpek gördüğünüzü varsayın. Caddenin bir yerinde de bozuk parayla çalışan otomatik bir çikolata makinası olduğunu farz edin. Eğer bu köpek, gözünüzün önünde, yerde duran metal bir parayı dişlerinin arasına alır, sonra makinanın yanına gidip, bu parayı çok usta bir biçimde makinanın para deliğine atarsa, sonra da makinadan çıkan çukulatayı bekler ve çıktığında da onu alıp yerse, ne düşünürsünüz?
Açıktır ki, köpeğin yaptığı iş, normalde bir köpeğin yapamayacağı bir iştir. Çünkü belirli bir akıl, muhakeme hatta kültür gerektirir. Ama hayvan bunu rahatlıkla yapmıştır. Böyle bir durum karşısında varacağınız yegane mantıklı sonuç, bu köpeğin yaptığı bu iş için özel olarak eğitilmiş olduğu sonucu olacaktır. Bu köpek muhtemelen bir sirkte çalıştırılmaktadır ve yaptığı bu hareket ona özel yöntemlerle öğretilmiştir.
İşte aslında tüm hayvanlar dünyasında buna benzer bir durumla karşı karşıyayızdır. Karşımızda, bir akla ve muhakeme yeteneğine sahip olmadıkları halde, çok üstün akıl gösterileri sergileyen yaratıklar vardır. Karınca bunların en çarpıcılarından biridir. Ve o da, diğer hayvanlar gibi, gerçekte kendisini eğiten iradenin verdiği programa (ilhama) göre hareket eder. O iradenin, yani Allah'ın aklını ve gücünü yansıtır. Nitekim bir ayette Allah'ın tüm canlılar üzerindeki hakimiyeti şöyle bildirilir:
İnsan ve içinde yaşadığı evren, en ince noktasına kadar tek bir Yaratıcı tarafından yaratılmıştır ve O'nun varlığını göstermek, O'nu yüceltmek için vardırlar. Küçücük bir hayvan olan örümcekte bile Allah'ın yaratışındaki mükemmelliği görmek mümkündür..
Yeryüzünde yüzlerce cins örümcek yaşar. Bu küçük hayvanlar kimi zaman yuvasının statik hesaplarını yapabilen bir inşaat mühendisi, kimi zaman üstün tasarımlar yapabilen bir mimar, kimi zaman olağanüstü güçlü ve esnek ipler, öldürücü zehirler, eritici asitler üreten bir kimyager, kimi zaman da son derece kurnaz taktiklerle avlanan bir avcı olarak karşımıza çıkarlar.
Sanıldığının aksine bütün örümcekler ağ kurarak avlanmazlar. Birçok örümcek, kendilerine Allah tarafından verilmiş özel kabiliyetler sayesinde, şaşırtıcı taktikler kullanarak avlanır.
Bu örümcek çeşidi öldürü çöl sıcağında, kumun içine açtığı yuvasında yaşar. Bu alelade bir yuva değildir. Öncelikle yuvanın içi örümceğin ürettiği özel bir salgıyla kaplanmış ve çöl sıcağına karşı mükemmel bir izolasyon yapılmıştır. Yuvanın girişi ise yine örümceğin yaptığı disk şeklinde bir kapakla örtülüdür. Bu kapak bir tarafından girişe menteşelenmiştir. Kapağın üzeri ise çalı çırpı ile kamufle edilmiştir. Yuvaya herhangi bir böcek yaklaştığında örümcek titreşimleri fark eder ve kapağı açarak böceğin üzerine saldırır. Yürüdüğü zeminin altından, bir kapağın içinden fırlayan örümceğe karşı böceğin hiçbir şansı kalmaz.
Dinops adlı örümcek sabit bir ağ kurup avını beklemek yerine, küçük ve son derece üstün özelliklere sahip bir ağ örer ve bu ağı avının üzerine atar. Ardından avını bu ağ ile iyice sarar. Yakalanan böceğin yapabileceği hiçbir şeyi yoktur. Ağ o kadar mükemmel bir tuzaktır ki böcek çırpındıkça ağa daha çok dolanır. Örümcek besinini muhafaza edebilmek için avının üzerini yeni ipliklerle kapatarak onu bir anlamda "paketler".
Bolas adıyla bilinen örümcek, kendisini bir iple dala bağlayarak aşağı sarkar. Daha sonra dişi güvelerin erkek güveleri çağırmak için salgıladıkları özel bir koku salgılar. Bu sahte çağrıya kanan erkek güve örümceğe doğru uçar. Örümcek daha önceden hazırladığı ve ucunda yapışkan bir top bulunan ipini sallamaya başlar. Bu ip örümceğin kementidir. Güve yaklaştığında hızla bu kementi atar ve güveyi yakalar.
Sıçrayan örümcekler vücutlarında ürettikleri uzun bir ipin ucunu, bir bitki yaprağı veya dala sıkıca tuttururlar. Sıçrayan örümcek, havadan herhangi bir böcek geçtiğinde, son derece özel olarak yaratılmış bacakları sayesinde muhteşem bir atlayış yapar ve avını havada yakalar. Daha önceden bağlamış olduğu ip, örümceğin yere düşmesini engeller ve havada asılı kalmasını sağlar. Daha sonra örümcek tekrar bu ipe tutunarak yukarı çıkar. Hayvan, başarılı bir atlayış yapabilmek için en uygun açıyı hesaplamak, avının hızını ve uçuş yönünü hesaplamak, rüzgar kuvvetini hesaba katmak zorundadır.
Örümcekler ağ kurmak için kendi vücutlarında ürettikleri ipeksi iplikleri kullanırlar. Bu mükemmel iplikler birbirinden çok farklı amaçlara hizmet eder. Aynı kalınlıktaki çelik bir telden beş kat daha sağlam, son derece hafif ve son derece esnek olan bu iplikleri biraz daha yakından inceleyelim.
Örümcekler farklı amaçlar için farklı iplikler kullanırlar. Örneğin bir bahçe örümceği ağını kurarken dört-beş farklı özellikteki ipliği birlikte kullanır. Hayvanın avını yakalamak için kullandığı yapışkan iplik ile ağın üzerine kurup hareket ettiği iplik aynı yapıya sahip değildir. Şimdi aynı örümceğin vücudundan salgılanan değişik türdeki ipliklere bir göz atalım.
1. Örümceğin bir asansör gibi inip çıktığı ve köprü gibi kullandığı tutunma iplikleri.
2. Örümcek ağının iskeletini oluşturan temel ağ iplikleri.
3. Avın yakalanmasını sağlayan yapışkan iplikler.
4. Ağdaki iplikleri birbirine bağlayan birleştirme iplikleri.
5. Yakalanan avı sarıp sarmalamaya yarayan sarma iplikleri.
6. Örümceğin evini oluşturan koza iplikleri.
7. Yavru örümcekleri dış tehlikelere karşı koruyan ipek iplikleri.
Bu saydığımız ipliklerin herbiri esneklik ve sağlamlık bakımından farklı özelliklere sahip oldukları gibi, kalınlık ve yapışkanlık bakımından da farklılık gösterirler. Peki küçük bir örümcek tüm bunları nasıl üretebilmektedir?
Örümceklerin kuyruklarında ipek kesesi denilen altı çift bölüm vardır. Keselerin herbirinde farklı salgılar üretilir. Bu keselerin salgıları değişik kombinasyonlarda birleşerek, farklı türdeki ipek iplikleri meydana getirirler. Keseler arasında büyük bir uyum vardır. Son derece gelişmiş pompa, vana ve basınç sistemleri kullanılır. Üretilen ham ipek, musluk gibi çalışan memeciklerden lif şeklinde dışarı akıtılır. Örümcek bu memeciklerin püskürtme basıncını değiştirebilir. Böylece üretilen ipliğin çapı, direnci ve elastikiyeti ayarlanır.
Şimdi, eğer bu anlatılanlar size çok olağan doğa olayları gibi geliyorsa, biraz duralım ve düşünelim.
Ufak bir örümceği gözünüzün önüne getirin, boyutları yaklaşık bir tırnağınız kadar bir örümceği... Bu ufak hayvanın vücudunda, kuyruk kısmında bulunan ve "ipek kesesi" denilen minik bölümü düşünün. Kendi içinde altı kısma ayrılmış bu bölümün küçüklüğünü tahmin edebilirsiniz. İşte böyle minicik bir yerde, örümceğin kimyasal yapılarını ve nasıl üretildiklerini dahi bilmediği öyle salgılar salgılanmaktadır ki, hayvan bunları çok farklı amaçları için kullanabilmektedir. Bu aşamada şu soruları cevaplamamız gerekir:
• Bir örümcek bu benzersiz kimyasal yapıyı nasıl tasarlamaktadır?
• Tasarladığını farzetsek bile, bunların üretimi için gerekli olan hammaddelerin kaynağını nasıl tesbit etmektedir?
• İhtiyacı olan altı farklı temel maddenin üretimini nasıl gerçekleştirmektedir?
• Bu maddelerin karışım oranlarını hangi ölçüm aletlerini kullanarak tesbit etmektedir?
• Karışımı yapacağı eş zamanlı, basınç kontrollü kesecikleri kendisi mi dizayn etmiştir?
• Bu dizaynı yaptıktan sonra laboratuvara benzer bir yapıyı kendi vücudunda kendi isteğiyle mi inşa etmiştir?