Bilim Araştırma Vakfı tarafından 4 Nisan 1998 günü Cemal Reşit Rey salonunda düzenlenen "Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" isimli uluslararası bir konferans, Türkiye'de evrim teorisinin ilk kez bilimsel bir yaklaşımla sorgulandığı ve çürütüldüğü bir platform oldu.
Konferansın hem yurt içinden, hem de yurt dışından çok ünlü konuşmacıları vardı. ABD Yaratılış Araştırmaları Enstitüsü'nden Prof. Dr. Duane Gish ve Prof. Dr. Kenneth Cumming konferansa katılmak üzere İstanbul'a geldiler. Türkiye'den de saygın bilimadamlarından Prof. Dr. Cevat Babuna ve Bilim Araştırma Vakfı'nı temsilen Bahadır Güven birer konuşma yaptılar. Konferansı yine Bilim Araştırma Vakfı'ndan İbrahim Tuncer yönetti. Konferanstaki konuşmaların çok kısa bir özetini aşağıda veriyoruz...
Evrim teorisinin temelleri 1800'lü yıllarda önce Lamarck, ardından da Darwin tarafından atılmıştı.
Lamarck 19. yüzyılın başında ilk olarak kapsamlı bir Evrim teorisi iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Ona göre Evrim mekanizması "kazanılan özelliklerin nesilden nesile aktarılması" şeklinde işliyordu. Yani canlıların yaşamları sırasında uğradıkları değişiklikler yeni nesillere de iletilebiliyordu. Mesela zürafalar, aslında bir zamanlar ceylan benzeri bir hayvan türüydüler, ama ağaçların yüksek dallarındaki yapraklara erişmek amacıyla yaptığı hareketler boyunlarının uzamasına sebep olmuştu.
Darwin, Lamarck'ın bu teorisini "doğal seleksiyon" adı verilen ikinci bir açıklama ile güçlendirdi ve bugün bildiğimiz evrim teorisini ortaya attı. Doğal seleksiyon, en basit tanımla, güçlü ve doğal ortama ayak uydurabilen canlıların hayatta kalması demekti. Darwin'e göre canlıların ortak bir kökeni vardı ama Lamarck'ın ortaya attığı şekilde farklılaşıyorlar ve sonra da bu farklılık doğal seleksiyon yoluyla seçiliyordu.
Oysa hem Lamarck hem de Darwin bu iddialarını ortaya atarken genetik biliminden habersizdiler. 1900'lü yılların hemen başlarında genlerin ve kromozomların yapısı keşfedildi ve bunun üzerine genetik bilimi inşa edildi. Kazanılan özelliklerin bir sonraki nesle aktarılamayacağı anlaşıldı. Tüm bunlar Darwin'in iddialarını da aynı Lamarck'ın teorisi gibi çürütmüştü.
Bu teorilerin çökmesiyle beraber Evrimciler de iddialarında revizyonlara gittiler ve yeni teoriler ortaya koymaya çalıştılar. Bu revizyonlardan birisi "sentetik evrim teorisi" adı verilen ve mutasyonlara dayandırılan bir teoriydi.
Mutasyonlar canlıların genetik materyalinde meydana gelen hasarlardı. Bunlar hücrenin çekindeğindeki DNA'ya zarar veriyorlardı. Hardal gazı, nitrik asit gibi kimyasal maddeler, X ışınları veya radyasyon ışınımları bu zarara yol açan başlıca etkenlerdi. Ancak gerek DNA'nın yapısının incelenmesi, gerekse mutasyonların oluşumu Evrimcilerin iddialarını kesin olarak reddetmişti.
Öncelikle mutasyonlar sonucunda DNA'da bir "hasar" meydana geliyordu ve bunların %99'u öldürücü nitelikte oluyordu. Rastgele meydana gelen mutasyonlar net olarak canlıya zarar veriyordu. Öte yandan mutasyon sonucu DNA'ya yeni bilgilerin eklenmesi söz konusu değildi. Bu yüzden yeni bir organel ya da yeni bir özellik bu şekilde açıklanamazdı.
Çok önemli bir nokta da, canlıların organlarının çok parçalı olduğu ve bu parçaların birinin eksikliğinde organın çalışmayacağı idi. Örneğin gözün işlevini görmesi için sahip olduğu kırka yakın organelin birarada ve mükemmel biçimde çalışması gerekliydi. Bu parçaların tümünün bir anda mutasyonla oluşması ise imkansızdı.
Son olarak da meydana gelen bir mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için üreme hücrelerinde meydana gelmesi zorunluydu. Bir insanın vücudu, örneğin gözü mutasyon sonucunda orjinal formundan uzaklaşabilirdi, ama bunun sonraki nesillere geçmesi mümkün değildi.
Tüm bunların gösterdiği sonuç ise, canlılığın tesadüflerle ortaya çıkmasının ve "biyolojik birer kaza" olarak tanımlayabileceğimiz mutasyonlarla gelişmesinin imkansız olduğuydu. Canlılar çok karmaşık yapılara sahiptiler ve bu kadar karmaşık bir sistem, ancak bilinçli bir yaratılışla ortaya çıkabilirdi. Evrim bu gerçeği gizlemek istiyor, ama bilim tarafından ısrarla yalanlanıyordu. Bu ise, Allah'ın varlığının ve yaratışının açık bir deliliydi.
Canlıların kökenini araştırmak için başvurulabilecek en somut deliller, fosil kayıtlarıdır. Çünkü Evrim gerçek olsaydı, bu süreci doğrulayacak yüzmilyonlarca "ara-geçiş formu"nun bulunmuş olması gerekirdi. Yani örneğin bir omurgasızdan (daha ilkel) bir omurgalıya (daha kompleks) evrimleşme sürecinde, çok sayıda yarı omurgalı-yarı omurgasız canlının yaşamış olması gerekirdi. Oysa bugün elimizde bunlara ait bir tek fosil bile yoktur.
Öte yandan, eğer Yaratılış gerçekse, her hayvan ve bitki türünün, bir türden diğer bir türe geçiş formu oluşturmadan, tek ve mükemmel bir yapıda oluştuğunun delillendirilmesini beklemek gerekir. Kediler hep kedi, köpekler hep köpek, maymunlar hep maymun ve insanlar hep insan olmalıdırlar. Nitekim dünya üzerindeki canlılığın ilk izleri, Kambrien Dönem adı verilen zaman dilimine aittir. Fosil kayıtlarında canlılar bu dönemde "birdenbire" ortaya çıkarlar. Pre-Kambrien (Kambrien öncesi) döneme ait yaşamsal bir kayıt mevcut değildir.
Başlangıçta umduğu fosillerin bir türlü bulunamadığını görünce, fosil kayıtları ve teorisinin birbirleriyle tutarsızlığını açıklamak için Darwin'in bulduğu çözüm, fosil kayıtlarının çok eksik olduğunu iddia etmek olmuştur. Oysa şu anda Darwin'in döneminden beri 130 sene geçti ve fosil kayıtları çok fazla miktarda arttı. Bugün 250.000 farklı türün fosili elimizde mevcut ancak durum başlangıçtan pek farklı değil. Hala Darwin'in bulunmasını umduğu fosillerden iz yok.
Fosil kayıtlarındaki bu büyük boşluk karşısında, evrimciler çeşitli fosilleri bazı zorlama ve çarpıtmalarla ara geçiş formu olarak tanıttılar. Bunların en ünlülerinden birisi "Evrimcilerin en sevdiği fosil" olarak tanımlanan Archaeopteryx'ti. Evrimciler bunun sürüngen-kuş arasındaki geçiş formu olduğunu iddia ettiler, ancak bir süre sonra bu canlıdan çok daha önceki dönemlerde yaşamış kuşlar olduğu ortaya çıkınca bu iddia da çökmüş oldu. En çok öne sürülen ara geçiş formu örneklerinden biri olan at serileri ise çeşitli tarihlerde yaşamış değişik hayvanların büyüklük ve tırnak sayısına göre dizilmesinden başka birşey değildi. Sudan karaya geçişin delili olarak sunulan Coleacanth balığı örneği de 1930'lu yıllarda okyanuslarda yakalanınca literatürden çıkarıldı. Zaten bir canlının "sudan karaya" veya "karadan havaya" geçerek ortama uyum sağlaması birçok yönden imkansızdı.
Evrimcilerin "maymunla insan arası geçiş formu" olarak açıkladıkları Australopithecus aferensis (Donald Johnson'un "Lucy" adını verdiği fosil en ünlüsüdür) İngiliz anatomist Sally Lord Zuckerman ve anatomi profesörü Charles Oxnard gibi ünlü evrimcilerin kitaplarında bile sadece bir maymun olarak anılmaktaydı. İnsan ile bağlantı kurulması ise imkansızdı. Öncelikle Australopithecus cinsi, insan gibi iki ayağı üzerinde yürümüyordu. Bazı hareketler için (örneğin bir daldan meyve koparmak) kısa süreli olarak iki ayak üzerine kalkması, onun insan olduğu anlamına gelmiyordu. Günümüz paleontoloji araştırmaları ise bunun artık soyu tükenmiş bir maymun cinsi olduğunu doğrulamaktadır.
Evrimcilerin "insanın evrimi" iddialarındaki son parçalar, "Homo erectus" olarak sınıflandırılmış olan Pithecantropus Erectus (Java Adamı), Sinantropus Pekinesis (Pekin Adamı) ve Neanderthal'dır. Bunların tarihi, Eugene Dubois isimli Hollandalı bir bilimadamı ile başlar.
Dubois insanın maymundan evrimleşerek geldiğine, ve bunun Asya'da bir yerlerde olduğuna kendisini inandırmıştı. 1891'de Endonezya'nın Java adasında önce bir kafatası, ve bunu bulduğu yerden 15 m. uzakta bir uyluk kemiği buldu. Ardından buluntulara 3 adet diş eklendi. Dubois bunların tek bir canlıya ait olduğunu iddia etmekle kalmadı, 900 cc. olarak hesapladığı kafatasından hareketle ilkel bir maymun ve uyluk kemiğinden hareketle de dik yürüyen bir insan türü olduğunu ortaya attı. Bu nedenle bu yaratığa "Homo erectus" (Dik yürüyen insan) adını verdi. Elbette bu "buluş" evrimci çevrelerde sevinçle karşılandı ve kuvvetle savunuldu.
Ne var ki Dubois bile, bir süre sonra kendisinin de ikna olmadığını ve buluşunun bir maymuna ait olduğunu düşündüğünü itiraf etti. Birçok bilimadamı da bunun Pithecantropus türü bir maymuna ait bir kafatası olduğu konusunda birleştiler.
İkinci örnek Pekin Adamı, 1920'lerde Pekin'e 25 mil uzaklıktaki Zhonkondien bölgesinde bulunan tek bir diş kalıntısından türetilmişti. Bir anatomi profesörü olan Dr. Davidson Black, başka bir buluntuyu beklemeden bu dişin "Sinanthropus Pekinensis" adını verdiği insan benzeri bir yaratığa ait olduğunu deklare etti. Bunun ardından yapılan kazılarda birçok kalıntının daha bulunduğu iddia edildi, ancak iki adet diş hariç tüm fosiller 1941-1945 yılları arasında kayıplara karıştı. Hiçbiri bir daha bulunamadı. Bu yüzden Pekin Adamı iddiaları sadece Evrimi savunan birtakım kişilerin ifadelerine ve bir adet dişe dayandırılabildi. Doğal olarak da bilimsel geçerliliği son derece şüphe içinde kaldı.
Evrimcilerin bir başka delil olarak sundukları ve Neanderthal Adamı olarak adlandırılan fosiller ise Evrimciler tarafından "yarı maymun-yarı insan" olarak tanıtılmasına rağmen tam bir insan özelliği göstermekteydi. Neanderthal iki ayağı üzerinde yürüyordu ve kafatası hacmi de modern insanınkinden bile fazlaydı. Bu, Avrupa'da yaşamış farklı bir insan ırkıydı ve "eğer traş olup, duş alıp takım elbise giyseydi bizlerden pek bir farkı olmayacaktı". Öte yandan evrimcilerin ara geçiş formu olarak gösterdikleri Ramapithecus'un da bir orangutan olduğu ispatlanmıştı.
Yani, özetle, evrimcilerin insan-maymun arasındaki geçiş formu olarak gösterdikleri fosillerin hepsi, ya soyu tükenmiş veya halen yaşamakta olan maymun türlerine, ya da özgün bazı insan ırklarına aitti. Dünya üzerinde hiçbir zaman yarı insan-yarı maymun bir canlı yaşamamıştı. Bu canlılar, sadece evrimcilerin hayal gücünde ve bu hayal gücüne dayanarak ürettikleri resim ya da maketlerde varolmuşlardı.
Bu konuda en bilinen örnekler Piltdown Adamı ve Nebraska Adamı'dır.
Piltdown Adamı'nda modern bir maymunun çene kemiği ile birkaç dişi bir insan kafatası ile birleştirilmiş ve sözde fosil, kimyasallarla eskitilmişti. 1912 yılında yapılan bu sahte fosil onyıllarca evrimin en büyük delili sayıldı. Ancak 1949'da British Museum'dan Kenneth Oakley, flor testi adı verilen yeni bir yaş belirleme metodunu Piltdown Adamı üzerinde kullanınca gerçek ortaya çıktı. Kafatası 500 yıl önce ölmüş bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir maymuna aitti. Dişler de bir insana aitmiş izlenimi vermek amacıyla sonradan eklenmişti.
Nebraska Adamı örneğinde ise, 1922 yılında bulunan bir tek dişe dayanılarak bir iddia ortaya atılmış, hatta bu "yarı maymun-yarı insan" yaratığın ailesi ve kullandığı aletler bile çizilmişti. Ancak 1927 yılında bu dişin ait olduğu fosilin diğer parçaları da bulundu. Fosil Prosthennops adı verilen yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir cinsine aitti. Bunun ardından Nebraska Adamı'nın ve ailesinin tüm rekonstrüksiyonları literatürden çıkartıldı.
Böylece Prof. Gish, dia gösterisiyle sunduğu konuşmasının sonuna geldiğinde evrimcilerin hiçbir tutarlı iddia ortaya koymadıkları, iddialarını destekleyen hiçbir fosil kaydı bulunmadığı ve evrimin bilimsellikten uzak bir "inanç" olduğu anlaşılmış oldu.
Konferansın üçüncü konuşmacısı, Türkiye'nin saygın bilimadamlarından biri olan jinekolog Prof. Dr. Cevat Babuna idi. Prof. Babuna, pozitivist ve materyalist felselerin iflası hakkında genel bir yorum yaptıktan sonra, kendi uzmanlık alanı olan hayatın başlangıcı konusuna girdi. İnsan yaşamının anne rahminde nasıl doğduğunu ve geliştiğini çok ayrıntılı bir biçimde açıklayan Prof. Babuna, bu olağanüstü sürecin çok üstün bir aklın ve planlamanın ürünü olduğunu vurguladı.
Prof. Babuna'nın konuşmasının ana fikrini, erkek ve kadındaki üreme sistemlerinin birbirlerine tam uyum sağlayacak bir şekilde yaratıldıkları oluşturuyordu. İki ayrı merkezde üretilen sperma ve yumurta, birbirlerine o denli uyumluydular ki, bunların aynı yaratıcı irade tarafından dizayn edildikleri çok açıktı. Prof. Babuna, "sperma rahimde karşılaşacağı ortamı nasıl bilmektedir, bu ortama göre nasıl kendisini hazırlamıştır, yumurta kendisine ulaşacak olan spermayı nasıl olur da önceden tanır" gibi sorular sorarak, tüm üreme sisteminin bilinçli bir yaratılışın ürünü olduğunu ispatladı.
Prof. Babuna verdiği bilgilerin, son ayların, hatta son haftaların bilgileri olduğunu söyledi ve bilimin vardığı bu son noktaların, Yaratıcı'nın üstün aklının göstergesi olduğunu belirterek sözlerini noktaladı.