Kitapçığın önceki sayfalarında evrim teorisinin modern bilimin bulguları tarafından nasıl yıkıldığına şahit olduk. Mikrobiyoloji, biyokimya ya da paleontoloji (fosil bilimi) gibi bilim dallarının, canlılığın tesadüfen oluştuğu iddiasını nasıl yıktıklarını inceledik.
Bunların yanında, evrim teorisinin bir aldatmaca olduğunu ve yaratılışın gerçekliğini görmek için, canlılardaki bazı özellikleri incelemek de son derece aydınlatıcıdır. Çünkü canlılar o denli karmaşık yapılara sahiptirler ki, bu karmaşık yapıların tesadüfi gelişimlerle ortaya çıktığını iddia etmek mümkün değildir. Özellikle bazı canlıların sahip oldukları bir takım sistemler, evrim teorisini tek başına yıkan birer yaratılış ispatı niteliğindedirler.
Evrim teorisini çürüten bilim adamları, canlılarda yer alan sözkonusu sistemleri "indirgenemez komplekslik (irreducible complexity)" kavramı ile açıklıyorlar. Bu kavram, bir çok parçanın belirli şekillerde bir araya gelmesinden oluşan ve tek bir parçası dahi eksik olsa hiçbir işe yaramayacak bir sistemi tanımlamak için kullanılıyor.
Bu kavramı bir saat örneği ile açıklamak mümkün. Kurmalı bir masa saati düşünün. Bu saatin içinde belirli büyüklüklerde pek çok dişli, bir zemberek, akrep ve yelkovan gibi parçalar ve çeşitli vidalar yer alacaktır. Ve saatin çalışabilmesi için bu parçaların hepsinin yerli yerinde olması gerekir. Eğer saatin içindeki 7 dişliden tek bir tanesi yerinde olmazsa, o saat çalışmaz. İşte bu, bir "indirgenemez komplekslik"tir. Yani saatin sistemi, daha az kompleks bir hale getirilemez. Getirilmeye çalışılırsa bozulur ve hiçbir işe yaramaz hale gelir.
Bu denli hassas bir kompleksliğin varlığı da, bu saatin çok bilinçli bir tasarımcı tarafından yapıldığını göstermektedir. Hiç kimse, bu saatin, bir masa üzerinde duran dişlilerin, kolların, zemberiğin ve vidaların bir yersarsıntısı sonucunda tesadüfen bir araya gelmeleriyle oluştuğunu öne süremez.
İşte batılı evrim karşıtı bilim adamlarına göre, canlılardaki sistemlerde bu tür bir "indirgenemez komplekslik" vardır. Bunlar öyle sistemlerdir ki, tek bir parçası dahi var olmasa, ya da sadece yerinden biraz kaymış olsa, tüm sistem işe yaramaz hale gelir. Örneğin insan gözünün 40 küsür parçasından biri olan iris olmasa, göz hiçbir işe yaramaz. Aynı şekilde kulağın onlarca parçasından biri olan örs kemiği var olmasa ya da bir milimetre farklı bir yerde dursa, kulak işitmez. Bu ise bu organların çok özenli bir tasarımın ürünü olduklarını göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle, bu organlar Allah'ın kusursuz yaratışının birer ürünü ve göstergesidirler.
İlerleyen sayfalarda sonsuz sayıdaki bu yaratılış delillerinden bir kaç örnek inceleyeceğiz.
Bizim için çoğu zaman sadece bir can sıkıntısı nedeni olan sivrisinekler, aslında çok ilginç bir "sokma" sistemine sahiptirler.
Hedefi üzerine konan bir sivrisinek, hortumunun ucundaki dudakçıklar sayesinde önce bir nokta seçer. Kan emmek için kullandığı iğnesi, içinde korunduğu özel kılıftan çıkar ve sivrisinek "operasyon"a başlar. Deri sanıldığı gibi iğnenin basınçla batırılması yöntemiyle delinmez. Sivrisineğin alt çenesi bir testere gibi ileri geri hareket ederek deriyi keser. Açılan yarıktan içeri sokulan iğne kan damarına ulaşın ca delme işlemine son verilir. Hayvan artık kan emmeye başlayacaktır. Özel bir dizaynın ürünü olan iğnesi sayesinde kan emer ve beslenir.
Ancak bilindiği gibi insan vücudu, damarlarındaki en ufak bir zedelenme karşısında kanı anında pıhtılaştırarak o bölgedeki kan akışını durduran bir enzime sahiptir. Bunun sivrisinek için büyük bir probleme neden olması beklenebilir, çünkü hayvanın deldiği noktadaki kanın pıhtılaşması ve kanın emilmesine engel olması gerekir.
Sivrisineğin mükemmel yaratılışı bu noktada bir kez daha ortaya çıkar.
Hayvan kan emmeye başlamadan vücudunda salgıladığı, tıpta ilaç olarak kullanılan "heparin" benzeri, özel bir sıvıyı kan damarında açtığı deliğin içine bırakır. Bu sıvı, kandaki pıhtılaşmayı sağlayan enzimi etkisiz hale getirir. Böylece sivrisinek besinine sorunsuzca ulaşır. Sivrisineğin soktuğu yerdeki kaşıntı ve şişmeye neden olan da bu pıhtılaşmayı engelleyici sıvıdır.
Bu anlattıklarımız kuşkusuz olağanüstü işlemlerdir ve karşımıza şu soruları çıkarır:
1- Sivrisinek insan vücudunda bu tür bir pıhtılaştırıcı enzim olduğunu nereden bilmektedir?
2- Bu enzime karşı kendi vücudunda bir salgı geliştirmesi için, enzimin içeriğini bilmek zorundadır. Bu nasıl olabilir?
3- Böyle bir bilgiye ulaştığını varsaysak bile, nasıl olup da kendi vücudunda böyle bir salgı üretip bunu iğnesine aktaracak "teknik donanım"ı oluşturabilir?
4- Eğer bunlar evrim tarihi boyunca raslantısal olarak oluşsa bile bu özelliklerin DNA'ya kaydedilerek diğer nesillere aktarımı nasıl mümkün olacaktı?
Aslında bu soruların cevabı basittir. Sivrisineğin insan vücudundaki pıhtılaştırıcı enzimden haberi bile yoktur. Bahsettiğimiz varlık birkaç milimetre büyüklüğünde akılsız ve bilinçsiz bir sinektir, o kadar. Onu böylesine inanılmaz, olağanüstü ve hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, insanı da sivrisineği de yaratan Allah'tır.
İnsanın yaratılış öyküsü, birbirinden çok uzak iki ayrı yerde başlar. İnsan, kadın ve erkek bedeninde birbirinden tümüyle bağımsız olarak oluşan, ama birbiriyle tümüyle uyumlu olan iki ayrı özün birleşmesiyle hayata adım atar. Erkek bedeninde oluşan spermin erkeğin isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı ortadadır, aynı kadın bedeninde oluşan yumurtanın kadının isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı gibi. Onların bu oluşumlardan haberi bile yoktur. Ancak bunların birbirlerine tam uyumlu olmaları, birazdan göreceğimiz gibi, insanın yaratılmış olduğunun kesin birer kanıtıdırlar.
Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler, erkek vücudundan kadının yumurtasına doğru yapacakları yolculuğu "biliyormuşcasına" özel bir dizayna sahiptirler. Sperm, baş-boyun-kuyruk parçalarından oluşur. Kuyruk, spermin bir balık gibi ana rahminde ilerlemesini sağlar. Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıran baş kısmı ise özel koruyucu bir zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası ana rahmine girişte anlaşılacaktır. Rahimdeki ortam, annenin mikroplardan korunması amacıyla son derece asidiktir. Baş kısmındaki zırh bu aside karşı korunma sağlar. Spermin, bu asidin varlığını bilen "birisi" tarafından koruyucu zırhla kaplandığı son derece açıktır. Spermler bunu milyonlarca yıl süren denemeler sonucunda başarmış olamazlar. Çünkü hiçbir spermin edindiği bilgileri iletmek üzere erkek vücuduna geri döndüğü görülmemiştir! (Zaten böyle bir durum söz konusu olsaydı bile, geri dönen bir sperm testislere gelerek "anne rahminde geçtiğimiz yolda bir asit var, ona göre yeni spermleri zırhla kaplayın!" gibi bir komut veremeyecekti.)
Bu sırada anne vücudunda da, yine annenin hiçbir isteği ya da kontrolü olmadan yumurta hücresi üretilmiştir. Yumurtalıklardan yola çıkarak fallop tüpü adı verilen bir bölgeye ulaşır ve spermlerin gelmesini beklemeye başlar. Ancak pasif bir bekleyiş değildir bu. Bekleme sırasında özel bir sıvı salgılar ve spermler de işte bu sıvı sayesinde bir tuz tanesinin ancak yarısı kadar olan yumurtayı bulurlar. Dikkat edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir insandan ya da gelişmiş bir bilgisayardan bahsetmiyoruz. Bu ufacık protein yığınının "kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", dahası spermi kendine çekecek bir kimyasal bileşim hazırlayıp salgılaması inanılır şey midir?
Özetle, vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak şekilde hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de kadın vücudundaki ortama uygun olarak yaratılmıştır.
Yumurtayı dölleyecek sperm yumurtaya yaklaştığında yine yumurtanın salgılamaya "karar verdiği" ve sperm için özel olarak hazırlanmış bir sıvı, spermin koruyucu zırhını eritir. Bunun sonucunda da bu kez spermin ucunda olan ve yine özel olarak yumurta için hazırlanmış bulunan eritici enzim kesecikleri açığa çıkar. Sperm yumurtaya ulaştığında bu enzimler yumurtanın zarını delerek spermin içeri girmesini sağlarlar.
Şimdi buraya kadar anlattıklarımızı dikkatlice bir düşünelim:
1- İki ayrı insanın vücudunda iki ayrı üreme sistemi oluşuyor.
2- Erkeğin vücudunda üretilen sperm, hayatında hiç görmediği kadın vücudundaki ortamı "biliyor" ve bu yüzden özel bir zırhla kaplı. Sperm, geçeceği ortamın asidik olduğunu, buna karşı kendisini koruyacak zırhı nasıl üreteceğini nasıl biliyor?
3- Kadının vücudunda üretilen yumurta ise, gelecek olan spermleri hayatında hiç görmediği halde, onlara yol göstermek amacıyla bir sıvı salgılıyor. Spermlerin geleceğini nereden biliyor? Onları çekecek karışımdaki sıvıyı üretmeyi nasıl başarıyor?
4- Yumurtaya ulaşan sperm, yumurtanın bir sıvı salgılayacağını ve böylece zırhının eriyerek özel enzim keseciklerinin serbest kalacağını nereden duymuş? Bu keseciklerin yumurtanın zarını deleceğini nasıl bilebiliyor? Yumurtanın bir zarı olduğunu nereden biliyor?
5- Yumurta kendisine ulaşacak spermlerin taşıdığı enzimleri kimden haber almış? Bunların açığa çıkması için zırhın erimesi gerektiğini ona kim haber veriyor? Bunun için gereken eritici sıvıyı salgılamayı nasıl başarıyor? Sıvıyı salgıladığını farzedelim, formülünü nasıl hesaplıyor?
Elbette detaylarına girmeden az bir kısmını anlattığımız insanın üreme sisteminin olağanüstü özellikleri daha yüzlerce sayfa doldururdu. Ancak yukarıda açıkladığımız bir iki aşama dahi bizlere erkek ve kadının tam olarak birbirlerine uygun yaratıldığını, her ikisinin de her ikisini de bilen bir varlık tarafından "dizayn edildiğini" açıkça göstermektedir. Evrim teorisinin iddia edilen yegane mekanizmaları olan doğal seleksiyon ve mutasyon, bu anlattıklarımızı izah etmekten çok uzaktır. Bu anlatılanların tesadüflerle meydana gelemeyeceği her şuurlu insan için çok açık bir gerçektir. Ortada somut bir dizayn etme ve biçim verme, somut bir yaratılış vardır.
Bazı canlılar, üretimi için çok ileri teknoloji gerektiren oldukça karmaşık kimyasal bileşimleri kendi bünyelerinde laboratuar hassaslığında ve son derece kolayca üretebilirler. Bombardıman böceği de bunlardan biridir.
Bu böceğin savunma yöntemi çok ilginçtir. Böcek, vücudunun alt tarafında birbirinden ayrı iki bölmede depolanan iki kimyasal maddeyi (hidrojen peroksit ve hidrokinon) düşman saldırısına uğradığı anda, yakma odası olarak adlandırılan özel bir bölmede birleştirir. Aynı anda bu yakma odasının duvarlarından salgılanan özel bir katalizör (peroksidaz) maddenin hızlandırıcı etkisiyle, karışım 100°C'lik korkunç bir kimyasal silaha dönüşür. Basınçla fışkırtılan bu çok sıcak kimyasal maddeyle haşlanan düşman doğal olarak avından vazgeçer.
Bu noktada sormamız gereken sorular şunlardır:
1- Böcek bu iki maddenin birleştiğinde kimyasal bir silah haline geleceğini nereden bildi?
2- Bu maddelerin kimyasal formülünü nasıl oluşturdu?
3- Bunları kendi vücudunun salgılamasını nasıl sağladı?
4- Bunların ayrı ayrı odacıklarda bulunması gerektiğini nasıl anladı?
5- Bunların reaksiyonunu hızlandıracak bir katalizörün formülünü nasıl hesapladı?
6- Duvarları yanmaz bir alaşımla izole edilmiş özel odacıkta bunları birleştirmezse maddenin içinde patlayacağını nereden bildi?
7- Maddeyi püskürttüğünde buna temas eden bacaklarının yanmaması için bunları nasıl korudu?
Birkaç santimetre büyüklüğündeki bir böceğin başardığı bu işlemleri kimyagerler dışında insanlar yapamazlar. Kimyagerler de kendi vücutları içinde değil, ancak donanımlı laboratuarlarda yapabilirler. Böceğin böylesine üstün bir kimya uzmanı veya kendi vücudunu yapacağı reaksiyona göre dönüştürüp-düzenleyecek yeteneğe sahip bir tasarımcı olduğunu kabul etmek elbette akıl dışıdır. Belli ki böcek bu inanılmaz işlemleri, içeriğinin farkında olmadan, sadece bir refleks olarak yapmaktadır. Ne kendisinde ne de tabiatta böylesine üstün bir güç ve akla sahip yoktur. Bunun tesadüflerle, şans eseri ve kendi kendine oluştuğunu iddia etmek de son derece mantıksızdır. Değil böyle kompleks bir canlının, canlılığın temeli olan basit proteinin tesadüfler sonucu oluşması olanaksızdır.
Açıktır ki bu böcek, son derece üstün bir bilgiye ve güce sahip olan bir varlık, yani Allah tarafından yaratılmıştır. Bombardıman böceği, diğer milyarlarca yaratılmış canlı gibi, O'nun sonsuz gücünün ve benzersiz yaratmasının bir örneğidir.
Bombardıman böceğine benzer kimyasal silahla savunma sistemine sahip olan bir başka canlı Kızıl Yüzlü Tırtıldır. Kendisine saldıran düşmanlarına karşı vücudunda ürettiği bir asidi püskürtür. Kokarcalar ve kabak böcekleri de düşmanlarına karşı oldukça tiksindirici bir kokuya sahip kimyasal maddeler püskürtürler. Bu çirkin ve kalıcı koku onları düşmanlarından korumaktadır. Elbette bu canlıların hiçbiri, aynı bombardıman böceği gibi, olağanüstü bir kimyager, sihirli bir biyolog ve mucizevi bir tasarımcı değil, Allah'ın varlığının ve gücünün örneği olarak yaratılmış birer "ayet"tir.
Burada daha fazla yer ayıramadığımız canlıların savunma sistemleri, elbette ki bunlarla sınırlı değildir. Olduğundan korkunç gözüken, ölü veya yaralı taklidi yapan, zırhlar ve dikenlerle donatılmış hayvanlar da doğada yaşamaktadır. Bazıları güçlü ve tehlikeli hayvanlara olan benzerlikleriyle korunurken, bazıları da sahte organ görüntüleriyle düşmanlarını olduklarından daha büyük, daha tehlikeli canlılar olduklarına inandırırlar.
Bir kelebeğin kanatlarında kendisinin bile görmediği göz desenlerinin olması, bir tehlike anında kanatlarını açarak bu gözleri ortaya çıkarması, bir tırtılın düşman saldırısına uğradığında kuyruğunu düşmanına doğru çevirip şişirmesi ve bunun korkunç bir yılan görünümü alması ve bu konuda verilebilecek daha birçok örnek, bizlere tek bir gerçeği göstermektedir. Bu canlıların hiçbirisi evrimin iddialarında olduğu gibi tesadüfler sonucu, mutasyonlarla, doğal seleksiyonla, milyonlarca yılda yavaş yavaş gelişerek ortaya çıkmamışlardır. Bunların herbiri sonsuz ilim sahibi, kudretli bir Yaratıcı tarafından, O'nun varlığının bir delili ve gücünün bir göstergesi olarak yaratılmıştır.
Canlıların nesillerini sürdürebilmeleri, sahip oldukları üreme sistemlerinin kusursuz olmasıyla mümkün olmaktadır. Ancak doğayı incelediğimizde, canlıların üreme sistemlerinin sadece kusursuz değil, aynı zamanda olağanüstü özellikler içerdiğini de görürüz. Birazdan da göreceğimiz gibi bu olağanüstü özelliklerin hiçbirisi evrim mekanizmalarıyla açıklanamaz. Hayvanların yavrularına gösterdikleri şefkat, fedakarlık gibi davranışlar ise evrimin doğal seleksiyon tanımına zaten aykırıdır.
Kanguruların üreme sistemi diğer memelilerden oldukça farklıdır. Kanguru embriyosu, normalde rahimde geçirmesi gereken evrenin bir kısmını rahim dışında tamamlar. Henüz bir santimetre boyundayken dünyaya gelen yavru kanguru, gelişimini tamamlayacağı keseye doğru tırmanır. Ayakları, yüzü ve pek çok uzvu henüz son halini almamıştır. Keseye yerleşen yavru, kesedeki 4 meme ucundan birine tutunur ve süt emmeye başlar.
Bu sırada anne yeniden çiftleşme sürecine girer ve döllenmeden 33 gün sonra yeni bir yavru daha doğar.
Bu arada kesede bulunan ilk doğan yavru da bir hayli büyümüştür. Keseye yeni gelen 1 santimlik kardeşine bir zarar vermeden hayatını sürdürür.
Kısa bir süre sonra aralarına üçüncü bir yavru daha eklenecektir. Böylece kesenin üç sakini olur: Birincisi genç, ayakta ot kemirebilen ancak arada süt emmeye dönen, ikincisi memeden süt emerek gelişimini sürdüren, üçüncüsü ise aileye yeni katılan yavrudur.
Değişik gelişim süreçleri yaşayan bu üç yavrunun anneye bağımlı olmasından daha ilginç olan, bu üç yavrunun da büyüklüklerine göre farklı nitelikteki sütle beslenmesidir. Üç yavru kesede birlikte yaşamaya başladıklarında anne, büyükler için yüksek besin değerli, küçükler için düşük yağ ve besin oranına sahip üç değişik süt üretmektedir. Burada dikkat çekici bir nokta da her doğan yavrunun kendine hazırlanan sütü salgılayacak memeyi bulabilmesidir. Aksi takdirde vücuduna zararlı olacak bileşimdeki sütü emecek ve belki de ölecektir.
Bu beslenme sisteminin özel bir yaratılış ürünü olduğu çok açıktır. Annenin bunu bilinçli olarak düzenleme imkanı yoktur. Bir hayvanın farklı büyüklüklerdeki yavrularının ihtiyaç duyacakları süt bileşimini hesaplayıp hazırlaması imkansızdır. Öte yandan, bu sistemin tesadüfler sonucu hayvanın bedenine yerleştiğini iddia etmek çok garip olacaktır.
Kuşkusuz kanguru vücudundan çıkan sütün ayrı özelliklere sahip olduğunu dahi bilmiyordur. Bu olağanüstü işlem, hayvanın mükemmel yaratılışından kaynaklanmaktadır.
Bazı hayvanlar kendilerini, yaşadıkları ortama son derece uyumlu şekilde yaratılan vücut yapıları sayesinde düşmanlarından korurlar. Allah'ın bu hayvanlara verdiği kamuflaj özellikleri bulundukları ortama o denli uyumludur ki, konuyla ilgili yayınlanan bazı resimlerde görülen canlıların bir bitki mi, yaksa bir hayvan mı olduğunu seçebilmek neredeyse imkansızdır. Bu kamuflajlar o kadar etkili ve ustacadır ki, özel bir biçimde planlanıp yaratılmış bir savunma mekanizması oldukları açıkça görülmektedir.
Bazı kelebek türleri ilk bakışta kurumuş birer yaprak sanılabilecek biçimdedir. Damarlarından çürümüş bölgelere ve tonlamalara kadar bir yaprağın sahip olduğu her türlü ayrıntıyı üzerinde taşıyan yaprak benzeri kanatlar kelebekler için mükemmel bir korunma sağlar. Kelebeğin bir yaprağa damarları ve kurumuş kısımları bile ihmal edilmeden olağanüstü bir biçimde benzemesine rastlantı deyip geçmek mümkün değildir. Kelebeğin kendi kendini yapraklaştırdığını kabul etmek de aynı oranda mantıksızdır. Gerçekte bu kelebek mükemmel bir yaratılışla yaratılmıştır.
Bazı kuşlar ve tavşanlar mevsimlere göre değişen tüy renklerine sahiptirler. Bu hayvanlar kış aylarında bembeyaz bir kıyafet kuşanırken, bahar geldiğinde toprağın ve bitki örtüsünün rengine uygun yeni bir görünüme bürünürler. Ortama göre renk değiştirme olayı, hayvanların vücutlarında yaratılmış olan çok karmaşık mekanizmalar sayesinde gerçekleşir. Şüphesiz ki hiçbir hayvan sadece "istemekle" tüylerinin renginin değişmesini sağlayamazdı. Hayvanların kontrolünde olmayan bu değişim, onlara büyük bir avantaj sağlar. Bu sayede düşmanlarından gizlenebilirler. Kuşkusuz, tavşanın ya da kuşun kendi başına hesaplayıp kontrol edemeyeceği bu mükemmel mekanizma, o hayvanı yaratan Allah tarafından verilmiştir.