Kitabın önceki bölümlerinde inkar eden insanların gerçek liderinin şeytan olduğundan bahsettik. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde de şeytanın inkar eden insanlara verdiği emirlerden ve bu emirlerle onları Kuran'dan nasıl uzaklaştırdığından bahsedeceğiz. Ancak ondan önce özellikle vurgulanması gereken, şeytanın ancak kendi fırkası üzerinde etkili olacağı gerçeğidir.
Şeytanın samimi bir kalple Rabbimiz'e yönelen, çok büyük bir titizlikle O'nun emir ve tavsiyelerini uygulayan, sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek için ihlasla salih amellerde bulunan ve her yaptıklarının karşılığını ahirette göreceklerini bilen insanlar üzerinde hiçbir gücü yoktur. Şeytanın gücü Allah'ın cehennem için özel olarak yarattığı insanlar üzerinde geçerlidir. Örneğin Allah tüm kadınlara tesettür ibadetini farz kılmıştır. Tesettür kadının Allah Katında ve inananlar nezdinde yücelmesini sağlayacak, onu her türlü bağımlılıktan ve sıkıntıdan kurtaracak bir vesiledir. Tesettürle birlikte ahlak, tavır, hal ve hareketlerin de Kuran’a ve sünnete uygun olması gerekir. Şeytan bunu zor göstermeye çalışır. Ancak mümin kadınlar tesettürün fıtratlarına en uygun olduğunu bilir ve bu farzı da gerektiği gibi uygularlar. Şeytanın doğru yoldan saptırmak için gösterdiği tüm çabalar, kulağına fısıldadığı vesveseler, yaldızlı sözler iman edenler üzerinde etki etmez. Allah bu gerçeği ayetlerinde şu şekilde bildirmektedir:
Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir.(Nahl Suresi, 99-100)
Bir başka ayette şeytanın bu durumu şöyle haber verilmektedir:
Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter. (İsra Suresi, 65)
Bu nedenle de Allah iman edenlere Kuran'da, "İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer müminlerseniz, Ben'den korkun." (Al-i İmran Suresi, 175) şeklinde buyurmaktadır. Şeytan belki türlü yöntemlerle insanın anlık hatalara düşmesine neden olabilir, ancak Müslüman herhangi bir hataya düştüğünde, hemen bunu fark eder ve tevbe edip Allah'a sığınır. Araf Suresi'nde iman edenlere şu şekilde bildirilir:
Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.(Araf Suresi, 200-201)
Ancak inkar edenler tamamen şeytanın sözüne tabi olmuş, onu kendilerine veli edinmişlerdir. Şeytan onları korkuyla, tehditle, dünya hayatına yönelik türlü aldatmacalarla, vesveselerle, vaatlerle boyunduruğu altına almış ve her sözünü dinler hale getirmiştir. Artık onlar şeytanın fırkasının, isyankar ordusunun birer mensubudurlar. Şeytanın sözleri de onlar için birer talimat ve emir halini almıştır. Yapmaları gereken tek şey onun sözlerine itaat etmektir.
Şeytanın insanlara verdiği ilk emir ise Allah'ın varlığını inkar etmeleridir. Allah'ın "Şeytanın durumu gibi; çünkü insana "İnkâr et" dedi…" (Haşr Suresi, 16) şeklinde bildirdiği gibi o, insanlara ilk olarak Allah'ın varlığını inkar etmelerini söyler. Sonra diğer emirler de birbirini takip eder: Düşünme! Dinleme! Okuma! Öğrenme! Uzak dur! Yaklaşma ve Büyüklen!..
Düşünme yeteneği insana dünya hayatında verilen en büyük nimetlerden biridir. Çünkü insan, ancak düşünerek Allah'ın sonsuz gücünün, kainattaki kusursuz sanatının farkına varır. Yalnızca düşünen bir insan dünya üzerindeki her ayrıntının pek çok hikmetle yaratıldığını, ölümün yakın olduğunu ve dünya hayatında yerine getirmesi gereken bazı sorumlulukları olduğunu kavrar. Kuran'da pek çok ayette ancak düşünen insanların öğüt alabileceği, Allah'ın varlılığının delillerini ancak onların görebileceği bildirilmiştir. Nitekim Kuran'ın indiriliş amaçlarından biri, "(Bu Kuran,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır" (Sad Suresi, 29) ayetinde haber verildiği gibi, insanların ayetler üzerinde iyice düşünmeleridir. Ancak insanların büyük bir bölümü düşünmeyi bir zorluk olarak görür. Hatta bu insanlar, düşünmenin hayatlarına ve kurulu düzenlerine zarar vereceğine inanırlar. Bu batıl anlayışa göre en istenmeyen şeylerden biri, insana dünya hayatlarındaki sorumluluklarını hatırlatmak, içinde bulundukları gaflet halinden onları çıkartmaktır. Çünkü düşünmemek insanı, zihnin tamamen boşaltıldığı bir çeşit uykunun içine sürükler.
Bu uyku adeta bir büyü gibi kişiye tüm sorumluluklarını, niçin var olduğunu, hayattaki amacını, bir gün gelip öleceğini unutturur. Bu uykunun başka bir türü ise dünya hayatının günlük ve rutin işlerine kendini kaptırmaktır. Belki bu insanlar gün içinde pek çok şey düşünüyor, karar veriyor ya da çözümler üretiyor gibi gözükebilirler; ama gerçekte düşündükleri şeyler günlük koşuşturmacanın ayrıntılarından başka birşey değildir. Bu düşüncelerin hiçbiri insanın yaratılış amacı, dünya hayatının gelip geçici olduğu ve her canlının bir gün gelip toprak olacağı ile ilgili değildir. Ezberlenmiş, öğretilmiş, kalıplaşmış, alışılmış hareketler, konuşmalar ve tavırlar böyle insanların tüm hayatını o kadar kaplar ki asıl olan gerçekler üzerinde düşünmeye gerek dahi duymazlar.
Bu kişiler kendileri düşünmekten kaçtıkları gibi, başkalarının yaptıkları hatırlatmalardan da şiddetle kaçarlar. Allah'a iman etmeleri, O'nun rızası için yaşamaları ve Kuran ayetleri üzerinde düşünmeleri için yapılan çağrılardan yüz çevirirler.
Ancak dünya üzerindeki her şey ve her varlık bir amaç uğruna var edilmiştir. Allah kainattaki her ayrıntıyı insanların, üzerinde düşünmeleri için yaratmıştır. Nitekim Allah Kuran ayetlerinde, yeri, göğü ve ikisi arasındakileri kimin daha güzel davranışlarda bulunacağını denemek için yarattığını bildirmiştir. İnsan kısa dünya hayatı boyunca tüm yapıp ettikleriyle denenmektedir. Kendisini yaratan ve ölümünden sonra tekrar diriltip, hesaba çekecek olan Allah'a karşı büyük bir sorumluluğu vardır. Kuran'ı okumak, dinlemek, ayetler üzerinde düşünmek ve anlayıp uygulamak da her insanın en başta gelen sorumluluklarından biridir. Allah bu gerçeğe, "Onlar, yine de o sözü (Kur'an'ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" (Müminun Suresi, 68) ayetiyle dikkat çekmektedir.
Düşünen kişi, kainattaki bu kadar ince nizamın ve kusursuz Yaratılış örneklerinin tesadüfen meydana gelemeyeceğine, var olan herşeyi Yüce Allah'ın yarattığına kanaat getirecektir. Çevresindeki Yaratılış mucizelerini derin derin düşündükçe Allah'ın varlığının delillerini, O'nun yarattığı detaylardaki hikmetleri görerek Allah'a teslim olacak ve sadece O'nun rızasını kazanmak için yaşayacaktır. Bu gerçeğin farkında olan şeytan insanların gaflet içinde bir hayat sürmelerini, Allah'ın ayetlerinden uzak durmalarını, bunun için de düşünmemelerini ister. Allah şeytanın bu hedefini bir ayetinde şu şekilde bildirir:
... Onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım... (Araf Suresi, 16-17)
Şeytan bu nihai hedefine ulaşmak için insanları gaflet haline düşürecek çok özel ortamlar hazırlar. Bunun için insanların zayıf yönlerini kullanarak ince planlar yapar, senaryolar oluşturur ve bunları insanların nefislerinin en çok hoşlanacağı, en çok zevk alacağı hale getirmeye çalışır. Din ahlakından uzak insanlar da böyle ortamlarda, iman eden kişilerin aksine Allah'ı unutarak, ahireti hiç düşünmeyerek gaflet içinde bir ruh haline girerler.
Örneğin eğlence yerleri şeytanın bu ince planını kolaylıkla uygulamaya koyduğu mekanlardır. Çünkü din ahlakını yaşamayan insanlar, bu gibi yerlerde hiçbir şey düşünmeden, boş bir zihinle vakit geçirebilmektedir. Bu mekanlarda en değer verilen şeyler giyilen kıyafet, takılan takı, harcanan para ve çevredeki insanlardır. Kimsenin birbirini duyamadığı şiddetli bir müzik, dumandan kimsenin kimseyi göremediği puslu bir hava, patlayan flaşlar, yüksek sesli konuşmalar ve bağırtılar biraraya gelince, Allah korkusu olmayan insanların dikkatini kesinlikle toparlayamayacağı ve düşünemeyeceği ortam tamamlanmış olur.
Elbette insanların eğlenmeleri, neşe içinde olmaları, sohbetinden hoşlandıkları kişilerle birlikte olmaları güzel nimetlerdir. Ancak, kastedilen ahiretin unutulduğu, Allah'ın adının anılmadığı ortamlardır. Yaratılış amacını tamamen unutmuş, Allah korkusunu kalbinde hissetmeyen, eğlenmek için değil buradaki gafil havayı yaşamak için vaktini böyle yerlerde geçiren kişilerin ne uyarıları düşünecek ne de anlayacak halleri kalmaz. Zaten böyle kişilerin, bu tür mekanları tercih edişlerindeki sebeplerden biri de "herşeyi unutmak" ve "düşünmemek"tir ki, bunu da sık sık dile getirirler. Böyle mekanlara, kendi ifadeleriyle "kafasını boşaltmak için gelen" bir insan, on dakika önce aklı başında davranırken, bir anda her türlü taşkınlığı normal karşılamaya başlar. Yine kendi ifadeleriyle "çılgınca eğlenmek" adına her türlü ahlaksızlığı makul karşılar, olan bitenlere karşı duyarsızlaşır. Nitekim bu tür ortamlardaki tabak kırıp dökmeler, masa devirmeler, peçete atmalar, ceket yakmalar, küfürlü sözlerle insanlara sataşmalar, tehdit savurmalar ve kavgalar sıkça yaşanan gaflet manzarasının sadece küçük bir bölümünü yansıtır.
Bu gibi gafil ortamlarda Allah korkusu hissetmeyen insanların zihinlerinden faydalı bir düşüncenin geçmesi neredeyse imkansızdır. Kaldı ki böylesine kontrolden çıkmış, şiddet ve ahlaksızlığın teşvik edildiği bir ortam, burada bulunan kişilerin tam anlamıyla şeytanın telkinlerine açık duruma gelmesine zemin oluşturur. Ve böylelikle şeytan insanların, "düşünmeyin!" şeklindeki emrine itaat etmelerini sağlamış olur. Allah, "Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun..." (İsra Suresi, 64) ayetiyle de şeytanın bu yöntemini haber vermiştir.
İnsanların bir kısmının yoğun bir gaflet içinde yaşadıkları bu hayat, günümüzde sadece eğlence mekanları ile kısıtlı değildir. Bağırtıyla, gürültüyle, taşkınlıklarla insanların Allah'ın ayetlerini düşünmekten uzaklaştırıldıkları her ortam, şeytanın yukarıda bahsettiğimiz planının bir parçasıdır. Futbol maçlarında tribünleri, konserler sırasında stadyumları dolduran kalabalıkların oluşturdukları ve benzeri ortamlarda, şeytan aynı yöntemlerle kimi insanları düşünmekten uzaklaştırmaktadır. Birçok insan böyle yerlere eğlenmek, keyifli bir spor karşılaşması izlemek ya da güzel bir ses dinlemek için değil, insanlara bağırmak, kavga etmek, olay çıkartmak kısacası her türlü çirkin tavrı göstermek için gelir. Üstelik böyle yerlerde bir iki kişi değil, binlerle, on binlerle sayılabilecek bir kalabalık, toplu olarak birbirlerini olumsuz yönde etkileyebilir ve topluca gafil bir havaya girebilir.
Böyle bir ortamda birçok insan Allah'ın kendisini her yönden sarıp kuşattığını, her an ölüm melekleriyle karşılaşabileceğini aklına getirmeyebilir.
Benzer mekanları gaflete kapılmak için bir fırsat olarak değerlendiren ve gerçeklerden kaçan insan, ölüm meleklerini hiç beklemediği bir anda karşısında gördüğü zaman artık herşey için çok geçtir. Çünkü kişi dünya hayatını boş amellerin peşinde geçirmiş ve Kuran ayetlerini düşünmekten şiddetle kaçmıştır. Düşünmemek için türlü yöntemler denemiş, şeytanın oyunlarına kanmıştır. Oysa ölümü, hayatın geçiciliğini, Allah'a karşı sorumluluklarını düşünen bir kimsenin böyle gafil bir hali kabullenmesi mümkün değildir. Allah'ın her an canını alabileceğini ve ağzından çıkan her söz, aklından geçen her düşünce ve yaptığı her hareketten hesaba çekileceğini bilen bir kişi, nasıl bir ortamda olursa olsun bu gerçekleri aklından çıkarmaz ve gaflete kapılmaz.
Unutulmamalıdır ki, bir mekanda, Kuran ahlakına uygun şekilde eğlenmek yerine taşkınlık yapan bir kişiye de, o taşkınlıkları teşvik edenlere de, masaları devirip pervasız şekilde israf edenlere de ölüm aynı yakınlıktadır. Belki o kişi dışarı çıkar çıkmaz ölüm melekleriyle karşılaşacak, hiç beklemediği bir anda kendini Allah'ın karşısında hesap verirken bulacaktır.
İşte ölüm insana bu kadar yakınken, kişinin gaflet içinde hayatına devam etmesi, freni kopmuş bir kamyonun hızla üstüne geldiğini gördüğü, çarpıp onu parçalayacağını bildiği halde imkanı varken önünden çekilmemesine benzemektedir. Kişi isterse ömrü boyunca yüzlerce, binlerce kez taşkınlıklar sergilemiş, hatta bütün hayatını böyle geçirmiş olsun, ölüm melekleri canını alırken tüm yaşadıklarını geride bırakacaktır. İnsan eğer bu zamanlarını Allah'ın varlığından gaflet içinde geçirdiyse o gün, cahiliye toplumlarında "dünyayı doya doya, hakkıyla yaşamak" şeklinde ifade edilen bu gafil hayatın, kendisine kayıptan başka birşey getirmediğinin farkına varacaktır. Rabbimiz’i ve hesap gününü unuttuğu için yaptığı her türlü taşkınlığın pişmanlığını yaşayacaktır. Allah Kuran'da inkarcıların gaflet içindeyken, kendilerine gelen hatırlatmalara verdikleri tepkileri şöyle bildirmektedir:
İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır...(Enbiya Suresi, 1-3)
ADNAN OKTAR: Televole kültürü dünyada da var, bizim Türkiyemiz'de de var, Vur patlasın, çal oynasın, eğlensinler. İşte plajın kenarına koşuştursunlar, şirket promosyon yiyecek dağıtsın, onları yesinler. Bedava otel olsun, gitsinler orada yatıp kalksınlar. Sonra yine promosyon olarak, bedava uçak bileti olsun. İşte oradan bilmem nereye gitsinler. Hayatları böyle macera içinde geçsin. Fakat ne Güneydoğu’daki PKK sorunu onları ilgilendiriyor, böyle tiplerde. Ne efendim Afrika’daki insaların açlığı ilgilendiriyor, ne Irak’taki zulüm ilgilendiriyor, ne Filistin’deki kardeşlerimizin çektiği acıları onları ilgilendiriyor, ne efendim, dünyanın diğer ülkelerindeki Müslümanların çektiği acılar, hiçbiri ilgilendirmiyor. Ağızlarına dahi almak istemiyorlar. Çünkü böyle bir konu olduğunda adamların eğlencesi biraz kararmış oluyor. Eğlencelerine münafi olduğu için bu konulara girmek istemiyorlar. Mesela televizyonlarda da öyle programlar oluyor, televole programları. Hep vur patlasın, çal oynasın, gülüşmeler, boş izahlar, boş espriler. Yani böyle ipe sapa gelmez izahlar, dolayısıyla beyinleri uyuşturan, insanların kişiliğini törpüleyen, onların derin düşünmesini, derinliğini ortadan kaldıran günü birlikçi, eyyamcı, böyle ucuzcu, bedavacı bir ruh geliştiriliyor. Bunun sonucunda da üretim yapmayan, yani vatanına, milletine bir faydası olamayan ve bunu da zaten hedeflemeyen gibi görünen diyelim, bir kısım insanların gelişmesine vesile oluyorlar. Bu çok ciddi bir tehlikedir. Bir ara devletimizin mühim bir kuruluşu bu konuda devlete rapor sunmuştu. Televole kültürünün, Türk kültürünü, Türk manevi yapısını yıkıcı mahiyette olduğu ve tehlikeli olduğu, uzun vadede tahribat meydana getireceğini, getirebileceğini belirtmişlerdi. Ama bakıyoruz, yine aynı çizgide, aynı kafada devam edenler var. Doğrusu budur. Yani, tamam programı yapıyorsa, yapıyordur. Ama, her programın içerisinde insanları büyük ideallere, büyük düşüncelere davet eden, faydalı düşünceleri savunan, güzel ahlakı, sevgiyi, barışı, kardeşliği savunan üslupların aralara yerleştirilmesi lazım. Yani bunun kimseye bir zararı olmaz, faydası olacağı belli. Bundan ısrarla kaçınılmasının hiçbir açıklaması yok. Hiçbir mantığı yok. Bu yıkıcı bir tavır olur. Yani toplumun psikolojisini, moral değerlerini uzun vadede törpüleyen ve hatta yıkıma dahi götürebilecek bir zemin hazırlayabilir. O yüzden bundan kaçınılmasının elzem olduğunu düşünüyorum... Öyle bedavacılık, promosyonculuk, bir de ruhları da yani törpüleyen bir şey. Yani o tip bir gencin ruhunda sevgi, şefkat, koruma hissi pek gelişmez. Egoistlik ve bencillik gelişir. Egoist ve bencil olan bir insan da sevilmez. Yani insanlara karşı sevgi duyamaz, suni, sahte sevgiler olur. Mesela geliyor plajda birilerine karşı yılışarak bir şeyler söylüyor, o da ona yılışarak bir şeyler söylüyor ama karşılıklı belli ki ne bir sevgi var, ne samimiyet var, ne bir saygı var. Geçici bir çıkar ilişkisi var. Bu da çok itici tabii. Halbuki derin dostluklar, samimi sevgiler, derin tutku, akıl derinliği, Allah ile coşkulu bağlantı, bütün insanları koruyup kollama ruhu çok güzeldir. Ahiret inancı olması lazım bir insanda değil mi, vatan millet sevgisi olması lazım. Yüksek idealleri olması lazım. Bunlar olmadığında o insanın ruh dünyası fakir olmuş olur, hatta yıkıma uğramıştır, bir anlamda. (Sayın Adnan Oktar’ın Adıyaman Asu TV’deki Röportajından, 4 Ocak 2010)
ADNAN OKTAR: Evet. “Rabbimiz...” diyor. “... bizi (ateşin) içinden çıkar” diyorlar cehennem ehli. “...eğer yine inkara dönersek artık gerçekten zalim kimseler oluruz.” diyorlar. “Bir kere gönder” diyorlar. Bakın kendilerini akıllı uyanık zannediyorlar. Halbuki cehennemden gelip dünyaya gönderilse hafızaları alınmış olarak gönderilecek. Onlar diyecek: “Ya” diyecekler, “... bir rüya gördük cehenneme gitmiştik falan...” Hadi bakalım yine bir rezillik yapmaya başlayacaklar. Onlar zannediyor ki, yani o şekilde gelecek, orada herkes Müslüman olur öyle bir durumda zaten. Cehennemin içine giren adam zaten her şeyi yapar. Hafızası alınarak gelir. Mesela Hz. İsa (as) da geldiği vakit hafızası alınmış olarak gelecek, imtihanın gereği. Geçmişini hatırlamaz. Geçmişini hatırlarsa aklın ihtiyarı kalkar. Tabii. “Bugün Ben gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenlerdir.” (Müminun Suresi, 111) Sabır... Mesela biz buraya geliyoruz. Yol alıyoruz değil mi? Mesela bu bir sabırdır. Mesela konuşuyoruz. Bu da bir sabırdır. Allah rızası için konuşuyoruz. Zor şartlarla karşılaşıyoruz. Buna karşı bir önlem alıyoruz. Bu da bir sabırdır. Allah’ın en beğendiği şeylerden biri de sabırdır. Cennet halkının özelliğidir o. Sabredenler ona kavuşuyorlar inşaAllah. “... sizi boş bir amaç uğruna...”. Bakın “... sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” diyor Allah. Yani insanlar geliyor buraya. İşte pinpon oynuyor, ‘Televole’ kültürüyle hoplayıp zıplıyor. “Napıyorsun abi ya”? diyor. İşte, “Sandviç yedim.” diyor. “Sinemaya gideceğim şimdi.” diyor. “Sinemadan çıkınca ne yapacaksın?” diyor. “Bir Bodrum’a kadar gidip geleceğim.” diyor. Tek kelime Allah’tan dinden bahsetmiyor. Sanki buraya eğlenceye bırakıldı. Kardeşim nasıl merak etmezsin? Bu nedir yani? Gökyüzü var, yeryüzü var, Dünya var. Sen hiç yoktan alıp getirilmişsin Dünya’ya. Değil mi? Yani bir şey var. Bir ışık, bir görüntülü bir varlık görüyorsun, bir şey görüyorsun. Hiç merak etmiyor musun bu meyveler, sebzeler nasıl oluyor? Hayvanlar nasıl oluyor? ‘Beni ilgilendirmez.’ diyor. Allah da diyor ki bak: “... sizi boş bir amaç uğruna yarattığmızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” diyor. Allah diyor ki: “Dedi ki: “Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?”” diye soruyor Allah, insanlara. “Dediler ki: ‘Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık’...” (Müminun Suresi, 113) diyorlar. ‘Herhalde diyorlar öğlenden akşama kadar’ falan diyorlar. ‘Az bir şey kaldık’ diyorlar. Veyahut ‘bir gün kaldık’ diyor. Uyuduğunu zannediyor. “Dedi ki: ‘Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz..’” (Müminun Suresi, 114) diyor Allah. (Sayın Adnan Oktar’ın Samsun AKS TV’deki Röportajından, 6 Ocak 2010)
Cahiliye toplumlarında "düşünmenin insana zarar verdiği" şeklinde batıl bir inanış hakimdir. Bu büyük yanılgı, aslında şeytanın, insanların Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmelerini engellemek için kullandığı başka bir taktiktir. Şeytan insanlara verdiği bu telkin sayesinde düşünmenin onları zora sokacağı, yorulmalarına sebep olacağı gibi bir telkinde bulunarak, onları Kuran'dan uzak tutar. Hatta cahiliye toplumunda fazla düşünmenin insanı delirteceğine inanılır. Bu inanç, şeytanın diğer oyunları gibi bir aldatmacadır. Aksine insan düşünmediğinde, düşünmemesinden kaynaklanan akılsızlıklardan ötürü pek çok sıkıntı yaşar.
Aynı şekilde insanların çoğu ölüm, ahiret gibi konular üzerinde düşünmenin de sorumluluklarını hatırlatacağını bildiklerinden, bu konuları da düşünmemeyi kendilerince bir çözüm olarak görürler. Bu bakımdan düşünmemek insanların kendi kendilerini kandırmak ve gerçekleri görmezlikten gelmek için kullandıkları en yaygın yöntemlerden biridir. Ancak düşünmediklerinde sorumlulukların ortadan kalkacağı yönündeki inanç çok büyük bir yanılgı, büyük bir aldatmacadır. İnsan istese de istemese de, düşünse de düşünmese de, sorumluluklarında bir eksilme ya da farklılaşma olmayacaktır. Çünkü Allah herkesi iman etmekle ve Kuran ahlakını yaşamakla sorumlu kılmıştır. Her insan dünya hayatında denenmektedir ve er ya da geç görmezden geldiği gerçeklerle yüz yüze gelecektir.
Düşünmemenin getirdiği sonuçlardan bir diğeri ise bu kimselerin etraflarında gelişen olaylardan, ya da bizzat kendi tecrübelerinden ibret almamalarıdır. Allah'ın insanların düşünüp davranışlarını düzeltmeleri için yarattığı olaylar bu kimseler üzerinde hiçbir değişikliğe sebep olmaz. Dünyada her an meydana gelen tüm olayların tesadüf eseri geliştiği yalanına kendilerini inandırarak, yaşadıkları ibret verici olayların hikmetlerini takdir edemezler. Allah inkarcıların bu özelliğinden şöyle bahsetmektedir:
Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar. (Tevbe Suresi, 126)
Oysa büyük felaketler, dünya hayatındaki şiddetli sıkıntılar insanları düşünmeye sevk edecek çok önemli olaylardır. Fakat inkarcılar bu gibi olayları bir tartışma konusu haline getirir, büyük bir akılsızlıkla olayların tesadüflerin bir eseri olduğunu dile getirmeye başlar ve bu şekilde düşünmekten kaçarlar. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi "... Atalarımıza da (bazen) şiddetli sıkıntılar (bazen de) refah ve genişlikler dokunmuştu..." (Araf Suresi, 95) der, ve gaflet içindeki yaşamlarına devam ederler. Her felaketi tesadüflerle, doğal nedenlerle açıklamaya çalışır, bunun bir hatırlatma olduğunu unutmaya, düşünmemeye çalışırlar. Başlarına gelen felaketleri, hastalıkları, yoklukları, acı ve sıkıntıları anlamazlıktan gelerek, "tesadüflerin yanılgısı, büyük bir doğa olayı, zaten bekleniyordu, her toplumda böyle olaylar olur " gibi akla ve vicdana aykırı ifadelerle kendilerince bir açıklama getirirler. "Bu Allah'tan bizlere gelen bir hatırlatmaydı" diyemez, bu gerçeği dile getirmekten dahi çekinirler. İşte bu da şeytanın bir diğer taktiğidir.
Dünyada insanın başına gelen her türlü felaket, bela, sıkıntı ya da ahiretteki azabı hatırlatan herhangi bir olay Allah'ın insanlara lütuf olarak tanıdığı fırsatlardır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, doğal felaketlerin, sıkıntıların, zorlukların hepsi iman eden insanlar için de bir güzelliktir. Mümin bir kimse şahit olduğu her türlü doğal felaketin ya da hastalık, acı, kayıp gibi sıkıntıların pek çok hikmetle yaratıldığını bilir. Bu olayların birer bela olarak değil, birer hatırlatma, kader ve hikmet dersi olarak değerlendirilmesi gerektiğinin şuurundadır. Allah dünya hayatındaki bu sıkıntıların şiddetini belirli bir derecede tutarak, insanların Kendisi'nden korkup sakınmalarını ve bu olaylardan ibret alarak, davranışlarını düzeltmelerini istemektedir. Bir ayette Allah dünyevi azapların hikmetini şöyle bildirmektedir:
Andolsun, Biz onlara belki (inkarcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevi) azapdan önce, yakın (dünyevi) azaptan da tattıracağız. Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, yüz çevirenden daha zalim kimdir?...(Secde Suresi, 21-22)
Allah bu vesileyle insanlara ölümün yakınlığını, insanın her hareketinden sorumlu olduğunu, dolayısıyla emir ve yasaklarını uygulamaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Ancak inkarcılar, şiddetli kibirleri nedeniyle tüm hatırlatmaları bir eğlence konusu haline getirir ve inkarlarını daha da artırırlar. Nitekim kendilerine Allah'ın azabından korkmalarını, Allah'ın ayetlerine uymalarını hatırlatan elçilere "Eğer doğru söylüyorsanız, şu tehdit (ettiğiniz azap) ne zamanmış?" (Mülk Suresi, 25) şeklinde meydan okuyan cevaplar verirler. Ya da "Andolsun, bu tehdit, bize ve bizden önceki atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir." (Mü'minun Suresi, 83) gibi ifadeler kullanarak çirkin bir cesaret gösterirler. Oysa Allah Araf Suresi'nin 95. ayetinde bu çirkin davranışlarının karşılığında bu kişilerin "kendileri hiç şuurunda değilken, kıskıvrak yakalandıklarını" ve çok büyük bir azabı hak ettiklerini haber vermektedir. Al-i İmran Suresi'nde insanlar, o zorlu günde tüm insanların nasıl bir ruh halinde olacakları hakkında düşünmeye şöyle davet edilirler:
Her bir nefsin hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü (düşünün). Allah, sizi Kendisinden sakındırır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır.(Al-i İmran Suresi, 30)
Kainattaki her bir ayrıntı, doğadaki ve canlılardaki kusursuz sistemler son derece mükemmel bir düzene sahiptir. İçinde yaşadığımız evrenin en büyüğünden en küçüğüne kadar hangi parçasını incelersek inceleyelim, her birinin üstün bir Yaratılış’ın delillerini ortaya koyduğunu görürüz. Asla şaşmayan bir düzen içinde yörüngelerinde ilerleyen gök cisimlerinden canlılığın devamı için gerekli olan atmosferdeki gazların dengesine, insanın yaşamını devam ettirebilmesi için özel olarak tasarlanmış bedeninden, her biri ayrı bir uzmanlık gerektiren hücre, protein, DNA, atom gibi en küçük parçalara kadar genellemekle bitiremeyeceğimiz binlerce detay vardır. Tüm bunlar en mükemmel şekilde var edilmiştir ve kusursuz bir şekilde varlığını sürdürmeye devam etmektedir.
Ancak inkarcılar Allah'ın varlığına ve birliğine dair sayısız delili görmezden gelir, canlıların varlığını başıboş tesadüflerle açıklamaya çalışırlar. İnsanın vücudundaki kusursuz düzeni, doğadaki canlılardaki Yaratılış mucizelerini, kirazın, çileğin, portakalın tadını, gülün, menekşenin, hanımelinin kokusunu, kusursuz görünüşlerini, gökyüzündeki yıldızların, Ay'ın, Güneş'in benzersiz özelliklerini kör tesadüflere bağlar, Yaratılış gerçeğini reddetmek için her yönteme başvururlar. Bu kişilerin nihai iddiası, kainattaki her bir ayrıntının milyonlarca yıl süren başıboş bir tesadüf sürecinin sonucunda, şuursuz atomların biraraya gelmeleriyle meydana geldiğidir. Bu konuda karşımızdaki en net örnekler evrim teorisini körü körüne savunup, çevremizi saran milyonlarca Yaratılış delilini görmezden gelen evrimci bilim adamlarıdır.
Hücrenin varlığından dahi haberdar olmayan, 19. yüzyılda yaşamış Charles Darwin adında amatör bir biyolog tarafından ortaya atılan bu teori, günümüz bilimsel gelişmeleri karşısında çok büyük bir hezimete uğramıştır. Ancak bu teorinin en önemli özelliği dini inkar eden materyalist ideolojilere hayat bulabilecekleri sözde bilimsel bir zemin hazırlaması olmuştur. Bu nedenle de evrim teorisi -bilim karşısındaki büyük yenilgisine rağmen- materyalist bilim adamları tarafından ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Bu bilim adamları Yaratılış gerçeğini inkar etmek uğruna bilimin gerçeklerini görmezden gelmekte, delillere itibar etmemektedirler. Onları en çok rahatsız eden şey ise, Yaratılış gerçeğinin delilleriyle ortaya konması ve evrim teorisinin açmazlarının, eksiklerinin ve hatalarının bilimsel kaynakların ışığında gözler önüne serilmesidir. Evrimci bilim adamlarının evrim teorisine olan bağlılıkları artık bilimsel bir yaklaşımdan çıkmış, fikri bir saplantı, körü körüne bir bağlılık halini almıştır.
Kuran'da kendilerine Allah'ın varlığının delilleri getirildiği halde, atalarının dinine olan bağlılıkları nedeniyle inkarda direnen kavimler örnek olarak verilmektedir. Her türlü delile rağmen inanmamakta direnmeleri inkarcıların ortak bir karakteri ve özelliğidir. Allah Kuran'da inkarcıların bu yönlerini pek çok ayetle haber vermektedir:
Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık... (Yunus Suresi, 13)
Günümüzde Yaratılış’ı inkar edenler de yukarıdaki ayette haber verilen önceki nesiller gibi iman etmekte direnmektedirler. Bu kişiler apaçık bilimsel delillere rağmen, evrenin ve tüm canlıların tesadüfler sonucu meydana geldiğini, tesadüf eseri yaşadıkları bir dünyada hiç kimseye karşı bir sorumluluklarının olmayacağını iddia edebilmekte ve Kuran'dan yüz çevirmektedirler. İnançlı insanlar çevrelerindeki her Yaratılış delilini hayranlıkla ve dikkatle izlerken, Allah'ın yaratışındaki ihtişam karşısında her gün hayranlıkları kat kat artarken, diğerleri bu delilleri göremeyecek kadar körleşmişlerdir. Kuşkusuz bu, söz konusu insanların vicdanlarının körelmesinin ve Allah'ın hak kitabından uzaklaşmalarının bir sonucudur.
İnsanların gerçekleri görmezlikten gelmelerinin ardında yatan gizli neden ise, onların inkar etmeleri için çok ciddi bir çaba içinde olan şeytandır.
Kuran'da, "Kim Rahman'ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar" (Zuhruf Suresi, 36-37) ayetlerinde de bildirildiği gibi şeytan bu insanları doğru yoldan alıkoymaktadır. Allah'ın kusursuz yaratması her yeri kaplamışken, şeytan inkar edenleri gerçeklerden uzaklaştırmakta, dünyevi meşgalelerle oyalayarak onların bu delilleri görmezden gelmelerine neden olmaktadır.
Şeytanın oyununa kapılan bu insanlar, kendilerine hakkı söyleyen insanlara şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu durum onların iman edenlere karşı öfkelenmelerine, kin ve nefret duymalarına neden olmaktadır. İnkarcıların Allah'ın varlığına dair delillerin kendilerine gösterilmesinden ve anlatılmasından duydukları rahatsızlığı Allah bir ayette şöyle bildirmiştir:
... Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: "Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkar ettik..." (İbrahim Suresi, 9)
Bu konuyu önemli kılan asıl sebep, inkar edenlerin gerçekleri -Allah'ın varlığına dair delilleri ve Kuran'ın hak kitap olduğunu- kasıtlı olarak görmezden gelmeleridir. Bu kimseler bu gerçekleri bile bile inkar eder, düşünmek istemezler. Allah'ın "… Oysa onlardan bir bölümü Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı." (Bakara Suresi, 75) ayetinde bildirdiği gibi akıl erdirmekte, ama inkar etmektedirler. Çünkü Yaratılış gerçeğini fark etmek, Allah'ın eşsiz sanatını takdir edebilmek için uzun uzun düşünmeye, saatlerce araştırmaya ya da okumaya gerek yoktur. İnsan vicdanının sesini dinleyip, samimi bir kalple biraz dikkat sarf ettiği, birkaç saniye düşündüğü takdirde Yaratılış gerçeğini inkar edemeyecek duruma gelecektir. Yapması gereken tek şey vicdanının sesine kulak vermesi ve şeytanın yöntemlerine karşı dikkatli olmasıdır.
Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlerin, O'nun emir ve yasaklarına itaat etmeyenlerin ortak özelliklerinden biri de ''kibir ve kendi aklını beğenme''dir. Şeytan insanlara büyüklenme hissi vererek insanları Allah'a teslim olmaktan, Kuran ayetlerini dinlemekten alıkoyar.
Allah'ın "Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver." (Lokman Suresi, 7) ayetiyle bildirdiği gibi insanlar enaniyetleri nedeniyle ayetlerden yüz çevirir.
Şeytan insanlara şiddetli bir büyüklenme duygusu vererek, herşeyi en doğru ve eksiksiz şekilde kendisinin bildiğine inandırır. Bu nedenle de kişi çevresinden gelen hatırlatmalara, tavsiye ve eleştirilere açık olmaz, bunlara alayla ve kibirle karşılık verir. Hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi yol gösterici tanımadığı gibi, sadece kendi inancından vazgeçmemek uğruna yanlış olduğunu gördüğü şeylerden dahi vazgeçemez. Kendi fikrinin bazı eksiklikleri, hatalı yönleri olduğundan biraz olsun şüphe etse dahi doğruyu görebilecekken, hiçbir konuda ikna edilemeyen, inatçı, sabit fikirli ve kuralcı bir karaktere sahip olur.
Bu nedenle de kendine yapılan daveti samimiyetle değerlendirmez, yanlış anlar, iman edenlerin bu davetle kendine karşı bir üstünlük sağlamak peşinde olduğunu düşünürek kendini kandırır. İman edenlerin hiçbir karşılık beklemeden, sadece Allah'ın rızası için insanlara Kuran ahlakını anlattıklarına bir türlü inanmak istemez. İnkarcıların bu gerçeklerle hiçbir bağı olmayan bu kanaati, geçmiş kavimlerin önde gelenleri ile ilgili bir ayette şöyle haber verilmektedir:
Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz." (Müminun Suresi, 24)
Ancak unutulmamalıdır ki kibir ve büyüklenmenin kişiye verdiği kayıplar çok büyüktür. Boş bir gurur savaşı veren inkarcılar öncelikle doğruyu yanlıştan ayırt etme ve yapmakta oldukları yanlışlardan dönme, kendilerini ıslah etme gibi çok önemli bir fırsatı kaybetmiş olurlar. Kendilerinde bir hata olabileceğini asla kabul etmedikleri için, eksikliklerini giderme, kendilerini geliştirme imkanları da olmaz. Çünkü her türlü davete daha baştan kapıyı kapatmışlardır. Hatırlatılanların kendi yararlarına olup olmadığını değerlendirmeyi bile düşünmezler. Kendi fikirlerinin, düşüncelerinin ve inançlarının doğruluğundan o kadar emindirler ki, kendilerinden daha akıllı bir kişinin olabileceğine ihtimal dahi vermezler. Dolayısıyla kendi fikirleri, teşhisleri, yöntemleri üzerinde kimseyi, kısacası kendileri dışında hiçbir otoriteyi tanımazlar. Bu da onlar için hem dünyada hem ahirette çok büyük bir kayıp anlamına gelir. Büyüklük gururunun kişiyi Allah'a karşı isyana sürükleyebileceğini, Allah bir ayetinde şöyle haber verir:
Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır… (Bakara Suresi, 206)
Nitekim geçmişte Firavun da Hz. Musa (as)'ın peygamberlik makamını ve onun Allah'a boyun eğmesi yönündeki tekliflerini gururuna yedirememiş ve kendisinin böyle bir makama gerek güç gerekse maddi imkanlar bakımından daha çok layık olduğunu düşünmüştür. Boş bir büyüklenme içine girerek Allah'a başkaldırmış, kendisine anlatılanları dinlememiş, kibiri nedeniyle Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmiştir. Aynı şekilde kavmine de Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeleri yönünde baskı uygulamıştır. Taha Suresi'nde Firavun'un kavmine şu şekilde seslendiği bildirilir:
(Firavun) Dedi ki: "Ben size izin vermeden önce O'na inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız."(Taha Suresi, 71)
Kibir ve gururundan kaynaklanan zorbalığıyla ve zulümleriyle anılan Firavun da bu bakımdan şeytanın tam etkisi altına girmiş, onun emirlerini eksiksizce uygulamış bir kişiydi. Onun bu azgın karakterini Allah "ölçüyü taşıran bir mütekebbirdi" (Duhan Suresi, 31) ayetiyle haber vermiştir.
İnsana bu müstekbir ahlakı emreden şeytandır. Ancak şeytan insanların "büyüklenin!" şeklindeki emrine itaat etmelerini yeterli görmez. Onun isteği kendi yandaşlarının da onunla birlikte Allah'a karşı isyan içinde olmalarıdır. Bir ayette Allah şeytanın gerçek hedefini şöyle haber verir:
Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım."(Hicr Suresi, 39)
Nitekim şeytan, bu çirkin amacına ulaşabilmek için isyan etmeyi iman etmeyenlerin gözünde güzel göstermeye çalışır. Bu sebeple inkarcılar kendilerini Allah'ın emir ve yasaklarına uymaya çağıran müminlere karşı da son derece asi tavırlar sergiler ve bilgilerinin eksik olabileceğine ihtimal vermezler. Yapılan daveti dinlemez, Kuran ayetlerine kulak vermez, büyüklenerek sırt çevirirler. Kuran'da Allah Hz. Musa (as)'ın tebliğine Firavun'un azametle karşılık vermesinden şöyle bahsetmektedir:
(Musa) Ona büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, yalanladı ve isyan etti. Sonra (karşı yönde) çaba harcayıp sırtını döndü. Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi; dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim."(Naziat Suresi, 20-24)
Kısacası inkarcılar her yönden en üstün olanın kendileri olduğuna inanmak isterler. Firavun örneğinde de görüldüğü gibi kendilerinin aciz bir kul olduklarını kabul etmeyi gururlarına bir türlü yediremezler. Terk edemedikleri bu kibir duygusu da onları isyana sürükler. Hatta "Ayetlerimiz onlara, gözler önünde sergilenmiş olarak gelince... Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler..." (Neml Suresi, 13-14) ayetlerinde olduğu gibi Allah'ın varlığını delilleriyle görseler bile şeytanın kışkırtmalarıyla inkarlarında ısrar ederler. Şüphesiz dünyada Allah'a başkaldırarak şeytanın emirlerine uyanlar, bu tavırlarının karşılığı olarak ahirette zillete düşüp, hesap vereceklerdir:
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır; onda sonsuzca kalacaklardır. Öyleyse, Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir?...(Araf Suresi, 36-37)
Şeytan doğrunun ve iyinin duyulmasına asla taraftar değildir. Çünkü Kuran'ı duyan ve dinleyen bir kişi vicdanının sesine uyarak, iyilerin yanına geçebilir; hakkı uygulamaya, yaşamaya ve yaşatmaya başlayabilir. İşte bu yüzden şeytan öncelikle taraftarlarını Kuran'dan, dolayısıyla da Kuran'ı tebliğ eden Müslümanlardan uzak tutmaya çalışır. Allah insanları güzel ve doğru olanı yapmaya, Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak nimet içinde yaşam sürmeye davet ederken, insanların çoğu şeytanın emirlerine uyarak kendilerine anlatılanı duymamak için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Allah, "İnkar edenler dediler ki: 'Bu Kuran'ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz'." (Fussilet Suresi, 26) ayetiyle bu kimselerin nasıl bir yaklaşım içinde olduklarını bildirmiştir.
İnkar edenler Kuran'ı dinlememek için kendi düşük akıllarınca çeşitli demagoji yöntemlerine başvurur, yüksek sesle üstün gelmeye çaba harcar, konuyu değiştirmeye çalışır, saldırgan bir üslupla ayetlerin okunmasını engellemeye gayret ederler. Bu çirkin yöntemler işe yaramazsa, bu kez iman edenleri susturmak için şiddete, tehdite ve türlü baskı yöntemlerine başvurabilirler. Bunları yapmalarının nedeni ise duydukları gerçeklerden etkileneceklerinden, vicdanlarının harekete geçeceğinden ve bazı düşüncelerinin ne kadar hatalı olduğunu fark edeceklerinden korkmalarıdır. Bu yersiz korkularını onların yüz ifadelerinden, tavırlarından, Kuran ayetleri okunurken ve Yaratılış gerçeği anlatılırken bir anda paniğe kapılmalarından hemen anlamak mümkündür.
Kuran'da insanlara rahmet ve müjde olacak, onların dünya ve ahiret hayatlarında kurtuluşlarını sağlayacak her türlü bilgi sahip olmasına karşın, inkarcıların hakkı dinlemekten kaçacaklarını bildiren ayetlerden birkaçı şöyledir:
"Bilen bir kavim için, ayetleri (çeşitli biçimlerde, birer birer) 'fasıllar halinde açıklanmış' Arapça Kur'an (veya okunan) kitaptır; Bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak. Ama çoğu yüz çevirdiler. Artık onlar dinlemezler.(Fussilet Suresi, 3-4)
Onlara: "Önünüzde ve arkanızda olandan sakının, belki esirgenirsiniz" denildiğinde, (dinlemeyip inkara devam ederler). Onlara, Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyi görsün, mutlaka ondan yüz çevirirler.(Yasin Suresi, 45-46)
Kuran'da bu konuda Hz. Nuh (as)'ın kavmi örnek olarak verilmektedir. Kavimlerine Allah'ı tek İlah edinmelerini, güzel ahlakı yaşamalarını öğütleyen tüm peygamberler gibi Hz. Nuh (as) da kavminin direnişiyle karşılaşmıştır:
Dedi ki: "Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını artırmadı. Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler." (Nuh Suresi, 5-7)
Ayette de bildirildiği gibi Hz. Nuh (as) kavmini türlü şekillerde Allah'a iman etmeye davet etmiş, ancak kavmi onun anlattıklarını dinlememek için her yolu denemiştir. Ancak burada önemle vurgulanması gereken bir husus vardır. Elçilerin bu davetlerinden yüz çevirenler ve Allah'ın vahyini dinlememek için kulaklarını tıkayanlar, bunu ön yargıları ve şeytanın telkinleri nedeniyle yapmaktadırlar. Çünkü inkar edenler, daha tek bir kelime dahi dinlemeden, elçilere indirilen kutsal kitapları okumadan, anlatılanlara bir anda karşı çıkarlar. Allah Kehf Suresi'nin 101. ayetinde inkarcıların "Kuran'ı dinlemeye katlanamadıklarını" bildirir. Bu insanların büyük çoğunluğu, inançsızlıktan vazgeçmemeye şartlanmış oldukları için, "zaten dinlesem de vazgeçmeyeceğim" diye son derece akılsız bir mantık yürüterek daha en başından yüz çevirirler.
Oysa böyle bir durumda akılcı ve mantıklı olan, yapılan daveti dinlemek, anlatılanlar hakkında detaylı bilgi edinmek, Allah'ın hak kitabını dikkatlice okumak olmalıdır. Ancak inkar edenler şeytanın "dinlemeyin!" şeklindeki emrine uyar ve daha en başta yüz çevirirler. Çünkü şeytan çok iyi bilmektedir ki, eğer insanlar Kuran'ı samimi bir kalple dinlerlerse üzerlerindeki gaflet hali kalkacak ve açık bir şuurla Kuran'da bildirilen gerçeklerin farkına varacaklardır. İşte bu nedenle şeytan şiddetle insanların Kuran'ı dinlemesini engellemeye çalışmaktadır.
Onun bu tuzağına düşüp, Kuran'ı dinlememek için kulaklarını tıkayanlar bilmelidirler ki, hesap günü kitapları sol yanlarından verildiğinde çok büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. O gün şeytanın fırkasının tek istediği şey ise ölümün herşeyi kesip bitirmesi olacaktır:
Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti." (Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayın, hemen bağlayın. Sonra çılgın alevlerin içine atın. Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin. Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu. Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı. Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur. İrin ve kan karışımından başka bir yemek yoktur. Bunu da, hata edenlerden başkası yemez."(Hakka Suresi, 25-37)
Şeytanın insanların Kuran'da anlatılan gerçekleri dinlemelerine, okuyup öğrenmelerine kendince engel olabilmek amacıyla verdiği bir diğer emir ise ''yaklaşmayın, uzak durun'' şeklindedir. Bunun için kendisine tabi olanları, Kuran'ı okuyan, hatırlatan, yaşayan ve Kuran'a davet eden kimselerden uzak tutmaya çalışır. Onlarla birlikte olmanın kendi fırkası üzerinde çok olumsuz bir etkisi olacağına inanır. Çünkü iman edenler Allah'a olan güçlü teslimiyetleri nedeniyle her hareketleriyle, her tavırlarıyla ve her konuşmalarıyla insanlara Allah'ı hatırlatır, güzel ahlaklarıyla çevrelerinde olumlu bir etki yaratırlar. Müminlerle birlikte olan insanlar isteseler de istemeseler de bu olumlu halden etkilenirler ve İslam'a karşı kalpleri ısınır. Oysa bu, şeytanın en istemediği şeydir. Bu nedenle de inkar edenlere iman edenlerden uzak durmalarını, onlarla herhangi bir bağlantıya girmemelerini emreder. Hatta iman edenlere karşı ters, saldırgan, alaycı bir tavır sergilemelerini ister, çünkü böylece aralarında olumlu bir ilişkinin oluşma ihtimalini azaltmış olur.
Şeytanın bu batıl telkini nedeniyle inkar edenler Allah'a iman eden kişilerden uzak durmaya özen gösterirler. Bir kişinin iman ettiğini, Allah için yaşadığını bilmeleri inkarcıların bu kişiden uzaklaşmaları ya da ona karşı kin duymaları için yeterli olur. Çünkü müminler, hatırlattıkları gerçekler nedeniyle inkarcıların din ahlakından uzak yaşamları için adeta bir tehlike konumundadırlar. Kuran'da inkarcıların, Allah'ın ayetlerini zikreden ya da hatırlatan müminlere karşı tavırları şu şekilde bildirilir:
O inkar edenler, zikri (Kuran'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. "O, gerçekten bir delidir" diyorlar. Oysa o (Kur'an), alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir.(Kalem Suresi, 51-52)
Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkar edenlerin yüzlerindeki 'ret ve inkarı' tanıyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşı ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanıverecekler…(Hac Suresi, 72)
Ayetlerde inkar edenlerin iman edenlere karşı kinleri, şiddetli düşmanlıkları belirtilmekte ve bunun tek nedeninin de Allah'ın ayetlerinin okunması ve hatırlatılması olduğu bildirilmektedir.
İnkarcıların amaçlarından biri de kendileri gibi diğer insanları da din ahlakından uzak tutmak, doğru yoldan saptırmaktır. Bu nedenle de iman edenlere karşı bir sempati besleyen, onlarla görüşmek ve fikirlerini dinlemek isteyen kişileri engellemek için ellerinden geleni yapar, uzak tutmak için gayret gösterirler. Böylelikle Allah'ı ve O'nun ayetlerini hatırlatacak, ölümün yakınlığı üzerinde düşünmelerini söyleyecek, hesap günü ile uyarıp korkutacak ve vicdanlarını harekete geçirecek birilerinin çevrelerinde bulunmasını engellemiş olurlar. Herkes kendileri gibi olduğunda ise Kuran ayetlerinden kaçarak, yaratılış amaçlarını düşünmeden çirkin ahlaklarını ve yaşamlarını devam ettirmeleri daha kolay olacaktır.
İnkarcıların nihai hedefleri iftiralarla, baskılarla iman edenleri toplumdan uzak tutmak, tüm ilişkilerini kesmektir. Çünkü bu, onların insanları hakka davet etmelerini engellemenin, kendi akıllarınca, en kesin çözümüdür. Ancak şunu da muhakkak belirtmek gerekir ki, inkar edenlerin tüm bu plan ve tuzakları etkisiz olmaya mahkumdur. Çünkü Allah, inkar edenler ve müşrikler istemese de din ahlakını mutlaka hakim kılacağını vaad etmiştir. Ve Allah vaadinden asla dönmeyendir.
İnkarcıların bu yöndeki çirkin eylemlerine Kuran'da verilen örneklerden biri, Kehf Ehli'nin yaşadıklarıdır.
“İman sahibi bir grup genç” olarak tarif edilen bu mübarek insanlar, inkarcı kavimlerinin şiddetli baskıları nedeniyle bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlardır. Kehf Suresi'nde bu kişilerle ilgili olarak şu şekilde bildirilir:
Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; ilah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız." "Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?" (İçlerinden biri demişti ki:) "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın." (Kehf Suresi, 14-16)
Bunun yanı sıra inkar edenler tarih boyunca peygamberlerin de toplum tarafından destek görmelerini engellemek için türlü iftira ve baskılara yeltenmişlerdir. Bu iftiraların tek nedeni insanların onlardan kaçmalarını, uzaklaşmalarını sağlamaktır. Ancak inkarcılar -aynı Hz. Nuh (as)'ın kavmine olduğu gibi- bu yaptıklarından ötürü sadece kendilerini hüsrana uğratmaktadırlar:
Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar. Onlar, yalnızca kendi nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda değildirler.(En'am Suresi, 26)
Tarih boyunca inkarcılar, insanların iman etmelerine engel olmak, iman edenleri ise kendilerince inançlarından koparmak amacıyla çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Bu yöntemlerin başlıcalarından biri ise, insanları, din ahlakı konusunda bilgilendirecek, güzel ahlakı öğretecek kitaplardan uzak tutmaya çalışmaktır. Nitekim bu amaçla sayısız kitap yakılmış, tahrip edilmiş ya da kitapların basımı ve yayılması engellenmiştir. Özellikle de günümüzde faşist, komünist ve materyalist yönetimler insanlara Allah'ın varlığının delillerini göstermeyi hedefleyen ve Kuran ahlakını anlatan kitapların okunmasını, okutulmasını baskılarla, komplolarla, iftiralarla engellemeye çalışmışlardır.
Yaratılış gerçeğini ve Kuran hakikatlerini anlatan kitapları bilinçli olarak sözde zararlı ve kendilerince bilim dışı olarak lanse edip, insanları Allah'a iman etmeye davet eden kişilerin toplum içindeki saygınlıklarını zedelemeye çalışmışlardır. Ancak bu çirkin girişimlerinde hiçbir zaman başarılı olamamışlardır.
Aslında tüm bunlar, şeytanın, insanların Allah'ı inkar etmeleri için uygun bir zemin hazırlama amacıyla yaptırdığı çalışmalardır. Bir kısım din ahlakından uzak çevreler de şeytanın insanların okuyup öğrenmelerine, muhakeme edip gerçekleri bilmelerine engel olma yönündeki bu hedefine aracı olurlar. Bu uygulamalar Rusya, Çin gibi komünist ülkelerde açıkça yapılırken, materyalist bir hayat anlayışına sahip yönetimlerce de teşvik edilmiş, yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Komünist Rusya'nın Müslüman Türki Cumhuriyetlerde alfabeyi değiştirmesi, daha sonra tüm kitap basımlarını kontrol altına almasının ardında yatan nedenlerden biri de insanların dinlerini öğrenmelerini engellemek, dolayısıyla da kimliklerini kaybetmelerini sağlamaktır. Aynı şekilde Çin yönetiminin Doğu Türkistan halkının Müslüman kimliklerini kaybetmeleri için, Kuran ve Kuran'ı anlatan kitaplar okunmasını yasaklaması buna önemli bir örnektir.
Sonuç olarak inkarcılar Yaratılış’a dair kitapları başkalarına okutmadıkları gibi kendileri de bu kitaplardan uzak dururlar. Çünkü Allah'ı ve din ahlakını anlatan eserleri okuduklarında kendi batıl felsefelerinden şüpheye düşmekten, savundukları fikirlere olan inançlarını yitirmekten korkarlar. Bu sebeple komünist lider Lenin'in seneler evvel "insanın kendini dine kaptırmaması için dinden uzak durması gerektiği" yönünde verdiği çirkin öğütleri, kendisinden sonra gelen inkarcılar da birbirlerine vasiyet ederek titizlikle uygulamaktadırlar.
Üzerine hayatlarını kurdukları dinsiz felsefelerini yitirmek, Allah'ın varlığını ve herşeyi O'nun yarattığı gerçeğini kabul etmek durumunda kalmak bu insanlar için adeta bir kabus haline gelmiştir. Bu nedenle kendilerinden önceki kavimler gibi, Allah'a teslim olmaktan şiddetle kaçmakta, Allah'ın bir lütuf olarak kendilerine gönderdiği hak kitaptan faydalanamamaktadırlar. Ancak bu kaçış, onlara hem dünyada hem de ahirette kayıptan başka bir şey artırmayacaktır.
İnkarcıların Kuran'ı dinlememek için en sık başvurdukları yöntemler arasında, Allah'ın ayetleriyle ve müminlerle kendi düşük akıllarınca alay etmeleri yer alır. Allah, inkarcıların birbirlerine adeta vasiyet ettikleri bu ahlak bozukluğunu bir ayetinde şöyle bildirir:
Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyiversin, mutlaka ondan yüz çevirirler. Kendilerine hak gelince, onu yalanladılar; fakat alaya aldıklarının haberleri onlara gelecektir.(Enam Suresi, 4-5)
Bir başka ayette ise şu şekilde belirtilmektedir:
Fakat onlara ayetlerimizle geldiği zaman, bir de ne görsün, onlar bunlara (alay edip) gülüyorlar.(Zuhruf Suresi, 47)
Alay etmelerinin altında yatan en önemli neden ise anlatılanları dinlemek istememeleridir. Çünkü bu gerçeklere kulak verdiklerinde vicdanlarının harekete geçeceğinden, ahiretin varlığının, ölümün ve dünya hayatındaki sorumluluklarının akıllarına geleceğinden korkarlar. Bu nedenle de Allah'ın elçileri vasıtasıyla indirdiği dinlerle kendi düşük akıllarınca alay etmek kastıyla bu konularda kendilerince karikatürler çizer, mizahi yazılar yazar, bu yolla ve Kuran'da bildirilen gerçekleri unutmaya çalışırlar.
İnkar edenlerin bu akılsız ve alaycı üslubu, şeytanın fırkasında birbirlerine karşı batıl bir saygı ve hayranlık meydana getirir. Alaycılığı bir meziyet olarak gördüklerinden, bunu yapan kişiye saygı duyar, özenirler. Bu yaptıkları ahlaksızlıktan dolayı iman edenlerin zarar göreceklerini ve moral çöküntüsüne gireceklerini düşünmeleri ise en büyük yanılgılarıdır. İnananların bu duruma olan bakış açısını kesinlikle kavrayamazlar. Çünkü onlar, alayı kendi düşük akıllarınca bir güç gösterisi ve üstünlük olarak algılarlar. Halbuki alay çaresizliğin ve güçsüzlüğün alametidir. Alay, fikri bir açıklaması, karşısındaki fikre karşı getirebilecek bir delili olmayan kişilerin bu zayıflıklarını ve komplekslerini gizlemek için kullandıkları cahilce bir yöntemdir. Kuran'da bu konu özellikle bildirildiği için alayın dine inanmayanların, inananlara karşı çirkin bir yöntemi olduğunu bilen Müslümanlar, bu tavrı ibadet hazzı ile karşılarlar. Fakat alay eden bir kimse bunu bilmediği için, yaptığının çok etkili olduğunu düşünür. Aynı şey kendisine yapıldığında kendinde oluşturacağı etkiyi düşünüp, karşı tarafın da olumsuz bir şekilde etkilendiğinden emin olur. Oysa çok büyük bir yanılgıdadır.
İnkarcılar günümüzde de Kuran ayetleri ve iman edenler hakkında alaylı tartışmalara dalarak, dini, esprilerine ve fıkralarına konu edinerek inkarlarının kendi düşük akıllarınca bir üstünlük olduğu havasını vermeye çalışırlar. Alayla kendi inkarlarını haklı göstermeye çalışan bu aklı zayıf kişiler, Allah'ın "(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır" (Bakara Suresi, 15) ayetiyle de belirttiği gibi, ancak kısa bir süre bu alaylarını devam ettirebileceklerdir. Ancak ölüm gelip çattığı zaman "… alay konusu edindikleri şey de kendilerini çepeçevre kuşatmıştır." (Zümer Suresi, 48) ayetine uygun bir ortamla karşılaşacaklardır.
Allah Kuran ayetleriyle alay edenlerin cehennem azabı karşısındaki durumlarını Kuran'da şu şekilde tarif etmektedir:
Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar. Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar. Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar. "Bu, açıkça bir büyüden başkası değildir" dediler. "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?" "Veya önceki atalarımız da mı? "De ki: "Evet, üstelik boyun bükmüş kimseler olarak (diriltileceksiniz). "İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: "Eyvahlar bize; bu, din günüdür." "Bu, sizin yalanladığınız (mü'mini kafirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür." (Saffat Suresi, 12-21)
İnsanların Kuran'da bildirilen gerçeklerden gaflet içinde olmalarının ve Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinin en önemli nedenlerinden biri de şeytanın onları "inkar eden insanların çokluğuyla" kandırmasıdır. İnsanların büyük bir bölümünün Allah'ı inkar etmesi, Yaratılış gerçeğinden kaçması ve Kuran ahlakına uygun olmayan bir hayat yaşaması, kendi hayatını toplumdaki genel kabullere göre ayarlayan bir insanın çarpık mantığı için önemli bir kaçış noktasıdır. Bu nedenle de kendisine sorulan her soruya "herkes o şekilde yapıyor, onlar da inkar ediyor, onlardan bu şekilde gördüm!" şeklindeki kalıplaşmış, ama hiçbir akılcı ve mantıklı izahı olmayan cevaplar verir. İçinde bulunduğu durum nedeniyle de bağımsız ve hür düşünmesi neredeyse imkansız hale gelir.
Bu insanlar, düşünmeden, hayatın akışına kapılarak, ezbere yaşadıklarından "ben neden bunları yapıyorum, neden bu insanlarla beraberim, neden bu kişiyi izliyorum, neden düşünmeden hareket ediyorum?" gibi soruları kendilerine sormazlar. Akıl ve vicdanlarını kullanma ihtiyacı duymadan, içinde bulundukları topluluğun doğru ve yanlışlarını olduğu gibi benimser, onların yaşam biçimleri içinde sürüklenirler. Bu batıl inançlarına gösterebilecekleri tek mazeret ise içinde yaşadıkları toplumun genel kabulleridir. Allah'ın ayetlerinden yüz çevirerek, kendi bozuk mantık ve düşünce yapılarını yol gösterici edinmeleri, onların "kalabalığın gücü olduğu" gibi batıl bir inanca kapılmalarına sebep olur. Bu yanılgılarının doğal bir sonucu olarak, içinde yaşadıkları ya da bağlı oldukları topluluk ne kadar fazla sayıda ise üzerlerindeki yaptırım gücü de o derece kuvvetli olur. Kalabalık bir toplulukla birlikte hareket eden kişilerin de doğal olarak müstakil düşünüp, karar vermeleri o derece güçleşir. Birbirlerinin izni, onayı olmaksızın hareket etmekten çekinirler. "Çoğunluğa uyma" psikolojileri yüzünden, hakkı, doğruyu bilseler bile, bunu açıklamaktan çekinerek samimi kanaatlerini gizlerler.
Bu konuda en sık rastladığımız örneklerden biri dünya çapında evrim teorisini savunan materyalist bilim adamlarıdır. Evrime inananlar "yıllardan beri savunulduğuna göre bu doğrudur" diye düşünür, "bu kadar insan evrime inanıyorsa, benim de inanmam gerekir" yanılgısından yola çıkar ve "herkes bilimsel gerçekleri görmezden geliyorsa, herhalde benim de öyle yapmam gerekir" gibi son derece yanlış bir sonuca varırlar. Böylece toplu halde evrim teorisini -bilimsel olarak hiçbir dayanağı olmamasına rağmen ve körü körüne- savunmayı kendilerine bir görev edinirler. Bu çevrelerin Allah'ın varlığını inkar edebilmek için öne sürdükleri senaryoların dayanak noktası "herkes inanıyorsa doğrudur" şeklindedir. Öyle ki, dünya çapındaki bu organize yalana karşı ilmi bir mücadele yürütebilmek cesaret isteyen, insanın karşısına milyonlarca kişiyi almasını gerektiren bir duruma dönüşmüştür.
Nitekim insanların büyük bir bölümü gerektiği zaman "Onlar dini inkar ediyordu, herkesin birden yanılması zor diye düşündüm" şeklinde bir mazerete sığınabileceklerini planlıyor olabilirler. Ancak Allah Enam Suresi'nin 116. ayetinde "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler" diye bildirerek çoğunluğa uymanın insanı yanılgıya düşürebileceğini haber vermiştir. Dolayısıyla bir fikri çok fazla kişinin savunuyor olması, o fikrin mutlak bir doğru olduğu anlamına gelmemektedir.
Bu sebeple insan her zaman için vicdanının sesini dinlemeli, çoğunluğun önkabullerine göre hareket etmekten vazgeçmelidir. Aksi durumda yanına çok sayıda insan toplayan her kişinin doğru yolda olduğu gibi çarpık bir mantık çıkacaktır ki bu, gerçekçi delillerin yerini haksız çoğunluğun alması anlamına gelir.
Kalabalığın etkisini bir güç olarak düşünen Firavun da Hz. Musa (as) ile karşılaştığında aynı yöntemi bir baskı unsuru olarak kullanmak istemiştir. Hz. Musa (as) Allah'ın varlığına dair apaçık delilleri göstermek üzere geldiğinde, Firavun tüm halkını toplayarak bir kalabalık oluşturmuştur. Bunu yaparken ilk amacı kalabalık bir topluluk önünde galibiyet kazanmanın gururunu okşayacağını ve halk üzerinde olumlu bir etki yapacağını düşünmesidir. İkincisi ise kalabalığın gücünün, iman edenler üzerinde olumsuz bir etkisi olacağı gibi yanlış bir inanca kapılmasıdır. Ancak planladığının tam tersi gerçekleşmiş, Allah Firavun’un tuzağını temelden bozmuş, Hz. Musa (as) tam anlamıyla üstün gelmiştir. Aynı şey Hz. İbrahim (as)'ın putperest kavmi için de geçerlidir. Onun kavminin önde gelenleri de Hz. İbrahim (as)'la konuşacakları zaman tüm insanları toplamışlardır. Ayetlerde şu şekilde buyrulmaktadır:
"Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir" dediler. "Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik" dediler. Dediler ki: "Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahit olsunlar."(Enbiya Suresi, 59-61)
Aslında bu, inkar edenlerde genelde mevcut olan sapkın bir düşünce tarzıdır. İnkarcılar iman edenlerle karşılaştıklarında yalnız olmaktan, çevrelerinde kendi inkarlarına destek veren kişilerin bulunmamasından çok rahatsız olurlar. Her zaman kalabalık bir grupla beraber olmayı tercih ederler. Ancak iman edenlerin tavrı Allah'ı dost ve vekil edinmelerinden ötürü hiçbir zaman, hiçbir koşulda sarsılmaya uğramadan mütevekkil olur. Allah inananların, sayıca kendilerinden çok daha fazla karşıtları olduğu zaman nasıl bir imani güç ile hareket ettiklerini şöyle haber vermiştir:
Onlar kendilerine insanlar "size karşı insanlar toplandılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir.(Al-i İmran Suresi, 173)
Kuşkusuz müminler, Allah'a olan bu teslimiyetleri ile kurtuluş bulacak olanlardır. Şeytanı ve inkarda önde gidenleri kendilerine dost edinenlerin cehennemdeki yakarışları ise, dünya hayatındaki haksız kalabalığın ne kadar yanlış bir yolda olduğunu insanlara açıkça gösterecektir. Çünkü o gün inkar edenler pişmanlık içinde yapayalnız bırakıldıklarını söyleyeceklerdir. O gün güvendikleri kalabalık onlardan uzaklaşacaktır:
İşte o gün, gerçek mülk, Rahman (olan Allah)ındır. İnkar edenler için oldukça zorlu bir gündür. O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: "Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım," "Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim." "Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur'an'dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı 'yapayalnız ve yardımsız" bırakandır." Ve elçi dedi ki: "Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar."(Furkan Suresi, 26-30)