İnsan doğduğu andan itibaren öğrenme isteği içinde çevresini araştırır durur. Çocukluk döneminde gördüğü, duyduğu ve okuduğu herşey onun için yepyeni ve heyecan vericiyken, zaman içerisinde bu araştırma ve yeni şeyler öğrenme isteği yerini alışkanlıklara, büyüklerinden kalma hazır bilgilere, hatta çoğu zaman bazı hurafevari inanışlara bırakır. Kayıtsız şartsız kabul edilen bu kalıplaşmış bilgilerin sonucunda ise genelde tek tip, araştırma ve düşünme yeteneğini kaybetmiş, gördüğü-duyduğu şeyleri sorgusuz sualsiz uygulayan bir insan modeli ortaya çıkar. Bu kişi için artık içinde yaşadığı toplumun "kötü" dedikleri "kötü", "iyi" dedikleri de "iyi"dir. Kötünün neden kötü, iyinin de neden iyi olduğu araştırılmaz.
Bu konuda en dikkat çekici olan ise, eskilerden kalan bilgilere en derin bağlılığın din konusunda yaşanmasıdır. İnsanların büyük bir bölümü, hatalı bilgilerle ve geçmiştekilerden kalma yalan yanlış uygulamalarla birleştirdikleri kendi dinlerini uygularlar.
Bu dinin kuralları farklı, yasakları farklı, ahlak anlayışı farklıdır. Bu batıl din, Allah'ın vahyinde ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetinde olmayan pek çok kuralı da beraberinde getirmiştir. Bu batıl din anlayışının en tehlikeli sonucu ise insanlar arasında hak ve gerçek dine karşı bir ön yargı oluşturmasıdır.
İnsanların büyük bir bölümü edindikleri ön yargılar, yanlış bilgilendirmeler ve taraflı değerlendirmelerin bir sonucu olarak gerçek dinden uzaklaşırlar. Hatta çoğu zaman bu kişiler, Allah'ın adının anılmasına, ayetlerinin okunmasına dahi tahammül edemeyecek bir hal alırlar. Günlük hayatlarında olaylara tarafsız yaklaşan, ön yargılı tutumları eleştiren, araştırma yapmaktan, okuyup öğrenmeden yana olan ve açık görüşlü kimlikleriyle tanınan bazı kişiler bile, "din" söz konusu olduğunda bir anda son derece sabit fikirli, tutucu ve ön yargılı bir tavır sergilerler. Üstelik bu yaptıkları karşısında öne sürebildikleri bir mazeretleri de yoktur.
Demagojilerle, bozuk mantıklarla bu düşüncelerini savunmaya çalışırlar, ancak bu kişilerin herhangi bir sebebe dayanmadan Allah'ın ayetlerinden, Kuran ahlakından kaçmalarının altında gerçekte birçok neden yatmaktadır.
Allah'ın ayetlerde bize bildirdiği üzere, söz konusu insanlar Kuran'da anlatılan gerçeklerden şu nedenlerden dolayı kaçarlar:
Tarih boyunca büyük küçük tüm değişimlerin, atılımların ve yeni fikirlerin karşısında bazı insanların tutucu tavırları yer almıştır. Bilimden eğitime, ekonomik düzenden adalet sistemine kadar birçok konuda, bir zamanlar onay görmüş olan kurallardan yana olan kişiler, değişime karşı çıkmışlardır. Ancak karşı çıkarken savundukları doğrular olmamıştır, çoğu zaman alışkanlıklar, gelenekler ve görenekler ölçü olarak alınmıştır. Bu yanlış zihniyetle, Allah'ın vahyini insanlara bildirmekle görevlendirilen elçilerle de karşılaşmışlardır. Tarih boyunca her elçiye, Hz. Muhammed (sav)'e, Hz. İsa (as)'a, Hz. Şuayb (as)'a, Hz. Musa (as)'a, Hz. Nuh (as)'a, Hz. Hud (as)'a ve diğerlerine kendi batıl dinlerini savunan kişiler karşı çıkmış, kendilerine sunulan her ne olursa olsun bu batıl inançlardan hiçbir şekilde dönmeyeceklerini söylemişlerdir.
Allah'ın bizlere "ataların dinine bağlılık" olarak bildirdiği bu sapkın zihniyetin sonucu, insanların geçmişteki atalarından kalan yaşam ve ahlak biçimini örnek almaları, bunu devam ettirmeleridir. Bu kişilerin en büyük yanılgıları ise atalarından kalan bu mirasa sıkı sıkıya bağlı kalmanın büyük bir erdem olduğunu sanmalarıdır.
Allah'ın bizlere "ataların dinine bağlılık" olarak bildirdiği bu zihniyetin sonucu , insanların geçmişteki atalarından kalan yaşam ve ahlak biçimini örnek almaları, bunu devam ettirmeleridir. Bu kişilerin en büyük yanılgıları ise atalarından kalan bu mirasa sıkı sıkıya bağlı kalmanın büyük bir erdem olduğunu sanmalarıdır.
Kuran'da elçilerin tebliğleri ve kavimlerinin onlara verdikleri cevaplarla ilgili çok detaylı bilgiler verilmektedir. Elçilerin Allah'a iman etmek için yaptıkları davete bu kişiler, "... Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuş kimseleriz." (Zuhruf Suresi, 23) şeklinde karşılık vermişlerdir.
Gerçekten de inkarcıların takip ettikleri yol atalarının yolu, okudukları ise atalarının eserleridir. O yolun dışında bir yol izlemez, o kitapların dışında başka bir kitap okumazlar. Atalarının en doğru yolda olduklarına inanır, onların hayat şekillerini kendilerine örnek alır, söyledikleri her sözün kendilerine hayat verdiğini düşünürler. Bu bağlılık o kadar güçlüdür ki, bu yolun yanlış bir yol olduğunu ve geçmişteki atalarının pek çok hataları ve eksiklikleri olduğunu onlara göstermeye çalışan kişileri kendilerine en büyük düşman bilirler. En büyük korkuları da atalarından vasiyet aldıkları bu batıl dinlerinden geri döndürülmektir.
Geçmişteki kavimlerin elçileri Kuran'da haber verilen, "Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" (Yunus Suresi, 78) ayetiyle bildirildiği şekilde suçlamalarının altında yatan çarpık mantık da işte budur.
Ayetlerde de bildirildiği gibi insanların bir kısmı, doğruluğunu araştırmadan, vicdanlarıyla değerlendirmeden, sadece yıllardan beri o şekilde gördükleri için atalarının batıl dinini izlemekte, gerçeklere karşı tüm güçleriyle direnmektedirler.
Allah inkar edenlerin bu tavrını "... (Peki) Ya atalarınız aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?" (Bakara Suresi, 170) ayetiyle bizlere bildirmektedir. Ancak onlar batıl dinlerine olan bağlılıkları nedeniyle, büyük bir akılsızlık göstererek, hiç kimsenin atalarından daha akıllı olabileceğine ihtimal vermez, hiçbir doğruyu işitmek istemez, elçinin çağrılarına kulak tıkar, yüz çevirirler. Ancak bu çirkin tavırlarına karşılık öne sürebilecekleri geçerli hiçbir açıklamaları yoktur. Çünkü elçinin onları davet ettiği şey Allah'ın sözü olan Kuran'dır. Ayette şu şekilde bildirilir:
(O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: "Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?" Onlar da demişlerdi ki: "Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye kafir olanlarız." (Zuhruf Suresi, 24)
İşte insanların bir kısmı atalarının batıl dinine olan bu körü körüne bağlılıkları nedeniyle Kuran'ın gerçeklerinden kaçar, ayetlerdeki hükümleri görmezden gelir ve Allah'ın vahyini göz ardı ederler. Dünya hayatının ne kadar kısa olduğunu, birkaç on yıl sonra ölüp bir beze sarılarak toprağın altına atılacaklarını ve Allah Katında tüm yapıp ettikleriyle hesaba çekileceklerini akıllarına dahi getirmezler.
Allah Kuran'da, "Evet, Biz onları ve atalarını yararlandırdık; öyle ki, ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi..." (Enbiya Suresi, 44) ayetiyle inkarcıların bu büyük yanılgılarını haber vermektedir. Ölüm gerçeğinden kaçan bu insanlar, Allah'ın ayetlerinden yüz çevirdikleri için çok büyük bir yıkıma uğrayacaklardır. Ama bundan yana da büyük bir gaflet içindedirler.
Kuran'da bu konuda verilen örneklerden biri Hz. İbrahim (as)'ın kavmidir. Bu inkarcı topluluk, atalarının yolunu izleyip putlara tapmaktadır. Bu batıl dine olan bağlılıkları nedeniyle de Hz. İbrahim (as)'ın hak dine davetini reddetmektedirler. Ayetlerde inkar edenlerle birlik olan babasına ve kavmine Hz. İbrahim (as)'ın, "... Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?" (Enbiya Suresi, 52) şeklinde seslendiği bildirilir. Bundan sonra aralarında geçen konuşmalar Kuran'da şöyle haber verilir:
"Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk" dediler.
Dedi ki: "Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz." "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bizimle) oyun oynayanlardan mısın?" "Hayır" dedi. "Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları Kendisi yaratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim."(Enbiya Suresi, 53-56)
Ayetlerin devamında söz konusu kavmin, Hz. İbrahim (as)'ın Allah'a iman etmeleri için yaptığı her davete inkar ile karşılık verdiklerinden bahsedilir. Aralarında geçen bu konuşmadan sonra Hz. İbrahim (as) putlarına bir tuzak kuracağını söyler. Onlar gittikten sonra önünde eğildikleri tüm putlarını, "büyük olan hariç" kırar. Daha sonra inkar eden kavmi ile İbrahim Peygamber (as) arasında geçen konuşmalar ayetlerde şöyle haber verilir:
"Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir" dediler. "Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik" dediler. Dediler ki: "Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki, ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahit olsunlar. "Dediler ki: "Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?" "Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin."(Enbiya Suresi, 59-63)
Hz. İbrahim (as)'ın bu daveti ve Allah'ın ilham ettiği akılcı yöntemi karşısında kavmi ilk önce tereddüt eder ve "vicdanlarına başvurup" zalimlik yaptıklarını bir an için kabul ederler. Ancak daha sonra hemen gerisin geri dönüp, yeniden yüz çevirirler. Onların bu çirkin ahlakı ayetlerde şöyle haber verilir:
"… Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin." Dedi ki: "O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?"(Enbiya Suresi, 65-67)
Bu konuşmalarının ardından Hz. İbrahim (as)'ı şehit etmeye, ateşe atmaya çalışmışlar, ancak Allah onların bu tuzaklarını geçersiz kılmıştır. Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi inkar eden bir topluluk için atalarının yanlış yolda olması, yaptıkları şeyin akılsızca ve mantık dışı olması önemli değildir. Zaten onlar doğrunun peşinde de değildirler. Onların tek yaptıkları, doğru veya yanlış da olsa atalarının yolunu izlemektir. Bunun dışında hiçbir şeyi dinlememektedirler. Çünkü bu insanlar akıllarını ve vicdanlarını devre dışı bırakmışlardır. Vicdanlarına başvurup doğru olanı görebilecekleri ve irade göstererek doğruları uygulayabilecekleri halde, kendilerine öğretilen batıl düşüncelerle yetinirler. Çoğunluğun yolunu izlemek, kendilerine öğretilenleri doğru mu yanlış mı araştırmadan körü körüne uygulamak, kendi ifadeleriyle bir anlamda "hazıra konmak" demektir. Bu çarpık zihniyet ise, vicdanın körelmesi ve iradesizliğin bir sonucudur.
Ancak bu kadar değer verip, herşeyin üzerinde tuttukları atalarını kıyamet gününde yanlarında göremeyeceklerdir. Dünyada kendilerini Allah'ın yolundan uzaklaştıran, şeytanın yoluna çağıran insanlar hesap günü onları yapayalnız bırakacaktır. Ayetlerde bu insanların o gün duyacakları pişmanlık şu şekilde tarif edilir:
Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resûl'e itaat etseydik." Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et."(Ahzab Suresi, 66-68)
İnsanların Kuran'da anlatılan gerçeklerden kaçmalarının en önemli nedenlerinden biri de dünya hayatına olan şiddetli bağlılıkları ve bu hayatlarının hiç bitmeyeceği yönündeki büyük yanılgılarıdır. Bu nedenle de dünya hayatının ne kadar kısa olduğunu düşünmezler. Her insanın hiç beklemediği bir anda ölüm melekleriyle karşılaşacağını, sonra yerin altına konularak üzerine küreklerle toprak atılacağını, o an yanına dünya hayatına dair hiçbir şey alamayacağını da akıllarına getirmezler.
O gün hiçbir insana ne tüm hayatı boyunca sahip olmak için çabaladığı mal ve mülk, ne de değer verdiği yakınları, dostları eşlik etmeyecektir. O gün insan, yapayalnız bir şekilde Allah'ın karşısına çıktığında, tüm yapıp ettikleri önüne getirilecektir. İşte o an dünya hayatının geçici bir deneme yeri olduğunu istisnasız tüm insanlar idrak edeceklerdir. Ama o gün pişman olmak için artık çok geçtir.
Bu gerçekleri akıllarına getirmeyen insanların dine ve dünya hayatına yönelik çok farklı bir bakış açıları vardır. Hayatın eğitim-evlilik-iş üçgeni içinde bir koşuşturmadan ibaret olduğunu, bunların dışında bir hayatın mümkün olmadığını düşünürler. Bu nedenle de zihinlerini genellikle sadece bu üç konu meşgul eder. Olayları bu bakış açısına göre değerlendirir, kararlarını buna göre alır, buna göre uygularlar. Üzerinde derin derin düşünülmesi gereken konuları da bu bakış açılarına göre sıralarlar: Nasıl para kazanacakları, geleceklerinin nasıl olacağı, iş hayatında nasıl başarılı olacakları, evlilik hayatları, eğitimleri, kariyerleri… Elbette ki bunların tümü önemli konulardır ve üzerinde düşünülmesi gerekir. Ancak bu kişilerin içine düştükleri çok önemli bir yanılgı vardır. Bu kişiler sadece dünya hayatı ile ilgili konuları düşünürler ve hayatın en büyük gerçeği olan ölümü düşünmekten kaçarlar, çünkü bu kişileri ayette haber verildiği üzere "… şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır." (Muhammed Suresi, 25) Dünya hayatının hiç bitmemesini istemelerinin altında yatan neden de işte dünya hayatına yönelik uzun emelleri, gelecekten beklentileri ve yıllara yaydıkları hedefleridir. Bu hedeflerin ötesini, yani ahiret için de hazırlık yapmaları gerektiğini göz ardı ederler.
Kuran okumaktan ve Kuran'da bildirilen gerçekleri düşünmekten kaçtıkları için, başka insanların kendilerine bu apaçık gerçeği anlatmasına da fırsat vermezler. Oysa Kuran'ı okusalar ya da kendilerine yapılan davetlere kulak verseler, Allah'ın ayetlerde bildirdiği gerçeklerden haberdar olacak, Allah'ın hoşnut olacağı şekilde bir hayat sürdürmenin önemini ve aciliyetini kavrayacaklardır. Böylece kendileri ve yakınları için yarar sağlayacak, sonsuz cehennem azabından kurtulmayı umabileceklerdir. Bu kavrayış ve umut her insan için çok önemlidir, çünkü asıl varılacak yurt, sonsuz ahiret hayatıdır.
Allah Al-i İmran Suresi'nde şu şekilde bildirir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. De ki: "Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin Katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran Suresi, 14-15)
Yukarıda da hatırlattığımız gibi genellikle insanların, yaşamları boyunca kendi batıl anlayışlarına göre kurduğu bir düzenleri vardır. Ve bu düzenin, özellikle de tüm dünyaya bakış açılarının, diğer bir deyişle "hayat felsefelerinin" değişmesini kesinlikle istemezler. Zaten tarih boyunca Kuran'a ve elçilere karşı gösterilen direncin ve reddin altında da hep bu endişe yatmıştır. Çünkü hayatı boyunca benimsediği felsefenin değişmesi, kişinin yaşam biçimini de kökten değiştirecektir. Kuran'da bildirildiği gibi, Hz. Şuayb (as)'ın davetine karşı kavminin verdiği cevap bu konuda çok önemli bir örnektir. Bu kıssada da anlatıldığı üzere kavmin en büyük korkusu eski hayatlarını ve mallarını terk etmektir. Bu durum ayetlerde şöyle haber verilir:
Dediler ki: "Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın."(Hud Suresi, 87)
Ayette Hz. Şuayb (as)'ın kavmine şöyle cevap verdiği bildirilir:
Dedi ki: "Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni Kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten yönelip-dönerim."(Hud Suresi, 88)
Bu kişiler o ana kadar sürdürdükleri batıl hayatlarından razıdırlar. Bu hayat tarzlarının ve alıştıkları sistemin değişmesini kesinlikle istemezler. Allah'ın "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; işte bunların, kazandıkları dolayısıyla barınma yerleri ateştir." (Yunus Suresi, 7-8) ayetleriyle bizlere tanıttığı bu insanlar, kendilerini doğru yolda sanmaktadırlar.
Allah'ın zikrinden yüz çevirmişler ve "Şu halde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir." (Necm Suresi, 29) ayetinde bildirildiği gibi tek istediklerine, yani dünya hayatına razı olmuşlardır. Ancak dünya hayatı geçici bir yararlandırmadan başka birşey değildir.
Kuran'da, "O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir." (Hicr Suresi, 2-3) ayetlerinde bildirildiği gibi bu dünya hayatındaki oyalanma o kişilere kayıptan başka birşey artırmamaktadır. Allah dünya hayatına aldanarak din ahlakını unutanların, hesap günü pişmanlık duyacaklarını şöyle bildirmiştir:
"Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve Bizim ayetlerimizi 'yok sayarak tanımadıkları' gibi, Biz de bugün onları unutacağız. (Araf Suresi, 51)
ADNAN OKTAR: Asıl nedenlerden bir tanesi, aklı az kullanmak... insan hâlbuki biraz tefekkür edip, biraz düşünse ben söylüyorum ya her zaman mercimek kadar bir yerde böyle bir âlem seyreden insan, zaten başka bir delil aramaz. Başka delile gerek duymaz. Bir de samimiyetin derinliğini ve zevkini bırakmaktan kaynaklanıyor olay. Yani insanlar genellikle mantıkla hareket ediyorlar. Çünkü mantık her taraftan insanlara öğretilir. Annesi çıkar, “yavrum aklını başına al, mantıklı ol, elalemin en akılsızı sen misin, niye gidip yardım ediyorsun” der mesela. Ona mantık dersi verir. Aileler çok mantıklıdırlar, genellikle birçoğu, yani hepsini tenzih ederim de, böyle materyalist aileler, Darwinist aileler hep mantık üzerine kurmuştur olayları. Mesela, ne bileyim işyerinde bir gayrimeşru bir şey yapılacaktır, “elalemin en dürüstü sen misin, bak herkes yapıyor” der. Mantıklı ol, yap o işi der ve yaptırtırlar. Bu hep şeytanın sesidir. Hâlbuki insanın mantığı ile değil, vicdanı ile hareket etmesi lazım, Allah’tan korkarak hareket etmesi lazım, çok candan ve samimi hareket etmesi lazım. Böyle olunca tabi insanın başı bazen belaya da girer, derde de girer. Yani dürüstlük öyle ucuz bir konu değildir. İnsana pahalıya mal olur o. Yani haysiyet, namus, onur, bunun bedeli ağırdır. Yani çok zaman insanlar bu yüzden müşkül durumda kalırlar. Bunu kabul edecek insanlar.
SUNUCU: Doğru söylüyorsunuz, evet. Şimdi peki, inançtan sapmaya neden olan etmenlerden ben devam etmek istiyorum. Günahlara müptela olmak, günahların esiri olmak diye bir şey var mıdır?
ADNAN OKTAR: Şöyle oluyor. Aklı zayıf oluyor. Aklı zayıf olunca imanı zayıf oluyor. Yoksa günah insanın canını yakar. Çok rahatsız eder. Mesela, zinada insan, normal bir Müslüman felç olur. Zaten gücü yetmez ona. Ona irade göstertemez. Bütün bünyesi felç olur adeta. Mesela, haram bir içeceği, mesela farz edelim şarap, yani felç olur zaten içemez. Gücü, iradesi yetmez. Onun için gerçek imanda bunlar zaten, tabii olarak Müslümanda oluşmaz. Bir de tiksinir Müslüman, haramdan zaten tiksinir. Yani küfürden tiksinir, iğrenir. Yani onun fıtratında vardır, bu. Küfürde de çirkin olanı beğenme vardır. Onu Masonlar şöyle açıklıyor. “Domuz için pisliğin” diyor, “kıymeti olmasa domuz pislik yer mi” diyorlar. Kendilerine öyle bir kapı açmışlar oradan, çok kötü bir örnek, yani tiksindirici bir örnek. Böyle bir mantıkla yaklaşıyorlar. Burada Müslümanın akılcı davranıp doğru olanı yapması gerekiyor, samimi olanı yapması gerekiyor. Biz de samimi olanı yaparken hiç zorlanmayız. Samimiyet acayip zevklidir. Yani insanda adrenalin etkisi yapar samimiyet. Müthiş gevşeticidir, insanın bütün kasları gevşer samimiyetten. Mantıkta insan kasılır. Dili, dişi kasılır mantıklı hareket etmekten. Gözler, dikkat ederseniz onların nokta gibi olur gözleri, böyle mantıktan, o çıkardan ve menfaat hırsından kasılırlar. Feci şekilde kasılırlar. Çünkü en ufak bir hatada çıkarının zedeleneceğini düşünür. Hâlbuki mümin Allah’a tam teslim olur. Bir çocuğun annesine teslim olması gibi değil mi, annesinin kucağında nasıl tam teslim olmuş şekilde ise, mümin de Allah’a tam teslim olmuştur. Gönlü son derece rahattır. O yüzden hem aklen hem bedenen, her yönden mümin çok sıhhatli olur. Çok sağlıklı olur. Ama her şeyi kendinin yaptığını düşünen bir insana, bir avuç beyni olan bir insana bu tazyik fazla gelir. O zaman işte sinirleri bozuluyor. Eli ayağı boşalıyor. Konuşacağını şaşırıyor. Hafızası gidiyor. Yani mahvoluyor. Renk sapsarı oluyor. Yani huzursuz yaşıyor ve her türlü hastalık gelişiyor. Mesela, kansere bünyesi uygun hale geliyor. Çünkü vücut direnci kırılıyor. Vücut kendini savunamayacak hale geliyor. Kanser, urlar her türlü hastalık gelişecek hale geliyor. Hâlbuki derin iman, yani iman edende hiç olmaz demiyorum tabi imtihan olarak olur, yani son derece sağlıklı olsa da olur da, fakat genelinde dindarlar çok sağlıklı olur. Bilinir bu. Yani gerçek bir dindar çok güçlüdür zaten. Çok sağlıklıdır bu ta eskiden beri bilinen, ünlü bir şeydir. Hatta iman kuvveti derler, mesela inşaAllah. (Sayın Adnan Oktar’ın Kanal 35’teki Röportajından, 7 Şubat 2009)
Bazı insanların Kuran'da bildirilen gerçeklerden kaçmalarının bir başka önemli nedeni ise içlerindeki şiddetli büyüklük duygusu yani kibirleridir. Kendi fikirlerinin, inançlarının, hayat tarzlarının doğruluğuna ve kusursuzluğuna o kadar inanmışlardır ki, bunlardan daha doğru bir fikrin, inancın varlığını asla kabullenmek istemezler. Böyle bir düşünce dahi onları rahatsız eder. Allah'ın "Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 206) ayetinde de bildirildiği gibi, insanların büyük çoğunluğunu inkara sürükleyen de işte bu "büyüklük gururu" yani kibiridir.
Böyle insanlar Kuran'a davet edildiklerinde onu inkar ederler. Çünkü hak dine tabi olmaları demek, o ana kadar batıl bir inanca sahip olduklarını kabul etmek demektir. Yıllar boyunca yanlış bir yol izlediklerini, doğru yolda olmayan kişileri kendilerine önder seçtiklerini ya da yazdıkları, okudukları, değer verdikleri tüm bilgilerin büyük bir yanılgı olduğunu kabul etmeleri demektir. Bu da onlar için büyük bir felakettir. Kendi akıllarınca felaket gibi gördükleri bu olayı yaşamamak için, her türlü delili ile ispat edilse dahi sahip oldukları fikirlerin hezimetini kabul etmek istemezler. Çünkü kibirleri buna izin vermez. Kibirleri, ayette bildirildiği gibi "onları günaha sürükler". Ve asıl felaketleri bu olur.
Oysa yapmaları gereken Kuran'ın tek gerçek olduğunu idrak ettikten sonra, yanlış bir yol üzerinde olduklarını hemen kabul etmek, vicdanlarının sesine kulak vermek ve tevbe edip yepyeni bir hayata başlamaktır. Kolay olan ve Allah'ın hoşnut olacağı ahlak da budur. Aksi, hem dünyada hem de ahirette sıkıntılı bir hayat demektir. Allah inkar edenlerin içinde bulunduğu bu karanlık ruh halini, "Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak." (Neml Suresi, 14) ayetiyle bizlere bildirmektedir. Kibirleri bu insanları doğru yoldan engellemekte ve çok büyük bir ziyana uğratmaktadır.
Din ahlakından uzak insanların içlerindeki bu büyüklenme arzusunun bir sonucu da Hac Suresi'nde şu şekilde bildirilir:
İnsanlardan kimi, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır-durur. Allah'ın yolundan saptırmak amacıyla 'gururla salınıp-kasılarak' (bunu yapar); dünyada onun için aşağılanma vardır, kıyamet günü de yakıcı azabı ona tattıracağız. (Ey insan) Bu, senin ellerinin önden takdim ettikleridir. Şüphesiz Allah, kullar için zulmedici değildir.(Hac Suresi, 8-10)
Ayetlerde de haber verildiği gibi inkar edenler kibirleri nedeniyle kendileri gibi diğer insanları da Allah'ın yolundan çevirmek isterler. Bunun için hiçbir bilgileri olmadan tartışmalara girerler. Kuran'ı hiç okumamalarına, kendilerine yapılan davetleri dinlememelerine, Kuran ahlakını bilmemelerine rağmen Allah hakkında tartışır ve gururla üstün gelmeye çalışırlar. Ancak insanların her yaptıklarıyla hesaba çekilecekleri ahiret gününde, bu kibirli davranışları kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Aksine büyük bir pişmanlığa kapılacak ve ayette bildirildiği gibi, "keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık" (Enam Suresi, 27) diyeceklerdir.
İnkarcıların Kuran'ı dinlememelerinin, ondan kaçmalarının en önemli nedenlerinden biri şiddetli bir fikri saplantı içinde olmalarıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi atalarından öğrendikleri bilgiler, büyüklerinden öğrendikleri yanlış bazı gelenek ve görenekler, çevrelerinden gördükleri yaşam ve düşünce tarzları bu kişilerin hayata bakış açıları üzerinde çok olumsuz bir etki oluşturmuştur. Bunlar üzerinde en ufak bir değişiklik ya da yenilik fikri dahi onların çok şiddetli bir tepki göstermelerine neden olabilir. Hatta yenilikle, değişimle, hak bir gerçekle gelen kişilere karşı saldırgan, öfkeli ve tehditkar bir tutum takınmalarının nedeni de işte bu fikri saplantılarıdır.
Bu fikri saplantı adeta bir perde gibi insanların büyük kısmının hakkı anlatan kişileri dinlemelerini ve doğruları görmelerini engellemektedir. Allah'a iman etmeye davet edilen fikri saplantı içindeki kişilerin cevapları Fussilet Suresi'nde şu şekilde bildirilmektedir:
Bilen bir kavim için, ayetleri (çeşitli biçimlerde, birer birer) 'fasıllar halinde açıklanmış' Arapça Kur'an (veya okunan) kitaptır; bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak. Ama çoğu yüz çevirdiler. Artık onlar dinlemezler. Dediler ki: "Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, (yapabileceğini) yap, biz de gerçekten yapıyoruz."(Fussilet Suresi, 3-5)
Aslında Kuran'a yapılan davet, insana batıl, hatalı ve yanlış düşüncelerinden arınma fırsatı sunan çok büyük bir imkandır. Böyle bir durumda akılcı olan tavır, bu daveti yapan kişiyi dinlemek, davet ettiği hak kitabı okumak ve sağduyuyla değerlendirmektir. Sağduyulu, açık görüşlü ve vicdan sahibi bir insan, daha doğru olduğunu gördüğü bir durumda, kendi fikirlerini terk etmekte bir sakınca görmeyecektir.
Fikri saplantı içinde olmak insanı akılcı, mantıklı, sağduyulu, tarafsız düşünmekten alıkoyar. Üstelik burada söz konusu olan, dünya üzerindeki her insanın yaşamakla sorumlu olduğu tek gerçektir. Allah'ın tüm insanlara gönderdiği Kuran, her insanın kurtuluş bulmak için teslim olması gereken yegane hak kitaptır. Herhangi bir konuyu dinlemeden, okumadan, dikkatle düşünüp değerlendirmeden reddetmek ancak sabit fikirli, yeni düşüncelere kapalı, dar görüşlü kimselerin tutumu olabilir. Ama Allah'ın insanlara uyulması için gönderdiği son hak kitap olan Kuran'ı dinlememek, ayetleri okumamak tüm bunlarla asla kıyaslanmayacak kadar ciddi, son derece hayati bir konudur. İnsanın dünyaya yönelik herhangi bir konuda yanlış bir fikre sahip olması belki ona çok büyük bir zarar vermeyebilir. Ama Allah'ın emirlerini dinlememe konusunda yaşadığı fikri saplantı, kişiyi sonucunda cehennem ateşine götürebilecek çok ciddi bir tehlikedir. Her insanın böyle bir duruma düşmekten şiddetle kaçınması gerekir.
Ayrıca insanın yapısında hep daha mükemmele yönelik bir arayış vardır. Daha güzel bir fikir, daha güzel bir düşünce, daha iyi bir bakış açısı insanı her zaman için kendine çeker. Ancak dinsizlik, insanın yaratılışına ters olan sabit fikirliliği makbul bir havaya sokar ve kişinin köhneleşmiş fikirlerine bağlılık göstermesine sebep olur. Olayları gerektiği gibi muhakeme etmesine izin vermez, önemli atılımlar ve köklü değişimler yapmasını engeller.
Bu zihniyeti metroların, uçakların, gemilerin, son derece gelişmiş teknoloji harikası ulaşım araçlarının olduğu koşullarda, bir başka kıtaya at arabasıyla gitmek isteyen bir kimsenin direnişine benzetebiliriz. Böyle bir durumda nasıl ki bu kişinin tutucu tavrı, onu teknolojinin bu nimetlerinden mahrum bırakıyor ve sıkıntısını da sadece kendi çekiyorsa, fikri bir saplantı içinde tüm sıkıntıları, zorlukları çeken, pek çok güzellik ve kolaylıktan mahrum kalan da yine insanın kendisi olur.
Söz konusu insanların saplantılı düşünceleri sadece dine bakış açılarıyla sınırlı kalmaz, tüm yaşamlarında kendini gösterir. Evlerinin dekorasyonunda hiçbir şekilde değişiklik yapmamaları, yeni teknoloji ürünlerine karşı ön yargılı yaklaşıp bu nimetlerden faydalanmamaları, yıllar boyunca aynı şekilde giyinip, aynı yemekleri yiyip, aynı şekilde eğlenip, aynı esprilere gülmeleri bu saplantılardan sadece birkaçıdır. Bu sabit fikirlilik düşünce biçimlerini çok köklü biçimde etkisi altına alır. Bundan dolayı yanlış da olsa senelerce aynı fikri savunup; aynı doğru ve yanlışlara sahip olurlar. Bu kurallar yüzünden özgür ve rahat düşünemez, yeni fikirler savunan kitapları okumaz ve öğrenmez, yeniliklerden zevk alamaz, hayat standartlarında en ufak bir iyileştirme dahi yapmazlar. Bu konudaki en açık örnekler materyalist ve komünist felsefeyi benimseyen çevrelerdir. Bu kişileri hemen tanımak mümkündür. Giyim stilleri, saç şekilleri, konuşma üslupları, verdikleri örnekler yıllardan bu yana hiç değişmemiştir. Üzerinden asırlar geçmiş ve yanlışlığı kesin olarak ispatlanmış fikirleri doğruymuş gibi savunur, bu fikirleri mutlak doğrular gibi gösterir, kişisel tecrübelerini her ortamda örnek olarak verirler.
Karl Marx'ın Das Kapital'ini, Charles Darwin'in Türlerin Kökeni'ni ya da Mao'nun Kızıl Kitap'ını on yıllar boyunca kendilerine başucu kitabı edinir, bu kitapları tekrar tekrar okur, altlarını çizer, adeta ezberlerler. Bu kitaplardaki "tedavülden kalkmış" bilgileri ısrarla savunur, kitaplarda bir eksiklik, hata ya da yanlış bir bilgi olabilme ihtimalini dahi kabul etmezler. Dünyada olan bitenleri takip etmedikleri ve bilimsel gelişmeleri yakından izlemedikleri ya da bunları görüp anlamak istemedikleri için hala bu kitaplardaki bilgileri "doğru ve bilimsel" zannederler. Büyük bir akılsızlıkla Marx'ın 19. yüzyılın karanlık sayfalarında kalmış öngörülerinin ve ütopyalarının gerçekleşmesini beklerler. 20. yüzyılın başlarında bilimsel gelişmeler karşısında yok olup giden Darwin'in iddialarının hala geçerli olduğunu zannederler. Sadece kendileri gibi düşünen kimselerle görüşür, yıllarca aynı gazeteyi okur, aynı filmleri tekrar tekrar seyrederler. En çok kullandıkları cümle ise "ben yıllardır hiç değişmedim, bundan 40 yıl önce neyi savunuyorsam, hala onu savunuyorum" sözüdür. Ancak unutulmamalıdır ki bu söz ancak mutlak doğruları savunan bir insan tarafından söylendiğinde makuliyet kazanır.
Değişime direnç göstermek, yeniliklerin karşısında durmak, farklı fikirleri hiç dinlemeden reddetmek bu kişilerin kendilerince gurur duydukları, ama son derece yanlış olan bir anlayıştır. Kendilerine önder bildikleri Marx, Mao ya da Darwin gibi kişilerin din karşıtı sözlerine o kadar gözü kapalı bir şekilde inanmışlardır ki, Kuran'ı ve Kuran ahlakını anlatan kitapları okumaktan şiddetle sakınırlar.
Oysa Kuran ahlakına davet edilmeleri, bu insanların geçmiş tecrübelerinden ders almaları, hatalarından çıkarımlar yapıp, daha iyisine yönelmeleri, daha güzelini, daha doğrusunu araştırmaları sabit fikirlerinden kurtulmaları için çok kıymetli bir fırsattır. Ancak fikir saplantısı içindeki bu kimseler kendilerine tavsiyede bulunmak isteyen kişileri de kendi akıllarınca küçük gördüklerinden, kendilerine yapılan teklifleri, samimi eleştirileri, iyi niyetli hatırlatmaları hiç düşünmeden reddeder, kendi körü körüne bağlandıkları inançlarından asla vazgeçmezler.
Peki ama her türlü yeni bilgiye, yeni fikre, yeni anlayışa ya da bilimsel gerçeğe ön yargıyla yaklaşan bu kimseler, hiçbir fayda elde edemedikleri bu fikri saplantılarından neden vazgeçmezler?
Peki ama her türlü yeni bilgiye, yeni fikre, yeni anlayışa ya da bilimsel gerçeğe ön yargıyla yaklaşan bu kimseler, hiçbir fayda elde edemedikleri bu fikri saplantılarından neden vazgeçmezler?
İşte burada şeytanın insanlar üzerindeki etkisi karşımıza çıkar. Şeytan, inkar eden kişilere yaptıkları işleri süslü ve çekici gösterip, kendilerini doğru yolda sanmalarını sağlamaktadır. Vicdanlarının sesini dinlemeyen ve Kuran'dan kaçan bu kimseler ise şeytanın bu aldatmacasına kanmaktadırlar. Allah bu aldatmacayı şu şekilde bildirir:
... Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.(Ankebut Suresi, 38)
Doğruları görebilen, eksik yönlerini fark edebilen bu insanlar, şeytanın etkisiyle zamanla göremeyen, doğruları fark edemeyen, gerçeklere kulak tıkayan insanlar halini almaktadırlar. Gerçekten de fikir saplantısı içindeki bir kimseyle -kendi düşüncelerini, kendi anlayış biçimini kusursuz ve en doğru olarak gördüğünden- karşılıklı konuşmak, hatırlatmada bulunmak ya da fikir alışverişi yapmak pek mümkün değildir. Çünkü bu kimseler kendi fikirlerini paylaşmayan kimseleri dinlemeye, onların anlattıklarına kulak vermeye ve onlardan herhangi bir eleştiri duymaya tahammül edemezler.
Akıl ve vicdan sahibi, hür düşünebilen bir insan kolaylıkla eksikliklerini fark edip doğru olanı teşhis edebilirken, fikri saplantılara sahip birinin kendini dışarıdan izleyip, değerlendirmesi söz konusu olmaz. Zaten bu kişilerin en önemli özelliği de bu sabit fikirleriyle akılsızca övünmeleri, yıllarca değişmeyen batıl düşünce sistemleri ve yaşam biçimleriyle kendilerince kıvanç duymalarıdır. Allah'ın "Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar" (Zuhruf Suresi, 37) ayetiyle de bildirdiği gibi bu kişiler, doğru yolda olduklarını sanmaktadırlar. Ancak gerçekler hiç de düşündükleri gibi değildir. Hesap günü geldiğinde artık düşünüp, hatırlamalar ve pişmanlıklar hayatlarını fikri saplantı içinde geçirmiş, hak olandan yüz çevirmiş insanlara bir fayda getirmeyecektir. Ayette şöyle bildirilir:
O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?(Fecr Suresi, 23)