İsra Suresi'nin 88. ayetinde, Kuran'ın ilahi özelliğine dikkat çekilirken şöyle bildirilmiştir:
"De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kuran'ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- onun bir benzerini getiremezler." (İsra Suresi, 88)
Kuran'ın Allah sözü olduğunun, insanlar tarafından bir benzerinin asla getirilemeyeceğinin pek çok delili vardır. Bu delillerden biri de Kuran ayetlerinin, içinde bulunduğumuz evrende her ayrıntısıyla var olmasıdır. "Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun" (Fussilet Suresi, 53) ayetiyle insanlara Kuran'da verilen tüm bilgilerin dış dünyada karşılığını bulacağı haber verilmiştir.
Kuran'ın dış dünyada ortaya çıkan ayetlerinin bir kısmı da, "bilimsel" özellik taşımaktadır ve bu ayetler asırlar sonra bilim yardımıyla bulunan gerçeklerin bir kısmını önceden haber vermiştir. Çünkü "onlar hala Kuran'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı." (Nisa Suresi, 82) ayeti sırrınca, kuşkusuz Kuran'ın haberleri ile dış dünya arasında tam bir uyum söz konusudur.
Bu da bize, Kuran'ın Allah'ın katından olduğunu ispatlayan en önemli delillerden biridir. Bu bölümde Kuran'ın bilimsel mucizeleri anlatılacaktır.
20.yüzyılda elde edilen veriler ışığında, evrenin belirli bir zaman önce yok iken var hale geldiği ortaya çıkarılmıştır. Bu teorinin adı bilim adamları tarafından Büyük Patlama (Big Bang) olarak konmuştur ve buna göre evrenin başlangıcı bu büyük patlama ile olmuştur.
Büyük Patlama teorisine göre evrenin bugün ihtiva ettiği tüm materyal, tüm yıldızlar, gezegenler ve galaksiler yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktada toplanmıştı. Bu tek nokta sonsuz bir yoğunluk ve sıfır hacim olarak ifade edilmektedir. Fiziksel gözlem ve deneyle anlamanın mümkün olmadığı bu özel duruma "tekillik" adı verilmiştir. Tekillik öncesindeki durum için hiçbir fizik kuralı geçerli değildir. Madde yaratılmamış olduğundan zaman dahi yoktur. Tekillik noktasında "kozmik yumurta" olarak isimlendirilen yoğunluğun patlayarak dağılmasıyla önce atom altı parçacıklar, ardından atomlar, nötronlar ve protonlar oluşmuş, ortamın ısısının azalmasıyla birlikte bu parçacıklar birbirleriyle etkileşerek maddeyi oluşturmaya başlamıştır.
Bu kozmik yumurta, "nasıl var oldu", "neden ortaya çıktı", "neden patladı" gibi soruların cevapları bize hep Allah'ın varlığının dellillerini sunmaktadır.
Büyük Patlama'nın somut bazı delilleri vardır. Evrenin genişlemekte olması, bu delillerden birisidir. Kozmolojistlerin tariflerine göre, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Elbette gerçek uzay, bir balonun yüzeyi ile basitçe kıyaslanmayacak kadar karmaşıktır. Öncelikle iki değil üç boyutludur ve her yöne doğru genişlemektedir. Ama yine de bu benzetme ile konunun kavranması biraz daha kolayllaşmaktadır.
Şimdi bu noktada bu bilgilere biraz ara vererek Kuran'ın ayetlerine baş vuralım. Bir ayette evrenin yaratılışı hakkında şöyle denir:
"Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz." (Zariyat Suresi, 47)
Büyük Patlama esnasında çok büyük bir enerjinin ortaya çıktığı bilinmektedir. Başlangıçta ısı şeklinde olan bu muazzam enerji daha sonra bugün içinde yaşadığımız evrenin kurulmasındaki büyük güç kaynağını oluşturmuştu. Ayette, Allah'ın sonsuz kudretinin bir yansıması olan ve evrenin yaratılmasında rol oynayan bu büyük güce dikkat çekilmesi 14 yüzyıl öncesinin bilgi seviyesiyle izah edilemeyecek bir mucizedir. Ayrıca göğün genişlemekte olduğunun da ifade edilmesi, şüphesiz ki bize verilen mucizevi bir bilgidir.
Göklerden bahseden bir başka ayette de şu ifade kullanılmaktadır:
"O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya Suresi, 30)
Ayetin "birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen kelimesi "ratk", Arapça sözlüklerde "birbiriyle içiçe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış" anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır. Ayetteki "ayırdık" ifadesi ise Arapça "fatk" fiilidir ki, bu fiil "ratk" halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin; tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir.
Şimdi ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin "ratk" halinde olduğu bir durumdan bahsediliyor. Ardından bu ikisi "fatk" fiili ile ayrılıyorlar. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor. Gerçekten de Big Bang'in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görüyoruz. Yani herşey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile bu noktanın içinde, "ratk" halindeler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlıyor. Bu yolla maddeler "fatk" oluyorlar...
Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görüyoruz. Oysa Big Bang'in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. O halde bu ayet de diğerleri gibi Kuran'ın Allah katından gelmiş olduğunun kesin delillerinden biridir.
"Geceleyin gökyüzüne bir bakış, insana güçlü bir "değişmeyen evren" izlenimi verir. Doğru; bulutlar Ay'ın önünde sürüklenirler, gökkubbe kutup yıldızı çevresinde döner; daha uzun zaman diliminde Ay'ın kendisi büyür ve küçülür; Ay ve gezegenler, yıldızların oluşturduğu bir zemine göre hareket ederler. Fakat biliyoruz ki bunlar yalnız Güneş sistemimizin içindeki hareketlerin neden olduğu yerel olaylardır. Gezegenlerin ötesinde, yıldızlar hareketsiz gibidirler..."
Yukarıdaki satırlar, "İlk Üç Dakika" kitabının yazarı Steven Weinberg'e ait. Gerçekten de gökyüzüne doğal gözle bir bakış, herşeyin çok durağan ve sabit olduğu hissini uyandırabilir. Oysa durum farklıdır. Gökyüzünde büyük bir hareketlilik vardır ve çıplak gözle asla fark edilemeyen bu gerçek, Kuran tarafından asırlar önce haber verilmiştir.
Kuran'da gökyüzü ile ilgili çoğul olarak kullanılan çok sayıda ayete rastlamak mümkündür. Arapça'da "semavat" olarak geçen "gökler" kelimesi hem dünyanın atmosferini, hem de uzay boşluğunu ifade etmektedir.
Burada ilk olarak üzerinde duracağımız nokta, gökler ifadesindeki çoğul kullanımdır. Bu çoğul kullanım da Kuran'ın mucizelerinden birisidir; çünkü ister dünyanın atmosferi olarak düşünün, ister evren olarak, 7. yy'da çıplak gözle bakan birisinin bunların çoğul olabileceğini bilmesi olanaksızdır. Şimdi bunu açıklayalım:
Açık havaya çıkarak başınızı göğe çevirdiğinizi düşünün. Ne görürsünüz? Yaz aylarındaysanız ya masmavi bir gökyüzü veya belki rüzgarla hareket eden bulutlar; kış aylarındaysanız da muhtemelen gri, puslu bir gökyüzü ve her yanı kaplayan bulutlar vardır görüntüde. Fakat her ne görürseniz görün, dünyayı saran atmosferi göremezsiniz. Üstelik bu atmosferin birçok katmandan oluştuğunu hiç bilemezsiniz. Oysa dünya atmosferi, mezosfer, iyonosfer, troposfer, ozon tabakası gibi birçok katmanın bileşiminden meydana gelmiştir. Elbette ki çıplak gözle fark edilemeyecek bu ayrıntıya ayetlerde işaret edilmesi onun, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun büyük bir delilidir.
Öte yandan, gökyüzü kelimesini uzay olarak aldığınızda da, günümüzün teorileriyle büyük bir uyum içinde olduğunu görürsünüz. Bilim çevreleri gözlemlenebilen uzayın haricinde paralel evrenler, değişik boyutlar olabileceği teorileri geliştirmektedirler. Işık hızının aşılmasıyla birlikte farklı bir boyut ve farklı bir evren kavramının ortaya çıkacağını savunan tez bunun bir örneğidir. Kısacası, uzaydan değil, uzaylardan bahsetmemiz doğru olacaktır. Bu ise, Kuran'da işaret edilen bir gerçektir.
Şimdi "semavat" kelimesi ile ilgili diğer konulara bir bakalım.
Öncelikle Kuran'da uzayın "büyük bir düzen" içinde yaratılmış olduğu açıklanır. Örneğin bu konudaki bir ayet şöyledir:
"Gökyüzü, Onu da yükseltti ve mizanı koydu." (Rahman Suresi, 7)
Aynı konudan bahseden farklı iki ayette de şöyle söylenir:
"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)
"Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok." (Kaf Suresi, 6)
Belki uzay devasa bir boşluk olarak düşünülüyor olabilir. Sonsuz genişlikte, içinde bir şekilde hareket eden yıldızlar, gezegenler ve cisimler bulunan bir boşluk. Oysa uzay başıboş bırakılmış bir boşluk değildir. İçinde sayısını tam tespit edemediğimiz, ancak milyarlarla ifade ettiğimiz yıldızlar, güneş sistemleri, gezegenler ve uydular, kuyruklu yıldızlar bulunan bir "sistem"dir. Bunların her biri yaşam süreleri boyunca farklı durumlarda bulunurlar. Örneğin yıldızlar yakıtlarını tükettikten sonra kızıl dev, beyaz cüce, nötron yıldızı, karadelik, süpernova gibi isimler verdiğimiz şekillere dönüşürler. Bunlar da evreni oluşturan elemanlar arasındadırlar.
Bunların ötesinde, evrendeki büyük dengenin asıl kanıtları "sistemler"dir. Örneğin dünyamız Güneş Sistemi içinde yer almaktadır. Güneş Sistemi, Samanyolu Galaksisi'ne dahildir, ve bu galakside daha milyonlarca yıldız ve yıldız sistemi mevcuttur. Ancak devasa boyutlarıyla Samanyolu Galaksisi de, bir galaksiler sistemi içinde hareket eder, ve bu muazzam galaksiler sistemi de evrendeki sayısız galaksiler sistemi kümelerinden sadece birisidir...
Yukarıda tasvir ettiğimiz uzaydaki büyük düzen, sadece çıplak gözle bakılarak idrak edilebilecek bir gerçek değildir. O halde bu bilgilerin 7. yüzyılda Kuran indirildiğinde biliniyor olması da mümkün değildir. Tek doğru izah, Kuran'ın Allah katından indirilmiş olduğudur.
Öncelikle, Kuran'da "yıldız" kelimesiyle ne kastedilmiş, ona bir bakalım. Kuran'da "necm" ve "kandil" kelimeleriyle ifade edilen yıldızlar, ayetlerdeki kullanımda iki temel vasfa sahiptir. Bunlardan birincisi bir ışık kaynağı olmaları, ikincisi ise yön tayininde ve yol bulmada faydalı olmalarıdır.
Özellikle kıyamet tasvirlerinin yapıldığı surelerde, yıldızların ışıklarının söndürüleceği, karartılacağı vurgulanmaktadır. Benzer şekilde, kendisi de bir yıldız olan güneşten bahsedilirken "kandil" kelimesi kullanılmaktadır. Gökyüzünü süsleyen yıldızlardan da bahsedilirken "kandil" kelimesi kullanılır. Burada çok önemli bir ayrıma geliyoruz, çünkü Ay için özellikle "nur" kelimesi kullanılmıştır. Yani yıldızlarla yıldız olmayan cisimlerin ayrımı yapılmıştır ki bu, Kuran'ın mucizelerinden birisidir.
İkinci olarak, yıldızlarla ilgili ayetlerde yön tayininden bahsedildiğini söylemiştik. Bu ayetleri gözden geçirdiğimizde, insanların gökyüzündeki yıldızlardan faydalanarak doğru istikametleri saptayabilecekleri anlaşılmaktadır. Bu ayetlerin de hepsinde "necm" kelimesi kullanılmıştır. Gerçekten de, Ortaçağ'da coğrafi keşiflerin başlamasında çok önemli rolü olan pusulanın icadından önce, gece yolculuklarında yön tayini sadece yıldızlara göre tespit edilmekteydi.
Peki yıldızların yön göstermeleri nasıl mümkün olmaktadır? Bu durum ancak onların gözlemlendikleri yerlerinin belirli bir düzen içinde olmasına bağlıdır. Yani bir gece bir yönde, diğer gece bir diğer yönde beliren bir yıldız olsaydı, şüphesiz buna bakılarak istikamet tutturmak mümkün olmazdı. Bu açıdan bakıldığında, yıldızların gökyüzünde belirdikleri yerler büyük önem taşımaktadır. Kuran'da da bu duruma şöyle dikkat çekilir:
"Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir." (Vakıa Suresi, 75-76)
Bu ayette vurgulanan "yıldızların yerleri" için değişik yorumlar yapılabilir. Örneğin yemin edilen konu, yıldızların gökyüzünde aldıkları pozisyonlar olabilir. Nitekim bu pozisyonlardan bahseden başka ayetler de vardır. Bu ayetlerde yıldızların oluşturdukları burçlardan (takımyıldızlar) bahsedilir:
"Andolsun, gökte burçlar kıldık ve onu gözleyenler için süsledik." (Hicr Suresi, 16)
"Yıldızların yerleri" ifadesini karadeliklere yorumlayanlar da olmuştur. Şüphesiz ki, insanlığın ulaştığı teknoloji seviyesi arttıkça, yapılabilecek yorumlar da artacaktır. Ancak düşünülmesi gereken şudur: Gökyüzünde gözlemleyebildiğimiz, ve hakkında fazla fikir sahibi olamadığımız bazı gök cisimleri vardır. Bunların dikkatle incelenmesi, insanların Allah'ı idrak edebilmeleri açısından çok önemlidir ve Kuran'da bu cisimlere sıkça dikkat çekilmiştir. İnsan gözüyle yapılacak herhangi bir gözlem, bunların özelliklerini anlamak açısından yeterli bir metod değildir. Oysa 7. yüzyılda mevcut yegane imkan bu iken, ayetlerde bir yıldız ile bir gezegenin birbirinden ayrılarak anlatılması, Kuran'ın Allah'ın vahyi olduğunu göstermektedir.
Kuran'da Güneş ve Ay'dan bahseden ayetler oldukça fazladır. Ancak bunların Arapçaları incelendiğinde ilginç bir özellik göze çarpar. Ayetlerde Güneş için "sirac" (lamba) veya "vahhac" (parıl parıl parlayan, yanıp tutuşan) kelimeleri kullanılmıştır. Ay içinse "munir" (aydınlatıcı, ışıklı) kavramı vardır. Gerçekten de Güneş kendi içindeki nükleer reaksiyonlar sonucunda büyük bir ısı ve ışık üretirken, Ay sadece Güneş'ten aldığı ışığı yansıtmaktadır. Ayetlerde bu ayrım şöyle geçer:
"Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır? Ve ayı bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır." (Nuh Suresi, 15-16)
"Sizin üstünüze sapasağlam yedi-gök bina ettik. Parıldadıkça parıldayan bir kandil (güneş) kıldık." (Naziat Suresi, 12-13)
"Gökte burçlar kılan, onların içinde bir aydınlık ve nurlu bir ay vareden (Allah) ne yücedir." (Furkan Suresi, 61)
Kuran'da Güneş ile Ay arasındaki farklılık açıkça görülmektedir. Birisi bir ışık kaynağı, öbürü ise ışık yansıtan bir cisim olarak tasvir edilmiştir. Oysa böyle bir detayın o dönemde bilinmesine olanak yoktur. Bu bilgiye insanoğlu ancak yüzyıllar sonra sahip olabilmiştir. Çıplak gözle gözlemlenerek bilinmesi imkansız bir detayın Kuran'da zikrediliyor olması, elbette ki onun Allah'ın sözü olduğunu gösterir. Çünkü ne Kuran'ın indirildiği dönemde, ne de bugün, hiçbir insan sadece gözlem yaparak Güneş'in ışık ürettiğini, Ay'ın da bunu yansıttığını söyleyemez. O halde bu bilginin Kuran'da verilişi, onun herşeyin bilgisine sahip olan Allah katından olduğunun delillerinden birisidir.
"Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar." (Enbiya Suresi, 32)
Ay yüzeyinin fotoğraflarını hemen herkes görmüştür. Yüzey şekilleri, üzerine düşen sayısız meteor sebebiyle girintili çıkıntılıdır. Bu meteorların açtıkları binlerce krater, Ay'ın en karakteristik özelliklerinden birisidir. Meteorlardan başka, Güneş'in yaydığı ışınlar da atmosferi olmayan Ay için ölümcüldür. Muhtemelen, bir tedbir alınmadan Ay yüzeyinde kurulacak bir uzay istasyonu, ya da herhangi bir yerleşim bölgesi kısa bir zamanda yerle bir olacaktır. Bunu önlemenin tek yolu ise, onu bir şekilde "korumaktır".
Belki de üzerinde hiç düşünmediğimiz bu ayrıntı, dünyada çok doğal bir şekilde sağlanmıştır, bu nedenle insanların yaşamlarını devam ettirebilmeleri için ayrıca önlem almalarına gerek yoktur. Dünya'nın atmosferi, Dünya'ya yaklaşan irili ufaklı meteorları eriterek yok etmekte, uzaydaki tüm zararlı ışınları süzmekte ve böylece insan hayatının devamı için hayati bir işlevi yerine getirmektedir.
Dünyaya, Güneş'ten ve diğer yıldızlardan insan için zararlı hatta öldürücü olan birçok ışın ulaşır. Özellikle Dünya'ya en yakın yıldız olan Güneş'te sık sık "parlama" adı verilen enerji patlamaları bu zararlı ışınların önemli bir kaynağını oluşturur.
Güneş parlamaları sırasında hızı yaklaşık 1500 km/sn olan bir plazma bulutu uzaya fırlatılır. Pozitif yüklü protonlar ve negatif yüklü elektronlardan oluşan plazma bulutu, elektriksel olarak iletken özelliğe sahiptir. Bulut 1500 km/sn hızla dünyaya yaklaşırken, dünyanın manyetik alanının etkisi ile elektrik akımı üretir. Diğer taraftan Dünya'nın manyetik alanı, bu kez içinden akım geçen bu plazma bulutu üzerine itici bir kuvvet uygular. Bu kuvvet bulutun hareketini frenler, belli bir uzaklıkta durmasına neden olur. Şimdi dünyaya varmadan "durdurulan" bu plazma bulutunun gücünü görelim.
Plazma bulutu Dünya'nın manyetik alanı tarafından engellenmektedir, ancak buna rağmen etkileri Dünya'dan hissedilebilir. Kuvvetli parlamalardan sonra yüksek gerilim hatlarında transformatörler patlayabilir, haberleşme ağları zarar görebilir ve elektrik şebekelerinin sigortaları atabilir.
Tesbit edilen bir parlamada açığa çıkan enerjinin, Hiroşima'ya atılan gibi 100 milyar atom bombasına eşdeğer olduğu hesaplanmıştır. Parlamadan 58 saat sonra pusula ibresinde aşırı hareketler gözlenmiş, Dünya atmosferinin 250 km üstünde sıcaklık sıçrama yapıp 2500° C'ye yükselmiştir.
Güneş'ten bunun dışında daha düşük hızlı, yaklaşık 400 km/sn hızlı bir diğer tanecik akımı daha yayılmaktadır. Buna "Güneş Rüzgarı" adı verilir. Güneş Rüzgarları atmosferin dışında, adına "Van Allen Kuşakları" denilen ve dünyanın manyetik etkisinden kaynaklanarak ortaya çıkan bir tabaka sayesinde dünyaya zarar vermeden geçiştirilir. Bu kuşağın oluşması, Dünya çekirdeğinin sahip olduğu özellikler sayesindedir. Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. Ancak bunlardan daha önemlisi çekirdeğin iki farklı yapıdan oluşmuş olmasıdır. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. İşte Van Allen Kuşakları, bu manyetik alanın atmosferin en dışına kadar uzanan bir uzantısıdır. Bu manyetik alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş Rüzgarları, dünyanın 40.000 mil uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları'nı geçemezler. Parçacık yağmuru şeklindeki Güneş Rüzgarı, bu manyetik alanla karşılaştığında ayrışarak alanın çevresinden akar gider.
Van Allen Kuşakları gibi, Dünya'nın atmosferi de dünyayı uzayın öldürücü etkilerinden korur. Atmosferin Dünya'yı meteorlardan koruduğunu belirtmiştik. Ama atmosferin tek özelliği bu değildir. Örneğin uzaydaki "mutlak sıfır" adı verilen eksi 273 derecelik ısı insanlar için öldürücü etkiye sahiptir, ama atmosfer tarafından dışarda tutulur.
İşin ilginci, atmosferin sadece zararsız orandaki ışınları, radyo dalgalarını ve görünür ışığı geçirmesidir. Çünkü bunlar yaşam için hayati ayrıntılardır. Atmosfer tarafından belirli oranda geçmesine izin verilen ultraviyole, bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalmaları açısından büyük önem taşır. Güneş tarafından çok şiddetli bir biçimde Dünyaya ulaşan bu ışın, atmosferin ozon tabakasında süzülür, ve Dünya yüzeyine hayati önem taşıyan az bir kısmı ulaşır. Güneş ışığı ise hiç şüphesiz hayatın en ayrılmaz parçalarından birisidir.
Kısacası, Dünyanın üzerinde, kendisini sarıp kuşatan ve dış tehlikelere karşı koruyan mükemmel bir sistem çalışmaktadır. İşte Dünya'nın bu korunmuş durumu, Kuran'ın şu ayetiyle bildirilmektedir:
"Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar." (Enbiya Suresi, 32)
Elbette ki 7. yy'da ne atmosferin koruyucu özelliğinin, ne Van Allen Kuşakları'nın varlığının bilinmesi imkansızdı. Ancak "korunmuş tavan" tanımı, Dünya'nın sahip olduğu ve modern çağda keşfedilen koruyucu özellikleri tam olarak açıklayan bir ifadedir. Bu nedenle, gökyüzünün korunmuş bir tavan kılındığını ifade eden yukarıdaki ayet, Kuran'ın tüm bilgilere muktedir, herşeyi idrak eden bir Yaratıcı'dan geldiğini gösterir.
Gök cisimleri evrende hareket halindedirler. Bu hareketler son derece kontrollüdür ve tüm cisimler hesaplanmış bir yörüngede seyrederler. Kuran'da, öncelikle gözlemlenebilen gök cisimleri olan Güneş ve Ay'dan başlayarak, bu yörüngelerin ve hesaplı olmalarının örnekleri verilir. Kuran'da bildirildiğine göre; "Güneş ve Ay'ın hareketleri bir hesaba göredir." (Rahman Suresi, 5) Yine Güneş ve Ay'ın konu edildiği bir ayette; "Ne Güneşin Ay'a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir" denilmiştir. (Yasin Suresi, 40) Aynı gerçeğe dikkat çeken bir başka ayet ise şöyledir:
Geceyi, gündüzü, Güneşi ve Ay'ı yaratan O'dur; her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler. (Enbiya Suresi, 33)
Günümüzde kabul gören teoriye göre, evrendeki büyük ve kütleli cisimler, kendilerinden ufak cisimlere karşı bir çekim kuvveti uygularlar. Bu şekilde, örneğin Ay, kendisinden daha ağır kütlesi olan Dünya'nın etrafında bir yörünge çizmektedir. Dünya ve Güneş Sistemi'ndeki diğer gezegenler ise Güneş'in etrafında bir yörüngede hareket ederler. Güneş Sistemi'nin de yörüngesinde bulunduğu daha büyük bir sistem mevcuttur. Bu detayların can alıcı noktası ise şudur: Tüm uzaydaki yıldızlar, gezegenler ve diğer cisimler bu hareketleri esnasında kontrolsüz bir harekette bulunmazlar, birbirlerinin yörüngelerini kesmezler, birbirleriyle çarpışmazlar.
Şimdi yakın bir örnek olarak Güneşi ele alalım. Astronomların hesaplarına göre Güneş, içinde bulunduğu galaksinin hareketi nedeniyle Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı doğrultusunda saatte 720.000 km.'lik bir hızla hareket etmektedir. Bu, kabaca bir hesapla Güneş'in günde 17.280.000 km. yol katettiğini gösterir. Tabii onun çekim kuvvetine bağlı olan Dünya'nın da... Güneş'in bu yolculuğunu Allah şöyle bildirilmiştir:
"Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra (karar yerine) doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir." (Yasin Suresi, 38)
Durumun olağanüstülüğünü tekrar hatırlatalım. Evrendeki milyarlarca yıldızdan birisi olan Güneş, uzayda her gün 17 milyon km.'den fazla yol almaktadır. Bu, muazzam bir sürat demektir. Güneşle birlikte onun çekim sistemi içindeki tüm gezegenler ve uyduları da aynı mesafeyi katederler. Ayrıca evrendeki tüm yıldızlar da buna benzer bir yolculukta bulunurlar. Bu cisimlerin uyumlu hareketleri Kuran'da şöyle duyurulur:
"'Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun." (Zariyat Suresi, 7)
Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin Dünya yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapma bakın nelere yol açabilirdi:
"Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2.8 mm ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz, çünkü; yörüngeden 3 mm'lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: sapma 2.8 yerine 2.5 olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık, sapma 3.1 mm olsaydı hepimiz kavrularak ölürdük." (Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 1983)
Evrendeki tüm cisimlerin böyle bir uyum içinde yörüngelerine sadık kalarak hareket etmeleri, ortada muhakkak kontrollü bir sistemin var olduğunu hissettirir. Böyle büyük bir sistemin başı boş işlemesi mümkün değildir.
Evrendeki cisimlerin hızlarını da hesaba kattığımızda, tüm veriler daha da karmaşıklaşır. Örneğin Dünya saatte 1.670 km. hızla kendi ekseni etrafında döner. Bugün insanlar tarafından üretilmiş olan en hızlı merminin saatte ortalama 1.800 km. sürate sahip olduğu düşünülürse dünyanın devasa boyutlarına rağmen süratinin ne denli büyük olduğu anlaşılır.
Dünya'nın Güneş etrafındaki hızı ise merminin yaklaşık 60 katıdır: saatte 108.000 km. Bu süratle yol alabilen bir araç yapılabilseydi, bu araç Dünya'nın çevresini 22 dakikada dolaşabilirdi.
Şimdi ölçeğimizi büyüterek Güneş Sistemi'ndeki süratlere bakalım. Güneş Sistemi'nin galaksi merkezi etrafındaki dönüş hızı saatte tam 720.000 km.dir. İçinde yaklaşık 200 milyar yıldızı barındıran Samanyolu Galaksisi'nin ise uzay içindeki hızı saatte 950.000 km.dir.
Bu başdöndürücü hızlar, aslında Dünya üzerindeki yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösterir. Böylesine karmaşık ve hızlı bir sitem içinde dev uzay kazalarının olması normalde çok mümkündür. Ancak ayetlerde de bildirildiği gibi tüm bu sistem içinde hiçbir uygunsuzluk, hiçbir çelişki yoktur. Yani evrendeki herşey Allah'ın kontrolündedir.
Zaman dediğimiz algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme beş dakika sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır. Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar.
Kısacası zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır.
Bu konuda görüş belirten düşünür ve bilim adamlarından örnekler vererek konuyu daha iyi açıklamaya çalışalım. Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır:
Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir.
Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir. Gerçekte zamanın nasıl aktığını, ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir.
Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu Genel Görecelik Kuramı ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar:
Salt uzayla birlikte Einstein, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe akan şaşmaz ve değişmez bir evrensel zaman kavramını da bir yana bıraktı. Görecelik Kuramı'nı çevreleyen anlaşılmazlığın büyük bölümü, insanların zaman duygusunun da renk duygusu gibi bir algı biçimi olduğunu kabul etmek istemeyişinden doğuyor... Nasıl uzay maddi varlıkların olasılı bir sırası ise, zaman da olayların olasılı bir sırasıdır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur.
Einstein, Barnett'in ifadeleriyle, "uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş"tir. Genel Görecelik Kuramı'na göre "zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur."
Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır.
Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi "rengi ayırdedecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir."
Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür.
Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konmuş somut bir gerçektir.
Kuran'da geçen birçok ayet zamanın mutlak olmadığını, göreceli olduğunu vurgulamaktadır. Kuran'da 14 asır evvel vurgulanan bu gerçek, ancak 20. yy'da bilim tarafından ispat edilebilmiştir. Şüphesiz bu da, Kuran'ın, zamanı yaratan ve zamandan münezzeh olan Allah'ın indirildiğinin kesin bir delildir. Konu ile ilgili bazı ayetler şöyledir:
"... Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47)
"Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir." (Mearic Suresi, 4)
"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir." (Secde Suresi, 5)
Yukarıdaki ayetlerden açıkça, bizim yaşadığımız zaman kavramının farklı boyutlarda farklı algılandığı anlaşılmaktadır. Buna göre, bizim için çok uzun bir zaman dilimi olarak algılanan süre, Allah katında bir an gibidir. Başka bir ifade ile, ömrümüz boyunca yaşadıklarımızın ve yaşayacaklarımızın tümünü, Allah bilmektedir. Zira, Allah bizim bağlı olduğumuz zaman kavramına bağlı değildir, evreni ve tüm canlıları yarattığı gibi zamanı da O yaratmıştır.
Yağmur dünya üzerindeki hayat için en önemli faktörlerden birisidir. Bir bölgedeki canlılığın devamı için yağmur şarttır. İnsan dahil tüm canlılar için bu denli önem taşıyan yağmurlardan Kuran'ın çeşitli ayetlerinde söz edilir. Dahası, yağmurların oluşumu, miktarları ve etkileri konusunda da önemli bilgiler verilir. Kuran'ın indirildiği dönemin bilimi tarafından asla bilinemeyecek olan bu bilgiler, bizlere Kuran'ın ilahi bir söz olduğunu gösterir.
Şimdi Kuran'da yağmurla ilgili verilen söz konusu bilgileri sırayla inceleyelim.
Zuhruf Suresi'nin 11. ayetinde yağmur, belli "ölçü" ile inen bir su olarak tarif edilir. Ayet şöyledir:
"Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi 'dirilttik yaydık'; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız." (Zuhruf Suresi, 11)
Ayette zikredilen "miktar" kelimesi yağmurun birkaç özelliğiyle birden ilgilidir. Öncelikle, dünyaya yağan yağmur miktarı hep aynıdır. Yeryüzünden bir saniyede 16 milyon ton suyun buharlaştığı hesaplanmıştır. Bu, aynı zamanda bir saniyede dünyaya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir çevrim dengesi içinde, "bir ölçüye göre" dönüp dolaşmaktadır.
Yağmurun sahip olduğu ölçülerden birisi de düşüş hızıyla ilgilidir. Yağmur bulutlarının minimum yüksekliği 1.200 metredir. Yağmur damlasıyla aynı ağırlık ve büyüklükteki bir cisim bu yükseklikten bırakıldığında giderek hızlanarak yere yaklaşık 558 km/saatlik bir hızla düşecektir. Şüphesiz ki böyle bir süratle yere çarpan her cisim büyük bir tahribat yapar. Eğer yağmur da böyle yağsaydı tüm ekili dikili araziler mahvolacak, yerleşim birimleri, evler, arabalar büyük zarar görecek, insanlar geniş çaplı korunma önlemleri almadan dolaşamayacaklardı. Üstelik bu hesaplar sadece 1.200 metre yükseklikteki bulutlar içindir, oysa yeryüzünde 10.000 metre yüksekte de yağmur bulutları dolaşmaktadır. Bu tür bir yükseklikten düşen su damlası, normalde çok tahrip edici bir hıza ulaşabilir.
Ancak böyle olmaz; ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler, yağmur tanelerinin ortalama hızı yere ulaştıklarında sadece 8-10 km/saattir. Bunun sebebi ise, yağmur damlasının aldığı özel biçimdir. Bu biçim, atmosferin sürtünme etkisini arttıran ve belirli bir "limit" hıza ulaştığında daha fazla hızlanmasını engelleyen biçimdir. (Günümüzde paraşütler de bu teknik kullanılarak imal edilmektedir.)
Yağmurun "ölçü"leri bu kadarla da kalmaz. Örneğin, yağmurun yağmaya başladığı atmosfer katmanlarında ısı, sıfırın altında 40°C'ye kadar inebilir. Ancak yağmur asla buz kalıplarına dönüşmez. (Buza dönüşse, kuşkusuz yerdeki canlılar için ölümcül bir tehdit oluştururdu.) Bunun sebebi atmosferdeki suyun saf su niteliğinde olmasıdır; bilindiği gibi saf su çok düşük ısılarda bile kolay kolay donmaz.
Yağmurun nasıl oluştuğu uzun süre insanlar için tam bilinemeyen bir sırdı. Ancak hava radarlarının keşfedilmesinden sonra, yağmurun hangi evrelerden geçerek oluştuğu kesinlik kazandı.
Buna göre, yağmur üç evreden geçerek oluşur: Önce rüzgar yoluyla yağmurun "hammaddesi" havalanır. Ardından bulutlar meydana gelir ve en son olarak da yağmur damlacıkları ortaya çıkar.
Kuran'da yağmurun oluşumu ile ilgili aktarılanlar ise, tam da bu süreçten söz ederler. Bir ayette bu oluşum ile ilgili şöyle bir bilgi verilir:
"Allah, rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda kendi kullarından dilediğine verince, hemen sevince kapılıverirler." (Rum Suresi, 48)
Şimdi ayetin ifade ettiği üç evreyi teknik olarak inceleyelim.
1. EVRE: "Allah rüzgarları gönderir..."
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli patlamakta ve su zerreleri sürekli olarak gökyüzüne fırlamaktadır. Tuzca zengin bu zerreler daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarılara doğru yol alırlar. Aerosol adındaki bu küçük parçacıklar "su tuzağı" denilen bir mekanizmayla yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulutları oluştururlar.
2. EVRE: "... böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır ve onu parça parça kılar..."
Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerrelerinin etrafında yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bunların içindeki su damlacıkları çok küçük olduklarından (0.01 ile 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece gök bulutlarla kaplanır.
3. EVRE: "... nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün."
Tuz kristallerinin ve toz zerreciklerinin etrafında biraraya gelen su parçacıkları iyice yoğunlaşarak yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar buluttan ayrılarak yağmur biçiminde yere düşmeye başlarlar.
Yukarıdaki teknik açıklamadan çıkarılabilecek net sonuç şudur:
Yağmurun oluşumundaki her aşama, Kuran ayetlerinde bildirilmektedir. Üstelik bu aşamalar oluşum sırasıyla açıklanmıştır. Dünyadaki birçok doğal olayda olduğu gibi, bunda da Kuran'da en doğru açıklama yapılmış, üstelik bu açıklama bilimin keşfinden asırlar önce insanlara duyurulmuştur.
Kuran'da, yağmurun "ölü bir beldeyi diriltme" işlevine birçok ayette dikkat çekilir. Örneğin bir ayette şöyle denir:
"... Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için." (Furkan Suresi, 48-49)
Nitekim yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır.
Denizlerden buharlaşarak bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı "canlandıracak" bazı maddeler içerirler. Bu "canlandırıcı" özellikli yağmur damlalarına "yüzey gerilim damlaları" adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katman dedikleri üst kısmında oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonların bozulmasından dolayı meydana gelen pek çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor, magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır, çinko, kobalt, ve kurşun gibi ağır metalleri seçip ayırarak kendi içlerinde toplarlar. Bu "gübre" yüklü parçacıklar rüzgar yoluyla havaya kaldırılır ve bir süre sonra da yağmur damlalarının içinde yere inerler. Yeryüzündeki tohum ve bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar. Bu olay Kuran'ın bir başka ayetinde şöyle bildirilir:
"Ve gökten mübarek (bereket yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik." (Kaf Suresi, 9)
Yağışlarla toprağa inen bu tuzlar, verimi arttırmak için kullanılan gübrelerden bazılarının (kalsiyum, magnezyum, potasyum v.b.) küçük örnekleridir. Bu tür aerosollerde bulunan ağır metaller ise, bitkilerin gelişiminde ve üretiminde verimlilik artırıcı elementleri oluştururlar.
Ormanlar da, yine bu deniz kökenli aerosoller yardımıyla gelişir ve beslenirler. Bu yolla, her yıl kara parçalarının toplam yüzeyi üzerine 150 milyon ton gübre düşmektedir. Bu doğal gübreleme işleyişi olmasaydı, dünya üzerinde çok daha az bitki olacak, hayat dengesi bozulacaktı.
İşin en ilginç yanı ise, ancak modern bilim tarafından ortaya çıkarılan bu gerçeğin, Kuran'da Allah'ın asırlar önceden bildirilmesidir.
Kuran'da insanlar imana çağırılırken oldukça farklı konulardan bahsedilir. Kimi zaman gökler, kimi zaman yeryüzü, kimi zaman da hayvanlar ve bitkiler insana delil gösterilir. Yine birçok ayette insanın bizzat kendi yaratılışına dönüp bakması öğütlenir. İnsanın nasıl yeryüzüne geldiği, hangi aşamalardan geçtiği ve temel maddesinin ne olduğu sık sık hatırlatılır:
"Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz?" (Vakıa Suresi, 57-59)
İnsanın yaratılışı ve bu yaratılışın mucizevi yönleri daha pek çok ayette vurgulanır. Ancak bu vurgular arasında öyle bilgiler vardır ki, bunlar Kuran'ın indirildiği 7.yüzyılda asla bilinemeyecek detaylardır. İşte bunlardan bazıları şöyledir:
Kuran'ın indirildiği yüzyılda da insanlar elbette doğumun temel maddesinin cinsel ilişki sonrasında erkekten gelen sıvı ile ilgili olduğunu biliyorlardı. Çocuğun ortalama dokuz ayda doğduğu da rahatlıkla gözlemlenen, bilmek için araştırma gerektirmeyen bir konu idi. Ancak yukarıda sıraladığımız bilgiler o devrin bilim seviyesinin çok üstündeydi. Bunlar, ancak 20. yüzyıl bilimi tarafından keşfedildi.
Şimdi, keşfedilen bu bilgileri sırasıyla inceleyelim.
1) "Bir damla su"
Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Bu yolculukta 250 milyon spermin ancak 1000 kadarı yumurtaya ulaşmayı başarır. Beş dakika sonra sona erecek yarışın sonunda, yarım tuz tanesi büyüklüğündeki yumurta, spermlerden yalnızca birini kabul edecektir. Yani insanın özü, meninin tamamı değil, ondan küçük bir parçadır. Ancak, bilindiği gibi, bunlardan sadece biri yumurtayı döllemeyi başarır. Kuran'da ise bu gerçek şöyle açıklanır:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? (Kıyamet Suresi, 36)
Dikkat edilirse Kuran'da, insanın meninin tamamından değil, onun içinden alınan küçük bir parçadan yaratıldığı haber verilmektedir. Bu ifadedeki özel vurgunun modern bilim tarafından keşfedilen bir gerçeği açıklaması ise, ifadenin İlahi kaynaklı bir bilgi olduğunun delilidir.
2) "Karmaşık" sıvı
Meni olarak adlandırılan ve spermleri taşıyan besleyici sıvı, sadece spermlerden oluşmaz. Aksine meni, birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Bu sıvıların, spermin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacağı şekeri bulundurmak, baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri vardır.
Ne ilginçtir ki, Kuran'da meniden söz edilirken, modern bilimin ortaya çıkardığı bu gerçeğe de işaret edilmekte ve "karmakarışık" bir sıvı olarak tarif edilmektedir:
"Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık." (İnsan Suresi, 2)
Bir başka ayette ise yine meninin karışım olduğuna işaret edilir, insanın ise bu karışımın "özünden" yaratıldığı vurgulanır:
" Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır." (Secde Suresi, 7-8)
Burada "öz" diye çevrilen Arapça "sulala" kelimesi, öz ya da bir şeyin en iyi kısmı demektir. Hangi şekilde alınırsa alınsın "bir bütünün bir kısmı" anlamına gelir. Ve bu durum, Kuran'ın, insanın yaratılışını en ince detayına kadar bilen bir İrade'nin sözü olduğunu göstermektedir. Çünkü o İrade, zaten insanı yaratan Allah'tır.
Ey insan, "üstün kerem sahibi" olan Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan nedir? Ki O seni yarattı, sana bir düzen içinde biçim verdi ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertip etti. (İnfitar Suresi, 6-8)
3) Cinsiyetin Belirlenmesi...
Daha yakın zamana kadar bebeğin cinsiyetini erkek ve kadın hücrelerinin beraber belirlediği sanılıyordu. Oysa genetik ve mikrobiyoloji bilimlerinin gelişmesiyle birlikte, kadının bu belirlemede hiçbir rolü olmadığı anlaşıldı.
İnsan yapısını belirleyen 46 kromozomdan iki tanesi cinsiyet kromozomu olarak adlandırılır. Bu iki kromozom erkekte XY, kadında ise XX olarak adlandırılır. Bunun sebebi bu kromozomların bu harflere benzemesidir. Y kromozomu erkeklik, X kromozomu ise kadınlık genlerini taşır.
Bir insanın oluşması, erkek ve kadında çift çift yer alan bu kromozomların birer tanesinin birleşmesi ile başlar. Kadında yumurtlama sırasında ikiye ayrılan yumurta hücresinin her iki parçası da X kromozomu taşır. Oysa erkekte ikiye ayrılan yumurta hücresi, X ve Y kromozomları içeren iki farklı sperm meydana getirir. Kadında bulunan X kromozomu eğer erkekteki X kromozomu içeren spermle birleşirse kız, Y kromozomu içeren spermle birleşirse erkek oluşur.
Yani doğacak çocuğun cinsiyetini belirleyen faktör, erkekteki hangi kromozomun kadındaki kromozomla birleşeceği sorusudur.
Kuşkusuz genetik keşfedilene kadar, yani 20. yüzyıla dek, bunların pekçoğu bilinmiyordu. Aksine pek çok kültürde, doğacak çocuğun cinsiyetinin kadın bedeni tarafından belirlendiği inancı yaygındı.
Oysa Kuran'da, genlerin keşfinden 13 yüzyıl önce bu batıl inanışı reddeden bir bilgi verilmişti insanlara. Erkeklik ve dişiliğin, "rahme dökülen meniden" yaratıldığı, yani cinsiyetin kökeninin kadın değil erkek bedeni olduğu Kuran'da şu şekilde belirtilmiştir:
"Rahime dökülen meniden erkek ve dişi iki çifti o yarattı." (Necm Suresi, 45-46)
4) Rahme Yapışan Alak...
Erkekten gelen sperm ve kadındaki yumurta üstte değindiğimiz şekilde birleştiğinde, doğacak bebeğin ilk özü de oluşmuş olur. Biyolojide "zigot" olarak tanımlanan bu tek hücre, hiç zaman yitirmeden bölünerek çoğalacak ve giderek bir "et parçası" haline gelecektir.
Ancak zigot bu büyümesini boşlukta gerçekleştirmez. Rahim duvarına tutunur, sahip olduğu uzantılar sayesinde toprağa yerleşen kökler gibi oraya yapışır. Bu bağ sayesinde de, gelişimi için ihtiyaç duyduğu maddeleri annenin vücudundan alabilir.
Ne ilginçtir ki, Kuran'da anne karnında büyümeye başlayan zigottan söz edilirken, o hep "alak" olarak tanımlanmaktadır:
"Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan (asılıp tutunan şeyden) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir." (Alak Suresi, 1-3)
"İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı." (Kıyamet Suresi, 36-39)
"Alak" kelimesinin Arapça'daki anlamı ise, "bir yere asılıp tutunan şey"dir. Hatta kelime asıl olarak, bir bedene yapışıp oradan kan emen sülükler için kullanılır. Bu kelimenin, rahim duvarına yapışıp oradan yaşamı için gerekli şeyleri emen zigotu tanımlamak için kullanılabilecek en uygun kelime olduğu ise açıktır.
Kuran'da zigot hakkında verilen bilgiler bununla da bitmez.
Döl yatağına tam anlamıyla tutunmuş olan zigot gelişmeye başlar. Anne rahmi ise, zigotu saran ve "amnion sıvısı" denen bir sıvı ile doludur. Bebeğin içinde büyüdüğü amnion sıvısının dikkati çeken en önemli özelliği, dışarıdan gelecek darbelere karşı bebeğin güvenliğini sağlamasıdır. Kuran'da, bu gerçek de bildirilir:
"Sizi basbayağı bir sudan yarattık. Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik." (Mürselat Suresi, 20-21)
20. yüzyılda henüz keşfedilmiş olan tüm bu bilgilerin, daha 7. yüzyıldan haber verilmiş olması Kuran'ın Allah'ın indirdiğinin en büyük delillerindendir.
"Onlar hala Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı." (Nisa Suresi, 82)
Kuran'daki tarif tam doğrudur, çünkü bu kitaptaki her ayet Allah'ın sözleridir. İnsanı anne rahminde yaratıp şekillendiren Allah, bu süreci en iyi tarif edecek kelimeleri Kitabında bildirmiştir. Hepimizi bu şekilde yaratmış olan Allah, hayatımızın başlangıcını bir başka ayette şöyle tarif etmektedir:
"Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir." (Müminun Suresi, 12-14)
Kuran'ın indirildiği coğrafyanın ana dili olan Arapça, çok gelişmiş bir lisandır. Kelime hazinesi son derece geniştir. Ayrıca Arapça'daki fiillerin bir kısmı, Türkçe'ye tek bir kelime ile çevrilemeyecek anlamlarla yüklüdürler. Örneğin "haşiye" fiili "içi titreyerek korkmak" anlamındadır. (Başka türlü korkular için ise başka kelimeler kullanılır.) Ya da "karia" kelimesi "başa gelip çatan sarsıcı olay"ı yani Kıyamet'i ifade etmek için kullanılır.
Kuran'da geçen bu tür fiillerden birisi de "tekvir" fiilidir. Bu fillin Türkçesi "yuvarlak bir şeyin üzerine birşey sarmak"tır. Örneğin Arapça sözlüklerde "başa sarık sarma" gibi yuvarlak cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılmaktadır. Şimdi tekvir fiilinin geçtiği bir ayeti inceleyelim:
Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor. (Zümer Suresi, 5)
Ayette gecenin ve gündüzün birbirlerinin üzerlerini sarıp-örtmeleri (tekvir etmeleri) konusunda verilen bilgi, aynı zamanda Dünya'nın biçimi konusunda kesin bir bilgi içermektedir. Ancak ve ancak Dünya'nın yuvarlak olması durumunda bu ayette ifade edilen fiil gerçekleşebilir. Yani 7. yüzyılda indirilen Kuran'da, dünyanın yuvarlak olduğuna işaret edilmiştir.
Oysa unutmamak gerekir ki, o dönemdeki astronomi anlayışı dünyayı daha farklı algılıyordu. O dönemde dünyanın düz bir satıh olduğu düşünülüyordu ve tüm bilimsel hesap ve açıklamalar da buna göre yapılıyordu. Kuran'da ise o zamanın yanlış bilgileri ile ilgili hiçbir ifadeye rastlamayız. Aksine Kuran ayetlerinde bize henüz bu yüzyılda öğrendiğimiz bilgiler verilmektedir. Kuran Allah'ın sözü olduğu için, evreni tarif ederken olabilecek en doğru kelimeler kullanılmıştır.
Jeolojinin bulgularına göre, dağlar yeryüzü kabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda oluşurlar. Bu tabakalar çok büyüktür ve tüm karaları onlar taşırlar. İki tabaka çarpıştığı zaman daha dayanıklı olan, ötekinin altına girer ve aralarındaki tortu havaya kalkar. Sıkışmış tortuda oluşan büyük kıvrım da, çevredeki bölgeden yükselerek dağları oluşturur. Bu arada, dağları oluşturan çıkıntı, yer üstünde olduğu kadar yer altında da ilerler. Yani dağların gördüğümüz kütleleri kadar, yer altında aşağıya doğru uzanan bir kütleleri de vardır. Dağların bu yeraltındaki uzantıları, yerkabuğunun mağma tabakası üzerinde ya da kendi tabakaları arasında kaymasını engeller.
Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, dağların en önemli özelliklerinden birisi, birbirine yaklaşarak sıkışan yer tabakalarının birleşim noktalarında yükselmeleri ve bu tabakaları "sabitlemeleri"dir. Yani dağları, tahtaları birarada tutan çivilere benzetebiliriz.
Öte yandan, dağların inanılmaz kütleleriyle yerkabuğuna yaptıkları basınç, Dünya'nın çekirdeğindeki mağma hareketlerinin etkilerinin yeryüzüne ulaşarak yerkabuğunu parçalamasına da engel olmaktadır. Dünya'nın çekirdek olarak adlandırılan merkez tabakası, binlerce derece sıcaklıkta erimiş maddelerden oluşan bir bölgedir. Çekirdekte meydana gelen hareketler sebebiyle yeryüzünü oluşturan tabakalar arasında ayrılma bölgeleri meydana gelmektedir. Bu bölgelerde yükselen dağlar aşağıdan yukarıya gelen hareketleri engelleyerek Dünya'yı şiddetli depremlerden korurlar.
İşin ilginç yanı ise, günümüzde modern jeoloji tarafından ortaya konulan bu teknik gerçeklerin, asırlar önce Kuran'da haber verilmiş olmasıdır. Dağlardan söz eden bir Kuran ayetinde şöyle denilmektedir:
O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi... (Lokman Suresi, 10)
Allah Kuran'da bu ayetiyle, aynı zamanda o devirde yaygın kabul gören inanışın batıl olduğunu gösteriyordu. O dönemde birçok toplumda olduğu gibi, ilkel bir astronomi anlayışına sahip olan Araplar, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durabildiğini zannediyorlardı. Bu inanışa göre düz olan dünyanın iki ucunda yüksek dağlar mevcuttu. Bu dağlar gök kubbenin "dayanaklarıydılar". Yani gökyüzünü ayakta tutan birer direk gibi oldukları düşünülüyordu. Bu inancın yanlış olduğu üstteki ayetle kesin olarak ortaya çıktı ve insanlara gökyüzünün "dayanaksız" olduğu haber verildi. Ayrıca dağların gerçek jeolojik işlevi de haber verildi: Sarsıntıları engellemek. Bu konudaki bir başka ayette de yine aynı konu vurgulanmıştır:
Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık. (Enbiya Suresi, 31)
Açıkça görüldüğü gibi Allah, çok yeni elde edilebilmiş olan jeoloji bilgilerini henüz 7. yüzyılda Kuran'la insanlara haber veriyordu. Bu da, Kuran'ın herşeyi bilen Allah katından indirilmiş olduğunun bir başka delilidir.
Kuran'da rüzgarların 'aşılayıcı' özelliğinden Maide Suresi'nin 22. ayetinde şöyle bahsedilir:
Ve aşılayıcı olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık. (Maide Suresi, 22)
Söz konusu ayette geçen "aşılama" kelimesinin Arapça karşılığı hem bitkilerin, hem de bulutların aşılanması anlamını taşımaktadır. Nitekim modern bilim rüzgarların her iki işleve de sahip olduğunu göstermiştir. Rüzgarlar, önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi, yağmur damlasının oluşmasında rol oynayacak kristalleri taşıyarak bulutları aşılamış olurlar. Bununla birlikte rüzgarlar, bitkileri aşılama görevini de üstlenmişlerdir.
Yeryüzündeki birçok bitki, insanlar ve hayvanlar gibi dişi ve erkek olmak üzere farklı cinsiyetlere sahiptir. Hayvanlar ve insanlar sahip oldukları hareket etme yeteneği sayesinde ürerler. Oysa, bitkilerin eşleşmek için birbirlerine yaklaşma imkanı yoktur. İşte rüzgarlar bu sorunu hallederler. Rüzgarlar aracılığıyla bitkilerin dişi ve erkek üreme hücreleri birbirine ulaştırılarak, dünyadaki bitki hayatının devamı sağlanır. Amerikalı bir biyolog, bunu şöyle anlatıyor:
"Birçok bitki rüzgardan polen yakalayacak şekilde mükemmelce yaratılmıştır. Kozalaklar, çiçek salkımları ve diğer yapılar hava akımlarına kanallar oluşturur. Ve sperm üreten polenler bu kanallar sayesinde üreme alanlarına gelir... Bitkiler havaya sperm üreten polen tohumlarını fırlatırlar. Daha sonra hava akımları bu tohumları aynı türden diğer bitkilere taşır. Ovüle gelen polen burada yumurtayı döller ve böylece ovüller tohuma dönüşür."
İnsanın parmaklarının uç kısmındaki derinin gözle görülebilen şekiller oluşturmasıyla oluşan "parmak izi" tamamen kişiye özeldir. Şu an dünyada yaşayan her insanın parmak izi birbirinden farklıdır. Üstelik tarih boyunca yaşamış olan tüm insanlarınki de birbirlerinden farklı olmuştur. Bu izler, derin bir kesik ve büyük bir yaralanma olmadığı sürece kişinin hayatı boyunca da aynı kalır.
İşte parmak izi, bu nedenle çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve tüm dünyada bu amaçla kullanılmaktadır.
Dikkatlice incelendiğinde parmak izlerindeki bazı hatların ani olarak sonlandığı veya ortadan ikiye ayrılıp bir çatal oluşturduğu görülecektir. Bu karakteristik noktalar "nitem" olarak tanımlanmaktadır. Parmak izleri için esas ayırt edici özellik, nitemlerin parmak izi içerisinde bulunduğu yerler ve yönleridir. Elimizdeki tüm parmak izlerimizi dikkatlice karşılaştırırsak, ana yapı olarak birbirine benzeseler de, nitemler göz önüne alındığında aslında çok farklı olduklarını görürüz. Bu farklılıklar öylesine ayırt edicidir ki, yapılan çalışmalarda yeryüzündeki iki farklı insanın aynı parmak izine sahip olma olasılığı 64 milyarda bir olarak saptanmıştır.
İki asır öncesine kadar parmak izi hiç de bu kadar önemli bir kavram değildi. Çünkü her insanın parmak izinin birbirinden farklı olduğu ancak 19. yüzyılın sonlarında fark edildi. 1880 yılında Henry Faulds isimli İngiliz bilim adamı, Nature dergisinde yayınlanan bir makalesinde insanların parmak izlerinin hayat boyunca değişmediğini ve suçluların da cam şişeler üzerinde bıraktıkları parmak izleri sayesinde yakalanabileceğini açıkladı. 1884 yılında İngiltere'de ilk defa bir cinayet, parmak izleri takip edilerek çözüldü. 19. yüzyıla kadar kimse parmak uçlarındaki dalgalı şekillerin bir özelliğinin ve anlamının olduğunu düşünmemişti.
Oysa Kuran'da, insanların parmak uçlarında çok önemli bir özellik olduğuna henüz 7. yüzyılda işaret edilmişti. Parmak izinin önemine dikkat çeken Kuran ayeti şöyledir:
İnsan, onun kemiklerini bizim kesin olarak biraraya getirmeyeceğimizi mi sanıyor? Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz. (Kıyamet Suresi, 3-4)