“Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar.” (Zümer Suresi, 45)
İnkara sapmış önde gelenlerin müminlere ve tebliğ edilen dine reaksiyonlarını incelediğimizde şiddet, taşkınlık, öfke ve kibir gibi aslında şeytana ait karakter özellikleriyle karşılaşırız. Bu karakter özelliklerini ve tebliğ sırasında karşılaşılacak tepkileri önceden bilmek (ki bu Kuran ayetleri sayesinde mümkün olmaktadır) bunlara karşı hazırlıklı olmak ve dolayısıyla başarı kazanma yolunda sağlam bir adım atmak anlamına gelmektedir.
Tebliğ yapanlara sıkça gösterilen bir tepki, inanmak için mucize görme isteğidir. Kuran'da bu istek şu şekilde tarif edilmiştir:
İnkâr edenler: 'Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya!' derler. De ki: 'Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, Kendisi'ne katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir.' (Rad Suresi, 27)
İnanmayanlar arasında mucize görmeye karşı yoğun bir istek vardır. Kendilerine tebliğ edilen dine kanaatlerinin gelmesi için mutlaka böyle şeyler görmek isterler. Oysa her yer gerçekte mucizelerle doludur, biraz aklını kullanabilen bir insan bunları rahatlıkla farkedebilir.
Örneğin "Havada duran bir taş var!" denilse, bu durum büyük bir mucize olarak değerlendirilir, oysa milyarlarca tonluk dünya, yaratıldığı günden beri uzay boşluğunda durmaktadır. Üstelik başıboş bırakılmış da değildir, kusursuz bir şekilde uyumlu bir yörüngede güneşin etrafında dönüp durmaktadır.
Atomların arasındaki muazzam çekim kuvveti de bir mucizedir, güneşin o kadar uzaktan dünyayı ısıtması, canlılara hayat vermesi de mucizedir... Bu olayların bir sebebi olması onların değerini azaltmaz, çünkü sebepler de birer mucizedir. Ancak bu gibi olaylar, Allah'ın kudretini bilmeyen ve O'nun delillerinin üzerinden görmeden geçenler için bir şey ifade etmez.
İsra Suresi'nin 90-93. ayetlerinde Allah inkarcıların nasıl mucizeler istediğini şöyle bildirmektedir:
Dediler ki: 'Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız. Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın. Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza (şahid olarak) getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız. (İsra Suresi, 90-93)
Ancak inanmayanların mucize görmek istemeleri de samimi değildir. Yani bu insanların kalpleri mucize görerek yatışacak ve böylece iman edecek değillerdir. Bu isteklerinin tek sebebi, Resulün böyle bir şey yapamayacağını ve mucize gerçekleşmeyince de inanmaları için bir zorunluluk kalmayacağını düşünmeleridir. Kuran'da bu kişilerin samimiyetsizliklerini Allah şöyle haber verir:
"Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, orada yukarı yükselseler de, mutlaka: 'Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz' diyeceklerdir." (Hicr Suresi, 14-15)
Başka bir ayette de Allah şöyle buyurur:
"Biz kitabı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar elleriyle dokunsalar bile, inkar edenler tartışmasız: 'Bu apaçık bir büyüden başkası değildir.' derler." (Enam Suresi, 7)
İşte Allah, inanmak için mucize bekleyenlerin samimiyetsizliğini böyle haber verir.
Kendilerine din ahlakı anlatıldığında inkarcıların gösterdiği başka bir reaksiyon da, anlatılanları kabullenmemek, dahası yalanlamaktır. Din ahlakını anlatan müminleri ve Resulü yalancılıkla suçlarlar (Allah’ı ve Resulü tenzih ederiz). Resule yapılan bu suçlama, üçüncü bölümde detaylıca açıklanacaktır.
Tebliğ edilen dine karşı "kuşku verici bir tereddüt" (Hud Suresi, 62) içinde olan inkarcılar, materyalist bir dünya görüşü içinde ahireti de inkar ederler. Müminun Suresi'nin 37. ayetinde Allah bu kişilerle ilgili olarak şöyle haber vermektedir:
"O (bütün gerçek) yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir, ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz." (Müminun Suresi, 37)
Kendilerine açıklananları düşünüp öğüt alacakları yerde, dinledikleri şeylerde çarpıklık aramaya çalışırlar. Basit söz oyunlarıyla konuyu dağıtmaya çalışırlar.
Bunun yanında, kendilerine tebliğ yapan kişileri küçümsemeye de kalkarlar. Hz. Nuh (as)'a "Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır mıyız?" (Şuara Suresi, 111) diyen kafirler bunun bir örneğidir. Kuran'da bu kişilerle ilgili bir başka ayette Allah şu şekilde bildirmektedir:
Ve (yine) kendilerine: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin' denildiğinde: 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?' derler. Bilin ki gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir, ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)
Müminleri akıllarınca küçümsemeye çalışan bu insanların, din ahlakını yaşamaya her davet edilişlerinde gösterdikleri bayağı ve ilkel tepkiler ise gerçekte kendilerinin ne kadar aşağı olduklarını göstermektedir. Hz. Nuh (as), kafirlerin bu tepkilerini şöyle anlatır:
"Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler." (Nuh Suresi, 7)
Görüldüğü gibi, inanmayanların tebliğe gösterdikleri tepkiler çeşitli olmakla birlikte, çoğu zaman bu kişilerden olgun ve medeni bir karşılık görmek mümkün değildir. Nitekim birazdan da göreceğimiz gibi müminlerin tebliğde karşılaştıkları reaksiyonlar bazen tamamen insanlık dışı ve medeniyetsiz bir yapıya bürünmektedir.
Müminlerin tebliğ faaliyetleri sırasında karşılaştıkları en şiddetli tepkiler, Kuran'da belirtildiği gibi o kavmin "inkara sapmış önde gelenleri" tarafından verilmektedir. Halk üzerinde ekonomik ve siyasi bir baskı oluşturmuş, halkı çeşitli yönlerden kendilerine muhtaç duruma düşürmüş bu "önde gelenler" tebliğ edilen dinin kendi çıkarlarına aykırı olduğunun farkındadırlar. Böyle bir dinin insanlar arasında yayılması ve hakim olması, önde gelenlerin elde etmiş olduğu üstünlüğü bir anda yok edecektir.
Zuhruf Suresi 23. ayette de belirtildiği gibi, önde gelenlerin önemli bir özelliği "refah içinde şımarıp azmış" olmalarıdır. Bu insanlar, dünya hayatında sahip olabilecekleri mal ve servetin en fazlasına sahip olabilmek, bunları "yığıp biriktirmek" için hummalı bir faaliyet yürütürler. Çünkü Hümeze Suresi 3. ayette Allah'ın belirttiği gibi "mallarının kendilerini ebedi kılacağını sanmaktadırlar." Bu telkini onlara veren ise hiç kuşkusuz "sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber veren" (Taha Suresi, 120) şeytandır. Şeytanın kontrolüne girmiş ve onun "fırkası" olmuş önde gelenlerin, müminlere en şiddetli düşmanlığı göstermesi de çok doğaldır.
Nitekim bir ülkede hileli düzenler kurarak müminleri tuzağa düşürmeye, onları doğru yoldan çevirmeye çalışanlar da Enam Suresi'nin 123. ayetinde bildirildiği şekilde "O ülkenin suçlu-günahkarları olan önde gelenlerdir."
Şeytanın söz konusu "önde gelen" dostlarının peygamberlere karşı düzenledikleri tuzak ve saldırıları ise Kuran'ın pek çok yerinde Allah haber vermektedir. Örneğin Kasas Suresi'nin 20. ayetinde de Hz. Musa (as)'ı öldürmek amacıyla toplanıp aralarında görüşme yapanların, “şehrin önde gelenleri” olduğu söylenir. Nitekim Araf Suresi'nin 109. ayetinde Allah'ın haber verdiği gibi, önde gelenler, Hz. Musa (as)'a yönelik "bilgin bir büyücüdür" ifadesiyle halkın Musa Peygamber üzerindeki düşüncelerini provoke etmeye çalışmışlardır. Sonraki ayette ise, "sizi topraklarınızdan sürüp çıkarmak istiyor" ifadesiyle tebliğ faaliyetini büyük bir tehlike ve bir devlet meselesi haline getirerek halkın tepkisini sağlamayı hedeflemişlerdir. "Bu durumda ne buyuruyorsunuz?" diyerek de, zaten yönlendirilmiş olan halka fitnenin hükmü olan ölüm cezasını verdirtmek isterler.
Araf Suresi'nin 123. ayetinde Allah'ın haber verdiği üzere, Firavun, "Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz öyle mi?" demektedir. Ayetin devamından anlaşıldığı üzere Firavun normal bir olayı "halkı sürüp çıkarmak", "şehirde tuzak planlamak" gibi büyük bir fitne olayı haline getirerek ardından gelecek ölüm cezasını haklı göstermek istemektedir. Fikrine karşı gelen büyücüleri karşı saflarda görüp onlara da fitne cezasını tatbik etmeyi dener. Araf Suresi'nin127. ayetinde ise bu kez kavmin önde gelenlerinin, "Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır'da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?" diyerek Hz. Musa (as)'ı öldürmesi için Firavun'u tahrik etmeye çalıştıklarını Allah haber verir.
Şeytanı veli edinmiş, onun adımlarına uymuş olan önde gelenler, müminlerle mücadele etmeyi adeta bir görev sayarlar. Kuran'da "İblisin orduları" yada "şeytanın atlıları ve yayaları" olarak nitelendirilen şeytanın dostlarıyla ilgili bir ayet şöyledir:
... Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar... (Enam Suresi, 121)
Aslında müminlerin mücadelesi, inkar edenleri kontrolüne almış ve onları inananların üzerine saldırtmış olan şeytanladır. İnkarcılara olmadık vesveseler veren, müminlerin tebliğ faaliyetlerini engellemeye çalışan, Allah'ın dininin dünyada hakim olmasını istemeyen hep şeytandır. Bu amacına ulaşmak için de, kendisini veli edinmiş insanlardan oluşan bir "fırka" oluşturarak, bu fırkayı kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmektedir. Bu konuyla ilgili bir başka ayette, Allah konuya şöyle dikkat çeker:
Görmedin mi, Biz gerçekten şeytanları, kafirlerin üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar. (Meryem Suresi, 83)
Böylece inkara sapmış olanlar şeytana ve kendi kavimlerinin önde gelenlerine tabi olarak müminlere karşı harekete geçerler.
İnsanın fıtratına göre takdir edilmiş olan din ahlakının geniş kitleleri etkilemesi ve kabul görmesi aslında doğal bir gelişimdir. Bu dinin tebliğ edilerek insanlara ulaştırılması yeterlidir. Ancak "inkara sapmış önde gelenler" din ahlakının yayılmasını istemedikleri için müminleri ve elçileri engellemeye çalışmakta, diğer taraftan da halkı çeşitli yollarla etkileyerek tebliğ faaliyetlerinin başarısızlığa uğramasına gayret etmektedirler. Önde gelenlerin halk üzerindeki faaliyetleri pek çok Kuran ayetinde açıklanmaktadır. Örneğin, kavminin önde gelenlerinden inkar edenler, Hz. Şuayb (as) hakkında halka '... Andolsun, Şuayb'a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz" (Araf Suresi, 90) tehdidini yapmışlardır. Önde gelenlerin bu propagandasını Allah başka bir ayette şöyle bildirir:
"Kendi kavminden, inkar edip ahirete kavuşmayı yalanlayan ve kendilerine, dünya hayatında refah verdiğimiz önde gelenler dedi ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir.'" (Müminun Suresi, 33)
Görüldüğü gibi önde gelenler, gerek halkı 'kayba uğramakla' tehdit ederek, gerekse elçilerin doğaüstü bir canlı değil, bir insan oluşunu ileri sürerek akıl karıştırmaya ve insanları etki altında bırakmaya çalışmaktadır. Önde gelenlerin bu faaliyetlerini Allah başka bir ayette de şöyle haber vermektedir:
"Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz." (Müminun Suresi, 24)
Burada dikkat çekici nokta, önde gelenlerin peygamberleri çıkarcılıkla suçlamalarıdır. Bu değerli insanları para, mal-mülk, iktidar gibi dünya hayatının geçici metaı olan şeyleri elde etmeye ve böylece insanlara üstünlük sağlamaya çalışmakla itham etmektedirler. Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)'a da "... Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi geldiniz?..." (Yunus Suresi, 78) diyerek yine aynı suçlamayı yapmışlardır.
Oysa gerçekte bu tür bir çaba içinde olanlar, Resulü suçlayanların kendileridir. Buna karşın Resulün tebliğ karşılığında hiçbir çıkar beklemediği birçok ayette belirtilmiştir. (Yunus Suresi, 72, Şuara Suresi, 179-180, Enam Suresi, 90)
Önde gelenlerin tebliğe verdikleri karşılık, bu tür iftira ve suçlamaların yanında, tehdit ve şantajı da içerir. Örneğin Hz. Lut (as) ve yanındaki müminlere karşı, kafir kavmin cevabı, "... yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!" (Araf Suresi, 82) demekten başkası olmamıştır.
Benzer tehditler, Hz. Şuayb (as)'a da yapılmıştır:
Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: 'Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.' (Araf Suresi, 88)
Hz. Şuayb (as)'a yapılan bir tehdidi de Allah başka bir ayette şöyle haber vermiştir:
"Ey Şuayb" dediler, "Senin söylediklerinin çoğunu biz 'kavrayıp anlamıyoruz'. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin." (Hud Suresi, 91)
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, müminler tebliğ faaliyetlerini devam ettirebilmek için, öncelikle inkar edenlere karşı çok güçlü olmak durumundadırlar.
İnkarcılar Allah adını ya da O'nun dinini duyduklarında anlamsız öfke nöbetlerine tutulmaktadır. Nitekim Hz. İbrahim (as), babasına din ahlakını tebliğ ettiğinde aldığı cevap şöyle olmuştur:
"... İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git." (Meryem Suresi, 46)
Firavun da, Hz. Musa (as)'ı, kendi dışında başka ilah edinecek olursa mutlaka hapse atacağını (Şuara Suresi, 29) ve onu öldüreceğini (Mümin Suresi, 26) iddia etmiştir. Aynı Firavun, kendisi izin vermeden iman eden büyücülerini de, ellerini ve ayaklarını çapraz kesmekle ve hurma dallarında sallandırmakla tehdit eder. (Taha Suresi, 71) İnkar edenlerin bu vahşi öfkesi, sonunda, Hz. İbrahim (as)'ı ateşe atmaya kadar gitmiştir. (Ankebut Suresi, 24) Aynı şekilde, Hz. Nuh (as) da taşa tutulup kovulmakla tehdit edilmiştir. (Şuara Suresi, 116)
İnkarcıların taşıdıkları bu şiddetli öfke, Allah'ın dilemesiyle bir imtihan olarak Kuran'a, onun ayetlerine ve müminlere karşıdır. Bu konuyla ilgili başka iki ayet şöyledir:
Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkâr edenlerin yüzlerindeki 'red ve inkarı' tanıyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşı ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanacaklar. De ki: "Size, bundan daha kötü olanını haber vereyim mi? Ateş... Allah, onu inkâr edenlere va'detmiş bulunmaktadır; ne kötü bir duraktır. (Hac Suresi, 72)
O inkar edenler, zikri (Kur'an'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. "O, gerçekten bir delidir" diyorlar. (Kalem Suresi, 51)
İnanmayanların tebliğe gösterdikleri başka bir tepki ise toplanıp birleşerek ortak bir hareket tarzı oluşturmaya çalışmaktır. Bunun sebebi büyük olasılıkla, müminlerle tek başlarına mücadele etmeye güç yetirememeleri ve buna cesaret de edememeleridir. Bu yüzden birleşerek birbirlerine cesaret vermeye, güçlerini arttırmaya çalışırlar. Bunun bir örneği, Musa Peygambere karşı güçlerini birleştiren büyücülerde görülür. Hz. Musa (as)'a karşı galip gelebilmek için büyücüler birbirlerine "... tuzaklarınızı biraraya getirin, sonra gruplar halinde gelin..." (Taha Suresi, 64) demektedirler. Bundan başka, kavmin önde gelenleri de toplanıp aralarında Musa'yı öldürmek için planlar yapmışlardır.
Kavmin önde gelenlerinin tebliğcilere karşı kullandığı stratejilerden biri, Resule çeşitli suçlamalarda bulunarak etkileyiciliğini azaltmak, halkın ona olan inancını ve güvenini sarsmaya çalışmaktır.
O inkar edenler, zikri (Kuran'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. 'O, gerçekten bir delidir' diyorlar (Kalem Suresi, 51)
Onlar: 'Ey kendisine kitap indirilen (Muhammed). Gerçekten sen cinlenmiş (bir deli)sin,' dediler. (Hicr Suresi, 6)
O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin. (Müminun Suresi, 25)
Kavminin önde gelenlerinden inkar edenler dediler ki: "Gerçekte biz seni akli bir yetersizlik içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz." (Araf Suresi, 66)
İnanmayanların bu suçlamalarının ardında, hem Resulün halk gözündeki değerini düşürmeye çalışmak, hem de ona karşı uygulayacakları cezaları meşrulaştırmak arzusu yatmaktadır. Bu sebeplere ilave edebileceğimiz bir üçüncüsü, Allah'ın dinine böylesine sebatla sarılan, tüm tehditlere ve baskılara rağmen davasından geri dönmeyen, türlü zorluklara göğüs geren bir insanın onların gözünde ancak bir 'deli' olabileceğidir. Buna karşın Allah, Resullerinin son derece akıllı ve güvenilir olduklarını şöyle bildirmiştir:
Sahiplerinde (ya da arkadaşları olan peygamberde) delilikten hiçbir şey olmadığını düşünmüyorlar mı? O, apaçık bir uyarıcıdan başkası değildir. (Araf Suresi, 184)
İnkarcıların Resule yönelttikleri bir suçlama da, tebliğ ettiği dini kendisinin uydurduğudur. Bununla ilgili ayetler şöyle sıralanabilir:
O ise, yanlızca bir adam (insan)dır, Allah'a karşı yalan uydurmaktadır, bizler de ona inanacak değiliz. (Müminun Suresi, 38)
Musa onlara apaçık olan ayetlerimizle geldiği zaman: 'Bu düzüp uydurulmuş bir büyüden başkası değildir. Biz geçmiş atalarımızdan bunu işitmedik' dediler. (Kasas Suresi, 36)
Bu suçlamaya karşı Resulün vereceği cevap ise şöyledir:
"Onlar: 'Bunu kendisi uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer onu ben uydurduysam günahı bana aittir. Ama ben, sizlerin suç olarak işlemekte olduklarınızdan uzağım." (Hud Suresi, 35)
Resulün dini uydurduğunu iddia etmelerinin ardından, yalancılık suçlaması gelir: "Sen yanlızca benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin ve biz senin gerçekte yalancılardan olduğunu sanıyoruz." (Şuara Suresi, 186) Ardından suçlamaların dozu artar: "Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır." (Kamer Suresi, 25)
İşte inkarcıların en çok üzerinde durdukları konulardan biri budur: 'Niçin bir başkası değil de o?' Tabii o değil de bir başkası olsaydı bu sefer yine aynı soru gelecekti... Gerçekte bunun tek sebebi, Allah'ın dinini tebliğ edecek bir elçinin varlığını kabullenememeleridir. Çünkü kendi çarpık 'atalarının dininde' böyle bir kavram yoktur. Olsa bile, elçilik makamına ancak onların yakıştıracakları biri gelmelidir, örneğin "... İki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 31) Önde gelenler, beklentilerine uymayan, üstelik de atalarının diniyle uzaktan yakından benzeşmeyen bir dinle gelen Resulü şöyle itham ederler:
"... Gerçekte biz seni açıkça bir şaşırmışlık ve sapmışlık içinde görüyoruz..." (Araf Suresi, 60)
Tüm bunların yanında, Hz. Salih (as)'ı "... Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık..." (Neml Suresi, 47) diyerek uğursuzlukla; Hz. Musa (as)'ı "Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki, o aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamaktan yoksun olan (biri)dir" (Zuhruf Suresi, 52) diyerek zaafiyetle suçlamışlardır.
Şüphesiz ki, tarihte bu suçlamaların örnekleri çok fazladır, ancak burada ele aldıklarımız en temel olanlarıdır. Tebliğ yapanlara mutlaka nefret ve şiddet kullanmaya çalışarak karşı koymaya çalışanlar olacaktır. Kuran'da bize bu tür insanlara ne şekilde karşılık vereceğimizi Allah detaylı bir şekilde tarif etmektedir. Kitabın ilk bölümlerinde bu konuda ayrıntılı bilgiler verilmiştir.
“İşte böyle, senden önce de bir memlekete bir elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun refah içinde şımarıp azan önde gelenleri (şöyle) demişlerdir: 'Gerçekten biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine uymuş kimseleriz.' (O peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: 'Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?' Onlarda demişlerdi ki: 'Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye kafir olanlarız.'” (Zuhruf Suresi, 23-24)
İnsanların yeni fikirleri ve yeni düşünüş tarzlarını benimsemelerini engelleyen şey, adeta 'hücrelerine işlemiş' olan prensiplerdir. Bu prensipler hayat boyu içinde bulunulan ortamdan, aile yapısından, arkadaşlıklardan etkilenerek geliştirilmiş 'kişiye özgü' bir bakış açısı ve yaşam tarzı anlamına gelir. Buna kişinin 'dünya görüşü' de diyebiliriz.
İşte tebliğde karşılaşılan en büyük güçlüklerden biri de, dinle uyuşmayan dünya görüşlerini yıkıp yerine Allah rızasına ve korkusuna dayalı, dünyaya değil ahirete yönelen bir dünya görüşü yerleştirmektir. Bu dünya görüşleri, tamamen materyalist bir yapıda olabileceği gibi, din adına ortaya çıkan ancak hak dinle alakası olmayan fikirlerden de oluşabilir. Nitekim, Kuran'da gördüğümüz gibi dini tebliğ eden Resullere ve müminlere verilen cevaplar kimi zaman Allah'ı inkar eder şekilde, kimi zaman ise o dönemde sahip olunan geleneksel dini korur şekilde olmaktadır.
İnkarcıların şiddetle savundukları, kendilerine anlatılanları hiçbir şekilde kabul etmemelerine neden olan ve müminleri de kendisine döndürmeye çalıştıkları bu geleneksel dini, Allah, 'atalarının dini' olarak nitelendirir. İnsanların büyük çoğunluğu 'atalarının dini'ne son derece bağlıdır ve kendilerine anlatılan gerçeklere de bu dine uygun olup olmamasıyla değerlendirir. Bu konu hakkında Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara 'Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin' denildiğinde 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. (Peki) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idiyseler?” (Maide Suresi, 104)
Görüldüğü gibi kendilerine tebliğ yapılan bu kişiler atalarının dinini siper edinerek, anlatılanları kabullenmemektedirler. Buradan da anlaşıldığı gibi atalarının dini son derece köklü yerleşmiş bir yapıya sahiptir. Bu yapının içinde bir Allah anlayışı da vardır, ancak elbette ki bu anlayış önceki bölümlerde de detaylı olarak anlattığımız gibi Kuran'da bildirilen gerçeklerden çok uzaktır. Burada yine şeytanın faaliyeti devrededir. Kuran'da Allah'ın haber verdiği, "... aldatıcılar da sizi Allah'ın adıyla kandırmasın" (Lokman Suresi, 33) şeklindeki ayet, şeytanın kullandığı bir taktiği ortaya çıkarır. Bu taktik, insanların şeytanın telkiniyle yaptıkları şeyleri din adına, Allah adına yapılıyormuş gibi göstermektir. Allah bu durumu şöyle haber verir:
Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi, 36-37)
Ataların dinindeki insanların durumu işte böyledir. Önde gelenlerin durumu da bunlardan farklı değildir. Ayrıca önde gelenler, din kavramını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaktadırlar. Allah kelimesini kendi çıkarları için kullanan bu tür iki yüzlüleri Rabbimiz Kuran'da şöyle tarif eder:
Bunun üzerine kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz." (Mü'minun Suresi, 24)
Bu ayette dikkatle incelenecek birçok husus vardır:
1. Topluluğun önde gelen bazı kişileri, tebliğ edilen dine insanlar inanmasın diye yoğun bir çaba sergilemektedirler. Bu amaçla Allah'ın adını da kullanmaktadırlar. 'Eğer Allah dileseydi melekler indirirdi' şeklindeki ifade de bu çarpık anlayışı göstermektedir. Bu ifade aynı zamanda, insanların inanmak için mucizeler beklediğinin de bir kanıtıdır. Birinci bölümde de anlatıldığı gibi, inanmak için özel bir mucizeye gerek yoktur, aklını kullanabilen bir insan, her saniye ayrı bir mucizeyle karşı karşıyadır.
İnanmayanların insanları hidayet yolundan engellemek ve Kuran'da bildirilen gerçeklerden uzaklaştırmak için Allah'ın adını kullandıklarını da başka bir ayette Allah şöyle haber verir:
Onlar çirkin bir hayasızlık işlediklerinde 'Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti' derler. De ki: 'Şüphesiz Allah çirkin hayasızlıkları emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?' (Araf Suresi, 28)
Görüldüğü gibi atalarının dinine uyanlarda, yaptıkları çirkinlikleri Allah'ın adının arkasına saklanarak meşru gösterme gibi sapık bir istek vardır.
2. Tebliğ yapılan insanları etkilemeye, kafalarını bulandırmaya çalışan bazı kişiler vardır. Bunlar ayetlerde 'kavmin inkara sapmış önde gelenleri' olarak nitelendirilir. Yöntemleri, insanların akıllarını karıştırarak, bazı durumlarda onları tehdit ederek ve onların üzerlerinde kurmuş oldukları baskıcı otoriteyi kullanarak onları inanmaktan alıkoymaktır. Bunun sebebi ise çok açıktır; inançlı kişi akıllı olur, uyanık davranır, kendisine empoze edilen yanlışlara rağbet etmez ve en önemlisi din ahlakına savaş açmış kimselere karşı tavır alır, onlarla fikri mücadele eder. Doğaldır ki, böyle bir toplumun oluşmasından en çok 'inkara sapmış önde gelenler' zararlı çıkar.
Bir diğer anlatımla inkarcı toplumun önde gelenlerinin gerçekte şeytani düzenin birer parçası olduklarını görürüz.
3. Din ahlakını anlatanlara savaş açmış olan 'önde gelenler', dini tebliğ eden Resulün aslında üstünlük elde etmeye çalıştığını öne sürmektedirler. Gerçekle hiçbir şekilde bağdaşmayan bu iddia 'Resullere Yöneltilen Suçlamalar' bölümünde açıklanmıştı.
4. "Geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz" ifadesi, kavmin inkara sapmış önde gelenlerinin atalarının dinine duydukları bağlılığını göstermektedir. Oysa Kuran'da yer alan, "... ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?" (Bakara Suresi, 170) ya da "şeytan onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı" (Lokman Suresi , 21) veya "ben size daha doğru olanı getirmiş olsam da mı?" (Zuhruf Suresi, 24) gibi sorular, atalarının dinine bu tür bir bağlılık gösterenlerin ne denli büyük bir sapkınlık ve akılsızlık içinde olduğunu gösterir.
İlginç bir nokta, atalarının dinine büyük bağlılık gösteren insanların, hak dini tebliğ eden müminleri de kendi dinlerine döndürme uğraşı içinde olmasıdır. Allah ayette şöyle buyurmaktadır:
Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz." (Şuayb:) "Biz istemesek de mi?" dedi. (Araf Suresi , 88)
Atalarının dinine bağlı insanlar için bu 'geri döndürme' olayı büyük önem taşımaktadır. Kendilerinden biri tebliğ sonucu hak dini kabul ederse bu onları sinirlendirir ve üzer. O kişiyi kendi dinlerine döndürmek amacıyla büyük bir çaba yürütürler. Bu çaba başarısız olursa onu dışlayarak akıllarınca cezalandırırlar. (Aslında bu hareketleri mümin için bir güzelliktir) Güç ve iktidar sahibi önde gelenler ise daha ileri giderek tehdit denemelerinde bulunurlar.
Allah'ın Kuran'da tarif etmiş olduğu din dışındaki her yerleşik inanış, Kuran'a aykırı her gelenek aslında ataların dini kavramına girmektedir. Bu dine uyanların sonu cehennem olabilir. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle haber vermektedir:
Sonra onların dönecekleri yer, elbette (yine) çılgınca yanan ateştir. Çünkü onlar, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı. Kendileri de onların izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı. (Saffat Suresi, 68-70)