Kitabın başından bu yana müminlerin şevk anlayışlarının ne kadar sağlam temellere dayandığına ve bundan dolayı da şeytanın şevk kırma yönündeki tüm çabalarının sonuçsuz kaldığına değindik. Bu bölümde ise müminlerin şevklerinin hangi tavırlarından anlaşılabileceğini anlatacağız.
Bu konuda öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, kalbinde imanın heyecanını yaşayan bir insanın üstünlüğü ve farklılığı, onun hayatının her anında, gösterdiği her tavırdan, söylediği her sözden anlaşılır. Bu, öylesine belirgin bir tavır güzelliği oluşturur ki, aynı şevki kalplerinde yaşayan diğer müminler bu tavrın imandan ve Allah'a olan bağlılıktan kaynaklanan bir şevk ve heyecan olduğunu hemen fark ederler.
İnanmayanlara gelince onlar da bu kimselerdeki şevki, kararlılığı ve manevi gücü fark ederler. Ancak onlar gerçek imanı tanımadıkları, Allah'a gönülden bağlanmış olmanın ne demek olduğunu, imanın nasıl yaşandığını bilmedikleri için bu azmin ve coşkunun kaynağını kavrayamazlar. Ancak her ne kadar adını koyamasalar da yine de bu kimselerde, diğer insanlarda rastlanmayan türde gözü kara ve yiğit bir karakter olduğunu hemen anlarlar.
Bunun yanında şevkin insanın hangi tavırlarından anlaşılabildiği konusu müminler için büyük önem taşır. Zira insanların birbirlerinin imanlarının derinliği ve Allah'a olan yakınlıkları hakkında kesin bir fikir yürütebilmeleri mümkün değildir. Bu konunun bilgisi Allah Katında gizlidir.
Kimin samimi bir imana sahip olduğunu kimin ise kalbinde hastalık olduğunu bilen tek güç Allah'tır. Ancak Allah bu konuda müminlere yol gösterici olması için bir ölçü kılmıştır. Bu ölçü, müminlerin Allah'ı razı etme ve O'nun beğendiği din ahlakını yaşama konusunda gösterdikleri "şevk ve heyecan"dır. Bu şekilde müminler, gerçekten inanmış ve kendini gerçekten Yüce Allah'a adamış olan kimseleri kolaylıkla teşhis edebilirler. Aynı şekilde müminlerle büyük bir tezat teşkil eden şevksizlikleriyle dikkat çeken kimselerin zayıflıklarını da hemen fark edebilir ve bu kişileri imani yönden takviye edebilirler.
İlerleyen satırlarda müminlerin bu imani coşkularının hangi tavırlarından anlaşılabileceğine değineceğiz. Bu konuyu önemle vurgulamaktaki amaç ise kitabın başında da belirttiğimiz gibi tüm müminlerin, ulaşabildikleri son sınıra kadar şevklerini artırabilmek ve geride kalanları ya da ağır davrananları teşvik ederek onların da takva sahibi olabilmelerine vesile olmaktır.
İnsanlar hayatları boyunca kendilerine maddi ya da manevi açıdan menfaat sağlayabilecek pek çok fırsat ile karşılaşabilirler. Bu tür bir durumda çoğu kimse çıkar sağlama umuduyla o ana kadar değer verdiği herşeyden, hatta sevdiklerinden bile kolaylıkla vazgeçebilir. Öncesinde asla hiçbir şeye değişmeyeceklerini söyleyerek uğrunda pek çok zorluğa katlandıkları, şevkle sarıldıkları tüm konular bir anda bu kimseler için tüm önemini yitirebilir. Bu tutarsızlığın sebebi ise bu kimselerin "gerçek sadakati" yaşamıyor olmalarıdır. Kimi zaman basit bir çıkar umudu ya da önlerine çıkan küçük bir zorluk bile onları kolaylıkla sadakatsizliğe sürükleyebilmektedir.
Sadakati en mükemmel şekilde yaşayan insanlar ise müminlerdir. Onlar Allah'a iman eder ve sonsuza kadar O'na sadık kalacaklarına dair söz verirler. Dünya hayatında karşılaşabilecekleri hiçbir şeyin Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmaktan daha kıymetli olamayacağını bilirler. Çünkü sadık olmaya en layık olanın sadece Yüce Allah olduğunu kavramışlardır. Onların sadakatlerindeki bu kararlılığa Kuran'da şöyle dikkat çekilmiştir:
Müminlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiçbir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler. (Ahzab Suresi, 23)
Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (misakı) bozmazlar. (Rad Suresi, 20)
Müminlerin Allah'a olan bu sadakatleri, aynı zamanda onların dine ne kadar şevkle bağlandıklarının da delilidir. Zira hiçbir dünya menfaati, maddi ya da manevi hiçbir çıkar teklifi onları Allah'a olan bağlılıklarından ve sadakatlerinden vazgeçiremez. Ve yine hiçbir şey onlara Allah'ın rızasını kazanmaktan daha sevgili ve çekici gelmez. Allah'a olan sadakatleri onları daima şevkle hizmet etmeye ve Allah'ın rızasını kazanacak işler yapmaya yöneltir. Kuran'da inananların, bu sadakatlerini şöyle dile getirdikleri bildirilmektedir:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
Allah onların bir ömür boyu şevkle sadakat göstermelerine karşılık onları mükafatlandıracağını bildirerek müjdelemektedir:
Çünkü Allah, (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sadıkları sadakatlerinden dolayı mükafatlandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak veya tevbe (nasib edip tevbe)lerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Ahzap Suresi, 24)
Allah Kuran ayetleri ile tüm insanlara nasıl bir ahlaktan ve nasıl bir hayat şeklinden razı olacağını bildirmiştir. Allah'ın bu emrini en güzel şekilde yerine getirenler sadece "müminler"dir. İnsanların büyük çoğunluğu ise, Allah'ın beğendiği yaşam şeklinden haberdar olmalarına karşılık bunu göz ardı ederler. Çünkü bu insanların Allah'ın rızasını kazanabilmek gibi bir hedefleri yoktur. Müminler için ise Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanabilmek herşeyin üzerinde ve herşeyden önemli bir konudur. Bu nedenle Kuran'da bildirilen her ayeti büyük bir titizlikle uygulamaya çalışırlar. Bu konuda hayatları boyunca bir an olsun taviz vermemeleri de onların şevklerini ortaya koyan önemli bir delildir. Öyle ki Allah'ın rızasını kazanma uğruna nefislerine zor gelen bir durumla da karşılaşsalar, onlar yine de bu konuda hiçbir zaman için en ufak bir yılgınlık göstermezler. Aksine en zor görünen işleri bile büyük bir şevkle yerine getirirler.
Müminlerin Allah'ın rızasını kazanma konusunda ne kadar şevkli olduklarını gösteren diğer bir dikkat çekici tavırları da onların her zaman için "Allah'ın rızasının en çoğunu" arıyor olmalarıdır. Bunun anlamı, müminlerin pek çok seçenek ile karşı karşıya oldukları durumlarda bunlar arasından Allah'ın en çok razı olacağını umduklarını seçmeleridir. Bu konudaki ölçüleri ise Kuran ayetleri ve vicdanlarıdır.
Allah Kuran ile inananlara en hayırlı ve Allah Katında makbul olabilecek yaşam şeklini bildirmiş ve böylece onlara Kendi rızasının en çoğunu kazanmanın yollarını göstermiştir. Dahası müminlerin içlerinde hayatlarının sonuna kadar bir an bile ara vermeden onlara en doğru ve en hayırlı olanı gösteren vicdanları vardır. Vicdan, insanı her zaman için Allah'ı razı etmekten yana yönelten bir nimettir. Şevk sahibi insanlar da Kuran'a ve vicdanlarının seslerine en güzel şekilde uyarak, her zaman Allah'ın en razı olacağı şekilde hareket eden kimselerdir.
Müminlerin bu konudaki şevklerine şöyle bir örnek verebiliriz: Allah "Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle..." (İsra Suresi, 53) ayetiyle insanların birbirlerine "sözün en güzelini" söylemelerini bildirmiştir. Sadece güzel bir söz söylemek de insanlara Allah'ın rızasını kazandırabilecek bir tavırdır. Ancak "sözün en güzelini söylemek" kişiye Allah'ın rızasının en çoğunu kazandıracak, Allah Katındaki ecrini fazlasıyla artıracak bir davranıştır. Çünkü Allah Kuran'da bu tavrın daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.
Bunun gibi yine Allah ayetlerinde yapılan bir kötülüğe misliyle karşılık verilebileceğine, ancak affetmenin ve karşı tarafa örnek bir tavır sergileyerek onu ıslah etmenin daha hayırlı bir davranış olacağına şöyle dikkat çekmiştir:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir. Gerçekten o zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)
Ayetteki ifadeden de anlaşılacağı gibi kişiye yaptığı kötülüğün karşılığını vermek Allah'ın rızasını kazanmaya uygun bir davranıştır. Ancak buna rağmen affedip bağışlamak Allah Katında makbul tutulan ve kişiye Allah'ın rızasının en çoğunu kazandıracak olan bir tavırdır. İnsanın haklı olduğu bir durumda da, kötülük gördüğü bir kimseyi, öfkesini yenerek affedebilmesi üstün bir ahlakın göstergesidir. Zira böyle bir durumda kişi yalnızca Allah'ın rızasını daha fazlasıyla kazanabilmek için nefsinin isteklerini yenmekte ve güzel bir sabır göstererek alttan almaktadır. Bu kişi, "Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu azme değer işlerdendir." (Şura Suresi, 43) ayetiyle de hatırlatıldığı gibi, sabretmenin ve affetmenin daha hayırlı olduğunu bilmektedir.
Şevk sahibi kimselerin farklılıkları, her zaman için en hayırlı olan davranışları, asla yılmadan ve gevşeklik göstermeden seçmeleriyle ortaya çıkar. Nasıl bir ortamda bulunurlarsa bulunsunlar bu kimseler Allah'ın rızasının en çoğunu aramakta kararlılık gösterirler. Müslümanların imanlarından kaynaklanan bu şevklerine karşılık Allah, onları kurtuluşa ulaştıracağını, karanlıklardan nura çıkaracağını ve doğru yola ileteceğini bildirerek onlara müjde vermektedir:
Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)
Önceki bölümlerde söz ettiğimiz gibi, cahiliye toplumunda insanların çoğu, yaşadıkları topluma, insanlarla olan ilişkilerine hatta en yakın dostlarına bile menfaat gözüyle bakarlar. Herhangi bir çıkar çatışması söz konusu olduğunda ise hiç tereddütsüz kendi menfaatlerinden yana tavır koyar ve en değer verdikleri insanları bile bir anda gözden çıkarabilirler. Çünkü bu kimseler için kendi menfaatlerini korumak herşeyden ve herkesten öncelikli bir konudur.
Müminler için ise durum çok farklıdır. Öncelikle onlar için şahsi menfaat gibi müstakil bir amaç yoktur. Onlar için ancak dinin ve müminlerin menfaatleri söz konusudur. Kendi menfaatleri zaten dinin ve müminlerin menfaatlerinin gözetilmesiyle, olabilecek en mükemmel şekilde korunmuş olur. Bunun dışında dünyevi anlamda bir menfaat kaygısına asla kapılmazlar. Dünya hayatında onlar için asıl önemli olan Allah'ın rızasını en fazlasıyla kazanabilmektir. Çünkü onlara dünyada ve ahirette asıl fayda sağlayacak olan burada elde ettikleri menfaatler değil "Allah'ın rızası" olacaktır. Allah'ın rızası ise, daima dinin ve müminlerin menfaatinden yana hareket etmektir. İşte bu bilinci alan müminler büyük bir şevkle hareket eder ve her zaman için dinin menfaatlerinden yana düşünürler.
Burada "dinin menfaatleri" derken neyin kastedildiğini açıklamakta fayda vardır. Allah dinini tüm insanlara bir yol gösterici olarak göndermiştir. Dinin gereklerini, Kuran ahlakının güzelliğini, İslam'ın insanlığa getirdiği maddi ve manevi tüm faydaları, diğer insanlara anlatmak ise Müslümanlara verilmiş bir sorumluluktur. Müslümanlar bu sorumluluğu hem bizzat kendileri yaşayıp çevrelerindekilere örnek olarak, hem de sözlü veya yazılı şekilde insanlara anlatarak yerine getirirler. Tek bir insanın ahiret kurtuluşuna vesile olabilmek, Müslümanlar açısından önemli bir ibadettir. İşte burada dinin menfaati olarak kastedilen ana konulardan biri budur. Müslümanlar din ahlakını tebliğ edebilecekleri, toplumun ve insanların maddi-manevi huzura kavuşmasına, kötülüklerin, haksızlıkların, zulmün, ahlaksızlığın önünün kesilmesine vesile olabilecekleri durumlarda asla kendi çıkarlarını düşünmezler.
Bu tarz bir durumda müminler gerekirse kendi haklarından da feragat ederler. Kimilerinin aklına Müslümanların bu samimi tercihleri nedeniyle "safça" davrandıkları gibi yanlış bir düşünce gelebilir. Toplum arasında sıkça kullanıldığı gibi "dünyayı kurtarmak sana mı kaldı" gibi yanlış bir mantıkla düşünenler olabilir. Ancak durum bu kişilerin sandıkları gibi değildir. Müminler kendi menfaatlerinden vazgeçerken dünyaya yönelik herhangi bir hesap içerisinde değildirler. Onlar yaptıkları fedakarlığın karşılığını Rabbimiz'den çok daha güzeliyle beklemektedirler. Bu nedenle de büyük bir şevk içinde hizmet eder, güzel ahlakı tebliğ eder, insanları ebedi kurtuluşa davet ederler. Allah onların şevkli kararlılıklarına karşılık, onlara feragat ettiklerinden daha hayırlısını vereceğini müjdelemiştir. Dolayısıyla da kendi şahsi menfaatlerini bir yana bırakan bir insan aslında dünyada ve ahirette kendi adına olabilecek en fazla yararı elde etmiş olur. Çünkü gösterdiği şevk dolu tavrıyla hem Allah'ın rızasını kazanacak hem de ayette bildirildiği gibi "dünyada ve ahirette güzel bir hayatı" ümit edecektir.
Erkek olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
Müminlerin bu konudaki şevkli tavırlarına günlük hayatın pek çok aşamasında rastlamak mümkündür. Sözgelimi yüklü miktarda bir kazanç elde etmek üzere olan bir mümin, topluma ve insanlara farklı bir yönde faydası olacağını görürse, hiç tereddüt etmeden kendi işini bir kenara bırakıp, daha aciliyetli olan ancak kendisine dünyadan yana hiçbir çıkar sağlamayacak olan hayırlı bir işe yönelebilir. Ya da kendi ihtiyaçları doğrultusunda harcamayı planladığı bir parayı, Kuran ahlakının anlatılması açısından daha faydalı ve verimli olacağını düşündüğü bir hayır işine derhal kanalize edebilir. İşte şevk sahibi bir mümin böyle bir olay karşısında da kendi işlerini hemen bir kenara bırakıp hiçbir sıkıntı duymadan dinin hizmetine koşar.
Böyle bir durumda kişinin büyük bir şevkle kendi haklarından feragat edebilmesi, tüm bunların kendisi için büyük bir kazanç olduğunu bilmesinden kaynaklanır. Belki maddi açıdan elde edebileceği yüklü bir karı göz ardı edecek, hatta belki de görünürde maddi bir kayba uğrayacak ancak herşeyin üzerinde tek kazanç olan "Allah'ın rızası"nı kazanmış olacaktır. Ayrıca mümin, malı verenin de alanın da Allah olduğunu bilmektedir. Onu rızıklandıracak, malına bereket verecek ya da kazancını artıracak olan Allah'tır. Dolayısıyla iman eden bir insanın bu konuda hırs yapmasını ya da endişelenmesini gerektirecek bir konu yoktur. Allah, Kuran'ın "Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır..." (Yunus Suresi, 26) ayetiyle müminlerin gösterdikleri güzel ahlaka ve şevkli çabaya karşılık onlar için daha güzel bir karşılık olduğunu bildirmiştir.
Şunu da belirtmeliyiz ki, müminlerin dinin menfaatlerini kendi menfaatlerinden öncelikli tutmaları sadece maddi konular için geçerli değildir. Kimi zaman da manevi yönde bir fedakarlıkta bulunmaları söz konusu olabilir. Örneğin yorgun, aç ya da uykusuz oldukları bir sırada hasta bir insanla ilgilenmeleri gerekebilir. Müminler böyle bir durumda hiç üşenmeden, ağırlık göstermeden şevkle hemen harekete geçerler. Çünkü onlar maddi veya manevi fedakarlıkta bulunmayı bir zorluk olarak değil, Allah’ın kendileri için yarattığı özel bir fırsat olarak değerlendirirler. Bunlar Allah'a yakınlaşmak ve O'nun rızasını kazanmak için can atan müminlerin şevkle bekledikleri ortamlardır. Bu nedenle de kendi ihtiyaçlarını karşılayamamış olmaktan dolayı en ufak bir huzursuzluğa kapılmaz, en faydalı olan hizmet neyse ona yönelirler. Hiç kuşku yok ki bu konuda gösterdikleri şevk ve kararlılık, imanlarının ve din ahlakına nasıl içtenlikle sarılmış olduklarının göstergelerindendir.
Dünya hayatında kendisine Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinen bir kimse, Allah'ın beğendiği güzel ahlakı en güzel şekilde yaşama konusunda da büyük bir şevk gösterir. Allah'a gönülden iman etmemiş olan, O'nun rızasını kazanmak için içinde herhangi bir şevk ya da istek duymayan kimseler için ise bu büyük bir zorluktur. Çünkü güzel ahlak, vicdanı ve iradeyi en mükemmel şekilde kullanmayı gerektirir. Kalbinde imanın şevkini ve heyecanını hissetmeyen insanlar bu vicdan ve irade duyarlılığını gösteremezler. Bu nedenle de güzel ahlakı tam anlamıyla yaşayamazlar.
Dine şevkle sarılan müminler ise Allah'ın Kuran'da bildirdiği ahlak modelini hiç zorlanmadan büyük bir zevkle yaşarlar. Kimi zaman onların da nefislerine zor gelen durumlar olabilir, ancak onlar buna rağmen nefislerini yenip Allah için güzel ahlakta kararlılık gösterir ve bunu başarabilmiş olmaktan dolayı da büyük bir haz duyarlar.
Kimi zaman zorluk ya da sıkıntıyla karşılaşır ama cesur bir karakter sergilerler. Ya da öfke duyulabilecek bir tavırla karşı karşıya kalır, ama güzel bir sabır gösterir ve öfkelerini yenerler. Kötü bir tavra güzellikle ve iyilikle karşılık verirler. Haklı oldukları halde haksızlığa karşı alttan almayı, bağışlamayı tercih ederler. En zor ya da en sıkıntılı anlarda bile kendi haklarından seve seve vazgeçer, büyük bir şevkle başkalarına öncelik tanırlar. İnananlar için fedakarlıkta bulunmayı zevkle kabul ederler. Bir kusur ya da hata işlediklerini fark ettiklerinde bu durumu telafi etmek için canla başla samimi bir çaba sarf ederler. Kendileri de ihtiyaç içinde oldukları halde, Allah'ın emri gereği ellerindekini seve seve yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara ve diğer ihtiyaç içerisinde olanlara verirler. Kendi çıkarlarını zedeleyecek de olsa hiçbir zaman için adaletten taviz vermez, şahitliklerinde dürüst bir tavır sergilerler. Kimsenin kusurunu araştırmaz, kimsenin arkasından konuşmazlar. Ve hepsinden önemlisi tüm bu güzel ahlak örneklerini yaşamakta, hayatlarının sonuna kadar büyük bir sabır ve kararlılık gösterirler.
Tüm bu güzel ahlak özelliklerini yaşayabilmek ise ancak imanın getirdiği şevk ile mümkün olabilmektedir. Muhakkak ki Müslümanların da nefisleriyle çatıştıkları ya da şeytanın kışkırtmalarıyla karşı karşıya kaldıkları anlar olmaktadır. Ancak buna rağmen vicdanlı kullar, Allah'a olan bağlılıklarından ve O'na yakınlaşmak için duydukları şevkten dolayı Allah'ın beğendiği ahlakı yaşamakta kararlılık göstermektedirler.
Mal ve can kavramları cahiliye toplumunun en önem verdiği ve belki de yaşamlarının asıl amacı haline getirdikleri iki önemli konudur. Bazı insanlar hayatları boyunca bu iki konuda itibar elde edebilmek ve üstünlük sağlayabilmek için yaşarlar. Kuran'da mal biriktirerek, toplumda itibar elde edebilmenin bazı kişilerde bir tutku halinde olduğuna şöyle dikkat çekilmiştir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Kuran'ın "Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz..." (Al-i İmran Suresi, 186) ayetiyle tüm bunların insanlar için bir deneme konusu kılındığı bildirilmiştir. Ancak bu gerçeği göz ardı eden cahiliye toplumu insanları, içlerindeki bu şehvet nedeniyle mallarına ve canlarına karşı tutku derecesinde bir bağlılık gösterirler. En korktukları konu sahip oldukları ya da övündükleri şeylere bir zarar gelmesidir. Çünkü bu durumda hayattaki asıl amaçlarını yitirmiş olacaklardır. Bu nedenle tüm yaşantılarını, mallarını ve canlarını korumaya ve bu uğurda menfaat elde etmeye adarlar. Bu konudaki kararlı tavırları ise, onların dünya hayatını ve onun çekici süsleri olan mal ve can gibi değerleri büyük bir cehaletle Allah'ı razı etmekten daha önemli görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Müminler ise cahiliye insanlarının uğruna hayatlarını adadıkları bu değerleri Allah'ın rızasını ve cennetini kazanabilmek için hiç düşünmeden bir kenara koymuşlardır. Çünkü onların asıl amaçları malca ya da makamca güçlenip dünya hayatında itibar elde edebilmek değil, Allah'ın rızasını kazanabilmektir. İman edenler Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldıklarını ve dünya hayatında malları ve canlarıyla denenmekte olduklarını bilmektedirler.
Bunun yanında inanan bir insan, sahip olduğu her nimetin asıl sahibinin Allah olduğunun da şuurundadır. Allah tüm nimetleri zaten dünya hayatında kullanması için kendisine bir emanet olarak vermiştir ve dilediği anda hepsini geri almaya kadirdir. Çünkü Allah evrendeki herşeyin hakimidir. İnsanın canı yani bedeni zaten yetmiş seksen sene sonunda çürüyüp toprağa karışacak, malı ise ahirette ona hiçbir şekilde fayda sağlamayacaktır. Eğer insan elindeki imkanları Allah'ın rızasını kazanmak için kullanacak olursa, dünyada da ahirette de güzellikle karşılık bulacaktır. İşte bu gerçeğin farkında olan müminler mallarını ve canlarını Allah yolunda kullanmak üzere, daha en başından Yüce Allah'a teslim etmişlerdir ki bu teslimiyeti sağlayan da ancak kalplerinde yaşadıkları imanın şevkidir. Kuran'da bu durum şöyle anlatılmaktadır:
Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır… (Tevbe Suresi, 111)
Ayetin devamında ise müminlere, "yaptıkları bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşmeleri" hatırlatılmıştır. İşte bu nedenle müminler de kalplerinde bu müjdenin sevincini ve şevkini taşıyarak hareket ederler. Gerektiğinde mallarını Allah'ın rızasını kazanabilecekleri hayırlı bir yolda hiç düşünmeden seve seve harcarlar. Canlarıyla da sonuna kadar dine hizmet etmeye ve Allah'ın rızasını kazanacak salih amellerde bulunmaya çalışırlar. Elbette ki Allah yolunda gerektiğinde mallarına ya da canlarına zarar gelebileceğini de bilirler. Ancak onlar bunu zaten daha en başından göze almışlardır. Çünkü onlar bunu bir kazanç ve bir güzellik olarak görmektedirler. Kuran'da inananların Allah'ın rızasını kazanmak için karşılaşabilecekleri her zorluğu sevinçle karşıladıklarından ve bunları birer güzellik olarak nitelendirdiklerinden şöyle bahsedilmiştir:
De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve müminler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." De ki: "Siz bizim için iki güzellikten (şehidlik veya zaferden) birinin dışında başkasını mı bekliyorsunuz? Oysa biz de, Allah'ın ya Kendi Katından veya bizim elimizle size bir azab dokunduracağını bekliyoruz. Öyleyse siz bekleyedurun, kuşkusuz biz de sizlerle birlikte bekleyenleriz. (Tevbe Suresi, 51-52)
İşte ayette bildirilen müminlerin bu sözleri onların kalplerinde yaşadıkları şevkin ne denli güçlü olduğunu göstermektedir. Müminlerin mallarını ve canlarını nasıl büyük bir şevkle Yüce Allah'a teslim ettiklerine dair Kuran'da Peygamberimiz (sav) döneminde yaşanan bir örnek aktarılmıştır. Peygamber Efendimiz (sav)'in döneminde yapılan bir savaşa katılabilmeyi içten arzu eden ancak bunun için gerekli olan bineği bulabilmek için her gidişlerinde Peygamber (sav)’den "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" sözlerini duyarak geri dönmek zorunda kalan müminlerin durumu şöyle anlatılmıştır:
Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur. (Tevbe Suresi, 92)
Bu örnek, salih bir Müslümanın Allah yolunda malını ve canını nasıl seve seve ortaya koyabildiğinin ve bu uğurda nasıl istek duyduğunun açık bir göstergesidir. Elbette her ortama, her döneme göre bir müminin göstermesi gereken hizmetin şekli de değişebilir. Örneğin Peygamberimiz (sav) dönemindeki ortamda Müslümanların haklarının fiilen savunulması gerekmiştir. Ancak içinde yaşadığımız dönem fikri bir mücadele gerektirmektedir. İşte Müslümanların şevkle yapmaları gereken hizmet fikri alanda olmalıdır. Kuran ahlakının yaşanması ve güzelliklerinin insanlara anlatılması konusunda ciddi fedakarlıklar gösteren her insan Rabbimiz'den bunun güzel sonucunu umabilir. Kuran'da dünyada sahip oldukları herşeyi Allah için şevkle ortaya koyanların ahirette alacakları güzel karşılık şöyle bildirilmiştir:
Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allah, bunu onun için kat kat arttırır. Onun için 'kerim (üstün ve onurlu) bir ecir vardır. (Hadid Suresi, 11)
Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 114)
Allah’ın Kuran'da, "... Artık hayırlarda yarışınız ..." (Maide Suresi, 48) emri ile dikkat çekilen yarış, cahiliye toplumlarında yaşanan türde "birbirini ezme" yarışı değil, tam aksine güzellikleri ve hayırları artırma yarışıdır. Çünkü müminlerin yarışmaktaki amaçları dünyevi bir çıkar elde etmek ya da insanlar arasında bir üstünlük oluşturmak değildir. Onlar sadece Allah'ın emirlerini yerine getirmekte, O'nun beğendiği ahlakı yaşamakta ve Rabbimiz'i razı etmekte yarışırlar.
Böylesine bir yarışa girmeleri Allah korkularının ve imanlarının bir gereğidir. Zira kişinin iman konusundaki samimiyeti ve ihlası, Allah'ın rızasını kazanmak için harcadığı çaba ile ölçülebilir. Allah'a ve ahirete iman eden bir kimse, daha önce de belirttiğimiz gibi Allah'ın rızasını en fazlasıyla kazanabilmeyi ve Allah'a en yakın insan haline gelebilmeyi hedefler. Allah'ın kendisinden hoşnut olmasını, kendisine rahmet etmesini ve cennetine layık görmesini ister. Bu nedenle de elinden gelen en fazla çabayı harcar. Aklını, vicdanını ve tüm kapasitesini olabilecek en iyi şekilde kullanarak Kuran ahlakını ve dinin hükümlerini en mükemmel şekilde yaşamaya çalışır. Nitekim Kuran'da müminleri Allah Katında öne geçiren unsurun böylesine bir çaba ile hayırlarda yarışmaları olduğu bildirilmiştir:
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)
Ayrıca "Onun duasına icabet ettik, kendisine Yahya'yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi." (Enbiya Suresi, 90) ayetiyle, Hz. Zekeriya'nın tavrı örnek verilmiş ve hayırlarda yarışmanın peygamberlerde de görünen bir özellik olduğuna dikkat çekilmiştir. Allah'ın Kuran'da yaşamlarından örnek verdiği peygamberler de, hayatlarını Allah'ın rızasını kazanma konusunda bir yarış içinde geçirmişlerdir. Kendilerine peygamber ahlakını örnek alan müminler de aynı şekilde onların Allah'ın rızasını kazanma konusunda gösterdikleri bu yolu izlerler. Müminlerin hayırlarda yarışmalarının bir diğer nedeni de dünya hayatının çok kısa, ölümün de çok yakın olduğunun bilincinde olmalarıdır. Her an ölebileceklerini ve böyle bir durumda da Allah'ın rızasını kazanmakta yeterli çabayı göstermemiş olmaktan dolayı ahirette büyük bir pişmanlık duyabileceklerini bilirler. Çünkü ahirete geçişten sonra insanın bir daha dünyaya geri dönüp de hayırlarda yarışması, salih amellerde bulunması mümkün değildir. İşte bu nedenle de Müslümanlar daha çok hayır kazanma konusunda zamana karşı büyük bir yarış içerisine girerler. Dünya hayatında kendilerine tanınmış olan süre içerisine hayırdan yana olabildiğince fazla şey sığdırmaya çalışırlar. Bu doğrultuda karşılarına çıkan her işe şevkle talip olur ve her fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışırlar. Salih Müslümanların bir duası Kuran'da şöyle belirtilmiştir:
"Ve onlar: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl," diyenlerdir." (Furkan Suresi, 74)
Ayette görüldüğü gibi inananların Allah'a olan "bizi takva sahiplerine önder kıl" şeklindeki duaları da onların hayırlarda yarışma konusundaki şevklerini ortaya koymaktadır.
Müslümanlar bu şevk ve kararlılıkla, Allah'ın "Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." (İnşirah Suresi, 7) emrini en güzel şekilde yaşarlar. Bir an bile boş bir vakit geçirmemeye çalışır, insanın hiçbir zaman için Allah'ın rızasını kazanma konusunda kendisini yeterli göremeyeceğini bilerek şevk ve istekle hayırlarda yarışırlar. Dünya hayatında geçirdikleri her saniyeden hesaba çekileceklerini, vicdanlarını kullanmadıkları ya da daha hayırlısı varken boş bir işe daldıkları her andan sorumlu tutulacaklarını unutmazlar. Bu nedenle de kendi ihtiyaçlarından arta kalan vakitlerini sürekli “hayırlı” bir arayış içerisinde geçirirler.
Allah'ın rızasını kazanmak uğruna bedenen veya zihnen yorulmanın insan için büyük bir kazanç olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle bu yorgunluğu neşeyle, sevinçle karşılarlar. Onlar bunu ahiretleri için önemli bir fırsat olarak görür, şevkle Allah için yorulmaya, işleri biter bitmez kendilerine Allah'ın rızasını kazandıracak bir başka işe yönelmeye devam ederler. Çünkü onlar, dünya hayatlarında gösterdikleri bu ciddi çabanın "Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır." (Isra Suresi, 19) ayetinde de bildirildiği gibi, en güzel şekilde karşılık bulacağını bilmektedirler.
Böyle salih kullar, Allah'ın izniyle, dünyada iken durmaksızın çaba harcayarak yarışıp öne geçmelerine karşılık ahirette sonsuza kadar en güzel mekanlarda konaklayacak ve nimetler içerisinde ağırlanacaklardır:
Yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş öncülerdir. İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır. Nimetlerle-donatılmış cennetler içinde; Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden, Birazı da sonrakilerden. 'Özenle işlenmiş mücevher' tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı yaslanmışlardır. (Vakıa Suresi,10-16)
Dünya hayatında Allah'ın rızasını kazanmak için yorgunluğa talip olanlara ahirette hiçbir yorgunluk dokunmayacağı Kuran'da şöyle bildirilir:
Orda onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz ve onlar ordan çıkarılacak değildirler. (Hicr Suresi, 48)
"Ki O, bizi Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır Suresi, 35)
Allah, "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle dünya hayatının bir imtihan ortamı olduğuna dikkat çekmiştir. Gerçekten de dünya hayatında meydana gelen lehte ya da aleyhte gibi görünen çeşitli iniş çıkışlar, insanların gerçek karakterlerinin anlaşılabilmesi bakımından oldukça önemlidir. Özellikle de zorluk anları, insanların samimiyetlerini ortaya koyan en önemli anlardır.
Müminlerin en dikkat çekici özelliklerinden biri ise zorluk anlarında da, refah ortamlarında da aynı karakteri, aynı samimiyeti ve şevki muhafaza ediyor olmalarıdır. Bunun en önemli sebebi ise onların "zorluk" kavramına olan farklı bakış açılarıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi onlar, zorluk ortamlarını Allah'a olan bağlılıklarını ve imanlarının gücünü ispatlayabilecekleri önemli bir fırsat olarak değerlendirirler. Bunun "kalbinde hastalık olan kimseler" ile "Allah'a gönülden iman etmiş olan kimseleri" birbirinden ayırmak için Allah’ın özel olarak yarattığı bir durum olduğunu bilirler. Bu nedenle de zorlukları bir sıkıntı olarak değil, aksine bir nimet ve Allah'a yakınlaşmak için bir yol olarak görürler. Karşılarına çıkan tüm zorluklara, "Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret." (Mearic Suresi, 5) ve "Rabbin için sabret" (Müddessir Suresi, 7) ayetlerinde de bildirildiği gibi sabreder ve Allah'a tevekkül ederler.
"Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir..." (Bakara Suresi, 286) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, Allah'ın kendilerine güçlerinin yeteceğinden fazla bir zorluk yüklemeyeceğini bilmenin güvenini ve rahatlığını yaşarlar. Eğer başlarına bir zorluk gelecek olursa bilirler ki bu, onların güçlerinin yeteceği, altından kalkabilecekleri ve sabırla karşılayabilecekleri bir olaydır. Bu yüzden de karşılarına çıkan her ne kadar çetin bir zorluk olursa olsun, onlar şevkle bu zorlukla mücadele eder ve her ne olursa olsun Allah'a karşı teslimiyetli bir tavır sergilerler.
Bunun yanında zorlukların, gelmiş geçmiş tüm inananların karşılaştığı bir durum olduğunu da bilirler. Allah'ın ayette vaat ettiği üzere önceki kavimlerin karşılaştığı olaylar mutlaka kendi başlarına da gelecektir. Bu gerçeği bilen bir mümin henüz bu zorluklarla karşılaşmadan kendisini bunlara karşı hazırlamış olur. Her ne olursa olsun Rabbimiz'e sadık kalacağına, sabırda teslimiyette ve tevekkülde kararlılık göstereceğine ve Allah'tan razı olacağına dair Allah'a söz (ahid) verir. "… Allah'a verilen söz (ahid) ise, (ağır bir) sorumluluktur." (Ahzap Suresi, 15) ayeti gereği de ahdini mutlaka yerine getirir. Dayanılmaz bir açlık, fakirlik, korku, yaralanma hatta ölüm bile olsa bundan razı olur ve Rabbimiz'e karşı şükredici bir tavır gösterir. Binlerce zorluk ardı ardına da gelse, tüm hayatı durmaksızın bu zorluklar içerisinde de geçse o, yine de bunu bir güzellik olarak değerlendirir. Çünkü bu dünyadaki bir kaç on yıllık zorluğa Allah için güzel bir sabır gösterdiği takdirde, sonsuza kadar tek bir an için bile hiçbir sıkıntı yaşamayacağını bilmektedir. Allah'ın dilemesiyle bu şevk dolu tavrı ona nimetlerin en güzelini, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazandıracaktır. Allah bir ayetinde iman edenleri zorluklarla deneyeceğini şöyle haber vermiştir:
"Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele." (Bakara Suresi, 155)
Ancak bu konuda unutulmaması gereken bir husus daha vardır. Müminlerin zorluklara karşı sabretmeleri de cahiliye toplumunun yaşadığı sabır anlayışından farklıdır. Zira cahiliye insanları sabretmeyi karşılaştıkları zorluklara katlanmak olarak değerlendirirler. Müminler için zorluklar asla katlanılması değil, mücadele edilerek aşılması gereken olaylardır. Bu nedenle zorlukları aşabilmek ve refaha kavuşmak için akıllarını ve maddi manevi tüm imkanlarını en iyi şekilde kullanarak, karşılaştıkları bir zorluğa çözüm getirmeye çalışırlar. Bir yandan da Allah'ın kendilerine güç vermesi için ve karşılaştıkları zorlukları hafifletmesi için Allah'tan yardım dilerler. Kuran'da müminlerin bu dualarına şöyle yer verilmiştir:
"... Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 286)
İşte müminlerin zorluklar karşısında gösterdikleri bu güzel ahlak, samimi çaba, sabır ve teslimiyet onların şevklerini gösteren en önemli alametlerden biridir. Allah'a ve ahirete olan inançlarının gücü, onların zorluklar karşısında hiçbir şekilde yılgınlık göstermeden sonuna kadar şevkle mücadele etmelerini sağlar.
Müminlerin imanlarını ve şevklerini ortaya koyan en önemli delillerden birinin de zorluk zamanında gösterdikleri tavırlar olduğuna değindik. Müminlerin bu konuda dikkati çeken bir başka özellikleri de zorluk anlarında hiçbir şekilde yılgınlık göstermedikleri gibi aksine daha da şevklerinin artıyor olmasıdır. Şevklerindeki bu artışın en önemli sebebi, bu durumun Allah'ın bir vaadi olduğunu bilmeleridir.
Allah "Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?..." (Bakara Suresi, 214) ayetiyle, geçmişte yaşamış olan mümin topluluklarının denenmiş olduğu sıkıntılarla denenmeden insanların cennete giremeyeceklerini bildirmiştir. Dolayısıyla, müminlerin sıkıntılarla, zorluklarla karşılaşmaları Allah'ın değişmez kanununun, dinin bir gereğidir. Diğer bir deyişle bu şekilde denenmeleri, müminlerin önemli bir vasfıdır.
Allah'ın razı olacağı bir insan olabilmek, kişinin Kuran'da bildirilen ayetlerin tümünü birden karşılaştığı olaylarda uygulamasıyla mümkündür. Bu nedenle müminler Allah'ın peygamberlere, onlarla birlikte olan müminlere ve tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm inananlara yaşattığı bu ayetlerin kendi üzerlerinde de tecelli etmesini isterler. Elbette kendilerini bilerek bir zorluk içine sokmazlar ama zorluklarla karşılaştıklarında da, bu, onların şevklerinin daha da artmasını ve imanlarının daha da güçlenmesini sağlar. Müminlerdeki bu şevk artışının bir diğer sebebi ise dünya hayatındaki zorlukların onların ahiret hayatlarındaki ecirlerini artırıp makamlarını yükselteceğini umuyor olmalarıdır. Çünkü zorluğa rağmen Allah'a sadık kalmış, yılgınlığa kapılmadan "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resulü doğru söylemiştir." (Ahzap Suresi, 22) diyebilenlerden olmuş olacaklardır.
Müminlerin şevklerini ifade eden bir başka özellikleri de,Allah'ın rızasını kazanmak ve dine hizmet etmek amacıyla yaptıkları her işi sevinç ve neşeyle yerine getiriyor olmalarıdır. Onların yaşadıkları bu neşe "iman neşesi"dir. İman neşesi, kalplerinde gerçek imanı yaşamayan kimselerin hiçbir şekilde taklit edemeyeceği, içten gelen, samimi bir neşedir. Çünkü bu, iman etmiş olmaktan kaynaklanan, Allah'ın rızasını, rahmetini ve sonsuz cennet hayatını ummanın verdiği bir neşedir. Allah'a ve ahirete kesin bilgiyle iman etmeyen kimseler böyle bir neşeyi yaşayamazlar. Onlar neşeyi ancak kendilerine menfaat sağlayacak konularda gösterebilirler ki, bu da aslında cahiliye insanlarının yaşadığı neşe anlayışının bir benzeridir. Çünkü cahiliye toplumunda da insanlar ancak menfaat umdukları işler karşısında sevince kapılırlar. Ancak bu gelip geçici bir neşedir. Menfaat kaybı gibi bir durum neşenin yitirilmesi için yeterlidir.
İmanı kalplerine gereği gibi yerleştirmemiş olan kimseler de eğer Allah'ın rızasını kazanmaları nefislerine zor gelen bir iş yapmalarını gerektiriyorsa, bu durumda tüm neşelerini kaybederler. Dahası bu işi olabildiğince memnuniyetsiz bir tavırla yerine getirerek isteksizliklerini ve şevksizliklerini ifade etmeye çalışırlar. Çünkü onlar karşılığında maddi bir kazanç sağlamadıkları ya da herhangi bir ücret almadıkları bir işe harcanan zamanı, boşa geçen bir vakit olarak değerlendirirler. Allah'ın rızasını kazanabilmiş olmanın, alınabilecek tüm karşılıkların en güzeli ve en değerlisi olduğunun şuurunda değillerdir. Bu nedenle de sanki büyük bir külfet yüklenmiş ve büyük bir fedakarlıkta bulunuyormuş gibi bir tavır sergilerler. İşte müminlerin şevklerindeki farklılık da bu noktada ortaya çıkar. Yapılması gereken iş zor ya da zahmetli de olsa, onlar neşelerinden hiçbir şey kaybetmezler. Çünkü müminler Allah'a gönülden, yani isteyerek ve severek kulluk ederler. O'nun rızasını kazanabilecek salih bir ameli de aynı şekilde gönülden gelen bir şevkle yerine getirirler. İşte bu şevk de onların tavırlarına sevinç ve neşe olarak yansır.
Kitabın başında her insanın Allah'a olan imanının ve yakınlığının aynı olmadığına değinmiş, Allah'a gönülden bağlananlar olduğu gibi kalbinde hastalık bulunan kimseler de olduğuna dikkat çekmiştik. Müminlerin arasında yaşadıkları halde gerçekte iman etmemiş olan bu kimseler dilleriyle "iman ettiklerini" söylemekte, ancak hayatlarıyla bu sözlerini tasdik edecek bir tavır ortaya koymamaktadırlar. İmanlarındaki bu zayıflık nedeniyle de Allah'ı razı etme ve dini gereği gibi yaşama konusunda son derece şevksizdirler. Bu kimseler kendi şevksizliklerinden dolayı hem sözleriyle hem de tavırlarıyla iman edenlerin şevklerini kırmak ve onları yılgınlığa düşürmek isteyebilirler.
Ancak gerçekten inanmış olanlar ne bu sözlerden ne de tavırlardan etkilenmezler. Çünkü onlar Allah'ın, "Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın va'di haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telaşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler." (Rum Suresi, 60) ayetiyle bildirdiği gibi, çevrelerindeki bazı insanların bu şevksizliklerinin aslında kesin bilgiyle inanmıyor olmalarından kaynaklandığını bilmektedirler. Bu nedenle de şevklerini kaybetmedikleri gibi aksine bu kişilerin dine hizmet etmediklerini, Kuran ahlakının yayılması için hiçbir çaba harcamadıklarını gördükçe daha da mücadele azimleri artar. Hem onlara örnek olup Kuran ahlakını hatırlatmak hem de kendileri doğru olanı en güzel şekilde yaşamak için daha da şevklenirler. Değerli İslam büyüğü Bediüzzaman Said Nursi, Allah rızası için samimi bir gayret içinde olan insanların, şevksiz insanlara nasıl yaklaştıklarını bir sözünde şöyle ifade etmiştir:
"Başkalarının füturu (gevşekliği) ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler." (Kastamonu Lahikası, s. 37)
Bediüzzaman'ın yukarıdaki sözüyle ifade ettiği gibi, kalbinde hastalık olan kimselerin dine hizmet etmekten kaçışlarını her görüşlerinde salih müminler dine daha da büyük bir şevkle hizmet ederler. Şevksiz insanların Kuran ahlakını yaşamada ve insanlara anlatmada gösterdikleri gevşeklik, üzerlerinde çok büyük bir sorumluluk olduğunu bir kez daha hatırlatır. Gevşek insanların güzel ahlakı yaşamaktaki isteksizliklerini görmek müminlerin daha da güzel bir ahlak göstermelerine vesile olur. Kesin bilgiyle iman etmeyenlerin Allah'a ve elçilerine olan itaatsizliklerine karşılık inananlar anında "işittik itaat ettik" diyerek itaatli bir tavır gösterirler.
Kalbine imanı yerleştirmemiş olanlar, bunlar gibi daha pek çok konuda müminler için -istemeden de olsa- hayra vesile olurlar. Ama hiçbir şekilde şevksizlikleriyle müminleri olumsuz yönde etkileyemezler. Çünkü Müslümanlar şevklerini ve imanlarını beraber oldukları insanların tavırlarına göre değil, Allah'ın rızasını ve beğenisini kazanmaya göre ayarlarlar. Dahası müminler bu kimselerin din konusundaki gevşekliklerini görmeseler dahi, yine de Allah'ın emirlerini yerine getirme konusunda olabilecek en fazla şevki gösterirler. Ancak bu kimseleri görmek onlar için bir nevi hatırlatma gibi olur ve onlar açısından hayra dönüşür. Gevşeklik gösteren kişi bu tavrıyla kendi ahiretini göz ardı ederken bir yandan da fark etmeden salih müminlerin şevkini kamçılamış, onları teşvik etmiş olur.