İnsan gözünü çevirip de baktığı her yerde Allah'ın sanatının birbirinden hayranlık uyandırıcı delilleriyle karşılaşır. Bir ayette Allah şöyle bildirmiştir:
"Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi?" (Fussilet Suresi, 53)
Müminler, Allah'ın evrenin her noktasında yarattığı düzenin mükemmelliği karşısında heyecana kapılırlar. Çünkü onlar bu harikalıkların ardındaki aklı, kudreti ve benzersiz sanatı görmekte ve Allah'ın büyüklüğünü düşünmenin zevkini yaşamaktadırlar.
Öyle ki, gaflet halindeki insanların nasıl olup da bu harikalıklar karşısında duyarsız kalabildiklerini şaşkınlıkla karşılarlar. Sadece birkaç dakika olsun vicdanlarının sesini dinleyerek samimiyetle düşünmüş olsalar, onların da Allah'ın sanatı ve yüceliği karşısında müthiş bir heyecan duyacaklarını bilirler. Çünkü Kuran'ın pek çok ayetinde de dikkat çekildiği gibi Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluk, vicdanını kullanan her insanın hemen görebileceği kadar etkileyicidir. Müminlerin Allah'ın yaratışındaki harikuladelikleri düşündüklerinde üzerlerinde meydana gelen etki bir ayette şöyle bildirilmiştir:
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)
Vicdanlarının teşvik ettiği konularda samimiyetle düşünen müminler, ayette dikkat çekildiği gibi, göklerin ve yerin yaratılışının ardında Allah'ın sonsuz hakimiyetinin ve sonsuz kuvvetinin yer aldığını görürler. Allah'ın bunların her birinde yüzlerce, binlerce hikmet gizlediğini fark eder ve bu mükemmel düzen karşısında da büyük bir heyecan duyarlar. Ancak bu, insanı tedirgin eden ya da telaşlandıran cahiliye heyecanı değil, aksine insanın doğruya ulaşmasına yardımcı olan Rahmani bir heyecandır, bir coşkudur. Bu kavrayış ve heyecan onların Allah'tan başka kulluk edilecek bir ilah olmadığını çok daha iyi kavramalarının bir sonucudur. Müslümanlar çevrelerinde yaratılan sanatı ve ihtişamı düşündükçe, kendilerini yaratmış olan, tek dost ve vekilleri olan Allah'ın kudretini, gücünü ve büyüklüğünü çok daha iyi anlarlar. Hemen Allah'ı tesbih ederek saygıyla şanını yüceltir ve ayette geçen "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191) sözleriyle de ifade edildiği gibi azabından sakındırması için Allah'a sığınırlar.
Nimetlerden ve güzelliklerden en çok etkilenen ve en fazla zevk alabilen kimseler müminlerdir. Çünkü onlar herşeyi Allah’ın yarattığını bilmekte ve karşılaştıkları her olaya, her varlığa Allah'tan kendilerine ulaşan bir nimet olarak bakmaktadırlar. Bu nedenle de aynı güzellik, onlar için diğer insanlarda olduğundan çok daha büyük bir anlam ifade etmektedir.
Güzelliklerden böylesine yoğun bir heyecan duymalarının bir sebebi de müminlerin diğer insanların göremediği detayları ve incelikleri fark edebiliyor olmalarıdır. Zira akıllarını gereği gibi kullanmayan ve olaylar üzerinde derin düşünmeyen insanlar, genellikle olayların ancak dışta kalan yani yüzeysel olan kısmını kavrayabilirler. Bu nedenle bunlardan aldıkları zevk de aynı şekilde sınırlı kalır. İman edenler ise, karşılarına çıkan herşeyi "iman ve hikmet gözü" ile değerlendirirler. Bu nedenle de zevk alacak heyecan duyacak çok fazla detay ve çok fazla güzellik görebilmeyi başarırlar.
Müminlerin güzellikleri diğer insanlardan daha detaylı görüp bunlardan daha fazla etkileniyor olmalarının bir diğer sebebi de şudur: Allah'a karşı büyüklenen bir insan O'nun yaratmış olduğu güzellikleri ya da harikalıkları göremez. Çünkü Allah'ın gücünü takdir ettiği anda kendi aczini de kabul etmek durumunda kalacaktır. Bu durumu kabul etmediği için de güzellikleri fark etse de bunlardan etkilenmemek için mutlaka bir açıklama bulmaya ve heyecanını bastırmaya çalışır. Müminler ise kibirden ve büyüklenmeden tamamen arınmışlardır. Ayrıca, Allah'a muhtaç olduklarının bilincindedirler, bu nedenle güzellikleri takdir etmekten ve Allah'ın ihtişamlı yaratışına şahitlik etmekten çekinmezler. Güzellikler karşısında içlerinden gelen en doğal tepkiyi verebilir ve samimi heyecanı doyasıya yaşayabilirler.
Örneğin tüm güzelliği ve etkileyiciliği ile, gözalıcı renklerde ve zevk veren kokuya sahip bir gül veya bir menekşe gördükleri zaman öncelikle bunun Allah'ın "Cemil" (Güzel olan) isminin yani Allah'ın güzelliğinin bir tecellisi olduğunu düşünür ve içlerinde bunun heyecanını yaşarlar. Sonrasında ise tecellisini dahi etkileyici ve böylesine gözalıcı biçimde yaratan Allah'ın zatının bundan ne kadar üstün ve sonsuz bir güzelliğe sahip olduğunu tefekkür eder ve dolayısıyla büyük bir heyecan duyarlar.
Yine gördükleri tüm bu güzelliklerin kendileri için yaratılmış olduğunu ve bunun Rabbimiz'den onlara bir ikram ve lütuf olduğunu düşünürler. Tüm bunların Allah'ın onlara olan sevgisinin ve rahmetinin bir göstergesi olduğunu bilmenin heyecanını yaşarlar. Bir yandan da yaratılan tüm bu güzelliklerin belki de pek çok insan için hiçbir anlam ifade etmediğini, bunlardan en çok Allah'ı dost edinen insanlar olarak kendilerinin zevk aldıklarını düşünmenin hazzını yaşarlar. Allah'ın kendilerine bu güzellikleri görebilecek imkan yaratmış olmasına, bunları karşılarına çıkarmış olmasına şükrederler. Yine Allah'ın kendilerine bu güzellikleri görebilecek sağlıklı gözler, güzellikleri idrak edebilecek bir şuur açıklığı ve tüm bunların şükrünü yapabilecek kadar samimi bir iman vermiş olmasından da heyecan duyarlar.
Pek çok insanın manevi bir körlük içinde olduğu için güzelliklerden haz duyamadığını, ama Allah'ın kendilerini seçip imanı sevdirmiş olmasından dolayı güzellikleri görüp zevk alabiliyor olmalarının neşesini hissederler. Ayrıca nimetlerin çeşitliliğini, mükemmel yaratılışlarını ve burada görülen sonsuz aklı düşünmeleri de yine Allah'a olan hayranlıklarını ve O'nun sanatı karşısında duydukları heyecanı artırır.
Allah'ın "Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür." (İbrahim Suresi, 34) ayetiyle de hatırlattığı gibi, müminler dünya nimetlerinin bitip tükenmeyen çeşitliliği karşısında heyecanlanırlar.
Allah'ın tüm bunları kendilerine bir lütuf olarak verdiğini, dilemiş olsa bundan çok daha azını da vermiş olabileceğini düşünür, ellerindeki nimetlere şükretmenin heyecanını yaşarlar.
"Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, Allah'ın şükredenlere nimetlerini daha da arttıracağını düşünmekten dolayı da büyük bir heyecana kapılırlar.
Allah'ın dünya hayatında kendilerine nimetlerle ve güzelliklerle geçen bir hayat ve hayır dolu bir kader yaratmış olmasına şükreder bundan dolayı da heyecanlanırlar. İman eden insan Allah'ın kendi üzerindeki korumasını ve rahmetini her saniye fark eder. Bunun Allah'tan bir lütuf olduğunu bilir. Nitekim Allah rahmetini dilediğine verendir. Eğer kişi güzel ve mutlu bir hayat yaşıyorsa, bu sadece Allah'tandır. Bu gerçek pek çok ayette vurgulanmaktadır: "Allah dilediğini yaratır ve seçer", "karanlıklardan nura çıkarır", "dilediğini hidayete erdirir." Nimetler içinde yaşayan bir mümin, bunu, Allah'a borçlu olduğunu bilir. Ve Allah'ın onu seçmiş olması, ona güzellikleri yaşatması, kötülüklerden onu uzak kılması, nimetler içinde yaratması büyük bir coşkuya kapılmasına neden olur. Duyduğu şevk ve heyecanla Allah'a yönelir, tüm hal ve tavırlarıyla O'nu razı etmeye çalışır.
Dünyadaki güzellikleri gördükçe cenneti ve oradaki güzelliklerin ne kadar kusursuz ve mükemmel olduğunu düşünür ve bu güzelliklere kavuşma umudunu taşımanın heyecanını yaşar.
Tüm bu sayılanlar, müminlerin güzellikler karşısında düşünerek heyecanlandıkları konuların sadece belli başlılarıdır. Onların güzellikler içinden yakaladıkları detaylar ise burada sayılanlarla sınırlandırılamayacak kadar çoktur. Ufukları geniş ve tefekkür güçleri de son derece yüksektir. İnkar edenlerin hiçbir zaman tadamadıkları bu haz, imanlarının Müslümanlara kazandırmış olduğu çok büyük bir nimettir.
İnsanların büyük çoğunluğu hayatları boyunca gerçek sevgiyi ve gerçek dostluğu bulamamış olmalarından yakınır ve sonunda da bu duyguyu yaşamanın imkansız olduğuna kanaat getirirler. Bu tespit, cahiliye insanları için bir anlamda doğrudur da. Cahiliye sisteminin hakim olduğu insanlar arasında gerçek sevginin ve dostluğun yaşanması mümkün değildir. Çünkü bu kimseler birbirlerini, karşılıklı olarak sağladıkları çıkar ve menfaatlere bağlı olarak severler. Bu menfaatler son bulduğunda ise sevgi ve dostluk sandıkları yakınlık da sona erer.
Sevgiyi ve dostluğu en iyi bilen ve en güzel şekliyle yaşayan kimseler ise müminlerdir. Bunun en önemli sebebi ise, kitabın başında da hatırlattığımız gibi, onların birbirlerini herhangi bir menfaat sağladıkları için değil sadece vicdanlı ve salih kullar oldukları için sevmeleridir. Onlar için bir insanı en sevilecek ve dostluğu en çok istenecek hale getiren özellik, Allah korkusu ve takvadır. Çünkü takva bir insan, Allah korkusundan dolayı aynı zamanda Kuran ahlakını da en güzel şekilde yaşayan kimse demektir. Kuran ahlakını yaşayan kişi, hangi özelliklere sahip olduğunda kendisine sevgi duyulacağını ve dost olunmak isteneceğini bilir ve bunları en mükemmel şekliyle hayata geçirir. Aynı şekilde karşı tarafın hangi özelliklerinin sevilmeye değer olduğunu takdir edebildiği için gerçek anlamda sevmesini de bilir. Bu anlayış devam ettiği ve kişiler arasında Kuran ahlakı en güzel şekilde yaşandığı sürece de sevgiden ve dostluktan duyulan heyecan hiçbir zaman son bulmaz. Dahası kişilerin ahlakları güzelleştikçe sevgiden ve dostluktan aldıkları haz ve heyecan da sürekli olarak artar.
Onlar birbirlerindeki mümin vasıflarını, iman ve vicdan alametlerini, birbirlerinin ihlas ve samimiyetlerini, Allah korkularına ve takvalarına dair alametleri gördükçe daha da şevklenirler, aynı şekilde bereberlerindeki müminlerin Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanmış, ahirette üstün makam sahibi kimseler olabileceğini ummanın heyecanını da yaşarlar. Zira böyle bir durumda Allah'a çok yakın, O'na dost olmuş ve belki de Allah'ın dost edindiği biriyle dost olmuş olacaklardır.
Ayrıca onların sevgileri sonsuz bir beraberlik anlayışına dayalı olduğu için hiçbir zaman son bulmaz. Bu dünyada başlamış olan beraberlikleri ölümle son bulmayacak, aksine daha da mükemmelleşerek ahirette de sonsuza kadar devam edecektir. Müminlerin sevgi anlayışı bu noktada bir kez daha cahiliye toplumunun sevgisinden ayrılır. Onlar sevgilerinde ve dostluklarında sonsuz bir beraberliğe niyet etmemiş oldukları için sadakat, vefa ve güven kavramları da onlar için anlamını yitirmiştir. Dost olduklarını iddia eden iki insan, bu dostluklarının süresine bir sınır getirmişlerse, bu, onların her an için dostluklarına son verebilme kapısını da açık bıraktıkları anlamına gelir. Her iki tarafın da karşılıklı olarak bu ihtimalin bilincinde olması da onları birbirlerine karşı son derece temkinli ve tedirgin hale getirir. Bu temkin ise, sevgi ve dostluğun gereği olan samimiyeti ortadan kaldırır. Söz konusu kişilerin kendi aralarındaki samimiyetleri sınırlıdır. Çünkü dostluklarının bitmesi durumunda gösterdikleri samimiyetin kendilerini mağdur edeceğini düşünürler.
Salih Müslümanlarda ise bu tür bir hesap söz konusu olmaz. Sonsuzluğa niyet eden insan sonsuza kadar sadakatinde, sevgisinde ve arkadaşlığında kararlılık gösterecek demektir. İşte müminlerin sevgilerine ve dostluklarına ayrıcalık katan sonsuzluğa niyet, yaşadıkları sevgiden büyük bir haz duymalarını da sağlar. Bu, sevdikleri insanlarla cennette de birlikte olmayı ummanın ve sonsuza kadar sevgilerinde sadık kalacaklarını bilmenin heyecanıdır.
Allah, "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına cehd etmiyorsunuz (çaba göstermiyorsunuz)?" (Nisa Suresi, 75) ayetiyle zulüm altında olup da bir kurtarıcı bekleyen insanların durumuna dikkat çekmiştir. Bu ayet gereği kendi haklarını koruyamayacak durumda olan masum insanları korumak, onlara yardım etmek, onları güvenliğe kavuşturmak müminlerin vicdani bir sorumluluğudur.
Bu sorumluluklarının bilincinde olan Müslümanlar, sadece iman ettikleri için eziyet gören insanları zulümden kurtarabilme konusunda içlerinde büyük bir istek ve şevk duyarlar. Güçlü bir vicdana ve yine hassas bir adalet anlayışına sahip olmaları nedeniyle masum insanların eziyet görmesine asla göz yummazlar. Maddi manevi tüm imkanlarını ortaya koyarak onlara yardım ederler. İçlerindeki şevk ve heyecan hisleri onlara bu yönde büyük bir cesaret ve güç kazandırır.
Allah'ın müminlerin üzerine yüklediği bir başka sorumluluk da kötülüklere karşı mücadele etmek, insanları kötülüklerden sakındırmaktır. Müminler bu konuda da şevk içindedirler; zira kötülere karşı mücadele etmek, yeryüzünde zulmü ordan kaldırmak, barış ve güvenlik ortamını oluşturmak insanlık adına yapılabilecek en büyük ve en şerefli hizmetlerden biridir. İnananların kötülükten sakındırma sorumluluklarını yerine getirmelerinin önemine Kuran'da şöyle dikkat çekilmiştir:
Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakaladık. (Araf Suresi, 165)
Kuran'da ayrıca pek çok peygamberin iyileri koruma ve kötülere karşı mücadele etme konusunda duydukları şevk ve heyecana örnekler verilmiştir.
Örneğin Hz. Musa yaşadığı dönemde, İsrailoğullarını Mısır hükümdarı olan Firavun'un zulmünden kurtarabilmek için büyük bir çaba harcamıştır. Kuran'da "... gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı." (Yunus Suresi, 83) sözleriyle tanıtılan Firavun, Mısır halkını köle olarak çalıştırmakta, kadınları sağ bırakıp erkek çocuklarını öldürterek halkına işkence yapmaktaydı. Hz. Musa, Allah'tan gelen "Haydi ona gidin de deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğullarını bizimle birlikte gönder ve onlara (artık) azab verme. Sana Rabbinden bir ayetle geldik. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun." (Taha Suresi, 47) şeklindeki vahiy üzerine, Firavun'a gitmiş ve halkına yaptığı zulmü durdurmasını istemiştir. Ayrıca onların kendisiyle birlikte Mısır'dan çıkmalarına izin vermesini talep etmiştir.
Bu örnekte görüldüğü gibi, Hz. Musa zulüm altındaki insanları güvenliğe kavuşturma sorumluluğunu üstlenmiş, hatta başka ayetlerde bildirildiği gibi, yıllar yılı bu konuda zorlu bir mücadele vermiştir. Masum insanlara yapılan eziyet son bulana kadar da zalimlerin peşini bırakmamıştır.
Gösterdiği fiili çabanın yanı sıra zulüm altında olan bu insanları manevi açıdan da güçlendirip cesaretlendirmeye çalışmış ve onları sabırla Allah'tan yardım dilemeye davet etmiştir. Nitekim bu konuda gösterdiği şevk ve azim sonucunda Allah, onu ve beraberindeki müminleri Firavun'a karşı üstün getirmiştir.
Kuran'daki bu örneklerden anlaşıldığı gibi, müminler her zaman için iyilerin yani şefkatli, merhametli, hoşgörülü, adaletli, yardımsever, fedakar insanların yanında, kötülerin yani kindar, zalim, bencil insanların ise karşısında olurlar. Her zaman için zulüm yanlısı olanların zorbalıklarını durdurmaya ve zulüm görenleri de kurtarmaya çalışırlar. Tüm bunları yaparken de Allah'ın bir emrini yerine getiriyor olmanın şevk ve heyecanını yaşarlar. Zira gösterdikleri bu güzel tavır ile Allah'ın adaletini ayakta tutmuş, vicdanlarının sesini dinlemiş, Kuran ahlakını uygulamış ve böylece masum insanları güvenliğe kavuşturmuş olmaktadırlar. İşte tüm bunların heyecanı da onlara büyük bir haz vermektedir.
İnananların bu konuda gösterdikleri sarsılmaz kararlılık, aynı zamanda onların ahlaken de gelişmelerini sağlar. Allah'ı razı etmek gayretiyle büyük sorumluluk yüklenen insanların ahlaklarının güzelleştiğine İslam büyüğümüz Bediüzzaman Said Nursi de bir sözünde dikkat çekmiştir:
"Maksadın büyümesiyle himmet (samimi gayret) de büyür ve hamiyet-i İslamiyenin (Müslümanlara sahip çıkma gayreti) galeyanı (coşkusu) ile ahlak da tekemmül eder (olgunlaşır). (Divan-ı Harbi Örfi, s. 45)
Allah'ı razı edebilmek ve sevgisini kazanabilmek müminler için herşeyden önemlidir. Bu nedenle hayatları boyunca Allah'a daha da yakınlaşabilmenin yollarını ararlar. Allah "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın..." (Maide Suresi, 35) ayetiyle müminlere bunu emretmiştir.
Müslümanlar, Kuran'da bildirilen ibadetleri yerine getirmeyi kendilerini Allah'a yakınlaştıracak önemli bir yol olarak görürler. Ancak bunun için ibadetlerin sadece fiili olarak yerine getirilmesinin yeterli olmadığını, Allah Katında asıl makbul olanın tüm bunları samimiyet ve ibadet heyecanı ile yapmak olduğunu da bilirler. Zira Allah bir ayetinde müminlerin Allah için kestikleri kurbanların ne etlerinin ne de kanlarının Allah'a ulaşacağını, asıl ulaşacak olanın kalplerindeki takva olduğunu bildirmiştir:
"Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver." (Hac Suresi, 37)
İşte bu gerçeğin farkında olan müminler de Allah Katında asıl değer görecek olanın samimiyetleri ve ihlasları olduğunu bilerek, her yaptıklarını ibadet heyecanı ile yerine getirirler.
Allah’ın tüm Müslümanlara bildirdiği emirlerinin yanı sıra Müslüman kadınlara bildirdiği emirleri de bulunmaktadır. Mümin kadının belirleyici bir özelliği Allah'ın Kuran'da emrettiği üzere giyiminde tesettür ölçülerine dikkat etmesidir. Müslüman kadınlar her dönemde bu ibadeti büyük bir titizlik ve şevkle uygulamışlardır. Nur Suresi’ndeki örtünmeyle ilgili ayetler Hicretten sonraki dönemde indirilmiştir.
Mü‘min kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Örtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) salsınlar. Süslerini, kendi kocalarından ya da babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kız kardeşlerinin oğullarından ya da kendi kadınlarından ya da sağ ellerinin altında bulunanlardan ya da kadına ihtiyacı olmayan (arzusuz veya iktidarsız) hizmetçilerden ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah‘a tevbe edin ey mü‘minler, umulur ki felah bulursunuz." (Nur Suresi, 31)
Peygamberimiz (sav) döneminde mümin kadınlar Cenab-ı Allah’ın tesettür konusundaki emrini büyük bir şevk ve istekle karşılamışlar, hemen itaat etmişlerdi. Onlardan sonra gelen Müslümanlar da aynı şevk ve kararlılıkla bu emri yerine getirmişlerdir. Elbette ki tesettürü sadece bir örtü olarak görmemek gerekir. Kılık kıyafetteki tesettür kişinin ne kadar çok Allah'tan korktuğunu, ne kadar kişilikli, saygın, asil, onurlu, özgür ve iffetli olduğunu gösterir. Bu yüzden tesettür bir nevi iffetin sembolüdür. Kadının Allah Katında ve inananlar nezdinde yücelmesini sağlayacak, onu her türlü bağımlılıktan ve sıkıntıdan kurtaracak bir vesiledir. Tesettürle birlikte ahlak, tavır, hal ve hareketlerin de Kuran’a ve sünnete uygun olması gerekir. Bunların hepsi bir araya geldiğinde çok saygı uyandıran, heybetli bir görünüm meydana gelir. Kişinin sahip olduğu asalet, Yüce Allah'ın hükümlerine karşı olan titizliğinden, şevkle ve heyecanla bunları yerine getirmesinden belli olur.
Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim‘ indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah‘ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)
Allah Kuran'da müminlerden "Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar iman eder." (Secde Suresi, 15) diye bahsetmiştir. Müminlerin, ayetleri duyar duymaz secdeye kapanmaları hiç kuşkusuz ki onların imanlarının gücünden ve Allah'a kulluk etmekten duydukları büyük hazdan kaynaklanmaktadır.
Allah'ın kendilerine, içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı ve Allah'ın sözlerinin yer aldığı bir kitap göndermiş olmasından büyük bir heyecan duyarlar. Aynı şekilde Kuran'ın her bir ayetinin Allah'ın onlara olan sevgisinin, merhametinin ve adaletinin birer tecellisi olduğunu bilmenin şevkini de yaşarlar. Dahası tüm bunları kavrayabilecek bir şuur açıklığına sahip olmalarından dolayı ruhlarında büyük bir sevinç duyar ve Allah'a çok içli ve derin bir sevgiyle bağlanırlar. Bu da onlara büyük bir huzur verir. Kuran'da inananların Allah'ın ayetleri karşısında duydukları bu büyük haz dolayısıyla "ağlayarak secdeye kapandıkları" bildirilmiştir:
De ki: "İster ona inanın, ister inanmayın: O, daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, çenelerinin üstüne kapanarak secde ederler." (İsra Suresi, 107)
Ve derler ki: "Rabbimiz Yücedir, Rabbimizin va'di gerçekten gerçekleşmiş bulunuyor." Çeneleri üstüne kapanıp ağlıyorlar ve (Kur'an) onların huşu (saygı dolu korku)larını artırıyor. (İsra Suresi, 108-109)
Allah ayetlerin devamında da okudukları ayetlerin onların huşularını, yani Allah'a olan saygı dolu korkularını artırdığına dikkat çekmiştir. Yine bir başka ayette de Allah peygamberlerin Allah'ın ayetleri karşısında duydukları heyecanın şiddetinden ağlayarak secdeye kapandıklarını bildirmiştir:
İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah')ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. (Meryem Suresi, 58)
Bir başka ayette ise müminlerin Kuran ayetleri karşısında duydukları Allah korkusundan dolayı derilerinin ürperdiği şöyle anlatılmaktadır:
Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O'ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu, Allah'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur. (Zümer Suresi, 23)
Allah, "Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar." (Bakara Suresi, 186) ayetiyle tüm insanları dua etmeye çağırmıştır. Onlara şah damarlarından daha yakın olduğunu, dua ettikleri anda onları duyduğunu ve dualarına karşılık vereceğini müjdelemiştir. Allah'ın insanlara böyle bir imkan tanımış olması, kullarının her söylediğine, her düşündüğüne şahit olması müminler için büyük bir heyecan vesilesidir. Bu, Allah'ın müminlere dost olduğunu, onlar üzerinde her an korumasının olduğunu ve onlara her an rahmet etmekte olduğunu bilmenin heyecanıdır. Bu nedenle inananlar da büyük bir şevkle ve ihtiyaç içerisinde Rabbimiz'e sığınır ve her an her konuda O'ndan yardım dilerler.
Onlara bu konuda heyecan veren şeylerden biri de Allah'tan isteyebilecekleri konuların hiçbir sınırı olmayışıdır. Her insan Allah'tan ihtiyaç duyduğu küçük büyük, maddi manevi herşeyi isteyebilme imkanına sahiptir. Allah kullarının dualarına, onlar için en hayırlı olacak şekilde karşılık vermektedir.
İnsan hata yapmaya açık bir varlıktır. Herşeyi bilmesi ve kusursuz olması elbette ki beklenemez. Nitekim dünya bir imtihan yeridir ve insan buraya eğitilmeye gelmiştir; asıl yurdu ahiret olacaktır. Bu nedenle, bir anlamda eğitim yeri olan bu dünyada pek çok hata işleyebilecek, pek çok eksiği ve kusuru olabilecektir. Önemli olan hatalarda diretmemek, doğruyu görür görmez ardından gitmek, eski huyları terk etmektir. İnsan mükemmeli elde edene kadar bu süreç işler. Müminler eksik ve aciz birer kul olduklarının farkındadırlar. Yaptıkları hataların ardından bağışlanma diler, tevbe ederler. Kuran'da önemli bir ibadet olarak dikkat çekilen tevbenin onlara kazandırdığı pek çok manevi güzellik de vardır.
İşte bu nedenle müminler bir hata yaptıklarında asla karamsarlığa kapılmaz, aksine Allah'ın affedebileceğini bilmenin rahatlığını ve şevkini yaşarlar. Hatalı olduklarını fark ettikleri anda hiç vakit kaybetmeden Allah'a sığınır ve bağışlanma dilerler. Allah samimi kullarının bu özelliklerini Kuran'da şöyle bildirmiştir:
"Ve 'çirkin bir hayasızlık' işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir." (Al-i İmran Suresi, 135)
Allah'ın samimiyetle yapılan tevbeleri bağışlayacağını müjdelemiş olması inananlara büyük bir umut ve heyecan verir. Çünkü ne kadar çok hataları olsa bile ölüm anına kadar her zaman arınabilme ve cennete layık olabilecek bir ahlaka ulaşabilme imkanları vardır. Allah Kuran'da insanlara olan bu rahmetini ve sevgisini şöyle açıklamıştır:
(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)
İşte Allah'ın üzerlerindeki bu şefkatini ve affediciliğini görmek, Kendisi'ne her sığındıklarında Rabbimiz'in merhameti ile karşılık göreceklerini ummak müminlerin kalplerinde derin bir coşku ve heyecan hissi oluşturur.
Allah müminler arasında insanları iyiye, hayra ve güzel olana çağıran bir topluluk bulunmasını emretmiştir:
"Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104)
Salih Müslümanlar Allah'ın bu ayeti doğrultusunda insanlara Kuran ahlakının güzelliğini ve cahiliye ahlakını yaşamanın yanlışlığını anlatmaya ve onları Allah'ın dinine yöneltmeye çalışırlar. Kendileri dinin getirdiği güzel ahlakı yaşadıkları ve bunun insanlara nasıl konforlu bir hayat sunduğunu görebildikleri için, aynı huzuru ve güzelliği diğer insanların da yaşamasını isterler. Daha da önemlisi cehennemin ne kadar kesin bir gerçek olduğunu bildikleri için, tüm insanların Allah'ın razı olacağı bir hayat sürerek cehennemdeki sonsuz azaptan korunmalarını isterler.
Onlar için tek bir insanın dahi doğruyu görebilmesi son derece önemlidir. Çünkü bu kişi için dünyada yaptıklarına karşılık olarak sonsuz cennet ya da cehennem hayatı vardır. Bu nedenle tek bir insanın dahi cehennemden kurtulup Allah'ın rahmetine kavuşabilmesi için her türlü fedakarlığı seve seve göze alırlar. Gerektiğinde aylarını, yıllarını, gece gündüz demeden bu kişinin dine ısındırılabilmesi ve mümin ahlakını benimsemesi için harcayabilirler. Aynı şekilde yine tek bir insanın ahireti için tüm maddi imkanlarını da büyük bir şevk ve istekle ortaya koyabilirler. Bu konudaki şevkleri onlara hem fiziksel hem de manevi anlamda büyük bir güç kazandırır. Hayatlarının sonuna kadar Allah'ın dinini en güzel ve hikmetli şekilde anlatmaya devam ederler. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, tüm bu çabalarına karşılık tek bir kişi bile hidayet bulmasa, müminler yine de aynı şevkle tebliğlerine devam ederler. Çünkü onların sorumluluğu sadece dini anlatmaktır. İnsanlara hidayet verecek olan Allah'tır. Nitekim Kuran'da Peygamber Efendimiz (sav)’in gösterdiği ihlaslı ve yoğun çabaya rağmen Mekke müşriklerinden pek çok kişinin iman etmediği ve buna karşılık Allah'ın "Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir." (Kasas Suresi, 56) ayetiyle Peygamberimiz (sav)'e bu durumu hatırlattığı bildirilmektedir.
Kuran'da Peygamber Efendimiz (sav)gibi diğer tüm peygamberlerin de tebliğ konusunda büyük bir şevk ve heyecan ile hareket ettiklerine dikkat çekilmiştir. Her biri bu uğurda çeşitli zorluklarla karşılaştıkları halde asla yılgınlığa kapılmamışlardır. Aksine kavimlerine doğruyu gösterebilmek için her yolu denemişlerdir. Kuran'da Hz. Nuh'un bu konudaki ihlaslı çabasına şöyle dikkat çekilmiştir:
Dedi ki: "Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum." "Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı." "Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler.' "Sonra onları açıktan açığa davet ettim." "Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla yanaşmak istedim." "Bundan böyle" dedim. "Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır. (Nuh Suresi, 5-10)
Ayetlerde görüldüğü gibi Hz. Nuh, yaşadığı toplumdaki insanların kalplerini imana ısındırabilmek için şevkle din ahlakını tebliğ etmiştir. Gece gündüz demeden Allah'ın büyüklüğünü anlatmıştır. Onlar ise hakkı her duyduklarında inatla bu tebliğden yüz çevirmişlerdir. Hz. Nuh, Allah'ın emrini yerine getirmekten, dini tebliğ etmekten duyduğu şevk ve heyecan sayesinde onların bu tavırlarına aldırmamış, yılmaz bir kararlılıkla görevine devam etmiştir. Tüm büyüklenmelerine karşı onlara imanı sevdirmenin farklı yollarını aramıştır. Kimi zaman açıktan açığa kimi zaman da gizli yollarla Allah'ın varlığını anlatarak onları yaşadıkları cahiliye sisteminden kurtarmak istemiştir. Ancak unutmamak gerekir ki Hz. Nuh ve onun gibi büyük bir şevk ve ihlasla Allah'ın dinini tebliğ edenler, bu uğurda sarf ettikleri her kelimenin, her çabanın karşılığını -Allah'ın izniyle- en güzeliyle alacaklardır. Çünkü Allah, "Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) müminleri müjdele." (Tevbe Suresi, 112) ayetinde de bildirdiği gibi, insanlara iyiliği emredip kötülükten sakındıranları rahmetiyle müjdelemiştir.
Müminlerin en fazla heyecan duydukları konulardan biri de cenneti ve cennet nimetlerini düşünmektir. Çünkü cennet, insanlara, daha önce dünya hayatında eşine benzerine rastlamadıkları bambaşka bir hayat sunmaktadır. Orada dünya hayatında karşılaşılan eksikliklerin ve kusurların hiçbiri yoktur. Çünkü cennet, dünya hayatı gibi bir imtihan mekanı olarak değil, bir mükafat yurdu olarak yaratılmıştır. Dahası Allah, insanların cennete özlem duymaları ve ona kavuşmak için çaba harcamaları için dünya hayatını özel olarak kusurlu yaratmıştır. Hayatı boyunca, içinde mükemmelliğe ulaşma arzusuyla yaşayan insan, dünyadaki yaşamın bu eksikliklerini gördükçe cenneti daha da büyük bir heyecanla arzular.
Müminler ahirette cennetle birlikte hayatları boyunca büyük bir çaba göstererek sakınmaya çalıştıkları cehennem azabından kurtulmuş olmanın sevincini de yaşayacaklardır. Dünya hayatında Allah'ın dinine, Kuran ahlakının yaşanmasına ve inananlara karşı mücadele edenler, onlara eziyet etmeye kalkışanlar Allah'ın sonsuz adaletinin bir tecellisi olarak hak ettikleri karşılığı tam olarak cehennemde alacaklardır. Kuran'da bu kimselerin alacakları karşılık ve müminlerin bundan duydukları sevinç şöyle bildirilmiştir:
Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle dönerlerdi. Onları gördükleri zaman ise: "Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır" derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine gözcü olarak gönderilmemişlerdi. Artık bugün, iman edenler, kafir olanlara gülmektedirler. Tahtlar üzerinde bakıp-seyretmek suretiyle. Nasıl, kafir olanlar, işlediklerinin 'feci karşılığını gördüler mi?' (Mutaffifin Suresi, 29-36)
Bir başka ayette ise inkarcıların Allah'ın adaletiyle karşılık bulmalarının, müminlerin kalplerini şifaya kavuşturduğu bildirilmektedir. Öyle ki Allah'ın bu vaadini sadece düşünmek dahi inananların kalbinde heyecan oluşturmaktadır.
Bunun yanında cennette melekler tarafından selam sözleriyle karşılanıp orada en güzel şekilde ağırlanacaklarını düşünmek de inananlara derin bir haz verir. Hem Allah'ın meleklerini görecekler, hem de onlar tarafından ebedi yurtları olan cennetlere sokulacaklardır. Dünya hayatında Allah'a kulluk etmekten kaçınanlar acı ve korku içinde, cehennem zebanileri tarafından karşılanırken, müminler huzur ve güvenlik içerisinde meleklere tabi olacaklardır. Bunu umut etmek bile onların büyük bir sevince kapılmalarına vesile olur. Kuran'da müminlerin cennetteki karşılanışları şöyle anlatılmaktadır:
Onlar, Adn cennetlerine girerler. Babalarından, eşlerinden ve soylarından 'salih davranışlarda' bulunanlar da (Adn cennetlerine girer). Melekler onlara her bir kapıdan girip (şöyle derler:) "Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel." (Rad Suresi, 23-24)
"Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 32)
Müminlerin cenneti düşünerek heyecanlanmalarının bir sebebi de hiç kuşkusuz ki orada kendilerine sunulacağı vaat edilen nimetlerin benzersizliğidir. Ancak bunlardan daha da heyecan verici olanı ise onların hayatları boyunca büyük bir şevkle arzuladıkları sonuca kavuşacak, Rabbimiz'in rızasını kazanacak olmalarıdır. Allah, "Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur." (Tevbe Suresi, 100) ayetiyle, cennetine kabul ettiği kullarından hoşnut olduğunu müjdelemektedir. Nitekim Kuran'da cennet nimetleri arasında en büyük nimetin "Allah'tan olan hoşnutluk" olduğu bildirilmiştir:
Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. Işte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)
Ayrıca Allah "Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır)." (Yasin Suresi, 58) ayetiyle, inananlar için bir müjde daha vermiştir. Bu, müminlerin bir ömür süresince gösterdikleri samimi çabalarına karşılık alabilecekleri en güzel mükafattır.
İnananlar, Kuran ayetleri ile anlatılan ancak insan kavrayışının çok daha üzerinde bir mükemmelliğe sahip olan cennetin güzelliğini düşünmenin heyecanını da yaşarlar. Allah orada insan nefsinin isteyebileceği, aklın tasavvur edebileceği her türlü güzelliğin ve nimetin olacağını bildirmiştir. İnsanın dünya hayatındaki sınırlı ufku ile bu güzelliklerin çeşitlerini tahayyül edebilmesi ise ancak bir dereceye kadar mümkündür. Öyle ki cennet, inanan insanlar için sonsuz sayıda sürprizlerle doludur. İşte bu sürprizleri düşünmek ve bunların -Allah'ın dilemesi dışında- sonsuza kadar süreceğini bilmek insana büyük bir heyecan verir. Kuran'da cennet nimetlerinin bir bölümü, müminlere bildirilmiştir. Örneğin müminler, cennetlerde tüm sevdikleriyle, dostlarıyla birlikte olacaklardır. Orada gelmiş geçmiş tüm peygamberlerle, şehitlerle, sıddıklarla, Rabbanilerle ve salih müminlerle dostluk edecek ve sonsuza kadar da sadece Allah'ın razı olduğu bu insanlarla birlikte yaşayacaklardır. Orada sevgiyi ve dostluğu olabilecek en yoğun şekilde tadacak ve asla bıkkınlığa kapılmayacaklardır. Şeytanın cennet halkıyla hiçbir bağlantısı olamayacak ve o da sonsuza dek cehennem ateşinde hak ettiği azabı yaşayacaktır. Oradaki herkes güvenilir, herkes Yüce Allah'a sadık ve herkes güzel ahlaklı olacaktır. Kötü ahlak özelliklerinden hiçbirini görmek mümkün olmayacak, kin, öfke, haset gibi cahiliye tavırları sonsuza kadar yok olacaktır.
Cennette, dünya hayatındaki mücadele ortamının tüm zorlukları ortadan kalkmış olacaktır. Tuzak kuranların tuzaklarını bozmak için mücadele etmek ya da münafıkların oyunlarına karşı dikkatli olmak gibi bir çaba içerisinde bulunmak gerekmeyecektir. Orada inananlar sonsuza kadar sadece nefislerinin hoşuna giden nimetler içerisinde huzur ve keyifle ağırlanacaklardır. Tüm insanlar olabilecek en güzel suretleriyle yaratılacak ve dünyadaki tüm insani kusurlarından arınmış olacaklardır. "Güzel huylu", "güzel yüzlü", "birbirlerine sevgiyle tutkun ve yaşıt" eşlerle birlikte olacaklardır. Orada hiçbir şey dünya hayatının kurallarına bağlı olmayacak, tüm sebepler ortadan kalkacak ve yepyeni bir hayat ve yepyeni nimetler yaratılacaktır. Oradaki köşkler, tahtlar, döşekler hepsi muhteşem güzellikte olacak; baldan ırmaklar, devşirilmesi kolay, hiçbir şekilde yemişleri eksilmeyen meyve ağaçları ve daha insanın isteyebileceği niceleri olacaktır. Daha da önemlisi cennette insan aklının dünyadayken kavramakta zorluk çektiği sonsuzluk yaşanacaktır. Yüzlerce, binlerce, milyarlarca, trilyonlarca, katrilyonlarca yıl değil, trilyon çarpı trilyon yıl da değil, hiç bitmeyen, sonu gelmeyen sonsuz bir hayat olacaktır. İnsanın dünyada sahip olduğu bıkkınlık, sıkılma gibi hisler de alınmış olacak ve insan sonsuza kadar yaşadığı her andan büyük bir keyif duyacaktır.
İşte dünya hayatında, cennette karşılaşmayı umdukları bu nimetleri düşünmek müminlere büyük bir zevk ve heyecan verir. Bir an önce bu nimetlere kavuşma heyecanı ile daha da şevklenir ve Allah'ın cennete layık kullarından olabilmek için daha fazla çaba harcarlar. Kuran'da emredildiği gibi, "... eni göklerle yer kadar olan cennete kavuşmak için..." (Al-i İmran Suresi, 133) hayırlarda yarışır ve öne geçenlerden olmaya gayret ederler.