Kitabın başında "iman ediyorum" diyen herkesin imanının bir olamayacağından bahsetmiştik. İşte bu bölümde de gerçek anlamda iman etmeyen insanların imani zayıflıklarından kaynaklanan şevksiz ruh hallerine değineceğiz. Ancak bundan önce bu kimselerin Kuran'da nasıl tanıtıldıklarını, dine olan bakış açılarını ve yaşama amaçlarını ortaya koyarak bu farklılığın nedenlerini açıklayacağız.
Kuran ayetlerinde bu kimseler "kalplerinde hastalık bulunanlar", "münafıklar", "ağır davrananlar" ya da "geride kalanlar" olarak da adlandırılmaktadır. En dikkat çekici özelliklerinden biri ise "... Onlar, ne sizdendirler, ne onlardan..." (Mücadele Suresi, 14), "Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla..." (Nisa Suresi, 143) ayetleriyle belirtildiği gibi gerçek anlamda ne cahiliye toplumuna ne de mümin topluluğuna dahil olmalarıdır. Ama ilginçtir ki bu insanlar genellikle müminlerin arasında yaşarlar. Dış görünüşleriyle ve kimi tavırlarıyla müminlerinkini andıran bir yaşam sürerler. Fakat aslında onlara hiçbir şekilde benzemezler. Çünkü müminlerin en belirgin vasıfları, Allah'a olan samimi iman ve sadakatleri iken, bu kimseler kalplerinde böyle güçlü bir inanç taşımazlar. Her ne kadar dilleriyle bunun tam aksini söyleseler de gerçekte iman etmiş değildirler. Kuran'da bu durum şöyle bildirilmiştir:
İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değildirler. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. (Bakara Suresi, 8-9)
Allah ayetlerinde bu kimselerin dilleriyle söylediklerinin kalplerinde sakladıklarından tümüyle farklı olduğuna dikkat çekmiştir. Bunun sebebi, bu kimselerin kalplerinde var olan "hastalık"tır. Kuran'da bu gerçek şöyle açıklanmıştır:
"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır." (Bakara Suresi, 10)
Ancak bu, fiziki değil manevi bir hastalıktır. Bu hastalıkta kişi imanı gereği gibi kavrayamamakta ve yaşayamamaktadır. Allah'ın varlığının apaçık delillerini gördüğü halde kalbini Allah'a bağlamamakta, O'ndan gereği gibi korkup sakınmamaktadır. Dolayısıyla Allah'ın dinini tam olarak yaşamamaktadır. Vicdanı kendisine doğruyu gösterdiği halde nefsinin isteklerine kapılarak diliyle tasdik ettiği gerçekleri hayata geçirmekte gevşeklik göstermektedir. Dünya hayatını ve dünya menfaatlerini, ahirette kazanacaklarına oranla çok daha yakın ve kolay görmektedir. Bu yüzden dünyayı daha çok sevmekte ve ahireti geri plana atmaktadır.
Kalbinde hastalık olan kimselerin farklı inançlarına rağmen yine de müminlerin arasında yaşamak istemeleri ise elbette ki ilginçtir. Bunun bir nedeni, bu kimselerin din ahlakının kazandırdığı güzelliklerden ve menfaatlerden, müminlerin sağladığı huzur ve güven ortamından yararlanmak istemeleridir. Cahiliye toplumunda asla bulamayacakları üstün bir ahlaka sahip olan müminler ile birlikte olmayı, böyle insanlardan oluşan bir ortamı daha cazip bulurlar. Dahası her ne kadar kalplerinde kesin bir iman yaşamasalar da, konunun başında da vurgulandığı gibi bu kimseler tamamen inkar etmiş de değildirler. Ne cahiliye toplumundandırlar, ne de müminlerden. Bunun sebebi de bu kimselerin kalplerinde var olan kuşkudur.
Dünya hayatını daha çekici bulmakla birlikte, Allah'ın dünyada ve ahirette müminlere vaat etmiş olduğu nimetleri de son derece cazip görürler. Kesin bir bilgiyle iman etmedikleri halde, "ya doğruysa", "ya gerçekten tüm bu vaat edilenler gerçekleşecekse" gibi bir ihtimal de onları düşündürmektedir. Böyle bir durumda müminlerin kavuşacağı nimetlerden ve güzelliklerden kendilerinin de yararlanabileceklerini umarlar.
Onlara göre, din adına yapılması gereken herşeyi samimi imana sahip olan müminler yapacak, kendileri ise herhangi bir dünyevi menfaat söz konusu olduğunda onlara yanaşarak bu durumdan istifade etmeye çalışacaklardır. Ancak herhangi bir zorluk ya da sıkıntı söz konusu olduğunda da yüz çevirip kaçmaya çalışacaklardır. Kuran'da Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış olan insanlardan örnek verilerek, bu çarpık mantığa şöyle dikkat çekilmiştir:
Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet, size bir musibet isabet edecek olsa: "Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım" der. Eğer size Allah'tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiçbir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der; "Keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük 'kurtuluş ve mutluluğa' erseydim." (Nisa Suresi, 72- 73)
Onlar sizi gözetleyip-duruyorlar. Size Allah'tan bir fetih (zafer ve ganimet) gelirse: "Sizinle birlikte değil miydik?" derler. Ama kafirlere bir pay düşerse: "Size üstünlük sağlamadık mı, müminlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?" derler. Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecektir. Allah, kafirlere müminlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez. (Nisa Suresi, 141)
Ayetlerde açıklandığı gibi, çıkar elde etmeye çalışan bu kimseler, mümin topluluğuyla birlikte hareket ederek onların dünyevi imkanlarından yararlanmak isterler. Böyle bir imkanla karşılaştıklarında hemen kendilerini ön plana çıkarmaya çalışır, dine ve müminlere ne kadar bağlı olduklarından bahsederek Müslümanları ikna etmeye çalışırlar. Ama o ana kadar göstermiş oldukları şevksizlik ve gevşeklik, tüm müminler tarafından açıkça bilindiği için bu emellerini gerçekleştirmeyi başaramazlar.
Ancak bu kişilerin sahip oldukları öylesine çarpık bir bakış açısıdır ki, samimiyetsiz tavırlarına kendileri de şahit oldukları halde müminlerin ahirette alacakları karşılıktan da yararlanabileceklerini zannederek kendilerini kandırırlar. Kuran'da onların ahirette gösterecekleri bu tavırlara şöyle dikkat çekilmiştir:
O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: "(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım." Onlara: "Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya çalışın" denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır.
(Münafıklar) Onlara seslenirler: "Biz sizlerle birlikte değil miydik?" Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz, (Allah'a ve Islam'a karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o aldatıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu." Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve inkar edenlerden de. Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur; o ne kötü bir gidiş yeridir. (Hadid Suresi, 13-15)
Bu kişiler bilmelidirler ki, kalplerinde samimi imanı yaşamadıkları sürece, müminlerle birlikte olmalarının Allah Katında onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü Allah her insana müstakil bir vicdan, akıl ve muhakeme yeteneği vermiştir. Dolayısıyla her insanı tek olarak sorgulayacak, tek olarak mükafatlandıracak ya da tek olarak azaplandıracaktır. Her insan Rabbimiz'in karşısında O'nun rızasını kazanmak için gösterdiği samimi çaba kadar karşılık alacaktır. Bu kimselerin dünya hayatında sadece dilleriyle iman ettiklerini söylemeleri ise elbette ki -Allah'ın dilemesi dışında- yeterli olmayacaktır. Çünkü iman eden bir insanın, bu gerçeği aynı zamanda tüm yaşamıyla da tasdik etmesi gerekmektedir. Bu durumdan gafil olan kişiler ise müminlerin yanında bulunmalarının kendilerine hesap günü de kar getireceğini düşünerek büyük bir aldanışa kapılmış olurlar.
İnsanlardan kimi, Allah'a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)
Kuran'da yer alan bu ayet, dine tam sarılmayan insanların hastalıklı şevk anlayışlarını açıkça ortaya koymaktadır. Zira onlar şahsi çıkarları söz konusu olduğu sürece son derece şevkli görünürler. Ancak ne zamanki menfaatleriyle çatışan bir durum ortaya çıkarsa, işte onlar da o zaman şevklerini ve heyecanlarını tümüyle yitirirler. Allah'a ve ahirete samimi olarak iman etmemiş oldukları için böyle bir anda dinin pek çok hükmünü birden unuturlar. Allah'ın dünya hayatını bir imtihan ortamı olarak yarattığını, insanı hayır ve şer gibi görünen pek çok olayla deneyeceğini ve ancak güzel bir sabır gösterenleri mükafatlandıracağını düşünmezler. Kalplerindeki hastalık nedeniyle kuşkuya kapılır ve Allah'ın yardımından şüpheye düşerler. Allah'a güvenmek yerine ümitsizleşir ve Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunmaya başlarlar. Böylece kalplerinde gizlemeye çalıştıkları hastalık, konuşmalarına da yansımaya başlar. Kuran'da bu insanların böyle bir durumda şevklerini bir anda kaybedip Allah'ın vaadinden şüpheye düşmelerine şöyle bir örnek verilmiştir.
Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: "Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi" diyorlardı. (Ahzab Suresi, 12)
Elbette ki gösterdikleri bu tavır kalplerindeki imanın sağlam olmamasından kaynaklanır. Bu insanlar, karşılaştıkları herşeyin kendilerine bir imtihan olarak yaratıldığını ve imtihana verdikleri tepkilerle, iman edenlerle kalplerinde hastalık bulunanların ayırt edildiğini akledemezler. Kalpten iman etmiş olan müminler ise her ne olursa olsun Allah'a kesin bir güvenle bağlanmış olmanın ve Allah'ın yardımının yakın olduğunu bilmenin huzurunu ve şevkini yaşarlar.
Münafık karakterli kimseler inançlarındaki bozukluk nedeniyle müminlerden tamamen farklı ve Kuran'dan çok uzak bir hayat felsefesi geliştirmişlerdir. Mantık örgüleri, Allah'ın rızasını kazanmak üzerine değil, nefislerini hoşnut etmek ve çıkar elde edebilmek üzerine işler. Bu nedenle dinin menfaatleri yönünde hareket etmeyi kendilerince boşa harcanan bir emek olarak nitelendirirler.
Ahirete olan inançları çok bulanıktır. Dolayısıyla ahirete yönelik bir çaba içinde olurlarsa çalışacaklarını, yorulacaklarını, maddi manevi emek sarf edeceklerini ancak dünyada iken ellerine somut anlamda hiçbir şey geçmeyeceğini düşünürler. Dahası dinin menfaati için ayıracakları vakti, ne kadar çok dünya menfaatlerini elde etme uğruna harcarlarsa o kadar karlı çıkacaklarını zannederler. Aksinin kendilerince "saflık" olacağını düşünerek din konusunda yapacakları her hayır işini, "Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır." (Nisa Suresi, 72) ayetiyle de bildirildiği gibi ağırdan alır ve ortalı bir yol izlerler. Kısacası dünyevi menfaatleri olmayan her konuda son derece şevksizdirler.
İhtiyaç içinde olan, zulüm gören insanlara, Müslümanlara faydalı olmak için çaba harcamalarını gerektiren bir durumla karşılaşırlarsa, mümkün olduğunca ağırdan alırlar. Sürekli çözümsüzlükler üreterek olayı içinden çıkılmaz gibi göstermeye çalışırlar. Dini yaşamadıkları için karşılarına çıkan bir sorunu çözecek, bir hayır işini tamamlayacak güç ve enerjiyi kendilerinde bulamazlar. Ya müminleri yarı yolda bırakacak şekilde bir anda geri çekilir ya da ellerindeki işi olabildiğince baştan savma yaparak bu isteksizliklerini ortaya koyarlar.
Halbuki şevksizliği ile ön plana çıkan aynı kişi, iyi gelir getiren bir fabrikanın başına geçirilip ve kendisine yüksek bir maaş verileceği söylense, hatta bir de başarı gösterdiği takdirde kendisine şirketin hissedarlarından olacağı vaat edilse, göstereceği tavır son derece farklı olacaktır. Elbette ki elde edeceği dünyevi menfaatleri düşünmenin verdiği coşkuyla işine sahip çıkacaktır. Çözümlenemeyen konular hızla çözülecek, tıkanıklıklar büyük bir hızla giderilecektir.
Görüldüğü gibi kalbinde hastalık bulunan bu kimselerin dinin menfaatleri söz konusu olduğunda gösterdikleri ağırlık ile çıkar elde edeceklerini umdukları durumlarda gösterdikleri şevk arasında büyük farklılıklar vardır. Bu farklılık onların dünya hayatının sağladığı menfaatleri Allah'ın rızasını kazanmaktan daha üstün görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Kuşkusuz kalplerinde hastalık bulunan kimselerin "ağır davranmaları" büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını göstermektedir. Zira Allah yolunda harcanan her çaba insana olabilecek en büyük menfaati sağlar. Kişinin şevkle ortaya koyduğu emek, ona Allah'ın rızasını kazandıracaktır. Allah razı olduğu kullarına hem dünyada hem de ahirette güzellik ve iyilik vaat etmiştir. Dolayısıyla dünya menfaatleri yerine Allah'ın rızasını hedefleyen bir insan, aynı zamanda nefsi adına da olabilecek en güzel karşılığı almış olacak, dünya hayatının da güzelliklerini kazanacaktır.
Ancak şunu da hatırlatmalıyız ki, salih bir müminin şevki, harcadığı çaba sonucunda dünya hayatında somut bir karşılık almak üzerine kurulu değildir. Onun için Allah'ın razı olacağını bilmek yeterlidir. Buna karşılık Allah sonsuz bir adaletin, sevginin, rahmetin ve lütfun da sahibidir. Kendi rızası için yapılan herşeyin karşılığını fazlasıyla verendir.
Allah ayetlerinde tek bir hardal tanesi ya da tek bir zerre kadar dahi olsa, sarf edilen hiçbir emeğin zayi olmayacağını şöyle belirtmiştir:
Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve Kendi yanından pek büyük bir ecir verir. (Nisa Suresi, 40)
... Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
"Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır." (Lokman Suresi, 16)
İnsanların bir kısmının ahirete hazırlık konusunda ağır davranmaları büyük bir akılsızlıktır. Çünkü insan ne kadar büyük bir ciddiyetle çaba harcarsa dünyada ve ahirette o kadar büyük ve güzel bir karşılık alacaktır. Ne kadar ağırdan alırsa da sonsuza kadar o kadar büyük bir kayba uğrayacaktır.