Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır. (Hud Suresi, 11)
Önceki bölümlerde Kuran'da sabrın nasıl tarif edildiğini, iman eden insanlar ile dinden uzak olan insanların sahip oldukları sabır anlayışının farklılığını tarif ettik. Bu bölümde ise müminlerin nelere sabır gösterdiklerini, iman etmeyen kişilerin olaylar karşısındaki tahammülsüzlükleriyle kıyaslayarak anlatacağız. Ancak bu konuyu detaylandırmadan önce önemle üzerinde durulması gereken bir nokta vardır: Allah dünyada dilediği zaman dilediği kuluna dilediği kadar zorluk vererek imtihan eder. Bu, bir anlık bir deneme de olabilir, uzun süreli bir deneme de olabilir. Bu konuda takdir Allah'ındır. Ancak kesin olan bir şey vardır ki, ahirette olduğu gibi dünyada da içinde bulundukları şartlar nasıl olursa olsun, en güzel hayat müminlerindir. Allah bu durumu bir ayette şöyle bildirmektedir:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
Müminler Allah'ın kendilerini denemek için yarattığı zorluklara karşı sabrederler ve bunun sonucunda da Allah bu zorlukları giderir. Kendisi'ne iman edenlerin işlerini kolaylaştırır ve onları yardımıyla destekler. Kuran'da Allah'ın iman eden kullarına olan bu yardımı şöyle bildirilmiştir:
… Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)
İlerleyen sayfalarda Allah'ın desteklediği müminlerin yaşamları boyunca sabır gösterdikleri konulardan bahsedilecektir.
Allah insanın içinde her ne olursa olsun asla şaşmadan ve yanılmadan doğruyu söyleyen bir güç olarak vicdanı yaratmıştır. Vicdan, insanları, Allah'ın beğeneceği şekilde düşünmeye ve Allah'ın razı olacağı şekilde davranmaya çağırır. Her insanın içinde doğruyu söyleyen vicdanının yanı sıra bir de onu istek ve tutkularına yöneltmeye çalışan nefsi vardır. Ancak iman edenler yaşamları boyunca karşılarına çıkan tüm olaylarda nefislerine uymama ve vicdanlarına uyma konusunda kesin bir kararlılık gösterirler. Nefislerinin kendilerini çağırdığı şey daha çekici görünse ve hoşlarına gitse bile sabreder, doğru olanın vicdanlarının sözü olduğunu bildikleri için mutlaka ona uyarlar.
Müminler hayatları boyunca her an içlerinde bu yargılamayı yapar ve en doğru olan tavrı seçerler. Bu duruma Peygamber Efendimiz (sav)'in döneminde yaşamış olan salih Müslümanlardan örnek vermek mümkündür. Nur Suresi'ndeki örtünmeyle ilgili ayetler Hicretten sonraki dönemde indirilmiştir. Bu dönemdeki Müslüman kadınların güzel tavırları şöyle anlatılmaktadır:
"Şeybe kızı Safiye anlatıyor ve diyor ki: Biz Hz. Aişe'nin yanında iken bir kısım hanımlar Kureyşli kadınların durumunu ve faziletlerini anlatmışlardı. Bunun üzerine Hz. Aişe buyurdular ki; "muhakkak ki Kureyşli kadınların üstünlüğü vardır. Ama Allah'a yemin ederim ki, ben Ansar'ın kadınlarından daha çok Allah'ın Kitabını tasdik eden ve Kur'an'a inanan faziletli kimseler görmedim." Nur Suresi'ndeki "baş örtülerini yakalarının üzerlerine koysunlar" ayet-i kerimesi nazil olduğunda kocaları onların yanlarına gittiler ve kendilerine Allah (cc)'ın bu konuda inzal buyurduğu ayeti okudular. Her bir kişi karısına, kızına, bacısına ve yakınlarına bu ayeti okuyordu. İçlerinden hiçbir hanım baş örtüsünü yakaları üzerine koymaz olmadı. Allah'ın indirdiği kitabındaki hükmüne inandıklarından ve tasdik ettiklerinden örtülerine büründüler..." (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, syf. 5880)
Peygamberimiz (sav) döneminde mümin kadınlar Cenab-ı Allah'ın tesettür konusundaki emrini işte böylesine büyük bir şevk ve istekle karşılamışlar, vicdanlarına uyarak hemen itaat etmişlerdi. Onlardan sonra gelen Müslümanlar da aynı şevk ve kararlılıkla bu emri yerine getirmişlerdir. Mümin kadınlar Yüce Allah'ın tesettür konusundaki emrine titizlik göstererek hem dünyada saygın, onurlu, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürerler hem de ahirette Allah'tan güzel bir karşılık umarlar.
Müslümanların vicdanlarını kullanmalarıyla ilgili olarak günlük hayattan başka bir örnek daha verebiliriz. Sözgelimi kimi zaman insanın nefsi onu bencilce davranmaya çağırırken, vicdanı da fedakarca bir tavır sergilemeye çağırabilir. İnsanın önemli bir işi varken ya da en yorgun olduğu anda daha acil ihtiyaç içerisinde bulunan bir kimseye yardım etmesi gerekebilir. Yine aynı şekilde, kendi ihtiyaç duyduğu bir şeyi daha fazla ihtiyacı olan biriyle paylaşması, hatta elindekilerin tamamını o kişiye vermesi gerekebilir. Vicdanına uyan insan hiç tereddüt etmeden güzel olan tavrı gösterir, yani ihtiyaç içindeki kişilere elinden geldiğince yardım eder. Kuran'da Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan Müslümanların gösterdiği bu ahlakın bir örneği şöyle verilmiştir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
İşte müminlerin Kuran'da örnek verilen bu tavrı, vicdana uyma konusunda gösterdikleri üstün sabrın bir sonucudur.
Allah ilk insanı, yani Hz. Adem'i yarattığında tüm meleklerden ona secde etmelerini istemiş, ancak bir tek İblis Allah'ın bu emrine başkaldırarak secde etmeyi reddetmiştir.
Şeytanın bu şekilde büyüklenmesine karşılık Allah onu cennetten çıkartmış ve din gününe kadar lanetlendiğini bildirmiştir. Ancak şeytan insanların diriltileceği hesap gününe kadar Allah'tan süre istemiş ve bu vakte kadar insanları kışkırtarak onları dünya hayatının süsleriyle oyalamaya çalışacağını söylemiştir. Allah şeytana bu konuda din gününe kadar izin vermiş ancak "muhlis", yani samimi olan kulları üzerinde hiçbir zorlayıcı gücünün olamayacağını da belirtmiştir:
Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna." (Allah) Dedi ki: "İşte bu, Bana göre dosdoğru olan yoldur." "Şüphesiz, kışkırtılıp-saptırılmışlardan sana uyanlar dışında, senin Benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur." (Hicr Suresi, 39-42)
Görüldüğü gibi şeytan, Hz. Adem'in yaratılışıyla birlikte, insanlara karşı bir mücadele içerisine girmiş, onları kışkırtmak ve Allah yolundan saptırmak için çaba harcamaya yemin etmiştir. İşte insanın sabır göstermekle yükümlü olduğu konulardan biri de, şeytanın kurduğu bu tuzaklara karşı sonuna kadar uyanık olmak ve ondan gelen kışkırtmalara hiçbir şekilde aldırış etmemektir.
Şeytan, din gününe kadar yaşayacak olan tüm insanlara çeşitli kuruntu ve vesveselerle yaklaşmaya çalışır. İnsanlar günlük hayat içinde şeytanın bu etkileriyle sık sık karşılaşabilirler. Çünkü şeytan ummadıkları yerlerden onlara yaklaşır; boş kuruntular, korkular verir, unutkanlığa, üşengeçliğe, hayırlı işleri ertelemeye yönelik olarak insanlara telkinde bulunur. Örneğin bir insan Allah rızası için fakirlere yardım etmenin yollarını ararken, şeytan onu fakirlikle korkutabilir. "Sen elindekileri bu işe harcarsan sonra zor duruma düşersin" gibi telkinlerle bu hayrı engellemeye çalışabilir. Veya dine, Müslümanlara fayda getirecek bir işi yapmasını unutturmaya çalışabilir. Ancak unutmamak gerekir ki ayette bildirildiği gibi, "… Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır." (Nisa Suresi, 76)
Rabbimize tevekkül etmekte sabır gösterenler üzerinde şeytanın hiçbir etkisi olamayacaktır. Çünkü Allah şeytanın ancak kendisi gibi inkar eden kimseleri şaşırtıp saptırabileceğini bildirmiştir. Kuran'da haber verdiği, "Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir." (Araf Suresi, 200) ayetiyle ise iman edenleri şeytanın kışkırtmalarından sakınmaları için Kendisi'ne sığınmaya çağırmıştır.
Allah'ın bu emrine uyan müminler hayatlarının sonuna kadar sabırla şeytanın oyunlarına, hilelerine karşı mücadele ederler. Onun hiç ara vermeden insanları cehenneme sürüklemek için faaliyet gösterdiğini asla akıllarından çıkarmazlar. Eğer hayır getirecek bir işi yapmaları gerekirken içlerinde bir "üşenme" hissederlerse hemen Allah'a sığınır, bunun şeytanın bir vesvesesi olduğunu bilir ve daha büyük bir şevkle o işi yapmaya koyulurlar. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
(Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 201)
Allah'ın "Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir." (Bakara Suresi, 153) tavsiyesine uyarak sabırla şeytandan sakınmak için Rabbimizden yardım diler ve şeytanın kışkırtmalarından yüz çevirirler:
Ve de ki: "Rabbim, şeytanın kışkırtmalarından Sana sığınırım." "Ve onların benim yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım Rabbim." (Müminun Suresi, 97-98)
Allah tüm insanları Kuran'a uymak, onda tarif edilen güzel ahlakı yaşamakla sorumlu kılmıştır. Dolayısıyla insanların hesap günü sorgulanacakları konulardan biri de, Kuran ahlakını yaşayıp yaşamadıkları olacaktır. Dünya üzerinde gelmiş geçmiş insanların tümü bu konuda uyarılmış ve Allah'ın hoşnut olacağı ahlakı yaşamaya davet edilmişlerdir. Fakat Allah'ın bu çağrısına uyan kişiler yalnızca iman sahipleridir.
Din ahlakından uzak toplumlarda da Kuran'da tarif edilen güzel ahlakın bazı yönlerini yaşayan insanlar olabilir. Bu insanlar yeri geldiğinde fedakar, yumuşak huylu, merhametli, adaletli, yardımsever bir tavır gösterebilirler. Ancak söz konusu kişiler her ne kadar güzel ahlaklı olduklarını iddia etseler de bu ahlakta sabır gösteremedikleri anlar mutlaka oluşur. Örneğin acil bir iş toplantısına yetişmesi gereken bir kimse sabah saati bozulduğu için uyuyakalabilir. Ardından uyanıp büyük bir telaşla işe yetişmeye çalışırken çok sıkışık bir trafiğe girebilir. İşe geç kaldığını haber vermek için telefon etmek isterken bir türlü telefon hattını düşüremeyebilir. İşte tam bu sırada yanındaki arkadaşı kendisine bir soru sorduğunda, o kişiye karşı ters bir ses tonuyla cevap verir. Hatta hiç cevap vermeden ters bir bakışla bakar. Söz edilen bu kişi kendince her zaman yardımsever ve anlayışlı görünen bir insan olduğunu iddia ettiği halde, böyle bir ortamda artık "sabrının tükendiğini" söyleyerek aksi ve insaniyetsiz bir tavır gösterir.
Kuran ahlakını yaşamayan insanların gün içinde bazı olaylar karşısında zaman zaman gereksiz bir öfkeye kapılırlar. Örneğin sekreteri kendisine çok önemli bir mesajı iletmeyi unutabilir, çocuğu evindeki en kıymetli eşyayı kırabilir, eşi yıllarca sahip olmak istediği yepyeni arabasıyla kaza yapabilir, bir akrabası çok yoğun işi olduğu bir dönemde onu ziyaret etmek isteyebilir… Kuşkusuz burada verilen örnek günlük hayatta insanların pek çok kez değişik şekilleriyle karşılaşabildikleri olaylardır. Ve Kuran ahlakını yaşamayan insanlar bu tarz durumların tümünde ya da bazılarında son derece çirkin davranışlar sergilerler. İşte tüm bunların sebebi, bu kişilerin Allah'ın emrettiği ahlakı yaşamakta sabır gösterememeleridir.
Kuran'ın emrettiği güzel ahlakı ise ancak sabır gösterebilen insanlar yaşayabilir. Bu insanların en önemli özelliklerinden biri kişilere, ortamlara, şartlara göre değişmemeleridir. Örneğin bir insan genel olarak çabuk öfkelenen bir karaktere sahip olabilir. Ama Allah'ın müminler için buyurduğu, "… öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir…" (Al-i İmran Suresi, 134) ayetini öğrendiği anda, karşısına öfkelendirecek bir olay da çıksa bağışlayıcı bir yapı gösterir. Hatta hayatı boyunca üst üste en kızdırıcı davranışlarla da karşılaşsa bu tutumunu değiştirmez. Her ne olursa olsun iman eden kişi sabreder, güzel söz söylemekten, hoşgörülü olmaktan, öfkesini yenmekten ve Kuran'da emredilen diğer güzel ahlak özelliklerini göstermekten taviz vermez.
Nitekim insanın ahlakını asıl güzel hale getiren de onun bu ahlakını yaşamakta gösterdiği süreklilik ve sabırdır. Müminler yalnızca bağışlayıcılıkta değil, ihtiyaç içerisindeyken fedakarlıkta bulunmakta, tevazuda, merhamette, yumuşak başlılıkta, hoşgörüde, adalette, sevgide, saygıda, cesarette, irade kullanmakta hayatlarının sonuna kadar süreklilik göstermeye çalışırlar. Çünkü Allah, "Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadette kararlı ol..." (Meryem Suresi, 65) ayetiyle müminlere ibadetlerinde kararlı davranmalarını emretmiştir. Allah'ın bir başka emri de kötülüklere güzellikle cevap vermektir. Nitekim Kuran'da müminlerin gösterdikleri sabır sayesinde kötülükleri en güzel şekilde uzaklaştırdıklarına da dikkat çekilmiştir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35)
Müminlerin güzel ahlaklarında gösterdikleri bu sabır ve kararlılığın sonunda ise Allah onları yaptıklarının en güzeliyle mükafatlandıracak ve cennetine sokacaktır. Bunu haber veren ayette şöyle buyrulur:
Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın Katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle Biz muhakkak vereceğiz. (Nahl Suresi, 96)
Allah'ın gücünü ve büyüklüğünü kavrayamamış olan insanlar, yeryüzündeki canlı cansız herşeyden korku duymaya açıktırlar. Kimileri insanlardan korkarken, kimileri de karanlığın, sayıların ya da renklerin müstakil bir gücü olduğuna inanarak korku duyarlar.
Müminler ise gücün tek sahibinin Allah olduğunu ve O'nun izni olmadan kimsenin kimseye zarar veya yarar sağlayamayacağını bilirler. İnsanların ya da diğer varlıkların hiçbirinin Allah'tan bağımsız müstakil güçleri olamayacağını, her birinin Allah'ın kontrolü ile hayat bulduğunu unutmazlar. Eğer herhangi bir zorlukla karşılaşırlarsa, bunu ancak Rabbimizin giderebileceğine gönülden iman ederler. Bu nedenle de Allah'tan başka hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmazlar. Allah bir ayetinde müminleri Kendisi'nden başka hiçbir şeyden korkmamaları için şöyle uyarmıştır:
İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Benden korkun. (Al-i İmran Suresi, 175)
Allah'a olan güçlü imanlarından ve O'na karşı duydukları güvenden dolayı da karşılarına çıkan korkutucu ve yıldırıcı olayların hiçbirinde gevşekliğe kapılmazlar. İnsanlardan gelebilecek baskılar ya da kısıtlamalar onları Allah için yaşamak ve O'nun rızasını kazanmak için çaba harcamaktan hiçbir şekilde alıkoyamaz. Kuran'da müminlerin bu özellikleri şöyle anlatılmıştır:
Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)
Müminler zorlukla ya da korkunun her ne türüyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar Allah'tan başkasından korkmayan ve imanlarından dönmeyip sabır gösterenlerdir. Allah gerçekten iman edenlerle imanı zayıf olanların veya iman etmeyenlerin ayırt edilebilmesi için insanları korkuyla imtihan edeceğini bildirmiştir. İmanlarında sabır gösterenleri ise şöyle müjdelemiştir:
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Allah dünya hayatını çok çeşitli güzelliklerle süslemiş ve insanı da tüm bunlardan zevk alacak bir yapıda yaratmıştır. İnsandan istenilen ise, kendisine verilen nimetleri en güzel şekilde kullanması, ancak hiçbir zaman kendisini bu güzelliklere tutkuyla kaptırmamasıdır. Çünkü dünya hayatında kazanılanlar yine bu dünyada kalacak ve insanlar Rabbimizin huzurunda bu nimetleri ne şekilde kullandıklarına dair hesap vereceklerdir. Tüm bunların Allah'ın kendilerine lütfu olduğunu bilerek O'na şükredenler kazançlı çıkacak, ahireti unutarak bu nimetleri elde etmek için hırs yapanlar ise hüsrana uğrayacaklardır.
Allah Kuran'da insanlara verilen bu nimetlerden bazılarını şöyle sıralamıştır:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
İşte müminler Allah'ın kendilerine verdiği bu nimetleri en güzel şekilde kullanır, ama hiçbir zaman için bunlara bağlanmazlar. Dünyadaki herşey gibi insanlara verilen mal ve mülkün onların denenmesi için yaratılan imtihan ortamının bir parçası olduğunu bilirler. Tüm bunların geçici olduğunu ve asıl kaybolmayacak nimetlerin yerinin ahiret olduğunu düşünerek dünyaya yönelik bir hırs yaşamazlar.
Müminler dünya malına karşı bir hırs ya da tutku hissetmedikleri için, bu konuda karşılarına çıkabilecek olan zorluklarda da kolaylıkla sabır gösterebilirler. Sahip oldukları malları kaybettiklerinde veya bunlarda bir azalma olduğunda üzüntüye ya da sıkıntıya düşmezler. Bir insan yıllarca çalışıp pek çok mal elde etmiş olabilir. Sonra bir gün hiç beklemediği şekilde elindeki bu malları kaybedebilir; doğal bir afetle evi yıkılabilir, bağı, bahçesi bozulabilir. Veya yine ummadığı bir şekilde işleri kötüye gidip iflas edebilir. Bunlar dünya hayatında insanların sık sık karşılaşabildikleri olaylardır. İşte bu tip durumlarla karşılaşan iman sahibi bir insan, başına gelen her olayda sabır göstererek Allah'a yönelir. Bunun Allah'ın sabır göstermesi ve tevekkül etmesi için özel olarak yarattığı bir deneme olduğunu bilir. Allah'ın kendisine mutlaka bir kolaylık vereceğini, yeni bir yol açacağını, mutlaka hayırla sonuçlandıracağını ve ahirette de sabrının karşılığını daha güzeliyle vereceğini bilmenin sağladığı rahatlığı yaşar.
Dünya hayatına tutkuyla bağlanan insanlar ise yıllarca emek vererek biriktirdikleri mallarına herhangi bir zarar gelmesi durumunda tevekkül edemez ve isyankar bir tavır sergilerler. Bu kimseler malın gerçek sahibinin Allah olduğunu, dilerse onlardan aldığından çok daha hayırlısını kendilerine geri verebileceğini unutmuşlardır. Bu nedenle Allah'ın kendilerini denemek için yarattığı bu olayda bir hayır olduğunu göremez ve bu duruma sabır gösteremezler.
İşte Allah'ın Kuran'da, "Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz..." (Al-i İmran Suresi, 186) ayetiyle haber verdiği bu durum neticesinde Allah için sabır gösteren müminler ile dünya hayatına ve mal hırsına kapılıp ahireti unutanlar arasındaki fark ortaya çıkar. Müminler mallarına gelen kayıptan dolayı üzülmezler çünkü onlar maddi manevi sahip oldukları herşeyi Allah'ın rızasını kazanmak için kullanmaya niyet etmiş ve tüm bunları zaten Allah'a adamışlardır. Müminlerin Allah'a gösterdikleri bu sadakatin karşılığı ise Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)
Önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi, Allah insanları dünya hayatında korku, mallarında ya da yaptıkları ticarette bir azalma, hastalık gibi konularla deneyecektir. İşte Kuran'da dikkat çekilen bu deneme konularından biri de "açlık ya da yoksulluk"tur.
Ancak bu noktada şunu belirtmek gerekir: Allah her insan için farklı bir imtihan ortamı yaratır. Bu nedenle Kuran'da bildirilen bu deneme konuları her insanın karşısına aynı şekilde ve aynı şartlar altında çıkmayabilir. Zaten imtihanın sırrı da burada gizlidir; Allah aynı konuyu insanlar için çok çeşitli şekillerde yaratır ve beklemedikleri bir yerden onları deneyebilir. Gerçekten iman edip tevekkül edenler, Kuran'da bildirilen bu zorluklar karşılarına her ne şekilde çıkarsa çıksın, hazırlıklı olurlar. Onları böyle bir duruma karşı hazırlıklı hale getiren ise, imanlarının ve Allah'a olan teslimiyetlerinin gücüdür.
İnkar edenlerin böyle durumlarda gösterdikleri tavırlar ise tevekkülden çok uzaktır. Hayatları boyunca dünyada karşılaştıkları sayısız nimeti kendilerine verenin Allah olduğunu unutur ve tüm bunlardan dolayı Rabbimize şükretmezler. Üstelik bu nimetlerden tek bir tanesi bile ellerinden alındığında hemen Allah'a karşı başkaldırıp nankörlük ederler. Din ahlakından uzak toplumlarda bunun örneklerine sıkça rastlamak mümkündür. Zengin bir insan herhangi bir sebeple elindekileri kaybedip yokluk içinde kaldığında, daha önce Allah'ın kendisine verdiği pek çok nimetten mahrum kalır. Bundan önce sahip olduğu evlerin, arabaların, kıyafetlerin, çeşit çeşit yiyeceklerin, içeceklerin Yüce Allah'tan birer lütuf olduğunu düşünmemiş, hepsini kendine ait zannetmiştir. Yokluk içine düştüğünde ise bu yanlış zannından dolayı nankör bir tutum sergiler. İçine düştüğü durumdan ders alıp yeniden nimet vermesi için Allah'a dua etmez. Tevekkülsüzlüğü nedeniyle Allah'ın kendisini denemek için yarattığı bu fırsatı yine kendi aleyhinde kullanmış olur.
Oysa tüm bu gerçeklerin farkında olup güzel bir sabır gösterenler, varlıkta da yoklukta da, tok iken de aç iken de kendilerine nimet veren Rabbimizden hoşnut olanlar, mutlaka Allah'ın rahmetiyle karşılık bulacaklardır. Allah bir ayetinde, "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7) sözleriyle şükreden kullarına nimetlerini artıracağını müjdelemiştir.
Kuran'da açlık ve yoksullukla imtihan edilen müminlerin durumu şöyle haber verilmiştir:
Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)
Allah bu kimselerin dayanılmaz bir zorluk ve yoksullukla karşılaştıklarını ve Allah'ın yardımına sığındıklarını bildirmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki, sabredip böyle bir imtihanı -her ne olursa olsun- güzellikle karşılayanlara, Allah yardımının pek yakında olduğunu da müjdelemiştir. Çünkü Allah kullarını bir zorluk ile imtihan ederken onlara mutlaka bir de kolaylık yaratacağını vaat eder. "Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır." (İnşirah Suresi, 5) ayetiyle haber verilen bu durum, müminlerin en zor anlarda bile Allah'ın verdikleriyle hoşnut olmalarını ve sabır göstermelerini sağlar.
Bunun en güzel örneklerinden birini Peygamberimiz (sav)'in yanındaki salih müminlerin tavırlarında görmek mümkündür. Allah'ın rızasını kazanabilmek amacıyla Allah yolunda susuzluk, yorgunluk ve dayanılmaz bir açlık çektiklerinde sabretmiş ve Peygamberimiz (sav)'le birlikte mücadeleye devam etmişlerdir. Dayanılmayacak kadar sıcak bir yer olan çöl ortamında Rabbimiz'in rızasını aramak için bu yorgunluğa, bitkinliğe, açlığa ve susuzluğa sabır gösteren müminlerin yaşadıkları üstün ahlakın kesin olarak karşılık bulacağı bir ayette şöyle bildirilmiştir:
Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, Allah'ın elçisinden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz. Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, 'dayanılmaz bir açlık' (çekmeleri), kafirleri 'kin ve öfkeyle ayaklandıracak' bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. (Tevbe Suresi,120)
Görüldüğü gibi, Allah müminlerin zorluklara karşı sabır göstermelerinin mutlaka karşılığının verileceğini, işledikleri hiçbir hayrın hesap günü göz ardı edilmeyeceğini haber vermektedir. Bir başka ayetinde de Allah Kendisi'ni, "Ki O, kendilerini açlıktan (kurtarıp) doyuran ve korkudan güvenliğe kavuşturandır." (Kureyş Suresi, 4) hükmüyle tanıtarak müminlere üzerlerindeki rahmetini bildirmiştir.
Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda insanların şartlara göre tavırlarını da değiştirmeleri son derece olağan karşılanır. Bu kimseler şartlar iyi olduğunda, yani maddi manevi her türlü ihtiyaçları ve rahatları sağlandığında güzel bir tavır gösterebilirler. Ancak rahatlarına dokunabilecek en küçük bir sıkıntıyla karşılaştıkları anda bambaşka bir karaktere bürünürler. Başlarına gelen sıkıntı, geçici bir durumdan ibaret olsa bile, buna karşı sabır gösteremezler. Bu kimselerin yaşadığı tevekkülsüzlüğün en net olarak ortaya çıktığı durumlardan biri de kuşkusuz hastalıklardır.
Oysa ki bir insanın gerçekten güzel bir ahlaka sahip olup olmadığını ortaya çıkarabilecek olan ortamlar hastalık, açlık, yorgunluk gibi sıkıntıların yaşandığı durumlardır. Dolayısıyla aslında zor anlar insanın kendini ispatlayabilmesi, Rabbimize olan sadakatini, bağlılığını ve güvenini ortaya koyabilmesi için çok kıymetli zamanlardır. Allah gerçek güzel ahlakın ve gerçek iyiliğin şartlarından birinin de zorda ve hastalıkta sabrederek, bu anlarda güzel tavırlar göstermek olduğunu bildirmiştir. (Bakara Suresi, 177)
Müminlerin hastalık gibi bir zorluk karşısında tevekküllü ve sabırlı davranabilmelerinin en önemli sebebi de Allah'a olan derin bağlılıkları ve imanlarıdır. Kuran'da bir ayette Hz. İbrahim'in bu gerçeği "Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur;" (Şuara Suresi, 80) sözleriyle dile getirdiği bildirilmiştir. Hz. İbrahim gibi tüm müminler de Allah'ın hastalığı yarattığı gibi, şifayı da yaratan olduğunu bildikleri için hastalandıklarında telaşa kapılmazlar. Aksine onları yıllarca sağlıklı bir şekilde yaşatan Rabbimize şükrederler. Sağlıklı bir yaşamın ancak Allah'ın lütfu sayesinde gerçekleştiğini gördükleri için de hastalandıklarında da şükredici tavırlarını sürdürürler.
Hastalıkların yanı sıra kaza, sakatlanma gibi olaylarla karşılaştıklarında da son derece itidalli ve tevekküllü bir tavır gösterirler. Başlarına gelen zorluklara güzel bir sabır gösterdikleri için Allah'ın onları cennette dünyadaki bedenleri ile kıyaslanmayacak kadar güzel bir suret ile yeniden yaratmasını umarlar. Bu nedenle de dünyada bir konuda kayba uğramış gibi görünseler de aslında ahirette büyük bir karşılık alacaklarını unutmazlar.
İman etmeyenler ise dünya hayatına bağlılıklarından dolayı böyle bir olay karşısında sabır gösteremedikleri gibi, bir yandan da büyük bir umutsuzluğa ve hüsrana kapılırlar. Örneğin bacağı ya da kolu sakatlanan bir insan böyle yaşamak yerine ölmeyi tercih ettiğini söyler, hatta aralarında intihar etmeye kalkışanlar bile olur. Yaşayacakları tek hayatın bu dünyadaki olduğunu düşündükleri için, bazı kusur ve eksikliklerle yaşamanın anlamsız olduğunu düşünürler. İntihara kalkışmasalar bile, son derece ters ve aksi bir karakter geliştirip, çevrelerindeki insanları da sıkıntı içine sokmaya çalışırlar. Oysa bu insanlar tevekkül etseler de etmeseler de başlarına gelen bu olayı geri çevirme imkanları yoktur. Tevekkül ettiklerinde sonsuz bir cennet hayatını ve yepyeni bir yaratılışla yaratılmış kusursuz ve asla bozulmayacak, zarara uğramayacak yepyeni bir bedeni kazanmayı umabilirler. Ancak tevekkül etmedikleri için hem dünya hayatlarını yıkım içerisinde geçirirler, hem de ahiret hayatlarını. Çünkü başlarına gelen olayların Allah'tan olduğunu bilmemeleri ve isyankar bir tavır göstermelerinden dolayı cehennemde yaşatılacaklardır.
Kuran ahlakını yaşayan bir insanın tavrı ise bu kişilerinkinden tamamen ayrıdır. Bir mümin bir kaza sonucu veya herhangi bir sebeple sakatlandığında, herhangi bir organını kaybettiğinde asla karakterinde bir değişiklik olmaz. Bunun da Allah'tan gelen bir imtihan olduğunu, sonunun mutlaka hayır olduğunu bilerek sabreder. Yine elindeki tüm imkanlarla Allah'ın rızasını kazanmaya çalışır, bunun için yapması gereken herşeyi yapar. Eğer fiziksel olarak bir çaba gösterme imkanı olmasa bile, her an insanlara fayda getirecek, onları ahirete yöneltecek fikirler geliştirmeye çalışır.
Hastalandıkları veya sakatlandıkları için Allah'tan yüz çevirenler, nasıl büyük bir yanılgı içerisine düştüklerinin farkında değillerdir. Çünkü Allah'tan başka şifa verebilecek, onları hastalıktan kurtarabilecek bir güç yoktur. Tüm doktorlar, tüm ilaçlar ve uygulanan tüm tedaviler ancak Allah'ın izni ile şifa verebilmektedir. İşte müminler bu gerçeğin farkında oldukları için hastalığı sabırla karşıladıkları gibi şifayı da sabırla Allah'tan isterler. Onlar da doktorların, ilaçların ve tedavilerin sunduğu imkanlardan en iyi şekilde faydalanır, ama tüm bunların Allah dilerse işe yarayacağını da hiçbir zaman unutmazlar.
Kuran'da müminlerin hastalık karşısında nasıl sabırla Allah'a sığındıklarına örnek olarak Hz. Eyüb'ün durumu anlatılmıştır. Hz. Eyüp, Allah'ın "... Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi" (Sad Suresi, 44) sözleriyle ahlakından övgüyle söz ettiği bir peygamberdir. Hz. Eyüb'ün sabrı ve Allah'a yönelişi başka ayetlerde şöyle anlatılmıştır:
Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: "Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın." Böylece onun duasına icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona Katımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik. (Enbiya Suresi, 83-84)
Eyüp Peygamberin böyle bir durum karşısında gösterdiği üstün ahlakı Allah'a olan samimi duasından da anlamak mümkündür. Dert ve hastalık içerisinde olduğu halde Allah'ın rahmetinin ve şefkatinin üzerinde olduğunu bir an bile unutmadan, Allah'ın herşeye güç yetireceğini bilerek, tevekkül ve sabırla O'na yönelmiştir. Allah böyle bir ahlaka karşılık onun duasını kabul etmiş, hastalığını gidermiş ve üzerindeki rahmetini arttırmıştır.
Görüldüğü gibi, her konuda olduğu gibi zorlukta ve hastalıkta da Allah yine sabredenlerin yardımcısıdır. Bir ayette Allah'ın sabredenlere olan bu desteği şöyle ifade edilmiştir:
… Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)
Kuran ahlakını yaşamayan kimseler, gerçek bir adalet gösteremezler. Dünyada iken küçük büyük demeden yaptıkları her tavrın ahirette karşılarına çıkacağını düşünmedikleri için bu konuda bir titizlik göstermeye gerek duymazlar. Dahası vicdanlarıyla değil, nefisleriyle hareket ettikleri için, akılcı değil, fevri kararlar alırlar. Öfkelendiklerinde öfkelerine hemen yenilir ve intikam alma arzusuyla hareket ederler. Çıkarlarıyla çatışan bir durum söz konusu olduğunda, kendi menfaatlerini koruma amacıyla karşı tarafa haksızlık yapmaktan çekinmezler. Gazetelerde, televizyonlarda bu konuyla ilgili haberlere çok sık rastlanır. Kendisini işinden kovan patronuna saldırıda bulunan, bir işini engelleyen kişiye kin güderek iftira atan, kendisini terk eden nişanlısı hakkında olmadık dedikodular yayan, kendisine hakaret eden kişiye daha ciddi bir hakaretle karşılık veren kişilere her zaman rastlarız. Bu insanlar kendilerine yapılan bir kötülüğe ya da haksızlığa da yine aynı şekilde, Kuran ahlakından tamamen uzak bir tavırla karşılık verirler. Hatta kimi zaman çok aşırı giderek bir çıkarlarına engel olan, öfke duydukları bir insanı öldürmeye bile kalkışabilirler.
Müminler de imtihanın bir gereği olarak hayatları boyunca bu tür insanların adaletsiz tavırlarıyla karşı karşıya kalabilirler. Ancak onlar, yukarıda örnek verdiğimiz kişilerde olduğu gibi adaletsizliğe adaletsizlikle, haksızlığa haksızlıkla karşılık vermezler. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, kendilerine yapılan haksızlıklara hiçbir müdahalede bulunmadan seyirci de kalmazlar. Fakat her zaman içlerindeki tevekkülün sağladığı itidal ile hareket ederler.
Müminlerin bir haksızlıkla karşılaştıklarında içlerinde yaşadıkları sabır ve tevekkül, tüm olayların Allah'ın kontrolünde olduğunu, Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Zira Allah ahiret günü tüm insanların, tek bir zerre ağırlığınca dahi haksızlığa uğramadan tüm yaptıklarının karşılığını alacaklarını bildirmiştir. Dolayısıyla dünyada iken hiç düşünmeden haksızlıkta bulunan, adaletsiz tavırlar gösteren kimseler ahiret günü yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. Kuran'da Allah'ın sonsuz adaleti şöyle bildirilmiştir:
Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)
Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır. (Şura Suresi, 42)
Allah'a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır. (Bakara Suresi, 281)
İşte Allah'ın bu kanununu bilen müminler, içlerindeki güven duygusuyla haksızlıklara karşı da sabrederler. Allah bu sabırlarına karşılık, onlara kesin olarak yardım edeceğini şöyle vaat etmiştir:
"... Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır." (Hac Suresi, 40)
Kuran'da Hz. Yusuf'un hayatı boyunca pek çok haksızlıkla karşı karşıya kaldığı, ancak tevekkülü ve sabrı dolayısıyla Allah'ın kendisine yardım ettiği ve ona güç verdiği bildirilmektedir. Hz. Yusuf'un çocukluk yıllarından itibaren başına gelen olaylar hem Hz. Yusuf'un hem de babası Hz. Yakub'un sabır konusunda denenmeleri için özel olarak yaratılmıştır. Hz. Yusuf önce kendisini kıskanan kardeşleri tarafından bir kuyunun dibine bırakılmış, sonra bir kervan tarafından bulunup köle olarak satılmıştır. Kuran'da babası Hz. Yakup'un bu olay karşısında güzel bir sabır ile sabrettiğinden ve çocuklarının kurduğu bu tuzağa karşılık Allah'tan yardım istediğinden bahsedilmiştir:
Ve üzerine yalandan kan (sürülmüş) olan gömleğini getirdiler. "Hayır" dedi. Nefsiniz, sizi yanıltıp (böyle) bir işe sürüklemiş. Bundan sonra (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu düzüp-uydurduklarınıza karşı (Kendisi'nden) yardım istenecek olan Allah'tır." (Yusuf Suresi, 18)
Hz. Yusuf tüm bunların ardından da kendisini satın alan Mısırlı bir vezirin karısı tarafından iftiraya uğramıştır. Bu olayda, Hz. Yusuf'un suçsuz olduğu çok açık bir biçimde anlaşıldığı halde, yine de onu zindana atmaktan vazgeçmemişlerdir. Hz. Yusuf uzun yıllar haksız yere zindanda kalmış, ancak hiçbir zaman için Allah'ın tüm bunları özel bir deneme olarak yarattığını aklından çıkarmamıştır. Allah'a sığınmış, O'ndan yardım dilemiş ve güzel bir sabırla sabretmiştir. Allah'ın inkar edenlerin tuzaklarını kesin olarak boşa çıkaracağını, iman edenleri mutlaka kurtuluşa erdireceğini kesinlikle unutmamış ve Allah'a tevekkül etmiştir. Allah bu sabrı karşılığında ona hem dünyada hem de ahirette hoşnut olacağı nimetler vermiştir:
Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım." Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: "Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin." (Yusuf) Dedi ki: "Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim. "İşte böylece Biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır'da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı ise, iman edenler ve takvada bulunanlar için daha hayırlıdır. (Yusuf Suresi, 54-57)
Tüm bu olayların ardından Allah Hz. Yusuf'u yıllar sonra kendisine tuzak kuran kardeşleriyle karşılaştırmıştır. Hz. Yusuf, uğradığı haksızlıklar karşısında Allah'a olan güvenini ve O'nun kendi üzerindeki rahmetini şöyle dile getirmiştir:
"Sen gerçekten Yusuf musun, sensin öyle mi?" dediler. "Ben Yusuf'um" dedi. "Ve bu da kardeşimdir. Doğrusu Allah bize lütufda bulundu. Gerçek şu ki, kim sakınır ve sabrederse, şüphesiz Allah, iyilikte bulunanların karşılığını boşa çıkarmaz." (Yusuf Suresi, 90)
Kuran'da Hz. Yusuf ile ilgili tüm bu anlatılanlar müminlerin sabrın hikmetlerini görebilmeleri açısından önemli bir örnek oluşturur. Çünkü Allah'ın Hz. Yusuf'a olan yardımı aslında tüm inananlar için de geçerlidir. Allah müminlere karşı kurulan tuzakları bozan, yapılan haksızlıklara kesin olarak karşılık verendir.
Allah müminlerin karşılaşabileceği imtihanlardan birinin de inkar edenlerin inananlar hakkında sarf edecekleri sıkıntı verici konuşmalar olduğunu şöyle bildirmiştir:
... sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir. (Al-i İmran Suresi,186)
Tarih boyunca yaşamış olan tüm peygamberler gönderilmiş oldukları kavimlerin çeşitli iftira ve suçlamalarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Özellikle de bu kavimlerin inkarcı önde gelenleri bu tarz tavırların öncülüğünü yaparak kavimlerini iman edenlere karşı kışkırtmaya çalışmışlardır. Bunun en önemli sebebi ise kuşkusuz ki hak dinin bu kimselerin haksız yoldan elde ettikleri birtakım dünyevi menfaatleri zedeleyebilecek bir ahlak yapısı sunuyor olmasıdır. Bu kimseler yaşadıkları topluluklarda zenginlik, makam ve itibar açısından üstün konumda oldukları için halkı kolaylıkla sömürebilmekte, adaletsizliği, haksızlığı insanlara makul gösterebilmektedirler.
Kuran ahlakı ise insanlara dürüstlüğü, adaleti, yoksul olanın hakkını korumayı emretmektedir. İşte dinin bu özelliklerini kendi dünyevi menfaatleri açısından bir tehlike olarak gören bu kimseler, din ahlakının yayılmasını isteyen müminleri karalamak ve başarısızlığa uğratmak istemişlerdir.
Bu durumun en açık örneklerinden birini İsrailoğullarını köle olarak çalıştıran ve çeşitli eziyetlere uğratan Firavun'un tavırlarında görmek mümkündür. Çok ağır şartlar altında çalıştırılarak Firavun tarafından sömürülen bu insanlara Allah kurtarıcı olarak Hz. Musa'yı göndermiştir. Hak dinin İsrailoğullarına karşı adil, merhametli ve vicdanlı bir tavır göstermesini emrettiğini fark eden Firavun, Hz. Musa ve beraberindekileri halkın gözünde etkisiz hale getirmek istemiştir. Böylece peygamberin anlattığı dine kimsenin itibar etmeyeceğini ve kendi menfaatlerine yönelen bu tehlikeyi atlatmış olacağını düşünmüştür. Bir yandan da atılan iftiraların inananların morallerini bozup yıldıracağını ve dinin yayılması için gösterdikleri çabadan vazgeçebileceklerini ummuştur. Bu amaçla attığı iftiralardan bazıları Kuran'da şöyle aktarılmıştır:
Andolsun, Biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik; Firavun'a, Haman'a ve Karun'a. Ama onlar: (Bu,) Yalan söyleyen bir büyücüdür" dediler. (Mümin Suresi, 23-24)
Fakat o, 'bütün kişisel ve askeri gücüyle' yüz çevirdi ve: "(Bu,) Ya bir büyücü veya bir delidir" dedi. (Zariyat Suresi, 39)
Firavun ve onun yakın çevresinin Hz. Musa'ya söyledikleri bu sözler sadece onlara has bir davranış değildir. Tarih boyunca Allah'ın, din ahlakını anlatmakla görevlendirdiği tüm elçilere aynı suçlamalar yapılmıştır. Hepsi de yalancılıkla, büyücükle, mecnun ya da şair olmakla, çıkar sağlamaya çalışmakla itham edilmişlerdir. İman edenlerin her dönemde bu tür iftira içerikli sözlerle karşılaşmaları ise kesinlikle bir tesadüf değil, aksine Allah'ın müminlerin sabır ve tevekküllerini denemek için yarattığı özel olaylardır.
Kuran'da bunun eskiden beri süregelen bir durum olduğu şöyle bildirilir:
İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: "Büyücü ve cinlenmiş" demişlerdir. (Zariyat Suresi, 52)
Allah Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'e ve beraberindeki müminlere de bu yönde çeşitli iftiralar atıldığını haber vermiştir:
Ve (yine) onlara: "İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin" denildiğinde: "Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)
Kavminden, ileri gelen inkarcılar: "Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz" dedi. (Hud Suresi, 27)
İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: "Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür." (Sad Suresi, 4)
İnkar edenlerin tüm bu iftiralarına karşılık Allah'ın elçilerinin ve salih müminlerin tavrı ise güzel bir sabır göstererek Allah'a sığınmak ve O'ndan yardım dilemek olmuştur. Bunun bir örneği Kuran'da şöyle bildirilir:
(Resulullah) Dedi ki: "Rabbim, hak ile hükmet. Bizim Rabbimiz, sizin her türlü nitelendirmelerinize karşı yardımına sığınılan Rahman (olan Allah)'dır." (Enbiya Suresi, 112)
Allah, inkar edenlerin peygambere eziyet vermeyi amaçlayan bu tavırlarına Kuran'da şöyle yanıt vermiştir:
Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen, Rabbinin nimetiyle ne kahinsin, ne mecnun. (Tur Suresi, 29)
Kafirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 48)
Allah'ın ayette belirttiği gibi, müminin üzerine düşen sorumluluk her ne zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın, Kuran ahlakını yaşamaya ve insanlara da bu yönde öğüt verip hatırlatmaya devam etmesidir. Bu nedenle müminler, inkar edenlerin bu tür tavırlarına aldırış etmez, tevekkül ve sabır ile doğru bildikleri yolda ilerlerler. Dahası inkar edenler, bu tavırlarıyla farkında olmadan inananların imanlarının ve din ahlakına karşı duydukları şevk ve heyecanın da artmasına sebep olurlar.
Allah peygamberlerin hayatları boyunca gösterdikleri sabrı Kuran ayetleriyle bizlere bildirerek, bu üstün ahlakı hayata nasıl geçirilebileceğimizi göstermiştir. Kuşkusuz bu, inanan ve Allah'a yakınlaşmakta yol arayanlar için büyük bir nimettir.
Kuran'da peygamberlerin yaşamları boyunca çevrelerinde bulunan insanlara, içinde yaşadıkları kavme Allah'ın dinini tebliğ ettikleri haber verilir. Ancak her peygamber kavmini doğruya davet etmesine karşılık mutlaka birtakım düşmanlar kazanmış, biraz önce de söz ettiğimiz gibi onların sözlü veya fiili saldırılarına maruz kalmıştır. Fakat inkarcıların bu çabaları Allah'ın elçilerini asla gevşekliğe sürüklememiş, aksine onlar tüm yaşamlarını din ahlakını tebliğ etme konusunda örnek bir sabır ve kararlılık göstererek geçirmişlerdir.
Kuran'da yaşamından örnekler verilen bu elçilerden biri de Hz. İbrahim'dir. İbrahim Peygamber hayatı boyunca sabır gerektiren çeşitli olaylarla denenmiştir. Allah'ın karşısına çıkarttığı tüm bu olaylara karşı o da tevekkül, teslimiyet ve güzel bir sabır göstermiştir. Peygamberin karşılaştığı olaylardan biri, taştan oydukları putlara tapınan kavmini hak dine ve tek bir Allah'a iman etmeye çağırması neticesinde kavmi tarafından yakılmak istenmesi olmuştur. Kuran'da Hz. İbrahim'in bu imtihanı şöyle anlatılmaktadır:
"Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik" dediler. Dediler ki: "Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahid olsunlar." (Enbiya Suresi, 60-61)
Dediler ki: "Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın." Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa Biz, onları alçaltılmışlar kıldık. (İbrahim) Dedi ki: "Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir." (Saffat Suresi, 97-99)
Ayetlerde bildirildiği gibi, kavmi Hz. İbrahim'i ateşe atmak istemiş ancak Allah, sabır göstermesi ve tevekkül etmesine karşılık İbrahim Peygamberi rahmeti altına almış ve ateşe "soğuk ve esenlik" olmasını emretmiştir:
Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat Biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık. (Enbiya Suresi, 69-70)
Kuşkusuz Hz. İbrahim'in yaşadığı bu olay, Allah'ın sabreden ve tevekkül eden kullarına olan bir yardımıdır. Ve Rabbimiz'in samimi Müslümanlara, sabretmelerine karşılık olarak ne kadar büyük nimetler verebileceğinin de en güzel örneklerinden biridir.
Kuran'da bize aktarılan, Hz. İbrahim'in sabır ve tevekkül gösterdiği tek olay bu değildir. İbrahim Peygamber hayatının sonuna kadar insanlara Allah'ın varlığını anlatmış ve onları hak dini yaşamaya davet etmiştir. Ancak onlar putlara tapmaktan vazgeçmemiş ve dini kabul etmemişlerdir. Kavminden hiç kimsenin imanı kabul etmemesine rağmen Hz. İbrahim dini anlatmaktan vazgeçmemiş ve bu konuda da büyük bir sabır göstermiştir. Allah'ın emri olduğunu bildiği böyle bir konuda kararlılıkla çaba harcamaya ve insanları dine çağırmaya devam etmiştir. Din ahlakını anlatma konusundaki bu samimiyetini babasına olan tebliğinde de görmek mümkündür:
Hani babasına demişti: "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? "Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım." "Babacığım, şeytana kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)'a başkaldırandır." "Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun." (Babası) Demişti ki: "İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git." (Meryem Suresi, 42-46)
Allah'ın tebliğ konusunda sabır ve azimle çaba harcayan bir elçisi de Hz. Nuh'tur. Hz. Nuh, kavmine Allah'ın hak dinini anlatmak için büyük bir gayret ve kesin bir sabır göstermiştir. Her seferinde yüz çevirmelerine rağmen, onlara çok çeşitli ve çok farklı yollardan yaklaşmayı denemiş ancak kavmi iman etmemiştir. Hz. Nuh'un kavmi, iman etmediği gibi peygamberi yıldırmak için onu baskı altına alıp faaliyetlerini engellemeye de çalışmışlardır. Hz. Nuh sabrı ve Allah'a olan tevekkülü dolayısıyla onların bu baskılarından hiçbir şekilde etkilenmemiştir. Hz. Nuh'un dini anlatma konusunda gösterdiği bu üstün sabır örneği Kuran'da şöyle ifade edilmiştir:
Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: "Delidir" dediler. O 'baskı altına alınıp engellenmişti.' (Kamer Suresi, 9)
Dedi ki: "Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum." "Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını artırmadı." "Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler.' "Sonra onları açıktan açığa davet ettim." "Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla yanaşmak istedim." (Nuh Suresi, 5-9)
Elbette geçmiş peygamberlerin hayatlarından aktarılan bu örnekler tüm Müslümanlar için ders alınacak konulardır. Allah Kuran'da bu kıssaları bizlere aktararak, sabır gösterme konusunda asla yılmayan bir kararlılık gösteren peygamberlerini örnek almamızı emretmiştir:
Artık sen sabret; Resullerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi... (Ahkaf Suresi, 35)
İman eden insanlar için, geçmiş kavimlerde olduğu gibi bugün veya gelecekte de benzer durumlarla, dini bilmeyen, inkar eden, kavrayış yeteneği kısıtlı olan insanlarla karşılaşmak mümkündür. Her dönemde Allah'ın varlığını, ahireti inkar eden insanlar olabilir. Müslümanların yapması gereken asla yılmadan Allah'ın dinini, yaratılış gerçeğini insanlara anlatmaktır. Müslümanların karşısına "ben ateistim, Allah'ın varlığını reddediyorum" diyen, kendilerine anlatılan tüm gerçekleri, bilimsel delilleri anlamazlıktan gelen insanlar çıkabilir. Veya içinde yaşadıkları cahiliye toplumunun olumsuz etkilerinden bir türlü kurtulamayan, kavrama yeteneği eksik olduğu için anlatılan gerçekleri görmekte zorlanan kişiler de olabilir. Kimi zaman bir insana son derece açık olan bir gerçeği anlatmak haftalar, aylar, yıllar süren bir çalışmayı gerektirebilir. Böyle bir durumda, Hz. Nuh gibi her türlü yolu deneyerek, Hz. İbrahim gibi her türlü tehdidi göze alarak tebliğ konusunda sabır göstermek kuşkusuz çok önemli bir ibadettir. Çünkü dini anlatma konusundaki keskin sabır, din ahlakından uzak pek çok insanın gerçekleri görmesine ve ahiretlerinin kurtulmasına vesile olacaktır.
İman eden insanlar bu güzel hizmeti hiçbir karşılık beklemeden, yalnızca karşılarındaki kişilerin ahiretlerine faydalı olabilmek niyetiyle ve büyük bir sabırla yerine getirirler. Elbette Müslümanların bu samimi çabası, ne kadar engel olmak isteyen olsa da, ne dünyada, ne de ahirette karşılıksız kalmayacaktır. Burada yaptıkları tebliğe tek bir kişi icabet etmese bile, Allah gösterdikleri sabırdan dolayı onlara dünyada güzellik ve huzur verecektir. Ve bu insanlar ahirette de büyük bir ecirle karşılık göreceklerdir.