Önceki bölümlerde ihlası kazanmak için insanın sahip olması gereken özelliklere değindik. İşte bu amaç doğrultusunda insanın dikkat etmesi gereken ikinci bir konu da 'ihlasını zedeleyen' ya da 'ihlasını tamamen kıran' tavırlardan arınması olmalıdır. Çünkü Bediüzzaman Said Nursi'nin de, "Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük hayırlı işlerin çok zararlı engelleri olur. Şeytanlar o hizmetin hizmetçileriyle çok uğraşır. Bu engellere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak sebeplerden; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'ın "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir." (Yusuf Suresi, 53) demesiyle, nefsin emirlere itimad edilmez. Enaniyet ve nefsin emirleri sizi aldatmasın."19 sözüyle dikkat çekmiş olduğu gibi şeytan ihlası kazanmayı ve mutlak samimiyete ulaşmayı hedefleyen kimselerin düşmanıdır. Onları doğru yoldan saptırmak, nefislerindeki kötülükleri teşvik ederek, ihlastan uzaklaştırmak ister. İşte şeytanın bu kararlı gayretine karşılık müminin yapması gereken Hz. Yusuf'un ahlakını kendine örnek alarak nefsine itimat etmemek ve nefsin bu yöndeki teşviklerinden şiddetle kaçınmak olmalıdır. İşte ilerleyen bölümlerde müminlere yol gösterici olması amacıyla ihlası kıran bu tavırların neler olduğuna ve bunlardan arınmanın yollarına dikkat çekilecektir.
Dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak nefis -Allah'ın dilemesi dışında- insanları daima kötülüğe davet edecek şekilde yaratılmıştır. İnsanı teşvik ettiği bu kötülüklerden biri de ihlassız davranmaktır. Nefis, kişinin ihlasını kırmak, samimiyetini zedelemek için benliğinde var olan her türlü kötü fikir ve düşünceyi destekleyecek şekilde hareket eder. Çünkü "Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun)." (Şems Suresi, 7-8) ayetleriyle de dikkat çekildiği gibi nefis, benliğinde 'sınır tanımaz günah ve kötülüğü' barındıran bir varlıktır. Ancak Allah insana tüm bu sınırsız kötülükten sakınmasının ve nefsini arındırıp temizlemesinin yolunu da ilham etmiştir. "Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır." (Şems Suresi, 9-10) ayetleriyle de belirtildiği gibi nefsindeki kötülüklerin ardı sıra giden yıkıma uğrayacak, tüm bu kötülüklerden arınıp temizlenen ise kurtuluşa erecektir.
İşte ihlası kazanmayı ve böylece Allah'ın salih kullarından olabilmeyi hedefleyen bir kimsenin seçimi de mutlaka bu yönde olmalıdır. Allah müminlerin bu konudaki samimi çabalarına "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." (Bakara Suresi, 207) ayetiyle dikkat çekmiştir. Ancak önemli olan insanın nefsine karşı son derece dürüst ve samimi yaklaşması, nefsine asla acımaması ve ona sahip çıkmamasıdır. Nefsini tüm bu kötülüklerden arındırıp eğitebilmesi, ona boyun eğdirebilmesi ve terbiye edebilmesi ancak bu yolla mümkün olabilir. Bunun için nefsini hiçbir zaman için kendi benliğinin bir parçası gibi görmemeli, hiçbir zaman için ondan yana tavır koymamalı ve onu savunmamalıdır. Onun daima haksız olduğunu, her zaman Kuran'a muhalif olduğunu, şeytanın sözcülüğünü yaptığını bilmeli, ondan gelen sözleri bu anlayış ile değerlendirmelidir.
Nasıl ki insan konu bir başkası olduğunda, o kişinin nefsine karşı hiçbir acıma hissi duymuyor, hiçbir şekilde onu savunma ihtiyacı duymuyor, onu haklı çıkarmaya çalışmıyorsa, söz konusu olan kendi nefsi olduğunda da aynı tavrı göstermelidir. Nefsini yabancı bir şahıs olarak kabul etmeli, onun yanında değil onun karşı safında yer almalıdır. Kötülüğü teşvik ettiğinde ona nasihat etmeli, şeytani bir merhamete kapılmadan vicdanının sesini dinlemelidir. Nefsinin başvurduğu hileli yöntemleri fark edebilmesi, onu tarafsız bir gözle değerlendirip, Kuran ile muhakeme edip yargılayabilmesi ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Ancak bu şekilde ihlası ve Allah'ın rızasını kazanabilecektir. Allah bu durumu ayetlerinde "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." (Nazi'at Suresi, 40-41) hükmüyle bildirmiştir.
İhlası zedeleyen tavırlardan biri de insanın nefsindeki 'cimrilik ve bencillik' duygusudur. Allah "Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder)." (Mearic Suresi, 19-21) ayetleriyle insanın bu özelliğine dikkat çekmiştir. İhlası kazanabilmek için insanın nefsindeki bu negatif özelliği yenmesi ve bunun yerine özverili ve fedakar bir ahlakı kendinde yerleştirmesi gerekir. Çünkü Allah "... Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Teğabün Suresi, 16) ayetiyle insanın kurtuluşa erebilmesi için bu bencil tutkularından arınması gerektiğini bildirmiştir.
İnsanın nefsini bu yönde eğitebilmesi ise son derece kolaydır. Önemli olan kendisini yeterli görmemesi, nefsinin sesine her zaman şüphe ile yaklaşmasıdır. Ancak bencillik ve cimrilik kavramlarını da yanlış anlamamak önemlidir. Cahiliyede bazı insanlar Allah korkusundan ve ahiret inancından yoksun olmaları sebebiyle bencilliği ve cimriliği adeta bir hayat felsefesi haline getirmişlerdir. Bu kişiler her zaman önceliği kendilerinde bilmeyi, herkesten çok kendi menfaatlerini koruyup kollamayı uyanıklık olarak algılar ve bunun iyi bir özellik olduğunu zannederler. Bu nedenle de yaptıklarıyla Allah Katında nasıl bir sorumluluk yüklendiklerini hesaba katmazlar. İnsanın Kuran ayetlerini düşünürken, cimri ve bencil tutkuları sadece bu tarz insanlara ithaf edip, konuyu sadece cahiliyedeki insanlarla sınırlaması yanlış olur. Bu insanlar bu ahlakı en uç noktasında yaşamaktadırlar, ancak cimriliğiyle ya da bencillikleriyle ön plana çıkmamış bazı insanlar da gizli ya da açık olarak nefislerinde bu duyguları barındırabilmektedir. Bu da bu kimselerin her şart ve durumda ihlaslı davranabilmelerini, olaylar karşısında halisane tavırlar gösterebilmelerini engellemektedir. İnsanın nefsini bu kötülüklerden temizleyebilmesi ise son derece kolaydır; bunun için Kuran ahlakını eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaşaması yeterlidir. Bediüzzaman Said Nursi, Kuran ayetlerinde bu konuya getirilen çözüme bir sözünde şöyle dikkat çekmiştir:
"Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Haşr Suresi, 9) sırrıyla ihlas-ı tâmmı kazanınız.20
Allah ayetinde müminlerin kendilerinde bir eksiklik, açıklık ya da ihtiyaç olsa bile diğer mümin kardeşlerinin nefislerini kendilerinden üstün tuttuklarını, tercih yapmaları söz konusu olduğunda da kendi nefislerinden değil kardeşlerinden yana tavır koyduklarını bildirmiştir. Medine'de yaşamakta olan Müslümanlar, Mekke'den hicret ederek gelen ihtiyaç içerisindeki mümin kardeşlerine infak etmekten, kendileri zor durumda kalarak bile olsa onları yerleştirip barındırmaktan dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymamışlardır. Aksine Allah rızası için nefislerinin bencil ve cimri tutkularını yenmiş olmaktan ve kardeşlerinin nefislerine öncelik tanımış olmaktan dolayı da büyük bir sevinç ve mutluluk duymuşlardır. Çünkü söz konusu şartlar altında Kuran'a en uygun, en vicdanlı ve en ihlaslı olan tavrın böylesine bir fedakarlık göstermek olduğunu bilmektedirler. Ayrıca Allah bu fedakarlıkların karşılığını dünyada da ahirette de kat kat artıracak ve fazlasıyla onlara geri verecektir. Kuran'da Allah'ın bu ahlakı gösteren kimselere vereceğini vaat ettiği karşılık şöyle bildirilmiştir:
İnsan eğer bir kez daha samimiyetle gözden geçirecek olursa günlük hayatta nefsinin bu yöndeki telkinleriyle sık sık karşılaştığını görecektir. Nefsin bu kışkırtmaları kimi zaman insanın maddi, kimi zaman da manevi menfaatlerinden feragat etmemesini teşvik eder niteliktedir. Örneğin Allah bir ayetinde "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir." (Al-i İmran Suresi, 92) hükmüyle asıl makbul olanın insanın 'sevdiği şeylerden infak edebilmesi' olduğuna ve iyiliğe erişebilmenin de ancak bu yolla mümkün olabileceğine dikkat çekmiştir. İnsan belki elinde avucunda bulunan herşeyi infak edebilir ama sevdiği, sahiplendiği birkaç şeye tutkuyla bağlanmış olup bunlardan vazgeçemeyebilir. Ya da eşyalarını mümin kardeşiyle paylaşması söz konusu olduğunda kendi nefsini onunkinden üstün tutarak daha çok sevdiği eşyasını kendine, sevmediğini ya da daha az sevdiğini de kardeşine ayırabilir. Asıl makbul olanın sevdiğini vermesi olduğunu vicdanı ona mutlaka hatırlatır. Ama nefsindeki bu tutku onun bu ahlakı gösterebilmesini ve yüzde yüz ihlaslı davranabilmesini engeller.
Oysaki asıl güzel olan insanın karşısındaki kimsede bir ihtiyaç olduğunu gördüğü anda hemen en sevdiği, en beğendiği şeyi ona vermesidir. Çünkü eğer sevilecek, beğenilecek birşeyse karşısındaki kişi de bundan aynı zevki alacak, aynı şekilde memnun olacaktır. O halde insanın bu güzelliği kendine saklayıp, daha az güzel olanı karşısındakine vermesi nefsinde hala bencillikten yana birşeyler kaldığını göstermektedir. İşte Allah bu yüzden mutlak iyiliğe erişebilmek için bu ahlakın yerleşmesi gerektiğine dikkat çekmiştir.
Karşısındaki kişinin nefsini kendi nefsine tercih etmesi, her zaman karşısındaki müminin rahatını, sağlığını, neşesini kollaması bu kişinin ihlasının da bir göstergesidir. Örneğin zor ve yorucu bir iş yapılması söz konusu olduğunda insan öne atılıp, bu işe talip olmalıdır. Çünkü zor bir işten kaçıp, bu işi bir başkasının yapmasını istemek ihlaslı bir tavır değildir. Müslümana yakışan böyle işleri hiç kimseye hissettirmeden ve hiç kimseyi minnet altında bırakmadan üstlenmektir. İhlasa uygun olan ise "… hayırlarda yarışınız…" ayetiyle bildirildiği gibi hiç vakit kaybetmeden herkesten önce bu işe atılıp ardından da en güzel şekilde sonuçlandırmaktır. Bu aynı zamanda söz konusu kişinin kardeşinin nefsini kendi nefsinden daha üstün tuttuğunu gösterir. "Mümin kardeşim yorulacağına ben yorulayım", "Bu işin zorluklarıyla o muhatap olacağına, ben olayım, o rahat etsin" ya da "Onun vakti gideceğine benimki gitsin" gibi fedakarane düşüncelerle sıkıntıyı ve zorluğu, kolaylığa ve rahatlığa tercih etmiş olur ve ihlaslı davranarak Allah'ın rızasını kazanmayı umabilir.
Bediüzzaman Said Nursi "Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, sevgide, hattâ maddi menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ en latif ve güzel bir iman hakikatini muhtaç bir mü'mine bildirmek ki; en masumane, zararsız bir menfaattir. Mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık (kendini düşünen, bencillik) gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevab kazanayım, bu güzel mes'eleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, gerçi onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlasa zarar gelebilir."21 sözleriyle nefsin bencilce tutkularından kurtulmak için meşru gibi görünen konularda da diğer müminlere öncelik tanımanın makbuliyetine dikkat çekmiştir. Şan şeref, makam mevki, maddi menfaat, ilgi ve sevgi gibi nefsin hoşuna gidecek her türlü konuda fedakarlıkta bulunmanın ihlasa vesile olacağını hatırlatmıştır. Öyle ki bir mümine güzel bir tavsiyede bulunacak, güzel bir söz söyleyecekken sözü bir başkasına bırakarak arka planda kalıp, bu şekilde kardeşini ön plana çıkarabilir.
İşte nefsinin tüm bu kışkırtmalarından sakınıp, Allah'ın rızasını ve ihlası kazanma konusunda gayret eden insana Allah yollarını açacak ve onu kolay olanda başarılı kılacaktır. Allah Naziat Suresi'nde müminleri şu şekilde müjdeler:
Allah, "… Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır." (Nisa Suresi, 128) ayetiyle nefsin kıskançlığa yatkın olarak yaratıldığını bildirmiştir. İnsan, nefsindeki tüm kötülükler gibi, kıskançlık ve rekabet hisleriyle de mücadele etmek ve bunlardan arınmakla yükümlüdür. Aksinde Kuran ahlakını gereği gibi yaşayabilmesi ve Allah'ın rızasını tam olarak kazanabilmesi mümkün olmaz. Nitekim Kuran'ın bir başka ayetinde kendilerine doğru yolu gösteren hak kitaplar geldiği halde insanların birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlık'ları nedeniyle anlaşmazlığa düştükleri, doğru yoldan saptıkları şöyle bildirilmiştir:
Kuran'da verilen bu örnek, insanın kıskançlığın neden olabileceği zararların boyutunu anlaması açısından son derece önemlidir. İnsan doğru yolu bilip gördüğü halde sırf kapıldığı kıskançlık hissi nedeniyle yanlış yola sapabilmektedir. Çünkü kıskançlık ve rekabet duyguları insanın akılcı düşünebilmesini, olayları isabetli şekilde muhakeme edebilmesini engeller. Bu duygulara yenik düşen bir insan olaylar karşısında Kurani tepkiler veremez, rahmani konuşmalar yapamaz, samimi ve ihlaslı tavırlar gösteremez. Böyle bir durumda onu yönlendiren aklı ve vicdanı değil, şeytanın sözcülüğünü yapan nefsi olur. Nefsi, onu şeytani bir ahlaka çağırır.
İnsanın bu özelliklerden arınmak için yapması gereken şey öncelikle rekabet ve kıskançlık hislerinin din ahlakı ile bağdaşmadığını anlamak olmalıdır. Bu duyguların temeli tamamen dünyevi değerlere dayanır. İnsanlar başkalarının sahip olduğu maddi ya da manevi değerlere karşı kıskançlık duyar ve bunlardan dolayı onlarla rekabete girişirler. Oysaki müminler dünya hayatının menfaatlerine kapılmayıp asıl olarak ahirete yönelen insanlardır. Mümin dünya nimetlerini kendisine verenin ve bunları dilediği zaman alacak olanın Rabbimiz olduğunu bilir. Bunlardan Allah'ın razı olacağı şekilde istifade eder, ancak hiçbir zaman bu nimetlere tutkuyla bağlanmaz. Daha fazlasını elde etmek için hırsa kapılmaz. Allah'ın takdir ettiği kadarına şükreder ve bunlarla yetinmesini bilir. Eğer Allah bir başkasına kendisinden daha fazla nimet vermiş ise "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, herşeyi bilendir." (Şura Suresi, 12) ayetiyle de bildirildiği gibi bunda mutlaka bir hayır ve hikmet olduğunu bilir.
Her insan hem Allah'ın kendisine verdiği nimetlerle hem de eksik tuttuklarıyla denemeden geçirilmektedir. Bu yolla insanlardan hangilerinin Allah'a yönelip şükredenlerden, hangilerinin ise Kuran ahlakından uzaklaşıp nankörlük edenlerden olacakları ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle dünya hayatının geçici bir imtihan mekanı olarak yaratıldığını kavramış bir insanın, bu dünyanın süslerine karşı kıskançlığa kapılması mümkün değildir. Örneğin sırf zengin, güzel ya da makam sahibi diye bir insana karşı kıskançlık duymak Kuran ahlakı ile kesinlikle bağdaşmaz. Nitekim kişi Kuran ahlakını en güzel şekilde yaşadığı takdirde Allah'ın ahirette tüm güzellikleri en mükemmel şekliyle kendisine vereceğini bilmenin huzurunu ve rahatlığını yaşar. Ancak kaderi, tevekkülü, dünya hayatının gerçeğini ve herşeyi yaratanın Allah olduğunu kavrayamamış insanlar ise kıskançlık ve rekabet gibi duygulara kapılarak hareket ederler. Bu gerçeği bilmek mümini böyle bir hataya düşmekten alıkoyar.
Söz konusu olan güzel ahlaka dair özellikler olsa bile, yine de iman eden bir kimse kıskançlıktan şiddetle kaçınır. Karşısındaki Müslümanın güzel ahlakına özenip, gıpta eder. Gıpta etmesi ise hiçbir zaman için rekabete girmesini gerektirmez. Kuran'da bildirilen "hayırlarda yarışınız" ayeti gereği elbette ki Allah'ın en sevgili kulu olabilmek, Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşayan kişi olabilmek için rahmani bir gayret sarf eder. Ancak bu rahmani yarışın temelinde kıskançlık ya da rekabet hisleri yoktur. Bu yarış insanlara yönelik bir yarış değil, sadece Allah'a yakınlaşmayı hedefleyen bir yarıştır. Nitekim böyle bir insan kendisi gibi, diğer müminlerin de Allah'ın en sevgili kulu olabilmelerini ister. Bunun için hem samimi olarak dua eder, hem de ihlasla çaba sarf eder.
Müminler tüm yaratılmışlarla beraber kendi acizliklerini bilirler. İçleri titreyerek Allah'tan korkar ve Rabbimiz'e karşı olan acizliklerini dile getirmekten çekinmezler. Araf Suresi'nde Müslümanların bu güzel ahlakları şu şekilde ifade edilir:
Dünyevi değerlere değil, ahirete önem veren bir insan hiçbir zaman insanlara ayarlı bir ahlak göstermez. Onlardan iyi olmak, onlar arasında bir yer edinmek, itibar kazanmak ya da ön plana çıkmak için değil, sadece Allah rızası için gayret sarf eder. Bu noktaya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi insan eğer nefsinde böyle bir eksiklik ya da zaaf olduğunu görürse bilmelidir ki, bu onun ihlasını kıracak ve Allah'ın rızasını kazanmasını engelleyecek bir ahlaktır.
İşte Bediüzzaman Said Nursi de eserlerinde bu konuyu derinlemesine tefekkür etmiş ve müminlere yol gösterici olacak önemli noktalara temas etmiştir. İhlas konusunu ele aldığı risalesinde iman eden kimseler arasındaki rekabeti Bediüzzaman şu şekilde tarif etmiştir:
Din ve ahiret işlerinde rekabet, gıbta, hased ve kıskançlık olmamalı ve hakikat bakış açısında olamaz. Çünki kıskançlık ve hasedin sebebi; bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden; birbirine zahmet verme olur, kavga olur, yarış sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir tek şeye çoklar talib olduğundan ve dünyanın dar ve geçici olması sebebiyle insanın sınırsız arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşüyorlar. Fakat… âhirette rekabet sebebi diye birşey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyle ise, âhirete ait olan salih ameller dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyakârdır, salih ameller suretiyle dünyevî neticeleri arıyor veyahud gerçek cahildir ki, salih amelin nereye baktığını bilmiyor ve salih amelin ruhu, esası ihlas olduğunu idrak edemiyor. Rekabet suretiyle Allah'ın sevgili kullarına karşı bir nevi düşmanlık taşımakla, Allah'ın rahmeti imkanını suçluyor...
Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını iftiharla alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor.22
Bediüzzaman müminlere cennet ahlakında kıskançlığın ve rekabetin yeri olmadığını hatırlatmıştır. Nasıl ki ahirette rekabetin yeri yoksa, ahireti kazanmak için yapılan salih amellerde de rekabet ya da kıskançlık olmaz. Müminler dünya ahiret birbirlerinin dostu, velisi ve kardeşidirler ve her biri de aynı amaca hizmet etmektedirler. Birbirlerine ne kadar destek olurlar, ne kadar kuvvet sağlarlarsa Allah'ın rızasını da o kadar çok kazanmış olurlar. Bu nedenle mümine yakışan bir başkasının güzel özelliklerinden kıskançlık duyup onunla rekabete girmek değil, tam aksine onu iftiharla alkışlayıp daha da mükemmel olmasına yardımcı olabilmektir. Nitekim ihlasa uygun olan da budur zaten. Peygamberimiz (sav) iman edenlerin arasındaki bu manevi birliği, sevgi ve dostluğu şu şözleriyle ifade etmektedir:
Müslümanlar tek bir adam gibidir. Onun bir azası hasta olduğunda vücudun diğer azaları da müteessir olur. 23
Bediüzzaman Said Nursi bir başka sözünde, müminlerin, rekabet ve kıskançlığı birbirlerinin üstün yönleriyle iftihar ederek yenebileceklerini hatırlatmıştır. Böyle bir ahlak içerisinde herkesin kendi şahsiyetini bir kenara bırakıp, mümin topluluğunun şahsı manevisi içerisinde eriyeceğini, bu durumda da her güzel özelliğin aslında tek tek her birine ait olmuş olacağını belirtmiştir:
Kardeşlerinizin yeteneklerini şahıslarınızda ve üstünlüklerini kendinizde düşünüp, onların şerefleriyle şükrederek iftihar etmektir. Tasavvuf ve tarikat ehli arasında "yok fi’ş şeyh, yok fi’r resul" deyimi var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu kaidesi, bizim meslekte "yok fi’l ihvan" suretinde güzel bir kaidedir. Kardeşler arasında buna "tefani" denilir. Yani, birbirinde kaybolmaktır. Yani: Kendi nefsi hislerini unutup, kardeşlerinin yetenek ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası kardeşliktir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid arasındaki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz "Samimi dostluk ve kardeşlik" olduğu için, meşrebimiz "samimi dostluk ve kardeşlik"tir. Samimi dostluk ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en iyiliksever kardeş olmayı gerektirir. Bu dostluğun en esas usulu, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu dostluğun gayet yüksek kulesinin başından aşağı düşer. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz. 24Bediüzzaman ayrıca müminler arasında yaşanmasının ihtilaf zararlarına da değinmiştir. İhtilaf ve rekabet ne kadar güç kırarsa, ittifak etmenin de o kadar kuvvet sağlayacağını belirtmiştir:
"... Gaflete ve dalalete dalanlar ise, aşırı bir sevgiyle bağlı oldukları menfaatlerini kaçırmamak ve menfaat için aşırı bağlılık gösterdikleri, tapar derecesinde sevdikleri reislerini ve arkadaşlarını küstürmemek için, zilletlerinden ve nâmerdliklerinden, hamiyetsizliklerinden; mutlak arkadaşlarıyla, hattâ alçak ve hain ve muzır olsalar dahi, hâlisane ittihad..., hem menfaat etrafında toplanan ne şekilde olursa olsun ortaklarıyla samimane ittifak ederler. Samimiyet neticesi olarak istifade ederler." 25
Said Nursi'nin bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi, Allah'a ve ahirete inanmayan insanlar dahi sırf güç kazanmak ve menfaat elde edebilmek için rekabeti bir kenara bırakıp birbirleriyle ittifak edebilmektedirler. Menfaate olan bu düşkünlükleri aralarındaki rekabet ve kıskançlığı bir anda yok edebilmekte ve onları samimi dostlar haline getirebilmektedir. Bu samimi ittifaklarından da umdukları gibi istifade edip, çıkar elde edebilmektedirler.
İnkar edenler sırf menfaat için böylesine bir güçle ittifak edebilirken, Allah'ın rızasını kazanmak gibi yüksek bir ideale sahip olan müminlerin rekabet ya da kıskançlık duygularından kurtulamayıp ittifak edememeleri elbette ki söz konusu olamaz. Allah'ın rızasını kazanma konusundaki şevkleri, nefislerinin fısıldadığı kıskançlığı ya da rekabet hırsını rahatlıkla delip geçer. Önemli olan ihtilafın nasıl zarar verebileceğini iyi kavramalarıdır. Bir ayette "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir." (Enfal Suresi, 46) sözleriyle çekişme ve ihtilafın güç kaybına neden olacağı hatırlatılmıştır.
Peygamberimiz (sav) de "Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kendisini dünya ve ahirette hoşnut eder."26 şeklindeki sözüyle Müslümanların her zaman birbirlerinin eksikliklerini tamamlamaları ve hatalarını örtmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Aksi durumda aralarındaki manevi birlik ortadan kalkacak ve güçleri gidecektir. Müminlerin güçlerinin gitmesi ise inkar edenlerin gücüne güç katmak anlamına gelir. Hiçbir mümin sırf nefsinin isteklerini tatmin etmek için böyle bir sorumluluğu yüklenmek istemez. Çünkü müminlerin asıl sorumlulukları Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşamak, bu ahlaklarıyla başkalarına örnek olmak ve onları da din ahlakını yaşamaya teşvik etmektir. Açıktır ki kendisi daha kıskançlığı ya da rekabet hırsını yenememiş bir insan, böyle bir sorumluluğu gereği gibi yerine getiremez. Dolayısıyla da müminlerin gücünü kıran ve inkar edenlere güç veren tavırlar gösterir. Bu tavırlar sonucunda kişi etrafına kötü örnek olduğu gibi, ahiret için de ağır bir sorumluluk yüklenir. O nedenle bu tavırlarını hemen terk etmeli ve güzel ahlaka yönelmelidir. Çünkü ihlası ancak bu şekilde kazanabilecek ve Allah'ın rızasına uygun bir ahlaka ancak bu şekilde ulaşabilecektir. Mümine yakışan tavır ise Bediüzzaman'ın da belirttiği gibi "İyilik ve takva konusunda yardımlaşın" ayetine uygun olarak 'müminlerle samimi ittifak etmek' ve ihlası ayakta tutmaktır:
İşte ehl-i hakkın bu haksız ihtilaf illetinin merhemi ve ilâcı: "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider…" (Enfal Suresi, 46) âyetindeki Allah'ın şiddetli yasaklaması, "İyilik ve takva konusunda yardımlaşın" (Maide Suresi, 2) âyetinde sosyal hayat için gayet hikmetli olan Allah'ın emir ve prensipleriyle hareket etmek ve ihtilafın İslâmiyete ne derece zararlı olduğunu ve dalalette olanların, hak yolda olanlara üstün gelmesini ne derece kolaylaştırdığını düşünüp, tam bir zaaf ve acizlik ile, o hak yolda olanların kafilesine fedakârane, samimane olarak katılmaktır; şahsiyetini unutmakla ikiyüzlülük ve yapmacık hareketlerden kurtulup, ihlası elde etmektir.27
Bu bölümde bir müminin ihlasını nelerin zedeleyebileceği üzerinde durduk ve nefsin rekabet, hırs, kıskançlık, kendi nefsini müminlerin nefsine tercih etme gibi özelliklerini inceledik. İşte nefsin ihlası zedeleyen bu gibi özelliklerinin hepsinin ardında çok daha büyük ve şeytani bir özelliği yatmaktadır: Enaniyet. Enaniyet, insanın Allah'ın karşısındaki aczini unutarak kibirlenmesi, diğer insanları kendinden aşağı görmesi ve büyüklük hissine kapılmasıdır. Oysa insan çok aciz bir varlıktır. Var olmak ve varlığını devam ettirebilmek için Allah'ın gücüne muhtaçtır. İnsanı yoktan var eden, ona ruh veren, barındıran, yediren, içiren, nefes aldıran ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok nimet bahşeden güç, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Bu apaçık gerçeğe rağmen insanın kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık olarak görüp, sahip olduğu özelliklerin ya da yeteneklerin kendinden kaynaklandığını sanması elbette ki çok büyük bir yanılgıdır.
Gerçekte insanın enaniyet yapabileceği, kibirlenebileceği bir durumu yoktur. Allah'ın dilediği anda insana lütfederek verdiği tüm özellikleri geri almaya kadir olması, bunun en açık kanıtıdır. Güzelliğinden, bilgi ya da becerisinden, zenginliğinden ya da toplum içerisinde elde etmiş olduğu konumundan dolayı büyüklük hissine kapılan insanların, bu özelliklerini herhangi bir sebeple yitirdiklerinde ne hale geldiklerine zaman zaman hepimiz şahit olmuşuzdur. Eğer tüm bunlar kişilerin kendilerinden kaynaklanan mutlak özellikler olmuş olsaydı, bunları yitirmeleri de hiçbir zaman için söz konusu olmazdı. Nitekim Allah insanların bu gerçeği anlayabilmeleri için dünya hayatında pek çok zorluk ve sıkıntı yaratmakta, yaşlılık, hastalık gibi pek çok acizliklerle de insanı denemektedir.
Sahip olduklarını kendisine verenin Allah olduğunu, O'nun yardımı ve desteği olmaksızın hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini anlayan bir kimse ise, Allah'ın yaratışındaki bu hikmeti görebilmekte ve aczini anlayarak tevazulu bir ahlaka sahip olmaktadır. Bediüzzaman enaniyeti bırakmanın, ihlası kazanmada en önemli adım olduğunu da bir sözünde şu şekilde ifade eder:
"Ve hakkı, bâtılın saldırısından kurtarmak için... nefsini ve enaniyetini ve yanlış düşündüğü izzetini ve ehemniyetsiz rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder."28
Bu ahlakın yaşanması ihlasın kazanılabilmesi için gereklidir. Çünkü enaniyet kişinin Allah'ın razı olacağı tavırdan değil de, kendi nefsinden yana tavır göstermesine neden olur. Enaniyet insanın herkesten çok kendini sevmesi, herkesten çok kendi benliğinin sözünü dinleyip, herkesten çok kendi menfaatlerini korumasıdır. Öyle ki bu durum çoğu zaman kişi için Allah'ın rızasının, Kuran ayetlerinin ya da müminlerden gelecek olan hatırlatmaların üstünde olabilir. Çünkü büyüklenme hissine kapılan bir insan, vicdanını dışarıdan gelecek hatırlatmalara karşı da kapatmış olur. Vicdanının sesine kulak asmadığı için olaylar karşısında ihlaslı davranabilmesi de söz konusu olmaz.
Kuran'da Allah enaniyetin bu etkisine "Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 206) ayetiyle dikkat çekmiştir. Mümine asıl yakışan ise, "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." (Bakara Suresi, 207) ayetiyle bildirildiği gibi böyle bir durum karşısında nefsini ve enaniyetini bir kenara koyup Allah'ın rızasından yana tavır koymasıdır. Allah kendilerine gönderilen elçilere karşı büyüklenen kavimlerin uğradıkları sonu ise Kasas Suresi'nde şu şekilde bildirir:
Enaniyetin ihlasa verdiği zararları hayatın her aşamasında görebilmek mümkündür. Diğer insanlardan daha büyük olduğu iddiasına kapılan bir insan, bu kimselerden gelecek her türlü eleştiri, uyarı ya da tavsiyeye kapalıdır. Karşı taraf kendisinin düşünemediği önemli bir konuyu hatırlatsa bile, üstünlük iddiası ağır basar ve kişi doğru olana teslim olmak yerine yanlış da olsa kendi dediğini savunur. Dolayısıyla da ihlastan uzaklaşmış, adeta nefsinin emrine girmiş olur. Oysaki böyle bir durum karşısında ihlasa uygun olan, kişinin haklı olduğu bir konuda bile karşı tarafın sözüne uyabilmesi, üstünlük sağlama arzusuna kapılmadan teslimiyet gösterebilmesidir. Bunun için gerekli olan ise öncelikle kişinin enaniyete sebep veren benlik duygusunu bir kenara bırakması, nefsini müdafaa etmekten vazgeçmesidir. Ancak o zaman Kuran ruhuna uygun bir tavır gösterebilecek ve ancak o zaman ihlasla hareket edebilecektir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde enaniyetin neden olduğu bu üstünlük sağlama ve haklı çıkma hırsına yönelik en etkili çözümün 'nefse taraftar olmadan müminlerin aklına teslim olmak' olduğunu hatırlatmıştır:
… Bu illetin yegane çaresi: Nefsini suçlu duruma düşürmek değil ve nefsine değil daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak. Fenn-i adab ve ilm-i münazaranın alimleri (terbiye, bilgi eğitimi ve karşılıklı konuşma ilminin alimleri) arasındaki doğruluktan, haktan ayrılmama ve bununla birlikte merhamet, adalet dairesinde hareket kaidesi olan şu: "Eğer bir mes'elenin tartışılmasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o tartışmada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, kazanç sağlamış olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.29
İnsanın elde ettiği başarıları kendinden bilmesi de enaniyetten kaynaklanmaktadır ve ihlası zedeleyen bir tavırdır. Oysa insanlara aklı da yeteneği de veren ancak Allah'tır. "Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)" ayetiyle hatırlatıldığı gibi insanın Allah'ın kendisine öğrettiğinin dışında hiçbir bilgisi yoktur. İnsan Allah'ın yoktan var ettiği, aciz bir varlıktır. İnsanın güç getirebildiği herşey Allah'ın kendisine ihsanda bulunmasıyla ve kuvvet vermesiyle gerçekleşmektedir. Allah'ın sınırsız aklı, sonsuz gücü ve bilgisinin yanında, aciz bir varlık olan insanın elde ettiği başarıları kendinden bilmesi büyük bir gaflet olur. Ancak ne var ki, bir kez büyüklenme iddiasına kapılan bir insan tüm bu gerçekleri bir anda unutmakta, yaptıklarından kendisine pay çıkarabilmektedir. Elde ettiği başarılarla enaniyete kapılıp ihlastan uzaklaşabilmektedir.
Samimi bir mümine yakışan ise dünyanın en üstün yeteneklerine sahip, en akıllı, en mükemmel insanı da olsa asla bunları kendinden bilmemesi ve enaniyete kapılmamasıdır. Eğer sahip olduğu tüm bu nimetlere rağmen aczinin farkında olarak hareket ederse, Allah ona daha da güzel nimetler ihsan edecek ve bu ihlaslı tavrından dolayı onu rahmetine, rızasına ve cennetine kavuşturacaktır. Oysa insanların büyük bir bölümü dünya hayatının bir deneme olduğunu unutup, kendilerine bir sıkıntı isabet ettiğinde Allah'a yönelir, sonra bir nimete kavuştuklarında ise nankörlük ederler. Nimetleri kendi kabiliyetleri sayesinde elde ettiklerini, bunun kendi başarıları olduğunu düşünerek çok büyük bir yanılgıya düşerler. Allah Zümer Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:
İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: "Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi." Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 49)
Yine enaniyetin etkisiyle insanların sıkça içerisine düşebildikleri bir başka hata da, 'ön plana çıkma hırsı'dır. Nefis insanı hayırlı işlerde ve salih amellerde dahi rahmani olmayan bir hırsa sevk edebilmekte ve makul gibi görünen mazeretlerle insanların ihlaslarını kırmaya çalışmaktadır. Said Nursi'nin "Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa, "Benden ders alıp sevab kazandırsınlar" düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir."30 örneği ile dikkat çektiği gibi kimi insanlar karşılaştıkları bazı işlerde, o işin en güzel şekilde yapılmasından ya da sonuç bakımından fayda vermesinden çok "bu işi yapan kişi ben olayım" mantığıyla hareket ederler. Ön plana çıkma arzusunun ve enaniyetin hakim olduğu bu davranış ihlası tamamen zedeler.
Bediüzzaman'ın "…"Bu sevabı ben kazanayım, bu insanlara ben doğru yolu göstereyim, benim sözümü dinlesinler." diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve gücüne ve kardeşliğine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârane vaziyet alır. "Talebelerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar talebem bulunmuyor?" diye, enaniyeti oradan fırsat bulup, kötü bir huy olan makam mevki sevgisine meylettirir, ihlası kaçırır, riya kapısını açar."31 sözleriyle ifade ettiği gibi aksi bir tavırda insan mümin kardeşine karşı bir rekabet içerisine girmiş olur. Güzel bir sorumluluğa bir başkasının talip olmasını ve bunu başarıyla sonuçlandırmasını istememek, bir anlamda da onun ecir kazanmasını, ahireti için fayda getirecek güzel bir sorumluluk yüklenmesini istememek demektir. Oysaki Kuran'a ve ihlasa en uygun olan tavır, diğer inananların ahiretlerine de vesile olmak, kendisi gibi onların da Allah'ın razı olacağı işlerde bulunmalarını teşvik etmek olmalıdır.
Müslüman kendisi ne kadar salih amelde bulunmak istiyorsa, onların da aynı şekilde ecir kazanmalarını ve ahiretleri adına güzel işler yapabilmelerini istemelidir. "Bu işi yapabilecek en ehil kişi benim", "bu işi ne kadar iyi yapabileceğimi görsünler de ne kadar üstün meziyetlere sahip olduğumu daha iyi anlasınlar" ya da "bu işi ben üstleneyim ki müminlerin gözünde iyi bir prestij ve makam elde edeyim" gibi düşüncelerle hayırlı bir işi bir hırs konusu haline getirmek ihlasa uygun olmaz. Bunun yerine bu işte bir başka mümine öncelik tanıyıp, onun ne kadar üstün özelliklere sahip olduğunu ön plana çıkararak güzel ahlak göstermiş ve ihlaslı bir harekette bulunmuş olur. Bediüzzaman Said Nursi enaniyet ve ön plana çıkma hırsına çözüm olacak şöyle bir tavsiyede bulunmuştur:
"Bu mühim illetin merhemi ve ilâcı: "Allah sevgisi" sırrıyla, hak yoluna gidenlere refakatla iftihar etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip ihlası kazanmak ve ihlas ile bir gram amelin, ihlassız kilolarca amele tercih olunduğunu bilmekle ve dolayısıyla mesuliyetlerini bilerek ve zararlı olan liderlik hırsından vazgeçmekle o illetten kurtulur ve ihlası kazanır, ahirete yönelik vazifesini hakkıyla yapabilir."33
Said Nursi bu sözleriyle ihlasın önemine bir kez daha dikkat çekmekte ve ahiret yurdunu hedefleyen insanların enaniyet, liderlik hırsı ve rekabet duygusu gibi bencil duygularından sıyrılmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Bunun için söz konusu olan din adına yapılacak bir hizmet dahi olsa, ihlasından dolayı bunda bir başka mümine öncelik tanıyabilmesinin, onu ön plana çıkarabilmesinin ve onun başarılarıyla iftihar edebilmesinin önemine dikkat çekmiştir. Başkalarının kendisinden daha üstün olabileceğine inanıp, onlara teslim olabilmesinin ihlasa daha uygun olacağını hatırlatmıştır.
Riyakarlık, nefsin insanları teşvik ettiği Kuran dışı ahlak özelliklerindendir. Kuran ahlakı ise insana nefsindeki bu zaaflardan kurtulmasını ve bunların yerine dürüstlüğü ve samimiyeti yerleştirmesini emreder. Çünkü kişinin içinde sakladığıyla dışarıya yansıttığı tavrının farklı olmasını ve inandığı gibi hareket etmeyerek ikiyüzlü bir tavır sergilemesini ifade eden riya, ihlası ortadan kaldıran bir ahlak anlayışıdır. Bir insanın böyle bir samimiyetsizlik içerisine girip, içinde ve dışında iki ayrı karakter yaşatabilmesi imanı tam olarak kavrayamadığını, Allah'ı gereği gibi takdir edemediğini gösterir.
Allah, her yeri sarıp kuşatan, gizlinin gizlisini bilen, insanların akıllarından geçirdikleri düşünceleri duyan ve her an her yerde onlara şahit olandır. Bir insanın içinden geçirdiklerini saklayıp olduğundan farklı görünmeye çalışması, bu kişinin Allah'ın bu sıfatlarını unuttuğunun göstergesidir. Bu kişi tavırları ve konuşmalarıyla çevresindeki insanları her ne kadar memnun etse de Allah kalbindekini bilecektir. Allah'ın razı olmayacağı bir tavırda bulunmak ise O'ndan korkan bir insanın sakınması gereken bir durumdur. Belki böyle bir insan gösterdiği riyakar tavır ile dünya hayatında insanların beğenisini toplayacak ama ahiretten yana hiçbir kazanç elde edemeyecektir. Unutulmamalıdır ki dünya hayatında elde edilen menfaatler ahiret hayatınınkilerle kıyaslanamayacak kadar değersiz ve önemsizdir. Allah "… Ahiretten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama ahirettekine (göre), bu dünya hayatının yararı pek azdır." (Tevbe Suresi, 38) ayetiyle insanlara bu durumu hatırlatmıştır.
Riyakar bir ahlak içindeki kişinin tavırları samimiyetsiz ve yapmacıktır. Müminler ise Allah'ın dilemesiyle bu gibi özellikleri teşhis edebilirler. Özellikle de Allah'ın Kendisi'nden bir ilimle desteklediği elçileri, ikiyüzlü davranarak gerçek kimliğini gizleyen, çevresindekilere kendini olduğundan farklı tanıtan insanları yüz ifadelerinden ve konuşmalarından tanırlar. Ancak kimi zaman müminlerin arasında teşhis edilmeseler bile Allah bu kişilerin yapmacık ve samimiyetsiz karakterlerini bilmekte, söyledikleri her sözü duymakta, yaptıkları her hareketi görmektedir. Nitekim Allah bir Kuran ayetinde şu şekilde buyurmaktadır:
Müminin kendisini çevresindeki insanlara sevdirebilmek için riyakar bir tavra ihtiyacı yoktur. Çünkü kişiyi diğer insanlara sevdirecek olan Allah'tır. Hayatının her anında ihlasla Allah'ın rızasını kazanmaya çalışan bir mümini, tüm inananlar doğal olarak kalben sevip desteklerler. Güzel ahlaklı, samimi, dürüst, ihlaslı ve içi dışı bir olan insanı sevmek müminlerin fıtratında vardır. Allah'ın rızası beraberinde kişiye müminlerin rızasını da kazandırır. Ama sadece insanların rızası için yapılan bir işte Allah'ın rızasından yana hiçbir kazanç sağlanamaz.
İşte bu nedenledir ki insanın nefsinin bu yöndeki telkinlerine kulak asmaması ve ihlası kazanabilmek için samimiyetsiz olan her türlü düşünce ve tavırdan arınması gerekmektedir.
İnsanların sadece Allah'ın rızasını hedefleyerek, ahiret yurdu için ihlasla çaba sarf etmelerini engelleyen bir diğer neden ise, dünya hayatındaki makam, mevki, şöhret gibi maddi değerlere olan düşkünlüktür. Oysa maddi imkanlar, mal ya da mevki insana ahiret hayatında hiçbir şey kazandırmaz. Allah, Kuran'ın "Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat Suresi, 13) ayetiyle insanlar arasında üstünlüğün bulundukları makama ya da mevkiye göre değil, yalnızca 'takva'ya göre olduğunu bildirmiştir.
Böyle insanların durumunu Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde şu şekilde ifade eder:
"… Makam mevki sevgisinden gelen şöhretperestlik ateşiyle ve şan ve şeref perdesi altında insanların sevgisini kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefsine bir makam vermektir ki, en mühim bir ruhi illet olduğu gibi "gizli şirk" tabir edilen riyakârlığa, bencilliğe kapı açar, ihlası zedeler…"33
Makam ve mevkinin üstünlük sağlayacağı inancı cahiliye toplumlarına ait bir yanılgıdır. İmanı kavrayan bir müminin nefsinin bu yöndeki isteklerine itibar etmemesi ve üstünlüğü ihlasta ve samimiyette araması gerekir. Çünkü bu gibi arzulardan arınan bir insan dünyada kazanılacak tüm makamların üzerinde bir makama eriştirilecek, gerçek onur ve şerefin sahibi olacaktır. Bu durum Kuran'ın "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi 'onurlu-üstün' bir makama sokarız." (Nisa Suresi, 31) ayetiyle insanlara bildirilmiştir. Bu 'onurlu ve üstün' makama layık olabilmek için iman eden bir kimsenin yapması gereken şey "Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir…" (Fatır Suresi, 10) ayetiyle hatırlatılan gerçeğin şuuruna varmasıdır: İzzetin gerçek sahibi Allah'tır ve kişiye bunu kazandıracak olan tek şey de 'salih yani ihlasla yapılan ameller'dir.
Bediüzzaman Said Nursi de risalelerinde bu konuya önemle dikkat çekmiştir. Said Nursi, Allah'ın "… ayetlerimi az bir değere değişmeyin" ayetindeki hatırlatmasına değinerek ahirette ulaştırılacak olan onurlu ve üstün makamın yanında dünya hayatında elde edilecek olan makam mevki ya da şöhretin ne kadar değersiz olduğunu şöyle vurgulamıştır:
"… Ayetlerimizi az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca Benden korkun." (Bakara Suresi, 41) âyetindeki şiddetli Allah'ın yasaklamasına nail olup, ebedi saadetin zararına manasız, lüzumsuz, zararlı kederli, kendini beğendirmeye çalışarak, sakil, samimiyetsiz ve ikiyüzlü bazı aşağılık hislerle ve küçük menfaatlerin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem Kurana hizmetlerine saldırı, hem imani hakikatlerin büyüklüğüne saygısızlık etmiş oluruz.34
Makam ve mevki elde etmeye karşı duyulan bu arzu, kişinin yaptığı amellerde ihlaslı olmasını engeller ve kişiyi samimiyetsizliğe sürükler. Bu kişi bir yandan yaptıklarıyla Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmayı hedeflerken, bir yandan da insanlar arasında bir şeref ve itibar elde edeceğini düşünür. Bu da bile bile amellerini geçersiz kılmasına neden olur. İman eden bir kimsenin Kuran'daki bu hatırlatmaları dikkate alarak, nefsini dünya hayatının şan ve şöhretine yönelik isteklerinden arındırıp, Allah Katındaki izzet ve onuru kazanmaya çalışması gerekmektedir. Aksinde ise; "(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi 'tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.' "Öyle ki (bu,) mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü." (Tekasür Suresi, 1-2) ayetleriyle hatırlatıldığı gibi insan nefsinin bu istekleri doğrultusunda ölümüne dek 'tutkuyla oyalanıp kendinden geçecek' ve bunların hiçbir fayda sağlamadığının farkına da ancak ahirette varabilecektir. Sırf nefsinin istek ve arzularını tatmin etmek uğruna yıllar yılı boş yere çalışıp boş yere yorulmuş ve ahirette de hüsrana uğramış olacaktır. Mümine yakışan ise henüz vakit varken nefsin bu kötülüklerinden arınıp ihlası kazanması ve Allah'ın razı olacağı ahlaka ulaşmasıdır.
Nefsin bir özelliği de mala ve cana tutkuyla bağlı olmasıdır. Bu nedenle de nefs insanları sürekli olarak bu iki konuda hırsa kapılmaları yönünde teşvik eder. Ancak "Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz..." (Al-i İmran Suresi, 186) ayetiyle de bildirildiği gibi mallar ve canlar tutkuyla bağlanmak için değil, insanların denenmesi için yaratılmıştır. Allah bu dünyevi değerlerin peşi sıra gitmek yerine, bunları Allah'ın rızasını kazanma yolunda seve seve ortaya koyabilenleri cennetle müjdelemiş, büyük kurtuluş ve mutluluğa da ancak bu yolla ulaşılabileceğini şöyle bildirmiştir:
İşte inananların, bu ayetin bir gereği olarak mallarını ve canlarını tutku haline getirmekten şiddetle kaçınmaları gerekir. Hiç şüphesiz nefisten bu yönde telkinler ve teşvikler gelecektir. Ancak Allah'ın bu vaadinin şuurunda olarak bir Müslümanın nefsine uyması mümkün değildir. Çünkü dünya hayatında maldan ya da candan yana kazanılabilecek hiçbir menfaat, sonsuz ahiret nimetleriyle kıyaslanamaz. Bu nedenledir ki Allah ayetinde "yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz" şeklinde buyurmaktadır. İnsan dünya hayatında kazandığı maddi değerlerden ancak çok kısa bir süre yararlanabilecek, ardından da hem bedenini hem de yığıp biriktirdiği malını ölümle birlikte terk etmek zorunda kalacaktır. Allah'ın ahirette verecekleri ise sonsuza dek insanın kurtuluşuna ve mutluluğuna vesile olacaktır.
Bediüzzaman Said Nursi insanların mala ve cana karşı duydukları tutkunun ne kadar beyhude olduğuna şu sözleriyle değinmiştir:
Hem mala ve cana karşı şiddetli bir hırs gösterir… bakar ki, geçici olarak onun nezaretine verilmiş o fani mal ve afetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya vesile olan o can, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki can olan manevi makamlar ve Hak'ka yakınlaşma dereceleri ve ahiret azığına ve hakiki mal olan salihi amellere teveccüh eder. Fena haslet olan geçici olan şeylere gösterilen hırs ise, âlî bir haslet olan gerçek hırsa dönüşür …35
Bir başka sözünde ise mal ve can derdine düşen kimselerin, bunun insana bir faydası olmayacağını kavradıklarında düştükleri durumu şu şekilde ifade eder:
"… Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki; o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli olan endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.36
Aksinde yani can ve mal kaygısına kapılındığında insanın halisane bir kalple Allah'a yönelebilmesi, Allah'a gereği gibi teslim olup, ihlasla hareket edebilmesi mümkün olmaz. Nefsinde gizlediği bu tutkular onu gizliden gizliye yönlendirecek ve Allah'ın rızasından yana değil, hep kendi menfaatlerinden yana davranmasına neden olacaktır. Örneğin malca ihtiyaç içerisinde olan bir kimse gördüğünde ona destek olup infakta bulunması gerekirken, o kendi menfaatlerinden yana tavır koyacaktır. Oysa ihlasa uygun olan, "Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Haşr Suresi, 9) ayetiyle de bildirildiği gibi ihtiyaç içerisinde bile olsa insanın malını bir başkasına seve seve verebilmesidir.
Aynı şekilde kendi nefsinin rahatı ve istekleri ona Allah'ın rızasından daha önemli gelecektir. Kuran'ın "De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda cehd etmekten (çaba harcamaktan) daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez." (Tevbe Suresi, 24) ayetiyle böyle bir tercihin Allah Katındaki karşılığının hüsran olacağına da dikkat çekilmiştir. Rabbimiz'in, "Tereddi edeceği (başaşağı düşüşe uğrayacağı) zaman, malı ona hiç yarar sağlamaz." (Leyl Suresi, 11) ayetiyle de bildirdiği gibi malı o kişiyi ahirette azaptan koruyamayacaktır. Ancak, "Sakınan ise, ondan uzak tutulacaktır. Ki o, malını vererek temizlenip-arınır. Onun yanında hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti (borcu) yoktur. Ancak Yüce Rabbinin rızasını aramak için (verir). Muhakkak kendisi de ileride razı olacaktır." (Leyl Suresi, 17-21) ayetlerinde de bildirildiği gibi ihlaslı davranan sonsuz nimetlerle mükafatlandırılacaktır.
Kuran'da mal gibi can kaygısına kapılarak ihlaslarını kaybeden ve Allah'ın rızasından uzaklaşan insanların durumuna da pek çok örnek verilmiştir. Peygamber kendilerini Allah yolunda canlarıyla savaşmaya çağırdığında kimileri 'güçlerinin yetmediğini' (Tevbe Suresi, 42) kimileri de 'sıcakta savaşmanın kendilerine zor geldiğini' (Tevbe Suresi, 81) öne sürerek nefislerinden yana tavır koymuşlardır. Bu mazeretleri öne sürerken kimisi Allah'ın adını anarak gerçekten güçlerinin yetmediğine dair yemin de etmiştir. Ancak Allah bu kimselerin yalan söylediklerini ve bu tavırlarıyla kendi nefislerini helaka sürüklediklerini bildirerek bu kişilerin samimiyetsizliğini ifade etmiştir. İhlasa uygun olan ise; "Ama Resul ve onunla birlikte olan mü'minler, mallarıyla ve canlarıyla cehd ettiler (çaba harcadılar); işte bütün hayırlar onlarındır ve kurtuluşa erenler onlardır." (Tevbe Suresi, 88) ayetinde dikkat çekilen salih müminlerin tavırlarında olduğu gibi, inananların hiçbir hesap yapmadan malları ve canlarıyla Allah'ın rızasından yana tavır koymalarıdır.
Allah bir başka ayetinde de müminlerden mallarını ve canlarını ortaya koyup, Allah'ın rızasını tüm bunların kazandıracağı çıkar ve menfaatlerden üstün tutan kimselerin, derece bakımından Allah Katında daha üstün tutulacağını bildirerek ihlas sahibi müminleri müjdelemiştir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
19. Risale-i Nur Külliyatı, 21. Lema. s.670
20. Risale-i Nur Külliyatı, 21. Lema, s.160
21. Risale-i Nur Külilyatı, 20. Lema, s.662
22. Risale-i Nur Külliyatı 21. Lema, s.669
23. Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.157-158
24. Ramuz El-Ehadis, (Hadisler Deryasi), Musannif: Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s), Mütercim: Abdülaziz Bekkine (k.s.), Gonca Yayınevi, 236-3
25. Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.162
26. Tecri'di Sarih:7/360; Riyazüs-Salihin: 1/284
27. Ramuz El-Ehadis, (Hadisler Deryasi), Musannif: Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s), Mütercim: Abdülaziz Bekkine (k.s.), Gonca Yayınevi, 423-7
28. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.154
29. Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.151
30. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.158
31. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.152
32. Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.153
33. Risale-i Nur Külliyatı, İhlas Risaleleri, s. 45
34. Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.160
35. Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, s.33
36. Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, s.33