Salih müminler hayatları boyunca karşılaştıkları tüm zorluk ve sıkıntılarda Allah'ın rızasını kazanmayı nefislerinin menfaatlerine tercih ederlerken, bir kısım insanlar bu ahlakı yaşamaktan şiddetle kaçınırlar. Kuran ahlakını bilen, başkalarına da bu ahlakı öğütleyip Müslümanlara destek olmanın önemini anlatan, hatta hayatta bundan başka amaçları olmadığını sık sık dile getiren bu insanlar zorluk anında bu sözlerini bir anda unutabilmektedirler. Hatta kimi zaman zorluklarla karşılaşmadan, sıkıntıya girme ihtimali oluştuğu anda dahi geri çekilebilmektedirler.
Kuşkusuz bunun en önemli sebeplerinden biri, dünya hayatına dair işlerin ve kişisel sorunların bu kimseleri oyalamasıdır. Bu kişiler tüm bunları Allah'ın rızasını kazanıp ahiret hayatlarını kurtarmaktan daha önemli görürler. İyi bir meslek edinmek, bir aile kurmak, geleceğe yönelik maddi ve manevi yatırımlarda bulunmak bu kimselerin asıl dikkatlerini verdikleri konular haline gelir ve onları Allah'ın rızasına göre yaşamaktan alıkoyar. Oysa Allah, dünya hayatı ile oyalananlardan olmamaları için bu insanları Kuran ayetleriyle şöyle uyarmıştır:
Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten 'tutkuya kaptırarak-alıkoymasın'; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun Suresi, 9)
(öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)
Ayetlerde bildirilen mallar ve çocuklar, Allah'ın insanlar için yaratmış olduğu nimetlerdir. Elbette insan iyi bir meslek edinmek, bir aile kurmak ya da ticaret gibi kazanç getirecek bir iş sahibi olabilmek için çaba harcayabilir. Ancak bunların hiçbiri, hiçbir zaman kişinin asıl yaşama amacı haline gelmemeli, ona Allah'ın zikrini, ahiret için çaba harcamayı, Allah'ın rızasını aramayı unutturmamalıdır. Aksine her biri Kuran ahlakını daha iyi yaşamasına, Allah'ın rızasını kazanabileceği daha çok imkan bulabilmesine vesile olmalıdır. Aksinde, yukarıdaki ayetlerde "onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir" hükmüyle belirtildiği gibi, bunlar kişinin dünyada ve ahirette yıkıma uğramasına ve büyük vebal yüklenmesine neden olabilecek konulara dönüşebilir.
Dünya hayatındaki menfaatleriyle oyalanan ve fedakarlık konusunda gereken çabayı göstermeyen bu kimseler, Allah'ın gücünü, iman edenler üzerindeki rahmetini ve esirgeyiciliğini, her zaman için onların velisi, dostu ve yardımcısı olduğunu gereği gibi kavrayamamışlardır. Bu kişiler karşılarına çıkan zorlukları meydana getirenin Allah olduğunu, bu zorluklarla denendiklerini gözardı eder, insanların müstakil güç ve kudret sahibi olduklarını düşünürler. Onlar insanların kendilerini zarara uğratabileceklerini sanır, bundan dolayı da korkuya kapılırlar. Kuran'da bu insanların durumuna şöyle bir örnek verilmiştir: Peygamberimiz (sav) ile birlikte savaşa katılacak olan kimselerden bazıları, insanların kendilerine zarar vermesinden korkuya kapılmış ve geri çekilmek istemişlerdir. Kuran'da bu tavır içerisindeki kimselere Allah'ın üzerlerindeki yardımı ve tevekkül etmeleri bildirilmiştir:
Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir. (Hicr Suresi, 3) |
Hani sen, müminleri savaşmak için elverişli yerlere yerleştirmek için evinden erkenden ayrılmıştın. Allah işitendir, bilendir. O zaman sizden iki grup, neredeyse 'çözülüp geri çekilmek' istemişti. Oysa Allah onların (Velisi) yardımcısıydı. Artık müminler, yalnızca Allah'a tevekkül etmelidir. Andolsun, siz güçsüz iken Allah size Bedir'de yardımıyla zafer verdi. Şu halde Allah'tan sakının, O'na şükredebilesiniz. (Al-i İmran Suresi, 121- 123)
Peygamber Efendimiz (sav) döneminde, fedakarlıkta kararlılık gösteremeyen, zorluk ve sıkıntılar karşısında yılgınlığa kapılan insanların çok çeşitli örneklerine rastlanmıştır. özellikle de sıkıntının artıp da daha fazla özveri gösterilmesi gereken durumlarda bu tavır bozukluğu iyice belirginleşmiştir. Peygamberimiz (sav), bu kimseleri "Sen müminlere: "Rabbiniz'in size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım-iletmesi size yetmez mi?" diyordun." (Al-i İmran Suresi, 124) ayetiyle müjdelemiş, başarının ancak Allah'ın yardımıyla olduğunu hatırlatmıştır. Ancak fedakarlıktan kaçınan bu kimseler yine de çeşitli bahanelerin ardına gizlenerek Peygamberimiz (sav)'den geride kalmak için izin istemişlerdir. Allah Kuran'da bu kimselerin samimiyetsiz ruh hallerini şöyle açıklamaktadır:
Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları halde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. Allah, onların kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler. (Tevbe Suresi, 93)
Kimileri evlerinin açıkta olduğunu, kimileri havanın çok sıcak olduğunu, kimileri de maddi olarak güç yetiremediklerini öne sürerek kaçmaya çalışmışlardır. Sahabelerden pek çok kişinin, gerekli imkanları bulamadıkları halde sırf fedakarlıklarından dolayı savaşa yaya olarak katıldıkları, bir kısmının ise peygamberle birlikte sefere çıkamadıkları için ağladıkları bir şevk ortamında, zengin ve imkan sahibi oldukları halde fedakarlığa yanaşmamışlardır.
Diğer bir kısmı ise "...Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya onlara acı bir azabın çarpmasından sakınsınlar."(Nur Suresi, 63) ayetiyle bildirilen ahlakı göstererek, birbirlerinin arkasına saklanarak Müslümanların yanından kaçmışlardır. Oysa asıl makbul olan kişilerin bu zorluk anlarında da ihlas ve sadakat göstermeleri, fedakar bir tavır içerisinde olmalarıdır.
Allah "Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise, içinde bulundukları refahın peşine düştüler. Onlar, suçlu-günahkarlardı." (Hud Suresi, 116) ayetiyle bu kimselerin dünya hayatını tercih ettiklerini bildirir. Bir başka ayette ise, bu kimselerin daha öncesinde verdikleri söze dikkat çekilmektedir:
Oysa andolsun, daha önce 'arkalarını dönüp kaçmayacaklarına' dair Allah'a söz vermişlerdi; Allah'a verilen söz (ahid) ise, (ağır bir) sorumluluktur. (Ahzab Suresi, 15)
Peygamberimiz (sav) döneminde Müslümanların karşılaştıkları bu durum tüm zamanlar için geçerlidir. İman sahibi olduklarını iddia eden bazı insanlar herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında hemen din ahlakını yayma sorumluluklarını bir kenara bırakabilmektedirler. çok kısa sürecek olan bu dünya hayatının geçici menfaatlerine kapılarak bir anda kendi sorunlarına dönebilirler. Aslında onlar da dünyada süregelen adaletsizlikleri engellemenin, acı çeken, muhtaç konumda olan, zulüm gören insanlara yardım ulaştırmanın; insanlara doğru yolu göstererek bu zulmü durdurmanın kendileri gibi akıl ve vicdan sahibi insanların sorumluluğu olduğunun bilincindedirler. Ama bunu diğer Müslümanlara bırakarak geride kalmayı makul görürler.
Allah, yapmaları gereken doğru tavrı bildikleri halde bunu başkalarının üzerine bırakan kimseleri "Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?"(Bakara Suresi, 44) ayetiyle uyarmıştır.
Ayrıca Kuran'ın "Ey iman edenler, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allah'a ve O'nun Resulü'ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz."(Saf Suresi, 10-11) ayetleriyle bildirdiği gibi bu, Allah'ın izniyle kişiyi dünyada ve ahirette kurtuluşa yöneltecek olan tavırdır. Allah, bunun daha hayırlı olduğunu hatırlatmıştır. Gerçek imanı yaşamayan insanlar, dine bir ucundan sarılmalarının, fedakarlığı da kendilerini zora sokmamak şartıyla yaşamalarının kurtuluşları için yeterli olacağını düşünebilirler.
Aynı şekilde kendilerini ve yakınlarını zorluk ve sıkıntılardan mümkün olduğunca uzak tutmalarının da kendileri için bir kazanç olacağını zannedebilirler. Ancak Allah Kuran ayetlerinde bu kimselerin kayıp içerisinde olduklarını hatırlatmıştır. Dünya hayatının meşgalelerine ve kendi şahsi sorunlarına dalarak, Allah'ın üzerlerine yüklediği sorumlulukları gözardı eden bu insanların ileride "boş emellerle oyalandıklarını" fark ederek büyük bir pişmanlığa kapılacakları Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 3)
İnsanı dünyada ve ahirette kurtuluşa ulaştıracak olan güzel ahlak, dünyada malından ve canından fedakarlıkta bulunabilmeyi, zorlukta, hastalıkta ve en sıkıntılı anlarda bile Allah'ın beğeneceği ahlakı gösterebilmeyi gerektirmektedir. Tüm bu gerçekleri bilerek yine de nefsinin kışkırtmalarına yenik düşen, kendi rahatını ve menfaatlerini tercih eden bir kimse ise, elbette ahirette gösterdiği bu ahlaktan sorumlu tutulacaktır.
Hiç şüphesiz dünyada az bir zorluğa ve fedakarlığa sabır göstermemek için, sonsuz hayatı tehlikeye atmak büyük bir akılsızlıktır. Kişinin bu gerçeği çok iyi düşünüp, Allah'ın yardımının daima Kuran ahlakına sadakat gösterenlerle birlikte olduğunu bilmesi, her türlü fedakarlığı ve sorumluluğu kendisinin talip etmesi gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki "Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever." (Al-i İmran Suresi, 146) ayetiyle haber verilen Müslümanların üstün ahlakını yaşamak, kişiye Allah'ın sevgisini kazandıracaktır.
Kuran ahlakının gereklerini bildikleri halde fedakarlıktan kaçınan kimseler, bu tavırlarının yanlış olduğunun farkındadırlar. Ancak imanlarının zayıflığı nedeniyle bu konuda gereken irade ve vicdanı kullanıp, davranışlarını değiştirmezler. Yaşadıkları iman zayıflığı, insanların hoşnutluğunu Allah'ın rızasından daha üstün tutmalarına neden olur. Allah'ın kalplerindeki zayıflığı, iman ve vicdan zafiyetini bilmesini önemli görmez, çevrelerindeki insanları samimi olduklarına inandırmayı yeterli görürler. Fedakarlıktan kaçınmalarını, makul ve meşru gösterebilmek için samimiyetsiz mazeretlerin ardına sığınırlar. Aslında 'tüm samimiyetleriyle fedakarlığa talip olmayı, her türlü sorumluluğu üstlenmeyi istedikleri ancak çeşitli mazeretlerin buna engel olduğu' izlenimini vermeye çalışırlar. Bu, aynı zamanda kendi vicdanlarını rahatlatmak için de kullandıkları yöntemdir.
öne sürdükleri bahanelerin geçersizliğini, gerçekten istemiş olsalar mutlaka bir yol bulacaklarını çok iyi bilmelerine rağmen, bunlara kendilerini inandırmaya çalışırlar. Bu durumda vicdanlarının sesini biraz olsun bastırarak, kendi menfaatleri doğrultusunda hareket edebileceklerini, sorumluluk almaktan kaçarak rahat bir yaşam sürebileceklerini sanırlar. Oysa elbette ki bu mümkün olmaz.
Vicdanları, Allah'ın rızasına uymadıkları, Kuran ahlakına uygun hareket etmedikleri her an, onlara bu gerçekleri hatırlatıp durur. çünkü kendileri de davranışlarının gerçek anlamını ve Kuran'daki hükmünü bilmektedirler. Ancak Allah'ın rızasına uygun davranışa yanaşmamaları ve üzerlerine düşen sorumluluğu fark ettikleri halde bundan yüz çevirmeleri ise, bu kişilerin dünyada ve ahirette büyük bir sorumluluk yüklenmelerine neden olur.
öne sürdükleri bahanelerde dikkat ettikleri en temel özelliklerden biri ise, bunların olabildiğince 'masum ve inandırıcı' görünmesidir. Bu bahaneler mümkün olduğunca insanların vicdanlarına hitap edebilmeli, gerçekten istedikleri halde imkanlarının yetersizliği nedeniyle sorumluluk üstlenemedikleri konusunda ikna edici olmalıdır. Bu konuda ise Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda genellikle en çok kabul gören ve hatta şefkat merhamet uyandıracağını düşündükleri yöntem ve bahaneleri kullanırlar. Cahiliye inançları doğrultusunda bir yaşam süren kimselerin ölçüleri Kuran ahlakı olmadığı için bu mazeretler onlar arasında gerçekten de amacına ulaşabilir. Ancak müminler arasında böyle bir durum söz konusu olmaz. Müminler her konuda Kuran ahlakını ölçü alırlar. Kuran'da ise hem samimi tavrın, hem de orta bir yol tutan ve kendi menfaatlerini Allah'ın rızasından üstün tutan insanların tavrının nasıl olacağı tarif edilmiştir. Bu nedenle Müslümanlar mazeretlerin arkasına sığınarak, fedakarlıktan kaçmaya çalışanları, Allah'ın dilemesiyle teşhis edebilirler. Kabul göreceğini umarak öne sürdükleri bahaneler, tam tersine bu kimselerdeki samimiyetsizliğin ve iman zayıflığının deşifre olmasına neden olur.
Hayırlarda yarışmak yerine, Kuran ahlakını yüzeysel olarak yaşayan bu kimselerin kullandıkları bahanelerin en yaygın olanlarından biri "güçlerinin yetmediği" mantığına dayalıdır. Günlük hayatta akla gelebilecek maddi manevi her konuda bu mazareti kullanabilirler. Bu iddialarını geçerli hale getirebilmek için ise genellikle kalplerinin temiz olduğunu iddia ederek samimiyetlerini öne sürerler. Hatta bu amaçla Allah'ın adına yemin etmekten de hiç çekinmezler. Kuran'da bu bakış açısıyla hereket eden samimiyetsiz insanların içinde bulundukları durum şöyle bildirilmektedir:
... "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Ancak ayette de belirtildiği gibi, gerçekte Allah bu kimselerin samimiyetsizliklerine, yalan söylediklerine şahittir. Herşeyden önce Kuran'ın "Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir..." (Bakara Suresi, 286) ayetiyle hiç kimsenin gücünün yeteceğinden fazlasıyla sorumlu tutulmayacağı bildirilmiştir. Bunun aksini söylemeleri bu kimselerin kalplerinde hastalık olduğunu, asıl amaçlarının bu sorumluluktan kaçmak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 5-6)
Kuran'da bu konuya, Talut adlı hükümdarın yanındaki müminlerin tavırlarına dair bir örnek verilmiştir. Allah bu kimselere Talut adlı kişiyi hükümdar olarak göndermiş ve onları bir ırmakla imtihan edeceğini bildirmiştir. Kendilerinden ırmağın suyundan içmemeleri istenen bu insanların yalnızca çok az bir kısmı Talut'un kendilerinden talep ettiği bu fedakarlığı göstermişlerdir. Geri kalanlar ise, buradaki hikmeti ve hayrı görememiş kendi nefislerinin isteklerinden yana tavır koymuşlardır. Daha sonra da, yukarıda belirttiğimiz bahaneye sığınarak, Talut ile birlikte mücadele edebilecek güçleri olmadığını söylemiş ve geri çekilmişlerdir. Ayette bildirildiği gibi, 'Allah'ın yardımıyla az bir güç ile dahi büyük başarılar elde edilebileceğini' bilenler ise, verdikleri sözde kararlılık göstererek Talut'a uymuşlardır. Kuran'da bu kimselerin durumu şöyle anlatılmaktadır:
Talut, orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: "Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hariç- onu tadmazsa bendendir. Küçük bir kısmı hariç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle beraber iman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): "Bugün bizim Calut'a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok" dediler. (O zaman) Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Suresi, 249)
Fedakarlıktan kaçmaya çalışan kişiler kimi zaman da aslında kendileri hiç istemedikleri halde "şartların onları bu duruma zorladığı" bahanesini öne sürerler. Kuran'da havanın sıcaklığını bahane ederek Peygamberimiz (sav)'le birlikte mücaleye katılmaktan kaçmaya çalışan kimselerin tavırları da bu durumun örneklerindendir:
Allah'ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd etmeyi (çaba göstermeyi) çirkin görerek: "Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Bir kavrayıp-anlasalardı. (Tevbe Suresi, 81)
Kuşkusuz kalplerindeki samimiyetsizliği gizlemeye çalışan bu kimselerin, böyle bir mazeretin kabul göreceğini düşünmeleri nasıl büyük bir aldanış içerisinde olduklarını göstermektedir. Allah insanlara ancak kaldırabilecekleri kadar sorumluluk yükleyeceğini, her zorlukla beraber kolaylığı da yarattığını bildirir. Allah'ın mümin kullarına daima yardım ve destek ulaştıracağını bilen müminlerin böyle bir bahanenin samimi olduğuna inanmaları elbette ki söz konusu değildir. Havayı sıcak yaratan da, bu kimselerin karşısına fedakarlık ve hizmet imkanı çıkaran da Allah'tır.
Allah dilediği an havayı değiştirmeye ya da kişinin sıcaktan etkilenmemesini sağlamaya güç yetirendir. Bu gerçeği, samimiyetsizce mazeretlerin arkasına saklanan bu kimseler de bilmektedirler. Bunun yanı sıra, aynı şartlar altındaki diğer Müslümanların bu duruma rağmen fedakarlıktan kaçınmayıp sorumluluğu tereddütsüz üstlenmeleri, bu kimselerin samimiyetsizliklerini ortaya koyan ayrı bir kıyas imkanı oluşturmaktadır.
Söz konusu kişiler, kendileri mücadeleden kaçtıkları gibi, "Bu sıcakta savaşa çıkmayın" diyerek başkalarına aynı çağrıda bulunmuş, onları da fedakarlıktan kaçmaya davet etmişlerdir. Bir kısmı ise "Onlardan bir kısmı: "Bana izin ver ve beni fitneye katma" der. Haberin olsun, onlar fitnenin (ta) içine düşmüşlerdir. Hiç şüphesiz cehennem, o inkar edenleri mutlaka çepeçevre kuşatıcıdır."(Tevbe Suresi, 49) ayetiyle bildirildiği gibi, fedakarlığı ve hizmeti kendileri için bir "fitne" olarak değerlendirmişlerdir. Ayetin devamında Allah, sahtekarlıklarının ardına gizlenerek Peygamberden izin isteyen bu kimselerin samimiyetsizliğini ve asıl kendilerinin fitnede olduklarını haber vermiştir.
Samimiyetsiz insanların çevrelerini ikna etmek için sığındıkları bir başka bahane tarzı ise "dünya hayatının meşgalelerini öne sürmeleri"dir. Yine Peygamberimiz (sav) döneminde, Müslümanlara destek olmaya çağrıldıklarında, fedakarlıktan kaçmaya çalışan insanlar "evlerinin açık olduğu" mazeretini öne sürerek geride kalmak istemişlerdir:
Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzab Suresi, 13)
Bu kimseler, Peygamberin çağrısına uyduklarında büyük bir zorluk, sıkıntı ve tehlike içerisine gireceklerini düşünerek, kendilerini bu durumdan kurtarabilecek mazeretler bulmaya çalışmışlardır. Evlerinde de kendilerine ihtiyaç olduğunu, orada da sorumluluk alınması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Ancak Allah onların yalnızca 'yalan söylemekte' olduklarını bildirmiştir. Söz konusu kişiler, Allah'ın rızasının Peygamberin çağrısına uymakta, Müslümanlara destek olmakta olduğunu elbette çok iyi bilmektedirler. Ayetin devamında bildirildiği gibi, asıl amaçları ise "sorumluluktan ve fedakarlıktan kaçmak"tır.
Bu bahane tarzları akla gelebilecek her konuda ortaya çıkabilmektedir. Dünya üzerinde yaşayan yardıma muhtaç insanların durumunu bilen her mümin, tüm bu sorunların sorumluluğunu üstlenmesi ve bu konuda elinden geleni yapması gerektiğini bilmektedir. Bunun Kuran ahlakının, vicdan sahibi olmanın bir gereği olduğunun farkındadır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, samimiyetsiz bir kişi bu sorumluluktan kaçmak ya da sorumluluklarını başka insanların üzerine bırakmak için "gücünün yetmediği, şartların müsait olmadığı, ilgilenmesi gereken başka sorunlarının olduğu" mazeretlerine sığınır. Bu amaçla kimi zaman sağlığını, kimi zaman üzerindeki sorumlulukları, kimi zaman da maddi ihtiyaçlarını öne sürerek, gerçekte kendisini hiç ilgilendirmediğini düşündüğü bu konular için imkan bulamadığını söyler. Gerçekte ise asıl amaçları öne sürdükleri bahanelerle mücadeleden kaçmak, bunu başkalarının üzerine bırakmaktır.
Onlar bu ahlakı gösterip sözde kendilerini sorumluluktan kurtarmaya bakarken, insanlar zulüm görmeye, acımasız uygulamalar ve zor şartlar altında ezilmeye devam etmektedir. Ancak bu vicdansızlık içerisindeki insanlar bu durumun farkına bile varmamaktadırlar. Kendilerince böyle konular için rahatlarını kaçırmaktansa, dünya hayatının meşgaleleriyle oyalanmayı daha önemli ve daha çekici görmektedirler. Bunun yanı sıra, aynı bakış açısına sahip olan insanların sayıca çoğunlukta olması da bu kişileri aldatmaktadır. Oysa unutulmamalıdır ki ahirette her insan tek başına hesap verecektir. Allah "öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın va'di haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telaşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler." (Rum Suresi, 60) ayetiyle bu tür insanlardan etkilenip gevşeklik göstermemeleri konusunda müminleri uyarmaktadır.
"Artık sen Allah yolunda savaş, kendinden başkasıyla yükümlü tutulmayacaksın. Müminleri hazırlayıp-teşvik et. Umulur ki Allah, küfredenlerin ağır-baskılarını geri püskürtür. Allah, 'kahredici baskısıyla' daha zorlu, acı sonuçlandırmasıyla da daha zorludur." (Nisa Suresi, 84) ayetiyle ise, Allah bu kimselere çok önemli bir gerçeği bildirmiştir. Allah, insanlardan gelecek tüm zorluk ve sıkıntıları gidermeye kadirdir. Allah'a dayanıp güvenen bir kimse, Allah'ın yardımıyla tüm zorlukların üstesinden gelebilir. Ancak bundan kaçındığı takdirde Allah'ın zorlu azabıyla karşılaşabilir ki, Allah'ın dışında insanı bu zorlu azaptan koruyabilecek başka hiçbir güç yoktur. İnsanın bu gerçeği iyi düşünerek Allah korkusuyla samimi davranmaya ve Allah'ın rızasını herşeyin üzerinde tutmaya yönelmesi gerekmektedir.
Mümin olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 15)
Fedakarlıkta bulunmayı kendileri için bir kayıp olarak gören insanlar, önceki bölümde anlatıldığı gibi, kendilerini temize çıkarmak için pek çok mazeret öne sürerler. Ancak gerçekte kendileri de kalplerinde olan samimiyetsizliği elbette çok iyi bilmektedirler. Tüm bu bahaneleri yalnızca insanları ikna etmek, çevrelerindeki kişiler arasındaki itibarlarını koruyabilmek için kullanmaktadırlar. Nitekim Müslümanlar da Kuran'ı kendilerine rehber edinmiş olmalarından dolayı, onların bu tavırlarının gerçekte neden kaynaklandığını bilmektedirler.
Söz konusu kişilerin Allah'ın rızasını kazanabilecekleri halde sorumluluk üstlenmekten, fedakarlıkta bulunmaktan kaçınmalarının en temel sebeplerinden biri "kalplerinin kuşkuya kapılmış ve kararsızlığa düşmüş olmaları"dır. Kuran'da bu durum şöyle bildirilmektedir:
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
... Gerçekten onlar, bundan (Kur'an'dan) yana kuşku verici bir tereddüt içindedirler. (Hud Suresi, 110)
Senden, yalnızca Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp, kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister. (Tevbe Suresi, 45)
Allah, insanları şeytanın bu kandırmacasına karşı "Gerçek (hak) Rabbinden (gelen)dir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma." (Bakara Suresi, 147) ayetiyle uyarmış, Allah Katında asıl makbul olanın her ne zorlukla karşılaşılırsa karşılaşılsın tereddüte kapılmadan azimle çaba göstermeye devam etmek olduğunu bildirmiştir:
Mümin olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 15)
Söz konusu kişiler Allah'ın, ahiretin ve hesap gününün varlığından yana kuşkuya düşmüş, dünya hayatının menfaatlerini daha yakın ve daha kolay görmüşlerdir. Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğunu, herşeyi hayırla yarattığını, iman edenlerin yardımcısı olduğunu unutmuşlardır. Tevekkülsüzlüğe ve gelecek endişesine kapılmış, "Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır."(Maide Suresi, 56) ayetiyle vadedildiği gibi, samimi insanların mutlaka üstün geleceğini unutmuşlardır. Allah yolunda hizmet etmeleri ya da fedakarlık göstermeleri gerektiğinde kaçmaya çalışmalarının en önemli sebeplerinden biri de yaşadıkları bu gaflet hali ve kalplerindeki kuşkudur.
Bu durumun ikinci bir nedeni ise, vicdanlarını örten bu insanların, "Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar."(İnsan Suresi, 27) ayetiyle bildirildiği gibi, "dünya hayatını ahirete tercih etmeleri"dir. Oysa dünya hayatının menfaatleri ne kadar yakın ve kolay görünse de, Kuran ayetlerini bilen bir insan asıl kalıcı ve sürekli olanın ahiret nimetleri olduğunu bilir. Ancak imanları zayıf olan bu kimseler dünya hayatına daha çok önem vermektedirler. Kalplerinden dünya süslerine karşı duydukları tutku ve hırsı atamadıkları için, bunlardan feragat etmeyi de kabul edemezler. Din ahlakına ve Müslümanlara karşı bir yakınlık duymaktadırlar; ama dünya hayatı, yakınları, meşgul oldukları işler, yaptıkları ticaret, sahip oldukları mal mülk, insanlar arasında elde ettikleri itibar, onlar için Allah'ın rızasından daha önemlidir. Dilleriyle belki bunu açık açık söylemezler, ama yaşam tarzları, dünyadan yana gösterdikleri çaba bu gerçeği açıkça ortaya koyar. Kuran'da, gerçekte fasık olan bu kimselerin durumuna şöyle dikkat çekilmektedir:
Ey iman edenler, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi?Allah'a ve O'nun Resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. (Saf Suresi, 10-11) |
De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda mücadele etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)
Bedevilerden geride bırakılanlar, sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: "Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah yaptıklarınızı haber alandır." (Fetih Suresi, 11)
Bu samimiyetsiz ahlakı yaşayan insanların fedakarlık söz konusu olduğunda gerisin geriye kaçmalarının bir diğer nedeni ise "kendi menfaatlerini Allah'ın rızasından daha üstün tutmaları'dır. Temelde samimiyetsiz bir iman anlayışı içerisinde olmalarından dolayı, – kendi menfaatlerine dokunmadığı sürece- dünya üzerinde olup biten hiçbir konu onları gerçek anlamda ilgilendirmez. Böyle bir konunun muhatabı olduklarında nezaketen ilgileniyormuş gibi, kalıplaşmış birkaç söz eder, ancak fiili olarak hiçbir şekilde harekete geçmeyi düşünmezler.
Kuran'da, Peygamberimiz (sav) döneminde de aynı ahlak anlayışıyla hareket eden insanların, ellerinde güç ve servet gibi imkanlar olduğu halde, yalnızca kendi rahatlarını düşünmelerinden dolayı Resulullah'tan geride kalanlarla birlikte kalmayı talep ettikleri bildirilmektedir:
"Allah'a iman edin, O'nun elçisi ile cehd etmeye (çaba harcamaya) çıkın" diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım" dediler. (Savaştan) Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar. (Tevbe Suresi, 86-87)
Bedevilerden özür belirtenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah'a ve elçisine yalan söyleyenler de oturup kaldı. Onlardan inkar edenlere pek acı bir azap isabet edecektir. (Tevbe Suresi, 90)
Kuşkusuz bu durum, iman ettiklerini ve Allah'ın rızasını kazanmak için yaşadıklarını söyleyen bu insanların gerçekte ahiretten çok dünyaya önem verdiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Söz konusu kimselerin fedakarlıktan kaçmalarının bir diğer nedeni ise "korkak olmaları"dır. Allah'ın tüm insanların hakimi olduğunu, dilediği an dilediği şeyi yaratmaya kadir olduğunu unuturlar. çevrelerindeki insanların Allah'tan bağımsız müstakil birer güce sahip olduklarını sanarak insanlardan çok fazla çekinirler. Onların ne diyecekleri, haklarında ne düşünecekleri son derece önemlidir. Aynı şekilde insanlara gelecek zararı önleyebilecek ve onlara hayır ulaştırabilecek tek gücün Allah olduğundan da gafildirler. Bu nedenle güç sahibi sandıkları insanların kendilerine zarar verebileceklerini, ama eğer onların gönüllerini hoş tutarlarsa kendilerine fayda sağlayabileceklerini düşünerek onları memnun etmeye çalışırlar. Oysa bu büyük bir yanılgıdır. Tüm insanları yaratan Allah'tır ve an an onların her tavrını Allah belirlemektedir. Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin bir başkasına zarar vermesi ya da menfaat sağlaması söz konusu değildir. Kuran'da bu kimselerin ahlakı şöyle bir örnekle bildirilmiştir:
Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 14)
Allah bu kişilerin, içlerindeki korku nedeniyle, ancak dünya menfaatlerini garanti altına aldıkları, insanlardan zarar görmeyeceklerine emin oldukları takdirde fedakarlığa ve müminlere destek olmaya yanaşacaklarını bildirmiştir. Allah, zarar görmekten çekindikleri için Kuran ahlakını yaşamaktan kaçan bu insanlara "kaçışın bir fayda sağlamayacağını" ve "pek az bir zaman dışında dünyadan metalanıp yararlanmalarının mümkün olmadığını" ayetlerde şöyle bildirmektedir:
De ki: "Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında metalanıp-yararlandırılmazsınız."
De ki: "Size bir kötülük isteyecek olsa sizi Allah'tan koruyacak, veya size bir rahmet isteyecek olsa (buna engel olacak) kimdir?" Onlar, kendileri için Allah'ın dışında ne bir veli, ne bir yardımcı bulamazlar.
Gerçekten Allah, içinizden alıkoyanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri bilir. Bunlar, pek azı dışında zorlu-savaşlara gelmezler.
(Geldiklerinde de) Size karşı 'cimri ve bencildirler.' Şayet korku gelecek olsa, ölümden dolayı üstüne baygınlık çökmüş kimseler gibi gözleri dönerek sana bakmakta olduklarını görürsün. Korku gidince, hayra karşı oldukça düşkünlük göstererek sizi keskin dilleriyle (eleştirip inciterek) karşılarlar. İşte onlar iman etmemişlerdir; böylece Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a göre pek kolaydır. (Ahzab Suresi, 16-19)
Allah bu kimselerin müminlere karşı "cimri ve bencil" bir ahlak içerisinde olduklarını, zorluğa gelemediklerini ve korkuyla karşılaştıklarında adeta "ölüm baygınlığı geçiriyormuşçasına" baktıklarını bildirmiştir. Ayrıca Allah bu kimselerin gerçekte iman etmemiş olduklarını haber vermiştir.
Allah'ın sonsuz gücünden gafil olan bu insanlar kimi zaman ellerinde çevrelerinde olup biten konulara çözüm getirebilecek, en azından bu amaca destek olabilecek pek çok imkan olduğu halde, insanlardan çekindikleri için bu cesareti ve fedakarlığı gösteremezler. örneğin pek çok ülkede halkın vicdani eğitimle bilinçlendirilmesi, birlik, beraberlik ve dayanışmaya, fedakarlığa teşvik edilmesi, yaşanan sorunların çözümlenmesine faydalı olabilecek bir yoldur. Aynı şekilde insanların adaletsiz uygulamalarının, zulümden çekinmemelerinin, kargaşa ve terör ortamları oluşturmalarının temelinde de Allah korkusundan habersiz yaşamaları yer almaktadır. Bu insanlara Allah'ın varlığının delillerinin, iman hakikatlerinin, ahiret inancının, hesap gününün anlatılması, pek çok kişinin vicdanlı davranmasını ve böylece toplumda huzur ve barışın yaşanmasını sağlayacaktır. Kuşkusuz tüm bunların geniş kitlelere anlatılmasında televizyon, radyo ve basın gibi iletişim araçlarının rolü son derece büyüktür.
Mümin olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 15) |
Vicdanın gereği, bu tür imkanlara sahip olan kimselerin yalnızca kendi ticari menfaatlerini düşünmek yerine, toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak hareket etmeleridir. Ancak halkın böyle zor şartlar altında olduğu kimi ülkelerde, insanlar bu ihtiyacın farkında oldukları halde, sahip oldukları imkanları bu amaçla kullanmaktan çekinirler. Allah'ın rızasındansa çevrelerindeki insanların gösterecekleri tepkileri daha fazla önemser, rahatlarının bozulmasından, imkanlarına bir zarar gelmesinden aşırı derecede korkarlar.
Sırf zorlukla karşılaşmamak için, pek çok hayra vesile olabilecekleri çok önemli imkanları gereği gibi kullanamazlar. İman etmeyenlerin kendilerini yargılamalarından çekinerek Allah'ın adını anıp yücelten, insanlara imanı sevdirecek, güzel ahlakı öğütleyecek faaliyetlerde bulunmaktan çekinirler. Bazen de vicdanlarının baskısı nedeniyle bu tür girişimlerde bulunur ancak bunu da yine tepki almamak için olabildiğince sınırlı tutarlar. Bu şekilde vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar ancak her insan ahirette yapabileceğinin en fazlasını yapıp yapmadığından sorumlu tutulacaktır. Unutulmamalıdır ki aksinde, bir parça dünyaya yönelip bir parça da Müslüman ahlakı göstermek kişinin ahiret kurtuluşu için yeterli olmayabilir. Allah Kuran'da bu durumu insanlara şöyle bildirmektedir:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol bulamazsın. (Nisa Suresi, 142-143)
Bu kimselerin hizmetten, fedakarlıktan ve sorumluluktan kaçınmalarının bir diğer sebebi ise dünya hayatına yönelik bir "gelecek endişesi içerisinde yaşamaları"dır. Kuran'da "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin -hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size Kendisi'nden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir." (Bakara Suresi, 268) ayetiyle belirtildiği gibi, bu kişiler fakirleşmekten, sahip oldukları imkanları kaybetmekten, kendi imkanlarından feragat ettikleri takdirde ileride bunun kendilerini sıkıntıya sokmasından endişe ederler. Bu nedenle özellikle maddi açıdan etkileneceklerini düşündükleri konularda fedakarlıkta bulunmaktan kaçınırlar.
Allah'ın "Allah'a ve ahiret gününe inanarak Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan infak etselerdi, aleyhlerine mi olurdu? Allah, onları iyi bilendir." (Nisa Suresi, 39) ayetiyle hatırlattığı gibi, bunun dünyada ve ahirette kendileri için nasıl büyük bir kazanç vesilesi olacağının şuurunda değillerdir. Bunların hepsine kendi çabalarıyla sahip olduklarını sanır ve yine bunları kendi çabalarıyla koruyup artırabileceklerini düşünürler. Sahip oldukları herşeyi kendilerine verenin Allah olduğunu unuturlar. Oysa mülkün tek sahibi Allah'tır ve bunu dilediği an dilediğine verecek tek güçtür.
Görüldüğü gibi, konu her ne olursa olsun insanların Müslümanlara destek olmaktan, sorumluluk almaktan kaçınmalarının ve orta bir yol tutmalarının temel nedeni "samimi iman etmemiş olmaları"dır. Bu zayıf iman şekli, söz konusu kişilerin hayatlarının her safhasında; dine hizmette, güzel ahlakta, Allah'ın rızasını aramakta çekimser bir tavrı göstermelerine neden olmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki Allah Kuran'da "Rabbimiz'e ibadet etmekte çekimser davranmanın acıklı bir azapla karşılık göreceğini" bildirmektedir:
Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sahibi) melekler, Allah'a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar. Kim O'na ibadet etmeye 'karşı çekimser' davranırsa ve büyüklenme gösterirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzurunda toplayacaktır. (Nisa Suresi, 172)
Ama iman edenler ve salih amellerde bulunanlar, onlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara Kendi fazlından ekleyecektir de. çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azapla azaplandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 173)
Böyle bir durumda iman eden, Kuran ayetlerinden haberdar olan her insanın vicdanını gereği gibi kullanmak ve Kuran ahlakını gücünün yettiği en fazlasıyla yaşamak için bir kez daha niyet etmesi gerekmektedir. Bu ahlak gösterildiğinde Allah'ın yardımı ve desteği bu kişilerle birlikte olacak, Allah gösterdikleri her çabaya dünyada ve ahirette en güzel karşılığı verecektir.