Bir kimsenin imanının, Allah'a olan bağlılığının, sevgisinin ve korkusunun derecesini ancak Allah bilebilir. Kuran'da bu gerçek "... O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir." (Hud Suresi, 5) ayetiyle bildirilmiştir. İnsanlar ise bir kişinin imanı ve Allah korkusu hakkında ancak dıştan gördükleri bazı alametlere göre bir kanaate varabilirler. Bu alametlerin neler olduğunu da Allah Kuran ayetleriyle bildirmiştir. Kuran'da bildirilen ibadetleri eksiksiz olarak yerine getirmek, Allah'ın sakınılmasını bildirdiği tavırlardan sakınıp, O'nun razı olacağı ahlakı, gücünün yettiğinin en fazlasıyla yaşamaya çalışmak, kişinin ihlasının ve takvasının önemli göstergelerindendir.
Allah Kuran'ın pek çok ayetinde, iman ettiklerini söyledikleri halde kalplerinde gerçek imanı yaşamayan samimiyetsiz insanlar hakkında bilgi vermiştir. Bu kimseler, belirli konularda müminlerin tavırlarına benzer davranışlarda bulunabilirler. Kuran'da belirtilen bazı ibadetleri yerine getirebilir, Allah'ın sakınılmasını bildirdiği konuların bazılarına dikkat ederek müminlere benzer bir yaşam tarzı sürebilirler. Ancak bir de bazı mümin özellikleri vardır ki, bunlar bir insanın gerçekten samimi olarak iman edip etmediğini ortaya koyar ve bunların taklidi olarak yaşanması pek mümkün değildir. Kesin bir kararlılıkla ve hiçbir şart koşmadan yaşanılan fedakarlık bu ahlak özelliklerinden biridir. Pek çok konuda müminleri taklit edebilen, ancak samimi imanı gereği gibi yaşamayan bu insanlar, yalnızca Allah'ın rızasını, sevgisini ve ahireti hedefleyerek fedakarlıkta bulunmaları gerektiğinde buna güç yetiremezler. Kimi zaman insanlara gösteriş yapabilmek, kimi zaman gerçek ahlak anlayışlarını gizleyebilmek kimi zaman da çeşitli menfaatler elde edebilmek için fedakarlık görüntüsünde çeşitli girişimlerde bulunabilirler. Ancak karşılığında hiçbir menfaat elde edemeyeceklerinden emin olduklarında bu konudaki isteksizlikleri ciddi şekilde dikkat çeker. özellikle de kendi açılarından bir menfaat kaybı söz konusu olduğunda, maddi ya da manevi açıdan bir zarara uğrayacaklarını düşündüklerinde, yalnızca imanın kazandırabildiği bu gücü kendilerinde bulamamakta ve böylece samimiyetsizlikleri ortaya çıkmaktadır.
İman edenler için ise, Allah için fedakarlık gösterebilecekleri bir durumla karşılaşmak, imanlarını ve samimiyetlerini gösterebilecekleri çok değerli fırsatlardır. Onlar, insanın nefsiyle çatışan, zorluk ya da sıkıntıya girmesini, sabır göstermesini, çaba harcayıp menfaatlerinden ödün vermesini gerektiren ortamların, Allah'ın özel olarak yarattığı hikmetli olaylar olduğunu bilirler. Dünya hayatının Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmeleri için yaratılmış kısa ve geçici bir imtihan ortamı olduğunun bilinciyle hareket eder, bu nedenle asıl olarak Allah'ın rızasını ve ahiret kazancını isterler. Allah Kuran'da dünya hayatı ile ilgili gerçeği şöyle bildirmektedir:
"Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi." (Ankebut Suresi, 64)
Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette(ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)
Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir; (Şura Suresi, 36)
Allah dünya hayatında insanları türlü olaylarla denemektedir. Böylece Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini üstün tutanlarla nefislerine yenilenler ortaya çıkmaktadır. Bunun için "Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz." (Enbiya Suresi, 35) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah insanı kimi zaman çeşitli nimetlerle, kimi zaman da çeşitli zorluklarla imtihan etmektedir. Allah Kuran'da dünya hayatının yaratılış amacını şu şekilde haber vermektedir:
O'nun arşı su üzerinde iken amel bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur... (Hud Suresi, 7)
O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Allah'ın yarattığı bu imtihan ortamında makbul olan, insanın gücünün yettiği en son noktaya kadar samimiyetle çaba göstermesi ve Allah'ın razı olacağı ahlakı yaşayabilmek için her türlü fedakarlığı göze almasıdır. Kuran'da asıl büyük fazlın (lütuf, ihsan) "hayırlarda yarışıp öne geçmek" olduğu şöyle bildirilmiştir:
Sonra Kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi, 32)
... Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Maide Suresi, 48)
Allah'ın rızasını kazanabilmek için hayırlarda yarışan bir insan, imtihan olarak karşısına çıkan tüm olaylarda büyük bir şevk, irade ve fedakarlık ruhu içerisinde hareket eder. Bu samimi ve ihlaslı tavır, iman eden kişinin, beraberinde daha pek çok güzel ahlak özelliği kazanmasını sağlar. Fedakar olan bir insan aynı zamanda tevekküllü, teslimiyetli, cesaretli, sabırlı, merhametli, yardımsever, hoşgörülü, ince düşünceli ve şükredici bir ahlaka sahip olur. Bu kişi, dünya hayatından ya da nefsinin isteklerinden yana bir hırs ve tutku içerisinde olmadığını, yalnızca Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini hedeflediğini açıkça ortaya koymuştur. Allah'a derin bir sevgi ve saygı dolu bir korku ile bağlı olduğunu, bu sevgisinden dolayı kendi çıkarlarından hiç düşünmeden vazgeçebildiğini göstermiştir.
Büyük İslam alimlerinden İmam Gazali, Allah'ın rızası, sevgisi ve sonsuz cenneti yanında dünya hayatının ne kadar değersiz kaldığını ve Allah'ın rızasını tercih eden bir kişinin ne kadar büyük mükafatlara layık görüleceğini şöyle bir örnekle anlatmıştır:
Bir kimsenin çok kıymetli ve nefis bir mücevheri olduğunu düşünelim. Bunu yüklü bir bedel karşılığında satması mümkün iken götürüp birkaç kuruşa satsa; bu davranış o kişi için büyük bir zarar ve muazzam bir aldanma olmaz mı? Aynı zamanda bu davranış himmetinin (emeğinin) düşüklüğüne, görüşünün zayıflığına ve aklının kıt olduğuna delalet etmez mi?
İşte bir kulun alemlerin Rabbinden alacağı rıza, mükafat, övgü ve sevap ile yetinmeyerek bunun yanında insanlardan elde edeceği övgü ve dünyalıklar, milyonlara hatta dünya ve içindekilerden daha fazlasına nisbetle bir kuruş kadar bile değer ifade etmez. O halde, şu değersiz dünyalıklar karşılığında Allah Teala'nın Yüce ve değerli ikramlarını kaybetmek apaçık bir aldanış değil midir?
Eğer bu değersiz dünyalıklar sana mutlaka gerekli ise, sen yine de ahirete yönel; göreceksin ki dünya da peşinden gelecektir. Sen sadece Rabbinin rızasını talep et, o da iki cihanın da sahibi olan Yüce Zat'tır.
Resullullah (s.a.v.) da şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki Allah Teala ahirete ait bir amel karşılığında dünyalık verir; fakat dünyalık bir amel karşılığında ahireti vermez!" (Suyuti, Münavi)
öyleyse amelleri halis niyetle sırf Allah rızası için yapan ve himmetini ahireti kazanmak için sarf eden kimse hem dünyasını ve hem de ahiretini mamur etmiş (kalkındırmış) olur. Eğer dünyaya yönelirse ahiretini kaybettiği gibi, belki de arzu ettiği dünyalıklara da nail olamaz (sahip olamaz). Nail olsa (sahip olsa) bile o dünyalıklar elinde baki kalmaz. Sonunda hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayanlardan olur. 1
Kuran ahlakını yaşamayan kimseler, nefislerini sahiplenmeleri ve koruyup kollamaları gereken bir varlık olarak görürler. Var güçleriyle onu desteklemeye, onun isteklerini yerine getirmeye ve savunuculuğunu yapmaya çabalarlar. Tüm yaşamlarını; ideallerini, dostluklarını, hayata bakış açılarını nefislerinin talepleri doğrultusunda yönlendirirler. Nefislerini, adeta itaat edip tabi olmakla, ne isterse yerine getirmekle yükümlü oldukları bir güç gibi görürler. Ona uydukları takdirde mutlu olabileceklerine inanırlar.
Oysa bu düşünceler çok yanlış bir inanca dayanmaktadır. Allah Kuran'da nefsin gerçek konumunu ve insanları nasıl bir sona doğru sürükleyeceğini bildirmiştir. "Ben nefsimi temize çıkaramam. çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53) ayetiyle bildirildiği gibi, nefis Allah'ın dilemesi dışında insanı daima kötülüğe sevk eder. Bu nedenle insan ona uyarak değil, tam tersine ancak ondan sakınarak mutluluğa ve huzura kavuşabilir. İnsanın nefsini sahiplenip, adeta bir köle gibi onun isteklerine boyun eğmek yerine, nefsini kendi buyruğu altına alması ve onu istediği gibi yönlendirmesi gerekir.
İnsan nefsi pek çok kötülükle birlikte yaratılmıştır, asıl olan vicdanın sesini dinleyip iyilikten yana hareket etmektir. Aksinde nefsi kişiye Allah'ın razı olmayacağı bir ahlakı benimsetecek, dünyada ve ahirette onu büyük bir hüsrana sürükleyecektir. Nefsini eğitebilmesi için ise, Allah insanın vicdanına her türlü kötülükten sakınmanın ve iyiliği yaşamanın yollarını ilham etmiştir. Kuran'da insanın kurtuluş yolu şöyle haber verilmektedir:
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-I İmran Suresi, 134) |
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
İman edenler Kuran'ı kendilerine rehber edindikleri için bu önemli gerçeğin farkındadırlar. Bu nedenle daima vicdanlarının sesine uyarlar. Derin iman sahibi olmayan insanlar ise, bu gerçeği bilmelerine rağmen kimi zaman nefislerinin isteklerine yenik düşebilirler. Bunun sonucunda dünya hayatına ilişkin bazı konular onlar için Allah'ın rızasını kazanmaktan daha önemli hale gelir. İyi bir iş sahibi olmak, iyi bir evlilik yapabilmek, iyi bir arkadaş çevresi edinip itibar kazanabilmek, zengin olup lüks bir yaşam sürebilmek, dünya hayatının tüm nimetlerinden olabildiğince faydalanabilmek gibi konular bu insanların asıl yaşama amaçları olabilir. Burada yanlış olan, söz konusu insanların bu konuları Allah'ın rızasını kazanmaktan daha önemli görmeleri, tüm bunları Allah'ın hoşnutluğuna tercih etmeleridir. Yoksa elbette ki tüm bu sayılanlar insanların dünya hayatında meşru olarak sahip olabilecekleri şeylerdir.
Bu bakış açısına sahip olan insanlar genelde Allah'a, ahirete ve hesap gününe iman etmezler. Yalnızca dünya hayatından istifade ederek nefislerini hoşnut edebilmek için yaşarlar. Kimi insanlar ise kalplerinde dünya hayatına ve nefislerine karşı ciddi bir bağlılık olduğu halde, bunu insanlardan gizlemek isterler. Allah'a iman ettiklerini, dünya hayatındaki asıl amaçlarının Allah'ın rızasını kazanmak olduğunu söyler, tüm çabalarının bunun için olduğunu öne sürerler. Belki birçok konuda Kuran ahlakına benzer tavırlar sergileyebilirler ama, nefislerinin istekleriyle çatıştıklarında hemen gerçek yüzlerini gösterirler. çünkü gerçekte Kuran ahlakını, ancak "çıkarlarıyla çatışmadığı sürece ve menfaatlerinin izin verdiği ölçüde" yaşamaktadırlar.
Günlük hayatta bu durumun çeşitli örneklerine rastlayabilmek mümkündür. örneğin gelecek endişesine kapılan bir kimse, dünya hayatında kendisinin ve ailesinin maddi ya da manevi çıkarlarını garanti altına almasının, Allah'ın rızasını kazanmaktan daha önemli olduğunu düşünür. Kuran ahlakına uygun bir çaba içerisinde olması gerekirken, şahsi çıkarlarını daha önemli görebilir. Gerçek anlamda iman etmeyen ve Allah'ın rızası yerine kendi menfaatlerini gözeten bu gibi samimiyetsiz insanların ruh haline Kuran'da şöyle dikkat çekilmiştir:
İşte kalplerinde hastalık olanları: "Zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya Katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır. (Maide Suresi, 52)
Bu ahlaktaki bir kişi her işin Allah'ın kontrolünde ve ancak O'nun izniyle gerçekleştiğini düşünmez. Oysa şu anda olduğu gibi gelecekte de karşısına çıkacak olan her olay, ancak Allah'ın izniyle yaşanacaktır. İnsan ne tedbir alırsa alsın, ne kadar çok çaba harcarsa harcasın, eğer bir zorlukla karşılaşacaksa bunu engellemeye gücü yetmeyecektir; Allah dilediyse bu olay yaşanacaktır. Aynı şekilde eğer bir iyilikle karşılaşacaksa, bunu da engellemeye kimsenin gücü yetmeyecek ve bu iyilik Allah'ın dilemesiyle gerçekleşecektir.
Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-I İmran Suresi, 114) |
Bu gerçeğin şuurunda olan bir insan, dünya hayatından ve geleceğinden yana hiçbir endişeye kapılmaz. Samimi olduğu, daima Allah'ın rızasını gözettiği sürece, Allah'ın yardımı, rahmeti ve desteği Allah'ın izniyle mutlaka onunla birlikte olacaktır. Allah Kuran'da iman edenlere bu rahmetini "... Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder..." (Hac Suresi, 40) ayetiyle müjdelemiştir. Tüm nimetleri kendisine ulaştıracak olanın yalnızca Allah olduğunu unutan bir kimse ise, bunları kendi çabasıyla elde edebileceğini düşünüp dünyanın peşinde koşmakla büyük bir yanılgıya kapılır.
Samimi iman eden kimseler için, hayatları boyunca karşılaşacakları hiçbir olay, Allah'ın rızasını kazanmaktan daha önemlidir. Ne dünya malı, ne gelecek kaygısı, ne zenginlik, ne de makam ve itibar gibi konular onlar için Allah'ın beğendiği ahlakı yaşamaktan daha önemli değildir. Bu amaçları uğrunda, zorluk ya da sıkıntı içerisine girmeleri gerekse dahi asla taviz vermezler. Allah'ın rızasını kazanabilmek için her türlü fedakarlığı seve seve göze alırlar. Allah'ın dostluğunun, sevgisinin ve rahmetinin, dünya hayatının hiçbir nimetiyle kıyaslanamayacak ve hiçbir şeye değişilemeyecek kadar büyük ve değerli nimetler olduğunun farkındadırlar. Kuran'da müminlerin bu vasıfları şöyle bildirilmektedir:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (En'am Suresi, 162)
Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)
Bir başka ayette ise, salih müminlerin Rabbimiz'in rızasını kazanabilmeyi nefislerinin isteklerinden üstün tuttukları bildirilmektedir :
Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 114)
İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır. (Bakara Suresi, 207)
Müminler ayetlerde belirtildiği gibi Allah'ın rızasını kazanabilmek için gerektiğinde hiç düşünmeden herşeyden feragat edebilirler. Allah'ın ahirette kendilerini, herşeyin daha güzeliyle mükafatlandıracağını bilir, dünya hayatlarını hiçbir zaman için kendi çıkarları, rahatları peşinde koşarak geçirmezler. Yaptıkları fedakarlıklar karşısında da insanlardan yana hiçbir karşılık beklemez, yalnızca Allah'ın rızasını kazanmayı umarlar. Kuran'da müminlerin bu ahlakı şöyle bildirilmiştir:
Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. (İnsan Suresi, 9)