Tefekkürün önemli bir parçası da dikkattir. Başta da belirttiğimiz gibi, Allah, tüm evreni ve o evrenin her parçasını Kendi varlığının delillerini göstermek için yaratmıştır. Ancak inkarcılar bu gerçeği kavrayamazlar. Çünkü bu inceliği kavrayacak bir "görme" yeteneğine sahip değildirler. Kuran'da bildirildiği gibi "... gözleri vardır bununla görmezler...". (Araf Suresi, 179) Gözleriyle gördükleri maddesel evrenin üzerindeki ince perdeyi kaldırıp, arkasındaki büyük gerçeği fark edebilecek bir akla ve kavrayışa sahip değildirler.
Mümin ise, Allah'ın kainatı bir hikmet ile ve bir amaç üzere yarattığını kabul etmekle, bu, gözleri olan ancak görmeyen güruhtan ayrılır. Ancak bu kabul imanın ilk aşamasıdır. İman ve ona paralel olarak akıl geliştikçe, mümin kabul ettiği bu büyük gerçeği karşısına çıkan her ayrıntıda teşhis etmeye başlar.
İmanın söz konusu gelişimi üç aşamaya ayrılır; İlm-el yakin, Ayn-el yakin, Hakk-el yakin.
Bu evreleri açıklamak için kullanılan bir yağmur örneği vardır. Dışarıda yağmurun yağdığını bilmenin üç derecesi bulunur. Birinci derecede yani ilm-el yakinde, bir kişi pencereleri kapalı bir biçimde evinde oturmakta iken dışarıdan gelen birisi, ona yağmurun yağdığını söyler ve o da onun doğruluğuna inanır. İkinci derece, ayn-el yakin, yani gözle kavrama derecesidir: Kişi, pencerenin yanına gider, perdeyi aralar ve yağmurun yağdığını gözleriyle görür. Hakk-el yakinde ise, kapıyı açar ve evden çıkar; artık yağmurun "içinde"dir.
İşte imanın ilm-el yakinden ayn-el yakine, hatta daha da ilerisine gitmesi için yapılması gereken fiili dualardan biri, dikkatli olmaktır.
Çünkü Allah'ın ayetlerini görebilmek ve inkarcılar gibi "gözleri olan ama görmeyen"lerden olmamak için, bu gerekir. Nitekim Kuran'da müminler, Allah'ı kavramak için dikkatli olmaya çağrılmaktadırlar. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Dikkatli olun; göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. O, üzerinde bulunduğunuz şeyi elbette bilir. ve O'na döndürülecekleri gün, yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah, herşeyi bilendir. (Nur Suresi, 64)
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
Allah'ın ayetlerini her yerde görebilmek için bu konu üzerinde düşünme ve bunun için zihni eğitmek gerekmektedir. Aksi halde, kendi başına bırakılan bir zihin, kontrolsüz bir biçimde dolaşmaya başlar. Birkaç saniye içinde konudan konuya atlar ve "boş işler"le, gereksiz ayrıntılarla, küçük hesaplarla kendini meşgul eder. Bu, bir tür sarhoşluktur. Kişi, aklını kontrol edemez. Herhangi bir konu üzerinde yoğunlaşıp dikkatini toplayamaz. Böyle olunca da, hem etrafında gelişen olayların inceliklerini kavrayamaz, yani tefekkür edemez, hem de bu olaylara müdahale edecek bir iradeye sahip olamaz. Aksine kişinin düşünceleri olaylar tarafından yönlendirilir.
Oysa mümin, Allah'ın izniyle düşüncelerini dilediği gibi yönlendiren, aklını sürekli Allah'ı tanımak, Allah'ın şanını yüceltmek, O'nun dinine hizmet etmek için kullanan insandır. Bu nedenle iman eden bir insan aklına boş bir düşünce geldiğinde bunu hemen fark eder. Şeytanın aklına bir kuşku ya da kuruntu sokmaya çalıştığını anlayarak Kuran'da tarif edildiği şekilde zihnini bu baskıdan kurtarır. İşte tüm bu "aklı temiz tutma" çabasının en önemli parçası dikkattir.
Allah herşeyi bir hikmet üzerine yaratır. Bu hikmetlerden biri de, Rabbimiz'in meydana getirdiği olayların sonucunun müminler için mutlaka hayır olmasıdır. Allah müminlerle beraberdir ve müminlerin aleyhine yol vermez.
Müminin karşısına çıkan bazı olaylar, örneğin inkarcıların kurduğu bir tuzak, ilk bakışta olumsuz, aleyhte bir durum gibi gözükebilir, ama Allah mutlaka bunda da bir hayır yaratmıştır. Bu olayda ne gibi hayırlar olduğunu da hemen veya zaman içerisinde müminlere gösterir. Bu yüzden müminlerin de karşılaştıkları her olayda bir hayır olduğunu bilmeleri gerekir.
Kuran kıssalarında bu konuya örnek teşkil eden birçok olay anlatılmaktadır. Hz. Yusuf (as)'ın hayatı bunlardan bir tanesidir. Hz. Yusuf (as) küçük bir çocukken kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, sonra oradan kurtulmuş, ancak bir süre sonra masum olduğu halde, suçlanarak zindana atılmıştır.
Hz. Yusuf (as)'ın yaşadıklarına benzer durumlarla karşılaşan bir insan eğer imana ve imanın getirdiği bilince sahip değilse, büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu, başına felaketlerin geldiğini düşünecektir. Oysa Hz. Yusuf (as) tüm bu olayların Allah'ın kontrolünde geliştiğini ve hepsinde mutlaka bir hayır olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. Nitekim Allah bir süre sonra tüm bu felaket gibi görünen olayların arkasındaki hayrı ona göstermiş ve Hz. Yusuf (as)'ı, atıldığı Mısır zindanlarından kurtararak o ülkenin yönetiminde söz sahibi bir kişi haline getirmiştir.
Bindiği gemide "kim denize atılacak" diye kura çekilen ve kura kendisine isabet edip denize atılan, sonra da dev bir balık tarafından yutulan Hz. Yunus (as)'ın durumu da Hz. Yusuf (as)'a benzemektedir. Kuran'da, Hz. Yunus (as)'ın Allah'ı "tesbih edenlerden" olduğu için o yerden kurtarıldığı ve sonra da ödüllendirildiği şöyle anlatılır:
Eğer (Allah'ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı, Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakaldı. Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık. ve üzerine, sık-geniş yaprakla (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik. Onu yüzbin veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik. Sonunda ona iman ettiler, Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Saffat Suresi, 143-148)
Kuran kıssalarında anlatılan tüm bu örnekler, insana önemli bir ders verir: Bir olayın "felaket" gibi görünmesi, onun gerçekte öyle olduğu anlamına gelmez. Eğer bir mümin, Allah'a güvenip dayanırsa, O'ndan yardım diler, O'na sığınırsa, onun başına gelecek hiçbir olay "kötü" değildir. Allah yalnızca onu imtihan etmek, Kendisi'ne olan sadakat ve inancını sağlamlaştırmak için çeşitli zorluklar meydana getirir, ama bunların hepsinin hayırlı bir sonucu olur.
İnkarcılar için ise bu durumun tam tersi söz konusudur. Hiçbir olay onlar için "hayırlı" değildir. Onlara görünürde zevk ve neşe veren, güzel gibi görünen şeyler de gerçekte ahirette çekecekleri azabı artıran sebepler olacaktır. İnkar edenlerin haksız olarak elde ettikleri tüm kazançlar, hesabı sorulacak birer günah olarak onlar adına yazılmaktadır. Allah, Kuran'da şu hükmü verir:
Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)
Cahiliye toplumu, adından da anlaşıldığı gibi, son derece bilgisiz, akılsız ve bilinçsiz bir toplumdur. Bu toplumun üyeleri, hayatlarını kesin gerçeklere, akla ve mantığa dayandırmazlar. Aksine boş ve batıl inançlar, gerçek dışı zanlar, temenniler ve sonuçta aldanışlarla yaşarlar. Bu aldanışların biri de, ölüm hakkındaki düşünceleridir. Ölümün, mümkün olduğunca akıldan uzak tutulması, düşünülmemesi gerektiği kanaatindedirler.
Böyle yapmakla, yani ölümü göz ardı etmekle yapmak istedikleri şey ise, kendi akıllarınca ölümden kurtulmaktır. Ölümü düşünmeyince, ölümden uzaklaştıklarını sanırlar. Elbette ki bu mantık, bir tehlikeden kurtulmak için kafasını kuma gömen devekuşununkinden daha farklı bir mantık değildir. Oysa bir tehlikeyi görmezlikten gelmek, o tehlikeyi yok etmez. Aksine o tehlikeye hazırlıksız yakalanmak ve dolayısıyla daha büyük zarar görmek anlamına gelir.
Mümin, her konuda olduğu gibi, bu konuda da cahiliye toplumunun mantığından tümüyle uzaktır. Onlar gibi açık ve kesin bir gerçeği yok sayarak hayali bir dünyada yaşamaz. Aksine, gerçek olduğu, şimdiye dek dünya üzerinde yaşamış olan istisnasız tüm insanların şahitliği ile kesin olarak ispatlanmış olan ölümü, ciddi bir biçimde düşünür. İnkarcılara ise Allah'ın Kuran'da bildirdiği bir emri uyarınca şöyle seslenir:
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)
Ölüm unutulması, düşünülmemesi gereken bir "musibet" değil, aksine insana hayatın gerçek anlamını öğreten ve dolayısıyla üzerinde yoğun biçimde düşünülmesi gereken büyük bir derstir. Mümin bu büyük olay üzerinde akılcı ve samimi bir biçimde düşünür. Allah'ın insanı bir süre yaşattıktan sonra neden bu dünyadan ayırdığını, neden tüm canlıları ölümlü kıldığını düşünür. Kuran'a göre, yaratılmış olan her varlık kısacası herşey ölümlüdür. Bu, onların aciz ve zayıf birer "kul" olduklarını gösterir. Hayatın sahibi Allah'tır; yaratılmışlar, ancak Allah'ın dilemesi ile hayat bulurlar ve yine Allah'ın dilemesi ile hayatlarını yitirirler. Allah ayetlerinde şöyle hükmetmektedir:
(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)
Herkes ölecektir ve en önemlisi, ne zaman nerede öleceğini kimse bilemez. Hiç kimsenin bir dakika sonra hayatta kalacağına dair bir garantisi yoktur. Bu nedenle, mümin sanki her an ölecekmiş gibi davranmalıdır. Ölümü sık sık düşünmek müminin ihlasını korumasını ve hep şuurlu hareket etmesini sağlar, Allah korkusunu artırır, nefsini terbiye etmesine yardımcı olur.
Kuran'da, her insanın bir gün öleceği şöyle bildirilmiştir:
Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 34-35)
ADNAN OKTAR: Bir de kardeşim, dünyada ne var yani? Yemek var, yani onu bile bir tabak, birkaç tabak yenebiliyor yense bile. O da kilo aldırıyor insana, rahatsızlık veriyor. Öyle bir şey yok. Uykudan uyanıyorsun, zaten bakın 8 saat uyku mecburiyetindedir insanların büyük bir bölümü, %90’ı. Hadi 6 saat diyelim, 7 saat diyelim. Genellikle böyle. Bu insanın aczi açısından çok dev bir olay. Çünkü en hayati, en güzel saatler uyku ile geçmiş oluyor. Mesela gece saatleri uykuya mecbur oluyor. Yemek yemek de yani o kadar kolay bir şey değildir. İnsan zaruri olduğu için yemek yiyiyor değil mi? Mesela dişini fırçalıyor vs. Mesela televizyon reklamlarına bakıyorum; işte falanca krem sizin ağrınızı giderir. Baş ağrınızı, diş ağrınızı, sırt ağrınızı giderir, ağrı ile ilgili krem. Saçınız dökülüyorsa diyor, şu ilaç var piyasada diyor. Gözünüz görmüyorsa, falanca hastane diyor sizin için çok ideal diyor, göz hastalıkları için diyor. Mesela kulağınız işitmiyorsa diyor, bizde alet var, bakın diyor, işitme aleti. Bunu şu kadar indirim ile satıyoruz diyor. Tansiyonunuz yüksekse diyor, işte doktorlar toplanıyorlar, şu şu şu yiyeceklere dikkat edin, sürekli de ölçün. Size bakın otomatik tansiyon aleti satıyoruz diyor. Yanında da hediyesi var diyor. Bakın hep insanların aczini, hep çektikleri zorlukları ortadan kaldırmak için Allah’ın yarattığı alet edavatlarla insanlar iç içe yaşıyorlar. Onları da Allah yaratıyor. Sırf aczlerini görsünler diye, mesela tansiyon aleti. Şekeriniz yükseldiyse diyor, işte şekerin tespiti için kan alıp hemem anında tespit yapan, bakın alet çıktı diyor. Onu da Allah yaratıyor acz için. Mesela o kadar çok insan şeker hastası ki. Yani nefes aldırmayan bir sistemdir şeker hastalığı, müthiş aczdir. Tansiyon mesela müthiş bir aczdir. Ama mesela bir kokona topluluğu oluyor bazen, televizyonda da gösteriyor, böyle kokoş topluluğu. Mesela 50 tane filan kokoş; oksit sarı kafaları, ojeler, dört kat ojeden böyle artık üstü kırmızı, altı yeşil, kat kat... Mobilya dökülür de böyle altından astarı çıkar ya öyle. Takma dişler karmakarışık, gözünde lens. Efendim orasında burasında silikonlar, işte yüzünde silikonlar, suratını germek için binbir türlü operasyon, ilaç. Tansiyon ilacını alıyor gitmeden önce, şekerini önce bir kontrol ediyor. Romatizma da var, romatizma ilacını da alıyor yürüyebilsin gibisinden. Sonra gidiyor toplantıya sanki hiçbir şey olmamış gibi. Millet birbirini böyle çeliktenmiş gibi görüyor. Halbuki herkes, oraya toplananların hepsi sürünüyor, perişan vaziyetteler. Kiminin böbrek taşı var böbreği ağrıyor, kiminin tansiyonu var, tansiyon ilacı almış zor ayakta duruyor. Kimi kanser tedavisi görüyor. Ama orada bir sahte mutluluk içerisindeler. Ellerinde viski bardaklarıyla böyle; dinle, imanla, İslam’la alay ederek, eğlenerek -haşa- bir sahte mutluluk tablosu yapıyorlar. Kafalarında peruk, peruğu kayıyor, onu düzeltiyor. Değil mi? Suratı silikondan şişmiş, ağzı burnu silikon, uyuşmuş böyle silikondan ağzı. İçtiğinin farkına varmıyor. Veya botox yaptırmış ağız tamamen uyuşmuş, ağız kontrolü yok. Gülemiyor bile artık. Yüzde anlamsız bir ifade. Mutluluk resimleri çektiriyorlar beraber topluca, gazetecileri topluyorlar filan. Diyor işte, “falancazadeler bilmem ne gününde çok mutluydular” diyor. Ama iki ayağı birden mezara sallanmış mesela. Artık perişan vaziyette, öldü ölecek yani. Tek bir kere Allah’ı ağzına almıyor, tek bir kere. Müslümanlara karşı nefretini coşkuyla anlatıyor böyle azgınca anlatıyor. İşte bu da bir mucizedir. İnsanın bu kadar aczine bu kadar zavallılığına rağmen, bazı insanların bu perişan şartlar altındaki yaşama azmi ve Allah’ı unutma azmi ve dine karşı olma azmi bir mucizedir. Çok şaşırtıcıdır. Halbuki orada insan aczini görür, Allah’a tam teslim olur. “Ya Rabbi ben senin huzuruna geleceğim kısa sürede. Benden dertleri, elemleri uzak tut, ben sana ram oldum, sana kendimi teslim ettim” diyerek, ruhunu cennete çevirmesi gerekir. Yani öyle bir şeyde insan vücudunun acısını bile duymaz. Hastalığın rahatsızlığını bile duymaz. Mesela tansiyon da genelde asabiyetten oluyor. Şeker yine asabi olarak çıkıyor. Mesela birçok gencin boyunlarında fıtık var, boyun fıtığı. Birçoğunun sırtında fıtık var insanların. Mesela ondan da kimsenin haberi olmuyor. Bel korsesiyle geliyor; “işte falanca doktor bir sırt şeyi yaptı” diyor, “bununla merdivenleri 15 yaşındaki gibi koşarak çıkmaya başladım” diyor. Bak o da bir insanın aczi yani. “İşte mıktanısla bir şey oluşturdu” diyor, “yelek gibi bir şey”. Üzerine giyiyor böyle kat kat. Altta romatizma bantları. Bakın burada da romatizma bileziği altta diyor. “Koluma bakır romatizma bileziğimi taktım” diyor. “Şeker ilacımı aldım” diyor, “insülin iğnesi de oldum” diyor, “bomba gibiyim” diyor. “Tansiyon ilacını da aldık” diyor. Peruk da kafaya tam oturmuş. “Bu sefer zamklı peruk, bu daha da sağlam” diyor. “Zamkla yapıştırdık, çıkmıyormuş” diyor. Yani bu perişanlığı içerisinde daha hala dine, Kuran’a, Allah’a haşa kendince saldırmaya kalkıyor. ve şu kadarcık yerde yaşıyor bakın. Bu kadarcık yerde ve görüntü olarak yaşıyor. Görüyor musun insanın zavallılığını, aczini? ve buna rağmen haşa kendince Allah’a meydan okumaya kalkıyor. Yalnız onu yaratan da yine Allah’tır. (Sayın Adnan Oktar’ın 4 Mart 2010 tarihli www.harunyahya.tv röportajından)
Allah Hz. Adem (as)'ı yarattığı ve tüm meleklere "Adem'e secde edin" emrini verdiği zaman, şeytan akılsızca karşı gelmiş ve bu çirkin isyanı yüzünden sonsuza dek lanetlenmiştir. Bunun üzerine o da, kıyamet gününe kadar insanları saptırmak için Allah'tan süre istedi. Allah bu izni verince de şu vaadde bulundu:
De ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın" (Araf Suresi, 16-17)
Bir başka ayette, şeytanın "saptırma" vaadi şöyle anlatılır:
"Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 119)
Eğer insan şeytanın bu vasfından habersiz olursa, kendini ondan koruyamaz ve tuzağına kolayca düşebilir. Bu nedenle, müminin Kuran'da haber verilen bu gerçeği her an aklında tutması, şeytanın saptırıcı telkinlerine karşı uyanık davranması gerekir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır Suresi, 6)
Şeytana karşı en dikkatli olması gerekenler ise, müminlerdir. Çünkü şeytan asıl olarak onlarla uğraşır. İnkarcıları saptırmak için uğraşmasına gerek yoktur, çünkü onlar zaten şeytanın ordusu haline gelmişlerdir. Bu yüzden, tüm gücünü kendi aklınca müminleri zayıflatmak, onları türlü şekillerde din ahlakını yaşamaktan geride bırakmak için harcar. Bu nedenledir ki Allah, şeytanın fitnesine karşı müminleri şöyle uyarmaktadır:
Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan) çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder. Eğer Allah'ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiri ebedi olarak temize çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, işitendir, bilendir. (Nur Suresi, 21)
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, şeytanın bu faaliyeti ihlaslı müminleri etkilemeyecektir. Fakat zayıflık gösteren ve gaflete dalanlar, şeytanın sürekli olarak vermeye çalıştığı olumsuz telkin ve kuruntudan etkilenebilirler. Unutmamak gerekir ki şeytan faaliyetini hiç durmadan, ara vermeden, durup dinlenmeden, uyumadan sürdürmektedir. Mümin de buna karşı sürekli Allah'ı anmalı, her an dikkat ve manevi teyakkuz halinde olmalıdır.
İnsanın şeytan kadar dikkat etmesi gereken bir başka saptırıcı unsur da kendi içindedir. Allah, insanı yaratırken onun nefsine (benliğine) hem iyilik, hem de kötülük ilham etmiştir. ve bu kötü taraf, insanı sürekli şeytanın tarafına çekmeye çalışır. Kuran'da, insan ruhundaki bu çift yön şöyle açıklanır:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. ve onu örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
İnsan, ayette belirtilen nefsinin içindeki bu "fücur"dan haberdar olmalı ve her zaman bu tehlikeye karşı dikkatli davranmalıdır. Eğer nefsindeki kötülüğün varlığını kabul etmez de, ayette söylendiği gibi onu "örtüp sarar"sa, kişi kötülükten sakınamaz, yine ayette bildirildiği gibi "yıkıma uğrar".
Dolayısıyla insanın içindeki kötü yöne karşı dikkatli davranması, sürekli olarak nefsini arındırmaya çalışması gerekir. Hz. Yusuf (as)'ın ayette haber verilen, "Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir" (Yusuf Suresi, 53) şeklindeki ifadesi, müminin nefsine karşı olan bu ihtiyatlı örnek tavrı sergiler.
İnsan, nefsine karşı her zaman bu şekilde ihtiyatlı davranmalı, nefsinin emredeceği kötülüklere karşı daima uyanık olmalıdır. Çünkü, "... Nefisler 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır kılınmıştır." (Nisa Suresi, 128) Bu tutkuların insana neler yaptırabileceğine de Kuran'da işaret edilmiştir. Örneğin Hz. Adem (as)'ın oğullarından birini, kardeşini öldürmeye yönelten şey nefsidir. (Maide Suresi, 30) Samiri'nin, Hz. Musa (as)'ın ardından tekrar putlara tapmasının ve kavmini de aynı sapıklığa sürüklemesinin ardında yatan neden de aynıdır; Samiri ayette bildirildiği üzere, "... bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi" (Taha Suresi, 96) demektedir.
İnsanın kurtuluşu, kendini kıskançlığa, bencilliğe, isyan ve şirke yönelten nefsinin "fücurundan" sakınmasına bağlıdır. Kuran'da ifade edildiği üzere "... Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Haşr Suresi, 9) Konuyla ilgili başka ayetlerde de şöyle buyrulmaktadır:
Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir. (Naziat Suresi, 40-41)
İşte mümin için en büyük mücadelelerden biri nefisle yapılan bu mücadeledir. İman eden insan nefsinin kendisine aşılamaya çalışacağı; bencillik, kıskançlık, kibir, hırs gibi hastalıklara karşı koymalıdır.
Nefis, insanı boş hedefler peşinde koşturur. İnsana, daha çok mal ya da statü kazandığında tatmin olacağını fısıldar. Oysa insan bu tür zevklerin hiçbiriyle tatmin olmaz. Ne kadar çok kazansa, daha da fazlasını ister. Bu haliyle nefis, aç ve asla doymayan vahşi bir hayvan gibidir.
Nefsin tatmin bulması ise, söz konusu geçici zevklerin hiçbiriyle değil, ancak ve ancak kişinin Allah'a sığınmasıyla mümkün olur. İnsan, Allah'a kul olmak için yaratılmıştır ve "... kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur" (Rad Suresi, 28) hükmü uyarınca, bu görevini yerine getirip O'nun rahmetine sarılmaktan başka hiçbir şey ona huzur ve tatmin vermez.
O nedenledir ki, tatmin bulmuş bir nefis ancak inkarın her türlü pisliğinden sıyrılarak iman eden nefistir. Allah Kuran'da bu nefse şöyle hitap eder:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)