Şeytanın insanları doğru yoldan uzaklaştırabilmek için kullandığı en önemli yöntemlerden biri de onları 'ümitsizliğe ve karamsarlığa sürüklemek'tir. Şeytan cahiliye inancını yaşayan insanlara ümitsizlik, tevekkülsüzlük gibi tavır bozukluklarını makul göstermiş ve bu şekilde onları inkara sürüklemiştir. Aynı yöntemi iman edenler üzerinde de uygulamak ve bu cahiliye ahlakını benimseterek onları da Kuran ahlakından ve imandan uzaklaştırmak ister. Çünkü Kuran'ın "... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) ayetiyle bildirildiği gibi ümitsizlik önemli bir inkar alametidir. Bu gerçeğin farkında olan şeytan, kalbinde hastalık olan insanlar üzerinde ümitsizliği etkili bir silah olarak kullanır. Ancak bunu yaparken tüm diğer hilelerinde olduğu gibi, onları nasıl bir tehlikeye sürüklediğini hissettirmemek için her türlü oyuna başvurur. Onlara açıkça "Allah'ın rahmetinden, bağışlanmaktan ümit kesin" gibi tekliflerde bulunduğu takdirde, oyunlarının deşifre olacağını ve başarılı olamayabileceğini bilir. Çünkü imanı bilen bir insan böyle bir düşünceye kapılmanın imandan çıkmak anlamına gelebileceğinin de bilincindedir. Şeytan bu durumda ümitsizliği çeşitli düşüncelerin ardına gizleyerek, makul ve meşru görünen bahanelerle örterek onlara yaşatmaya çalışır. Böyle bir durumda kişi açıkça "ümidimi kaybettim", "her türlü hayırdan umudumu kestim" gibi bir üslup kullanmayacaktır belki ama bu inancın gereğini tüm ahlakında yaşayacak ve hayatını bu düşünceler doğrultusunda yönlendirmiş olacaktır. Şeytanın istediği de zaten bu sonucu elde edebilmektir. Hangi yolla olursa olsun insanları azaba yaklaştırmak...
Şeytan bu hedefine ulaşabilmek için çok sistemli, ince taktiklere dayalı ve planlı bir yol izler. Aşama aşama farklı yöntemler kullanarak kişiyi istediği noktaya getirmeyi hedefler. Vicdanlarını örtüp, nefislerinin isteklerine uyabilmek için zaten bahane arayan bu kimseler, şeytanın kendilerine gösterdiği bu yola kolaylıkla teslim olurlar. Şeytan onlara öncelikle ortada 'çok büyük sorunlar, çok ciddi eksiklikler olduğu bahanesini gösterir. Bu bahaneye sığınan insanlar 'bu sorunların aşılması çok zor, içinden çıkılması çok emek gerektiren konular' olduğunu savunarak vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar. 'Samimiyetle ellerinden gelen herşeyi yaptıklarını ama her yolu denedikleri halde bir türlü sonuç alamadıklarını, bir türlü sorunlarının üstesinden gelemediklerini iddia ederler. Ortada "kısır bir döngü" olduğunu, çözümsüzlüğün onları zaruri olarak çaresizliğe sürüklediğini öne sürerler. Sığındıkları bu samimiyetsiz bahaneye göre, bu onların elinde olan bir durum değildir; içerisinde bulundukları durum ve yaşadıkları olaylar onları bu kanaate zorlamaktadır.' Artık hüzne kapılmış ve ümitlerini kaybedenlerden olmuşlardır. Şeytan bu insanlar üzerinde oynadığı oyunu tamamlamıştır.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki söz konusu insanlar, öne sürdükleri tüm bu bahanelerin samimiyetsizliğini ve gerçek dışı olduğunu çok iyi bilmektedirler. Ümitsizliğin, tevekkülsüzlüğün ve böylesine çaresiz bir üslubun Kuran ahlakına hiçbir şekilde uygun olmadığının farkındadırlar. Vicdanları an an kendilerine yaptıkları samimiyetsizliği hatırlatmakta, onları Kuran ahlakına uygun şekilde düşünmeye çağırmaktadır. Ancak onlar şeytanın gösterdiği bu yolu nefislerinin azgınlığı uğruna bile bile bir bahane olarak kullanmaktadırlar.
Vicdanlarını bile bile örtüp, samimiyetsizliği tercih etmeleri bu insanların derin bir vicdan azabı yaşamalarına neden olur. Bu vicdan sıkıntısı nedeniyle hem zihinsel hem de fiziksel anlamda büyük bir çöküntü içerisine girerler. Şeytanın telkinlerine kayıtsız şartsız uydukları için içerisinde bulundukları bu duruma karşı mücadele edecek, samimiyetsizlikten kurtulmak için yeni bir hamle yapacak gücü kendilerinde bulamazlar. Önceki bölümde anlattığımız gibi, böyle bir insan şeytanın etkisiyle herşeyi doğal akışına bırakıp sıkıntılarıyla, acılarıyla bir yaşam sürmekten başka çıkar bir yol kalmadığına kendisini ikna etmeye çalışır. Adeta ölümü beklercesine çeşitli faaliyetlerle oyalanmaya, yaptığı samimiyetsizliğin dünyada ve ahirette neden olabileceği telafisi mümkün olmayan tehlikeleri unutmaya çalışır. Zira Allah "İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır." (Bakara Suresi, 8-10) ayetleriyle kendilerini ve iman edenleri samimiyetsizce aldatmaya çalışan bu insanlar için acı bir azap olduğunu bildirmektedir. Söz konusu kimseler de bu durumun şuurundadırlar.
Ancak Allah'tan gereği gibi korkmamaları nedeniyle bu gerçeği düşünmek yerine kendilerine hatırlatılan azabı unutmaya çalışırlar. Bunun için kimi zaman bedensel olarak yorucu işlerle oyalanarak, kimi zaman yoğun zihin meşgul eden işlere dalarak, kimi zaman da yalnızca bitkin ve miskin bir şekilde uyuyarak vakit tüketirler. İşte bu aşamada şeytanın görevi de büyük çapta sona ermiş olur. Bu duruma getirdiği; içten içe inanılmaz şekilde çürütüp çökerttiği bir insanla artık daha fazla vakit kaybetmesine gerek kalmamıştır. Ara ara onun bu düşüncelerini tazelemesi, ona durumunun vehametini, çözümsüzlüğünü ve içerisinde bulunduğu çaresizliği hatırlatarak onu üzüntüye düşürmesi yeterli olacaktır. Çünkü artık bu aşamadan sonra kişi şeytanın görevini tüm detaylarıyla kendisi üstlenmiş olacak; onun binlerce kez kafasından geçirerek ezberlettiği fikirlerini, artık kendi kendine tekrarlayıp hatırlatacaktır. Artık bunlar onun için bir vesvese ya da kuruntu olarak değil, kesin gerçeklermiş gibi inandığı yargılar olarak zihninde yer bulacaktır.
Şeytanın etkisinde oldukları için imanı yaşamamakta direnen insan aslında tam bir yaşayan ölü gibidir. Hayattan, nimetlerden, insanlardan, kısacası hiçbir şeyden zevk almaz. Ruhu körleşmiş, zihni bulanık bir hal almış, bedeni ruhundaki bu ağırlığı taşımaktan yorgun düşmüş takatsiz kalmıştır. Şeytanın vicdanını, zihnini, bedenini adeta bir kabuk gibi bağlayıp, üzerinde tam bir hakimiyet kurduğu bu insan, artık görünümü, şevksizliği ve zihnini kaplayan şeytani ruh haliyle şeytanın tebliğini yapan bir elçi konumuna gelmiştir. Haliyle, tavrıyla, konuşmalarıyla, yüz ifadesiyle, ses tonuyla, ümitsiz, çaresiz, çözümsüz konuşmalarıyla çevresindeki insanları da kendisiyle aynı yılgınlığı ve ümitsizliği yaşamaya çağırır gibidir.
Böyle bir aşamada gerçekten iman eden şuuru açık insanların bu kişiye olan çağrıları, yol göstermeleri çok büyük bir nimettir. Kendi aklı, muhakemesi çökmüş bir insan için, gerçekleri görebilen, iyiyi kötüyü doğruyu yanlışı ayırt edebilen insanların temiz akılları Allah'ın rahmetinin bir tecellisidir. Müminler, kendilerine fayda ve zarar verecek şeyleri ayırt edemeyecek bir hale gelmiş bu insanları Kuran ahlakına, dünyada güzel bir hayata, ahirette ise kurtuluşa çağırmaktadırlar. Bu, söz konusu kişilerin belki de ölmeden önce karşılarına çıkan son fırsatları, kendilerine yapılan son uyarı ve dünya hayatındakinin yanında sonsuz hayatlarını da azap içerisinde geçirmelerini önleyebilecek son tebliğ olabilir. Bu noktada yapılması gereken Allah'a, Kuran'a ve samimi müminlerin tavsiyelerine kayıtsız şartsız teslim olmak ve Kuran'a göre hareket etmektir. Böyle bir durumda, Allah'ın rahmetiyle, kişi şeytanın etkisinden kurtulabilecek, gerçek imanı yaşayabilecek bir akla ve vicdana kavuşabilecektir. Ancak bunun için öncelikle içindeki ümitsiz düşüncelerden, tevekkülsüz fikirlerden tamamen kurtulması gerekmektedir.
İlerleyen satırlarda şeytanın insanları ne şekilde çözümsüzlüğe ve ümitsizliğe sevk ettiğini, onlarla zihinlerinde nasıl konuştuğunu, bu konuşmaların gece gündüz demeden günün 24 saati, aylarca, yıllarca pes etmeden, her an nasıl farklı şekillere bürünerek devam ettiğini örneklendirerek anlatacağız. Ancak bundan önce bu tavrın Kuran ahlakıyla nasıl çeliştiğini ve samimi iman eden bir insanın şeytanın bu kışkırtmalarına karşı ne şekilde bir tavır göstermesi gerektiğine değinecek, Kuran ahlakı yaşandığı takdirde şeytanın bu oyununun iman edenler üzerinde hiçbir etkisinin olmayacağını anlatacağız.
Allah Kuran'da insanlara karşılarına çıkabilecek her türlü olay hakkında en doğru çözüm yollarını açıklamıştır. Bu nedenle iman eden bir insanın hayatında çözümsüz hiçbir konu yoktur. Allah'ın Kuran'da gösterdiği yola uyduğu takdirde mümin, karşılaştığı her sorunu rahatlıkla aşabilir. Allah Hz. İbrahim'e bu durumu "Dediler ki: "Seni gerçekle müjdeledik; öyleyse umut kesenlerden olma." (Hicr Suresi, 55) ayetiyle bildirmiştir.
"Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?" (Kamer Suresi, 17) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah İslam dinini insanlar için bir kolaylık dini kılmıştır. İnsan hayatı boyunca her ne zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın, nasıl büyük bir hata yaparsa yapsın, Allah bunların her biri için bir çıkış yolu yaratmış ve bunları Kuran ile kullarına bildirmiştir. İnsanın din ahlakının bu kolaylığını kavrayabilmesi için Rabbimiz'in üstün sıfatlarını takdir edebilmesi, Allah'ın sonsuz gücünün, sınırsız ilminin şuuruna varması gerekmektedir. Bu şuurdaki bir insanın hayatında ümitsizliğin, çözümsüzlüğün, çaresizliğin yeri olması mümkün değildir. Allah samimi bir kalple iman edenlerin velisi, dostu, yardımcısı, yol göstericisidir. Onları her türlü sıkıntıdan, her türlü zorluktan kurtarmaya güç yetirendir.
Zorluğu da kolaylığı da yaratan Allah'tır. Allah tüm bunları -belirli hikmetler doğrultusunda- insanları denemek, kimin Rabbimiz'e bağlılıkta kararlılık göstereceğini ortaya çıkarmak için yaratmaktadır. En zor anda bile asla ümitsizliğe kapılmayan, Allah'a olan güveninde sabır ve kararlılık gösteren kimseler için Allah zorlukla birlikte kolaylığı da yaratır. Allah Kuran'da bu yardımını şöyle müjdelemektedir:
Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız. (A'la Suresi, 8)
Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.
Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 5-8)
Ayetlerde belirtildiği gibi, insanın bu kolaylıkları görebilmesi için yapması gereken "yalnızca Rabbimiz'e yönelmek"tir. Fakat kimi insanlar şeytanın ve nefislerinin kendilerini yönlendirmesine izin verdikleri için Kuran'da bildirilen bu kolaylıktan mahrum kalmış olurlar. Bir yandan yanlış bir yolda olduklarının farkına varır bir yandan da bu durumu Allah'a teslim olmak yerine yine şeytanın yardımıyla çözmeye çalıştıkları için sürekli bir açmazla karşılaşırlar. Kuran ahlakına dönmedikleri sürece bu durum sürekli olarak tekrarlanır. Şeytan da bitmek bilmeyen bu tekrarların çözümsüz bir durumla karşı karşıya olunmasından kaynaklandığı düşüncesini ortaya atar. Ve giderek bu insanları bu düşünceyi bir saplantı haline getirecekleri şekilde onları ikna ader. Oysa ki çözüme ulaşamamaları tümüyle Kuran'da bildirilen yola uymamalarından kaynaklanmaktadır.
Asıl önemli olan ise bu kimselerin aslında istedikleri takdirde hemen bu ruh halinden kurtulabilecekleridir. Çünkü vicdanları onlara ne yapmaları gerektiğini söylemektedir. Allah'a sığınmanın onları bu açmazdan kurtaracağını, Allah'ın tüm dualara karşılık veren olduğunu, onlara kesin olarak yardım edeceğini Allah vicdanları ile ilham etmektedir. Ancak onlar şeytanın etkisinde oldukları ve iman edenlere karşı bu inkar ahlakını bir koz olarak kullanıp istedikleri bazı şeylere ulaşmak için özellikle şeytanla iş birliğine devam eder, bu tavırlarından vazgeçmezler.
Ümitsizliğe kapıldıklarını söyleyerek, hayırdan yana çaba harcamaya yanaşmayan insanlar bu durumları meşru ve mantıklı gösterebilmek için ortaya çeşitli iddialar atarlar. Şeytanın sinsi metodlarıyla tevekkülsüz ve karamsar tavırlarının haklı nedenleri olduğunu ispatlamaya çalışan insanlar, öne sürdükleri bu bahanelerin samimiyetsizliğinin farkındadırlar. Ayrıca Kuran'da bildirilen çözüm yollarına uyduklarında Allah'ın insanları her türlü sıkıntıdan, eksiklikten arındıracağını da bilmektedirler. Kendilerine büyük zararlar vermesine rağmen Kuran ahlakının dışında bir hayat yaşamakta neden bu kadar ısrar ettikleri ise oldukça düşündürücüdür. Bunun açıklamasını Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:
... Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi. (Enam Suresi, 43)
Şeytan yapmakta olduklarını bu insanlara garip bir şekilde zevkli göstermektedir. Öyle ki şeytanın gösterdiği bu yola uyabilmek için kendilerine zulmetmeyi, karamsar bir ruh halinde yaşamayı, bir ömür boyu mutsuz olmayı kabul etmekte; bir anlamda manevi açıdan kendi elleriyle kendilerini öldürmektedirler. Ortaya koydukları kötü ahlak özellikleri nedeniyle çevrelerindeki insanların sevgisini, saygısını, güvenini yitirmeyi, hiçbir yakın dost ve arkadaşları olmadan şeytan ile başbaşa yapayalnız bir dünyada yaşamayı, güzel huylu olup mutlu bir hayat yaşamaktan daha cazip görmektedirler.
Kuşkusuz kendi elleriyle oluşturdukları bu durum, Allah'ın şeytanı dost edinmeleri dolayısıyla onlara dünya hayatında verdiği bir karşılıktır. Dünya hayatında Allah'ın rahmetinden, yardımından ümit kestiklerini söyleyerek bedbaht bir yaşam sürmeyi tercih eden bu insanlar için ahirette artık isteseler de hiç umut olmayacaktır. Allah bu insanları acı bir azap ile uyarmıştır:
Onlardan (azap) hafifletilmeyecek ve orda onlar umutlarını kaybetmiş kimselerdir. (Zuhruf Suresi, 75)
Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı 'yok sayıp inkar edenler'; işte onlar, Benim rahmetimden umut kesmişlerdir; ve işte onlar, acı azap onlarındır. (Ankebut Suresi, 23)
Ancak kendi aleyhlerinde ölçüyü taşıran bu kimseler eğer vicdanlarının sesini dinleyip henüz vakit varken şeytanın gösterdiği bu yolu terk edecek olurlarsa, Allah esirgeyen, bağışlayan ve kullarının bütün günahlarını affedendir.
Bu kimselerin Kuran ahlakıyla bağdaşmayan çaresiz ve ümitsiz üsluplarını makul hale getirebilmek için öne sürdükleri sinsi ve samimiyetsiz mantıklardan bazıları şunlardır:
Allah'a gönülden iman eden insanlar, dünya hayatında kendilerine verilen süreyi Rabbimiz'in razı olacağı bir ahlaka ulaşabilmek için ciddi bir çaba içerisinde geçirirler. Kalplerindeki Allah korkusu, Allah'ın beğenmeyeceği tavırlarda bulunmaktan, bu davranışlarda bile bile ısrar etmekten onları alıkoyar. Allah'a duydukları sevgi ve bağlılık öyle güçlüdür ki, bu güç -her ne zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar- büyük bir şevkle bunları aşmalarını sağlar. Allah korkusu ve Rabbimiz'e duydukları sevginin gücüyle yaptıkları hatalardan vazgeçmeleri de yine onlar için son derece kolay olur.
Allah'tan tam anlamıyla korkmayan, ahireti gereği gibi düşünmeyen insanlar ise bu gücü kendilerinde bulamazlar. Çünkü Allah'a olan bağlılıkları ve O'nun rızasını kaybetmekten duydukları korku zayıftır. Ahiretteki sonsuz hayatlarını azap ve pişmanlık içerisinde geçirebileceklerine de çok fazla ihtimal vermezler. Bu nedenle cehennem korkusu da onları yeteri kadar harekete geçirmez. Böyle bir durumda Allah'ın razı olmayacağı yönlerini fark etseler bile, bu konularda şevkli, gayretli bir telafi içerisine girmektense, çeşitli tevil ve bahanelerle bunları geçiştirmeyi daha makul görürler. Bu amaçla öne sürdükleri mazeretlerden biri, "yaptıkları hataları düzeltmemelerinin asıl nedeninin bunların telafi edilemeyecek kadar büyük olduğu"dur. 'Öyle yanlış tavırlarda bulunmuş, öyle hatalar yapmışlardır ki, bunları yapabilen bir insan zaten artık ne kadar çaba harcasa da bunların meydana getirdiği tahribatı ortadan kaldıramayacaktır.' Ancak elbette ki bu düşüncenin tamamı şeytan işi bir aldatma, büyük bir yalandır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği ayetler bu düşüncenin Kuran ahlakında hiçbir geçerli yönü olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Öncelikle Allah insanlara güç yetiremeyecekleri bir yük yüklemeyeceğini bildirmiştir:
Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz; elimizde hakkı söylemekte olan bir kitap vardır ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar. (Müminun Suresi, 62)
Allah sonsuz esirgeyen ve bağışlayan, kullarından samimiyetle Kendisi'ne yönelenlerin tevbelerini kabul edendir. Rabbimiz şirk dışında insanların tüm günahlarını affedeceğini bildirmiştir. Şirkte de yine kişi bundan henüz vakit varken vazgeçtiği takdirde Allah'ın affediciliğiyle karşılık bulabilir. Kuran'da sonsuz merhamet sahibi Rabbimiz'in bağışlayıcılığı şöyle bildirilmektedir:
(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)
Bir başka ayette ise Allah samimi çaba gösteren kullarının kusurlarını örteceğini ve onları üstün kılacağını bildirmektedir:
Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi 'onurlu-üstün' bir makama sokarız. (Nisa Suresi, 31)
Allah'ın rızasını kazanabilecek bir ahlak gösteren kişi için hatalarını telafi edebilmek son derece kolaydır. Gerçek bu kadar açıkken ve Allah affedeceğini, bağışlayacağını, hatta kötülüklerini iyiliklere çevireceğini bildirmişken, insanın 'hatasını telafi etmesinin mümkün olmadığını' söylemesi Kuran'a uygun değildir. Bu bahaneyi ortaya atan kişi, sinsiliğin ardına gizlenerek, aslında haktan kaçtığını, güzel ahlakı yaşamaya yanaşmadığı için böyle bir samimiyetsizlik yaptığını çok iyi bilmektedir. Allah vicdanında bu gerçeği ona tüm detaylarıyla hissettirmektedir. Ahlakındaki eksiklikleri, hatalı yönleri telafi etmeyi zor görmekte, güçlü bir imana sahip olmamasından dolayı bu gücü ve iradeyi kendinde bulamamaktadır.
Allah Kuran'da ancak kalplerinde hastalık bulunan münafıkların bu üslubu kullandıklarına dikkat çekmiştir. Peygamberimiz (sav) ile birlikte mücadele etmekten kaçmak isteyen münafıklar buna mazeret olarak "güçlerinin yetmediğini" söylemişlerdir:
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Daha önce de belirttiğimiz gibi şeytan insanın güzel ahlak göstermesini, vicdanını kullanarak Kuran'a uygun bir yaşam sürmesini istemez. Bunun için, yukarıda anlattığımız gibi ona güzel bir ahlak sahibi olmayı, nefsinin kötülüklerinden arınmayı, hatalarını telafi etmeyi çok zor gösterir. Yaptığı hatanın çok büyük olduğunu telkin eder. Böyle düşünen bir kişi, bu hatayı düzeltebileceğinden ve Allah'ın kendisini affedebileceğinden ümit keserek kendisine ve olaylara karşı karamsar bir ruh haline girebilir.
Nefsi, bu insanı hatasını çözümleyebilmek için üzerinde derin derin düşünmesi gerektiği yönünde kandırır, onu esas amacından uzaklaştırır. Bu hatayı neden yaptığını, olayların nasıl geliştiğini, çevresindeki kişilerin kendisini nasıl değerlendirdiğini, ona neler söylediklerini ve bunlar gibi konunun en küçük detaylarını bile saatler, günler, haftalar boyu tek tek analiz eder. Oysa tüm bunları bu şekilde irdelemesinin kendisine bir faydası olmayacaktır. Ama eğer samimi davranarak dikkatini bunu nasıl telafi edebileceğine verirse, Allah'ın izniyle bu durumu lehine dönüştürebilecektir.
Bu duruma şöyle bir örnek verebiliriz; ağır ve durgun bir tavır sergileyen bir kişiye canlı ve neşeli olmasının tavsiye edildiğini düşünelim. Bu kişinin yapacağı çok kolaydır. Sadece güler yüzlü olup, olayları Allah'ın hayırla yarattığının bilinciyle rahat ve huzurlu olacaktır. Kişinin, bu konu üzerinde saatlerce düşünmesine, karmaşık yöntemler geliştirmesine gerek yoktur. Hemen düzeltilebilecek bu durumu, şeytan insana üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken bir konu olarak gösterir. Kimi zaman kişiye neşeli olması için önce diğer hatalarını düzeltmesi, bunun için de zaman ayırıp düşünmesi gerektiğini telkin eder. Şeytanın amacı vakit kazanmak, erteletmek ve böylece kişiyi asıl söylenenden, doğru olan hedefinden uzaklaştırmaya çalışmaktır. Oysa çözüm çok kolaydır; söylenen tavrın yapılmasıyla konu hemen o anda hallolmuş olacaktır.
Böyle bir tavır değişikliği, susayan bir insanın mutfağa giderek su içmesi kadar kolaydır. İnsanın her susadığında suyu içebilmek için saatlerce düşünmesine, suyu nasıl içeceğini planlamasına gerek yoktur. Yapacağı sadece suyu içmektir. Aynı şekilde hatasını düzeltmesi gerektiğini düşünen bir kişi de, bunu ancak uygulayarak düzeltebilir.
Nefislerindeki kötülüklerden kurtulamadıkları için umutsuzluğa kapıldıklarını söyleyen insanlar gerçekte böyle bir ruh hali içerisine girmeyi kendileri tercih ederler. Bu tercihlerinin nedeni ise kötü huylarından, hatalı tavırlarından vazgeçmeyi ve sonra da bu konuda istikrar göstermeyi istememeleridir. Bunun yerine böyle bir bahanenin ardına sığınmak nefislerine daha cazip gelir. Dahası Kuran ahlakına göre yanlış olan tavırları, içten içe nefislerinin hoşuna gitmektedir. Örneğin kibirli ve enaniyetli bir insanın tevazulu, yumuşakbaşlı bir ahlak kazanmak için nefsini bu yönde eğitmesi gerekecektir. Ama tevazulu tavırlar nefislerine çok ters gelir; istediklerinde içlerinden geldiği gibi gurur yapabilmek isterler. Bundan dolayı bu konuda nefislerinin üzerine gitmemeyi tercih ederler. Ancak Müslüman ahlakıyla bağdaşmayan bu tercihlerini açık açık savunamayacaklarını da bilirler. Bu durumda ardına sığındıkları samimiyetsiz bahane ise genellikle "çaresizlik içerisinde oldukları ve çözüm bulamadıkları" şeklindedir.
Oysa öne sürdükleri tüm bahaneler gibi bu da tümüyle gerçek dışıdır. Kuran ahlakı her konuda insanlar için en kesin ve en kolay çözümdür. Allah "Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kur'an'da) 'açık bir mesaj' (veya gerçek bir çıkış yolu) vardır." (Enbiya Suresi, 106) ayetiyle bu gerçeği insanlara bildirmiştir.
Allah başka ayetlerde ise "... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter..." (Talak Suresi, 2-3) hükmüyle Kendisi'nden korkup sakınanlara çıkış yolu göstereceğini bildirmiştir. Tüm bu ayetler Kuran ahlakını yaşayan bir insan için hiçbir konuda çözümsüz kalınmayacağını göstermektedir. Bu nedenle eğer ortada böyle bir durum varsa, bu, kişilerin Kuran'a uymayıp şeytanın yöntemlerine sarılmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Allah Kuran'da iman edenlerin ölüm, açlık, hastalık gibi sabır gerektiren çok büyük zorluklarla karşılaştıklarında bile asla böyle çaresiz bir üslup kullanmadıklarını daima Allah'a olan güvenlerini, tevekküllerini dile getirdiklerini bildirmektedir. Ayetlerde ancak kalplerinde hastalık olan münafık karakterli insanların zorluklar karşısından yılgınlığa kapıldıklarından ve Allah'ın rahmetinden ümut kesen bir üslup kullandıklarından bahsedilmektedir. Oysa Allah'a sığınan bir insan hiçbir zaman böyle bir açmazla karşılaşmaz. Çünkü Allah kullarına karşı çok lütufkar, çok geniş merhamet sahibi olan, kullarını çok sevendir. Rabbimiz Kuran'da bu lütfunu ve rahmetini Peygamberimiz (sav)'e indirdiği ayetler ile şöyle hatırlatmıştır:
Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı. Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır. Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı? Ve seni yol bilmez iken, 'doğru yola yöneltip iletmedi mi? Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi? (Duha Suresi, 3-8)
Allah müminleri, insanları iyiliğe çağırıp onları kötülükten uzaklaştırmakla yükümlü kılmıştır. Dahası ümitsizlik, çözümsüzlük ya da imkansızlık kavramları iman sahiplerinin makul görecekleri düşünceler değildir. Ayrıca iman sahipleri karşılaştıkları her olayı Kuran ile değerlendirdikleri için bu oyunun münafıkane bir ahlakın ürünü olduğunu kolaylıkla görür ve bu kimselere Kuran ahlakıyla karşılık verirler.
Söz konusu kimseler ise açmazda olduklarını anlatan bu sözlerle çoğu zaman çevrelerindeki insanlara 'tavırlarını değiştirmeyecekleri ve bu konuda inatçı oldukları' mesajını vermek isterler. Amaçları, karşılarındaki insanları başka çıkar yol olmadığına inandırmak ve kendilerini bu şekilde kabul etmelerini sağlayabilmektir. Bu şekilde gizliden gizliye Kuran ahlakını tam olarak yaşamama konusunda ısrarlı olduklarını ifade ederler.
Ancak bu da iman edenler üzerinde hiçbir şekilde etkili olmayacak bir yöntemdir. Çünkü müminler kendilerine Kuran'ı ölçü alır ve Allah'ın kendilerine bildirdiği ahlaka uygun şekilde hareket ederler. Şeytanın ahlakına benzer tavırlar gösteren bir kimseyi hiçbir zaman için o haliyle olduğu gibi kabul edip kendilerine dost edinmezler. Allah'ın "İşte bunların, Allah kalplerinde olanı bilmektedir. O halde sen, onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle." (Nisa Suresi, 63) ve "Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa, 'öğüt verip hatırlat.'" (A'la Suresi, 9) ayetleriyle hatırlattığı ölçüler içerisinde öğüt verip hatırlatır, bu öğütlere uyup güzel ahlak gösterdikleri takdirde onların ahlaklarını kabul ederler.
Oysa diğer tüm hesaplarında olduğu gibi bu noktada da büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü Allah Kuran'da samimiyetsiz insanları tanıtan delilleri iman edenlere bildirmiştir. Ayrıca Allah onları Kendi Katından üstün bir akıl ve teşhis kabiliyeti ile desteklemiştir. Bu kimseler samimiyetsizliği gizli ve ispat edilemeyecek şekilde yapıp, sonra da iyi niyetli olduklarını iddia ederek kendilerini temize çıkarabileceklerini düşünmekle yanılmaktadırlar. Zira konuşmaları, tavırları, bakışları, yüz ifadeleri ve öne sürdükleri tüm bahaneler iman edenlerin onların gerçek ahlaklarını anlamaları için yeterli olmaktadır.
Şeytan insanların doğru yoldan yüz çevirmelerini hatalarında direnmelerini ister. Özellikle de doğru yola çağrıldıklarında ya da kendilerine fayda sağlayacak bir öğüt aldıklarında bu duruma hemen tedbir almaya çalışır. Çünkü böyle bir durumda kişinin vicdanı da devreye girecek ve ona, ısrarla çağrıldığı güzel ahlaka uymasını tavsiye edecektir.
Vicdanlarına uymak yerine nefislerini koruma peşinde olan kimseler, böyle bir durumla karşılaştıklarında şeytanın gösterdiği bu yola hemen uyarlar. Kendilerine Kuran ahlakına uygun tavsiyelerde bulunulduğunda, aksini ilham eden nefislerine uyabilmek için sinsi metodlara başvurur ve kendilerini ikna edecek bahaneler bulurlar. Bunların en başta gelenlerinden biri, "hatanın doğru ama çözümün yanlış olduğu" bahanesidir. Söz konusu kişilerin hatalı oldukları, Kuran ahlakına uygun bir tavır göstermedikleri son derece açıktır. Böyle bir durumla karşılaştıklarında hatalarını reddetmelerinin samimiyetsizliklerinin açıkça anlaşılmasına neden olacağını bilirler. Bu nedenle daha sinsi bir yönteme sarılarak bu bahaneyi öne sürerler. Kendilerini kesin olarak doğru yola iletecek olan Kuran ile öğüt verildiği halde, samimiyetsizlikleri nedeniyle bunu kabul etmezler.
Kendilerine tarif edilen çözüm yollarının doğru olmadığını, hatalarının farklı nedenlerden kaynaklandığını ve farklı şekillerde çözülebileceğini iddia ederler. Ardından da "çözüm" adı altında nefislerine uygun alternatifler sunarlar. Kuran ahlakına uymak yerine şeytani yöntemlere başvurmaları bu kimseleri karmaşa içerisine sokar. Kolaylıkla halledebilecekleri konuları bile içinden çıkılmaz hale getirir.
Şeytanın telkinlerine uyan böyle bir kişi, akıl ve samimiyetle verilen güzel bir nasihatten bile bile uzaklaşır. Müminler kendisini hak ve hayırlı olan tavra çağırmakta, ancak o şeytanın etkisiyle tamamen örtülmüş olan aklını beğenerek haktan yüz çevirmektedir. Bu kimselerin gösterdikleri tavır Kuran'da şöyle açıklanmaktadır:
'Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.'(Bakara Suresi, 206)
Şeytanın ümitsiz bir ruh haline sürüklediği insanların, Kuran ahlakını yaşamaya çağrıldıklarında öne sürdükleri samimiyetsiz mazeretlerden biri de, "nerede hata yaptıklarını ve bunu telafi etmek için ne yapmaları gerektiğini bilmedikleri" şeklindedir. Oysa bu kişiler imanı kavramış, Kuran ahlakının gereklerini, Allah'ın sakınılması gerektiğini bildirdiği tavırları bilen kimselerdir. Allah Kuran'da mazeretlerini her ne kadar öne sürseler de her insanın kendisi için bir basiret olduğunu bildirmiştir. (Kıyamet Suresi, 14-15)
Bir başka ayette ise Allah "... Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir." (Bakara Suresi, 256) hükmüyle doğru ile yanlışın apaçık bir farklılığı olduğunu hatırlatmıştır. İnsan şuurlu olarak yaratılmıştır. Yaptığı olumlu ve olumsuz tavırları bilmektedir. Çünkü içinde kendisini yönlendiren vicdanının sesi vardır. Güzel bir tavırda vicdanı rahat eder, huzurlu olur. Aksi bir durumda ise vicdanı sıkılır. Yani insan kendisine itiraf etmese bile, vicdanı hatasını kendisine söyler. Bu nedenle hatalarının neden kaynaklandığını bilmediği, anlatıldığında da anlamadığı bahanesini öne süren bir kişi, nefsinin bir oyunu ile karşı karşıyadır.
Bu kişi öncelikle hatasını kabul etmek istemiyordur. Çünkü eğer hatasını kabul ederse bu hatasından vazgeçmesi gerekecektir. Bu nedenle tarif edileni anlayamadığını söyler ve bunu devam ettirmeye zemin hazırlar. Eğer anladığını itiraf ederse, bu durumda bir kere daha tekrarlaması, bu sefer onu bilerek yaptığını gösterecektir. Bu nedenle böyle bir söz söyleyerek kendini temize çıkarmaya, masum göstermeye çalışır. Şeytanın makul gösterdiği bu çarpık mantığa göre karşısındaki kişilerin, onun anlamadan, düşünmeden yanlış bir tavırda bulunduğuna kanaat getirmesini, hatta hatasından dolayı ona merhamet duymasını ister.
Allah bu samimiyetsiz yöntemin geçersizliğini "... Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı." (Bakara Suresi, 75) ayetiyle insanlara bildirmiş, anladıkları ve iyice algıladıkları halde bile bile anlamadıklarını iddia eden bu insanlara karşı iman edenleri uyarmıştır. Bir başka ayette ise Allah "... Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar?" (Nisa Suresi, 78) sözleriyle bu kimselerin kasıtlı olarak söylenenleri anlamaktan kaçındıklarını haber vermiştir.
İmanı gereği gibi yaşamamalarından kaynaklanan karamsar ruh hallerine bir mazeret bulmaya çalışan insanların, bu amaçla sığındıkları bahanelerden bir diğeri ise "kendilerine önyargı ile bakıldığı"dır. Bu düşünceleri ise temeldeki inanç bozukluklarından kaynaklanmaktadır. Allah'ın rızasını kazanmak için yaşayan insanlar yaptıkları herşeyi Allah'ın bilmesini ve O'nun razı olmasını yeterli görürler. Bu ahlakı gereği gibi yaşamayan insanlar ise takdiri ve övgüyü başkalarından beklerler. Yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için yaşamaları gereken güzel ahlak özelliklerini, insanların hoşnutluğunu kazanmak için yaşarlar. Gereği gibi takdir edilmediklerini düşündüklerinde de gösterdikleri olumlu ahlak özelliklerinde irade kullanmazlar. Güzel ahlaklı olabilmek için ellerinden geleni yaptıklarını ama bunun bir türlü gereği gibi görülüp takdir edilemediğini savunurlar. Özellikle de kendilerine hatalı bir tavırları hatırlatılmış ama onlar bu yönde hiçbir değişiklik yapmamışlarsa, bu durumu hemen önyargı bahanesiyle örtmeye çalışırlar.
'...Tavırlarını çok değiştirdikleri, hatta bambaşka bir insan oldukları halde hep eski hatalarıyla, eski kişilikleriyle değerlendirildiklerini söylerler. Bu konu halledilmiş olsa bile, ileride yapacakları hatalarda da hep aynı bakış açısının geçerli olacağını iddia ederler. Kendilerini ne kadar düzeltirlerse düzeltsinler, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, eski yaptıkları hataların hiç unutulmayacağını ve kendilerine hep o gözle bakılacağını öne sürerler. Kendilerine ön yargıyla bakıldığı sürece de, bu psikolojik baskı nedeniyle cesaretlerinin kırılacağını ve kendilerini değiştiremeyeceklerini savunurlar. Tüm bu samimiyetsiz bahanelerin ardına sığınarak bu şartlar altında değişmelerinin hiçbir şekilde mümkün olmadığına inandıklarını anlatırlar.
Görüldüğü gibi samimiyetsiz bahanelere dayalı bu senaryodan çıkan mantık, hatanın bu kişilerde değil, başkalarında olduğu şeklindedir. Oysa tüm bu açıklamalar asılsız iftiralarla doludur. Herşeyden önce müminler Allah'tan korkan, kötü zanda bulunmanın, insanlara adaletsizlikle yaklaşmanın Kuran'a uygun olmadığını bilen insanlardır. Bu nedenle samimi bir çaba içerisinde olan bir kimseye karşı hiçbir zaman böyle bir bakış açısıyla yaklaşmazlar. Bunun yanında eğer bir kişi gerçekten kendinde olumlu değişiklikler yapmışsa, müminler vicdanlarındaki hassasiyet nedeniyle bunu hemen fark eder ve bundan büyük sevinç duyarlar. Hepsinden önemlisi insanın hatalarını bağışlayacak olanın Allah olduğunu ve asıl O'na karşı sorumlu olduklarını bilirler. Bir insanı Kuran ahlakına uygun hareket ettiği halde geçmişteki hatalarıyla yargılamalarının Kuran ahlakına uygun olmayacağının farkındadırlar. Kuran ahlakının bir gereği olarak müminlere karşı her zaman güzel zan besler, onların güzel yönlerini daima ön plana çıkararak övüp teşvik ederler.
Dolayısıyla öne sürdükleri tüm diğer bahanelerde olduğu gibi, bu da samimiyetsiz ve iman edenler arasında hiçbir geçerliliği olamayacak bir bahanedir. Kişinin yapması gereken bu düşüncelerinin tamamının şeytan ürünü olduğunu görüp hemen Allah'a teslim olmak ve hatasını Kuran ahlakına uygun olarak telafi etmeye çalışmak olmalıdır.