Şeytanın etkisi altına giren kimselerin geliştirdikleri bir başka karakter tarzı ise durgun ve donuk bir insan görünümüne bürünmek ve bu şekilde çeşitli gizli protesto yöntemleri uygulamaktır. Amaçları, bu gizli protesto eylemleriyle çevrelerindeki insanlara çeşitli mesajlar vererek, samimiyetsiz ahlaklarını sürdürebilecekleri bir zemin oluşturmaktır. Şeytanın gösterdiği yöntemlere sarılarak, temelde son derece canlı, dışa dönük, neşeli insanlar oldukları halde bile bile kendilerini ağırlaştırırlar. Soğuk, donuk, içine kapalı, hiçbir şeyden zevk almayan, yaşama sevincini kaybetmiş adeta "ölü gibi, cansız bir karakter" gösterirler. Oysa şeytanın etkisinde olmadıklarında hoşsohbet olmalarıyla, güzel tavırlarıyla dikkat çeken, kendilerinin yanı sıra çevrelerindeki insanları da canlandıran, neşe veren kimselerdir. Ama şeytanın etkisine girdiklerinde bu hal birdenbire değişir, öyle ki sanki yaratılış olarak böyle cansız bir karakterleri varmışçasına ciddi bir kararlılık ve çözülmezlik izlenimi vermeye çalışırlar.
Söz konusu kimseler, bu kasıtlı oluşan soğuk karakterlerine şeytanın yöntemleriyle bazı bahaneler bulmuşlardır. İyi niyetlerinin ve samimiyetlerinin gereği gibi anlaşılamamasının kendilerini bu hale getirdiği yalanına sığınırlar; yaşadıkları rahatsızlığın şiddetinin çok büyük olduğunu, böyle bir durumda içlerine kapanmamanın, donuk bir karakter göstermelerinin ellerinde olmadığını iddia ederler. İçerisinde bulundukları duruma çok üzüldüklerini ve yıprandıklarını, bu nedenle tüm çabalarına rağmen bir türlü neşelenemediklerini öne sürerler.
Oysa bu iddialarının hiçbiri gerçeği yansıtmamaktadır. Her biri şeytanın ve nefsin kişiyi kandırmak için ortaya attığı aldatmacalardan ibarettir. Herşeyden önce gerçekte samimi ve iyi niyetli olan bir insan iman edenler tarafından hemen fark edilir. Dahası böyle bir insan doğal olarak çok fazla sevilir, sayılır ve bu kişiye karşı derin bir güven duygusu duyulur. Tüm bunları elde etmek için kişinin ayrıca özel bir tavır içerisine girmesi, özel bir çaba harcaması gerekmez; Kuran ahlakını yaşaması yeterlidir.
Bunun yanında ortada gerçekten yanlış anlaşılan bir durum olsa bile iman sahibi bir insan bu konuyu çözmek için hiçbir zaman Kuran'a uygun olmayan yöntemlere başvurmaz. Allah Kuran'da müminlere birbirlerine "sözün en güzelini söylemelerini" hatırlatmıştır. Böyle bir durumda bu kişinin yapması gereken karşı tarafa söylemek istediklerini, gizli tavırlarla, sessiz mesajlarla, protesto yöntemleriyle değil, samimi bir dille açıkça söylemesidir.
Söz konusu kişilerin "isteseler de bir türlü neşelenememeleri, mutsuzluklarını yenmeye güçlerinin ve iradelerinin yetmediği" iddiaları da öne sürdükleri diğer mantıklar gibi doğru değildir. Öncelikle hiçbir şey iman sahibi bir insanın neşesini, sevincini kaçıramaz, içine kapanmasına, üzülüp sıkılmasına neden olamaz. Çünkü mümin Allah'ın herşeyi hayır ve hikmetle yarattığını bilir. Allah'ın sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu, iman eden kulları için dünyada güzel bir hayat ve ahirette herşeyin en güzelini yaratacağını bilmenin daimi neşesini yaşar. Allah'ın rızasını ve cennetini ummanın, sonsuza dek eşsiz nimetler içerisinde yaşamakla müjdelenmiş olmanın mutluluğu içindedir.
Bunların yanı sıra, "gücüm ya da iradem yetmiyor" gibi sözlerin de Müslümanca bir konuşma olmadığı açıktır. Allah Kuran'da münafıkların bu tarz üsluplarla konuştuklarına dair örnekler vermiş ve onların bunu, din ahlakını yaşamamak için samimiyetsiz bir bahane olarak kullandıklarına dikkat çekmiştir. Müminin üslubu ise her zaman Allah'a dayanıp güvenmek, en zor olaylar karşısında bile yılgınlığa kapılmadan "Rabbimiz bizimledir" diyerek, Allah'a güvenmenin huzur ve güvenini yaşamaktır. Bu onların sürekli ümitvar bir üslup kullanmalarını, güçlü ve iradeli bir kişilik sergilemelerini sağlar.
Görüldüğü gibi tüm bu anlatılanlar, söz konusu kişilerin "iyi niyet" adı altında aslında tümüyle samimiyetsiz bir ahlakı savunduklarını göstermektedir. Şeytanın etkisiyle kendilerini kandırmakta, samimiyetsizliklerine şahit oldukları halde vicdanlarını öne sürdükleri mazeretlerle ikna edip rahatlatmaktadırlar.
İsteseler rahatlıkla vazgeçebilecekleri bu tavırları sürdürmekle yaptıkları aslında kasıtlı olarak çevrelerindeki insanları rahatsız etmeye, onlara tedirginlik vermeye çalışmaktır. Şuuru açık olup Kuran ahlakının gereğini bilen bir insanın, bile bile böyle bir vicdansızlık içerisine girmesi ise Allah Katında büyük bir karşılık görebilir. Dünya hayatında küçük bir menfaat elde edebilmek için, hem mutsuz bir yaşam sürmek hem de ahirette büyük bir azap yüklenmek ise çok büyük bir akılsızlık olacaktır.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, iyi niyet adı altında içten içe samimi insanlara zarar vermeye çalışan bu tür kişiler, bu amaçlarında hiçbir zaman başarılı olamazlar. Müslümanlar yapılan her kötü işin hem dünyada hem de ahirette sadece bunu yapan kişinin karşısına çıkacağını bilirler. Bundan kendilerinin bir kayıpları olmayacağını, kendi sorumluluklarının sadece iyiliğe davet etmek ve yaptığının ahiretteki karşılığını kişiye hatırlatmak olduğunun şuurundadırlar. Bu nedenle bu kişiler asıl olarak yalnızca kendilerine zararlar vermektedirler.
Allah'ın insanlara verdiği en önemli nimetlerden biri gözleridir. Akıl sağlığı yerinde olan her insan bakışlarını güzel kullanma ve bakışları ile duygularını ifade etme yeteneğine sahiptir. Şeytanın etkisinde olan kişiler ise bu önemli özelliği tam tersi şekilde değerlendirir, Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği gözlerini içlerinde sakladıkları kötülükleri yansıtmak için bir araç olarak kullanırlar. Mat ve donuk bakışları ile bu bakışlarının sonucunda oluşan cansız, ölüye benzer halleri, bu kişilerin en belirgin özelliklerindendir. Cansız bakışlarını destekleyen bezgin, bıkkın, yorgun halleri ile genellikle çevrelerindeki insanlara birtakım mesajlar vermeyi hedeflerler. Kimi zaman dikkat çekip, huzursuzluklarını belli etmek ve bu huzursuzluklarıyla çevrelerindeki insanları da tedirgin etmeyi planlarlar. Kimi zaman yine şeytanın etkisiyle bakışlarında sevgi, saygı gibi güzel ve olumlu ifadeler oluşmasını engellemek isterler. Kimi zaman ise sessiz bir dille kalplerinde öfke, kin, kıskançlık gibi olumsuz duygular olduğunu ima etmeye çalışırlar.
Ancak elbette ki bir insanın böyle şeytani bir irade gösterip, normal insani bir fonksiyonunu baskılaması, saatlerce kesintisiz olarak anlamsız bakışlarla bakabilmesi son derece güçtür. Zira daha önce de bahsettiğimiz gibi insanın hissettiği tüm duygular doğal olarak bakışlarına yansır; bu nedenle içinde yaşadıklarını saklaması zordur. Dolayısıyla sağlıklı ve normal akıldaki bir insanın gözlerini dondurabilmesi, duygularını gözlerinden yansıtmaması için özel olarak güç harcaması; duygularını ve tepkilerini belli etmemek için özel irade kullanması gerekir. Dahası böyle bir hale girebilmesi için kişinin Kuran'da bildirilen güzel ahlak doğrultusunda değil de şeytanın istekleri doğrultusunda hareket etmesi gerekir. Yoksa insan karşı tarafı rahatsız etmek, tedirgin edip huzursuzluk vermek amacıyla sebepsiz yere kendisini böyle bir zorluk içerisine sokmaz. Kişi bunu yaparken bir yandan Allah'ın kendisine sürekli olarak doğruyu ilham ettiği vicdanının sesini duyar, bir yandan da bunu bastırmaya çalışır. Bir yandan da şeytana kulak verme ve onun ilham ettiklerini yerine getirme gayretindedir. Bu da hem fiziksel hem de zihinsel açıdan son derece yıpratıcıdır.
Ancak buna rağmen bu tavırlarında da son derece ısrarlıdırlar. Sevgi, saygı dolu dostane bakışlarla bakmamak, içlerindeki kinlerini, kızgınlıklarını, öfkelerini gizlice ima etmek ya da çevrelerindeki insanların davranışlarını protesto etmek amacıyla özel irade harcarlar. Güzel olan, insana neşe ve mutluluk veren herşeyden kendilerini soyutladıkları gibi çevrelerindeki insanların neşesi, imani heyecanları, sahip oldukları nimetler ve güzellikler de adeta onları rahatsız eden özellikler halini alır. Müminler ne kadar canlı, neşeli, pırıl pırıl bakışlı, şevkli bir tavır içinde olurlarsa bu kişiler de tam tersi bir durumdadırlar. Son derece cansız, gözünden nereye baktığı belli olmayan, adeta boşluğa bakıyormuş gibi anlamsız bakışları ve tavırları ile kendilerince eylemlerini sürdürürler.
Donuk bakışlarla yapılan bu gizli protesto yöntemi müminlere yöneltildiğinde farklı mesajlar ve anlamlar içerir. Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda insanlar günlük hayatta birbirlerinin bakışlarına çok fazla önem vermeyebilirler. Bu konuya özel dikkat veren kimseler de vardır elbette, ancak genellikle karşısındaki kişinin bakışlarını veya cansızlığını hiç umursamayan, aslında kendisi de benzer bir yapıda olduğu için bundan etkilenmeyen çok sayıda kişi vardır. Müminlerin arasında ise bu durum değişir. Mümin, aklını ve vicdanını Kuran ahlakının gerektirdiği şekilde kullandığı için karşı taraftaki en ufak bir olumsuzluğu ve şeytanın etkisini hemen hisseder. Şeytanın etkisiyle bakışlarını donduran, cansız bir kişiyi Kuran'a uygun bir ahlak göstermesi için uyarır. Allah'ı ve ahireti hatırlatıp yaptığı hatayı kendisine göstermek ister. Cansız ve şevksiz bir tavrın Allah Katındaki sorumluluğunu, vicdanını kullanmadığı takdirde ahirette bunun hesabını veremeyebileceğini hatırlatır. Ayrıca Allah'ın insanlar için yarattığı sayısız nimet arasında bu nimetleri görmezden gelip donuk bir kişilik sergilemenin Allah'ın rahmetine ve nimetine karşı nankörlük olabileceğini anlatır. Ancak bu kimseler içinde bulundukları durumu kasıtlı olarak oluşturdukları için, müminlerin bu hatırlatmalarından gereği gibi öğüt almazlar.
Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi bunun maddi ve manevi zararını da en çok kendileri görürler. Öncelikle insanın en doğal özelliklerinden biri olan duygularını bakışlara yansıtmayı frenlemek için özel enerji harcamak çok zordur. Sevinilecek bir olay karşısında sevinmemek, çok beğendiği bir şeyi beğenmemiş gibi davranmak, neşeli olmak varken mutsuz görünmeye çalışmak gibi tavırlarla birçok nimetten sadece kendilerini yoksun bırakırlar. Neşe, canlılık, coşku gibi, insanın doğasında olan hislerini dondurup adeta ölü bir insan izlenimi vermeye çalışmalarının kendilerinden başka hiç kimseye zararı olmaz. Bunun sonucunda oluşan stres ve sıkıntı nedeniyle beden olarak güçten düşer, bünyeleri zayıflar ve pek çok hastalığa açık hale gelirler.
Bütün bunlar gözleri ile bilinçaltlarındaki olumsuz düşünceleri çevrelerine yansıtmak isteyen insanlarla ilgili ilk bakışta görülecek özelliklerdir. Bu kişilerin dünyada yaşayacakları sıkıntılı hayatın yanı sıra, asıl olarak ahirette alacakları sonsuz karşılığı hatırlatmak gerekir. Çünkü dünya hayatı çok geçici ve kısadır. Ahirette ise insan yaptıklarının karşılığını sonsuza dek alacaktır.
Allah insanları yaratılış olarak sevgiye uygun olarak yaratmıştır. İnsanlar genel anlamda sevmekten, sevilmekten, ilgiden hoşnut olurlar. Ancak şeytanın kimi insanlara kullandığı taktikler sonucunda, bu kimseler iradelerini kullanarak kendilerini bu nimetten mahrum bırakırlar. İlk başta çevrelerindeki insanlara şeytani yöntemlerle birtakım mesajlar vermek için gösterdikleri protesto tavırları, bu insanları sevmekten ve sevilmekten uzak kimseler haline getirir. Şeytanın gösterdiği yola uymak adına, farkında olmadan kendilerine çok zor bir hayat yaşatır ve kendilerini tüm güzelliklerden bilerek ve isteyerek mahrum ederler.
Ancak şeytanın insanlara yaptırdığı tüm diğer tavır bozukluları gibi aslında bu da insan yaratılışına aykırı bir durumdur. Kuran'ın "Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır." (Nisa Suresi, 119) ayetiyle belirtildiği gibi, şeytan insanların fıtratını bozarak zevk alacakları, mutlu olacakları bir hayat yaşamalarına engel olur. Tam tersine onları kendilerine zulmedecekleri, nimetlerden mahrum kalacakları bir ortama sürükler. Sevgi de Allah'ın dünya hayatında insanlar için yaratmış olduğu en büyük, en güzel nimetlerden biridir. Ancak şeytanın etkisindeki bir insan sevmekten ve sevilmekten mahrum kalır. Şeytan, temelde sevgiye çok açık olan bu insanları çeşitli mazeretlerle sevgilerini belli etmemeleri, baskılamaları ve hatta sevmekten vazgeçmeleri için ikna etmeye çalışır. Verdiği telkinlerle onları, sevdikleri ve gerçekten sevilecek pek çok özelliğe sahip olan insanlara karşı ters, soğuk ve ilgisiz tavırlar göstermeye zorlar.
Şeytanın tuzağına düşen kimseler bir yandan sevgilerini gereği gibi yaşayamamalarının bir yandan da bu tavırları yüzünden sevilmemelerinin sıkıntısını yaşarlar. Sevilecek pek çok özelliğe sahip olan insanlara karşı kasıtlı olarak ters ve soğuk bir tavır içerisine girmeleri, bu kimseleri de sevilmeyecek insanlar haline getirir; şeytanın etkisiyle sevilecek tüm özellikleri körelir. Kuran'da "Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar." (Yunus Suresi, 44) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, insanlar bu durumu kendi elleriyle oluşturmaktadırlar.
Şeytanın telkinleriyle böyle bozuk bir tavır gösteren insanların bu konuda kendilerini ikna etmek için geliştirdikleri şeytani düşüncelerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Kuran ahlakını yaşayan kimselerin en belirgin özelliklerinden biri tevazuları, yumuşak huylu olmalarıdır. Onlara pek çok nimetin kapısını açan, Allah'ın dünya hayatında insanlar için yarattığı güzelliklerden gereği gibi zevk almalarını sağlayan da işte bu tevazulu ahlaklarıdır. Mütevazi kişilikleri nedeniyle, cennetteki en güzel nimetlerden biri olan sevgiyi dünyada da en derin şekilde yaşayabilen insanlardır. Bir insanın sevilecek özelliklerini tüm detaylarıyla görebilirler; kalplerindeki sevgilerini karşı tarafa tüm içtenlikleriyle gösterebilen, aynı zamanda güzel ahlakları nedeniyle kendileri de çok sevilen kimselerdir.
Şeytanın etkisine giren kimselerin en belirgin özelliklerinden biri ise kibirli ve enaniyetli olmaları, kendi benliklerini çok büyük ve değerli görmeleridir. Şeytan, cennetten kovulmasına sebep olan bu özelliğini insanlara da aşılayarak onların da Allah'ın rahmetinden ve nimetlerinden mahrum kalmalarını ister. İçlerinde giderek büyüyen kibir ve büyüklenme duygusu onları çevrelerinde bulunan insanlara, nimetlere, güzelliklere sevgi duymaktan alıkoyar. Zamanla kişiyi sarıp kuşatır ve insanın tahmin edemeyeceği boyutlara ulaşabilir. Allah bu kişilerin kalplerindeki büyüklenme arzusunun hiçbir zaman ulaşamayacakları bir istek olduğunu şöyle bildirmektedir:
... onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur... (Mümin Suresi, 56)
Ancak kibir ve büyüklenme Kuran'da, "Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 206) ayetiyle bildirildiği gibi Allah'ın beğenmediği bir tavırdır.
İnsanın hiçbir zaman ulaşamayacağı bir büyüklük duygusuyla yaşaması, her zaman için kendisini herşeyden ve herkesten daha çok sevmesi ve daima benlik duygusuyla hareket etmesidir. Kendi benliğine ve nefsine olan sevgisi o kadar büyüktür ki, onun isteklerini yerine getirmek bu kişi için herşeyden daha önemli hale gelir. Bu konuda şuursuzca bir cesaret içerisine girer.
Bu uğurda sevdiği insanları da kolaylıkla gözden çıkarabilir, nefsinin bencilce tutkuları için kolaylıkla bu kimselere karşı olumsuz tavırlar içerisine girebilir.
Bu tarz kişilerin kendilerine karşı duydukları sevgi öyle şiddetlidir ki, enaniyetleri yüzünden sevilecek yüzlerce üstün özelliğe sahip olan müminlere karşı bile sevgisiz ve ilgisiz tavırlar sergileyebilirler. Müminlerin, dünyada en çok sevebilecekleri, en yakın dost olabilecekleri, en çok güvenebilecekleri kimseler olduklarını bilmelerine rağmen yine de onlara gereği gibi sevgi gösteremezler. Ancak bu, söz konusu kişilerin istemsiz olarak içerisine düştükleri bir durum değildir elbette. Vicdanları kendilerine güzel ahlakın gereğini ilham ettiği halde, sırf nefislerinin bencilce isteklerini yerine getirebilmek için şuurlu olarak sevgi göstermekten kaçınmaktadırlar. Bunu kimi zaman yine bir protesto yöntemi, kimi zaman o kişiye karşı olan kızgınlıklarının, küskünlüklerinin, kıskançlıklarının bir ifadesi, kimi zaman da yanlızca büyüklük hislerinin gereği olarak yaparlar. Bunu gizli bir eylem ve sessiz bir mesaj olarak kullanır ve bu şekilde istedikleri sonuçlara ulaşabileceklerini sanırlar.
Ancak elbette iman edenler arasında böyle bir davranışın kabul görmesi mümkün değildir. İman edenler arasında kabul görebilecek tavır ancak Kuran ahlakına uygun olandır. Allah'ın Kuran ile insanlara bildirdiği ahlakı yaşayarak isteklerine ulaşmaya çalışan insanlar Allah'ın izniyle başarılı olurlar. Aksinde ise yaptıkları şeytani tavırların zararı kendilerini sarıp kuşatır ve kendilerine eziyet vermekten öteye gidemezler. Allah'ın beğendiği ahlakı yaşamak yerine şeytana uymalarının karşılığı olarak böyle bir zorluk içerisinde yaşarlar.
Şeytanın etkisine giren kimseler enaniyetleri nedeniyle sevgiyi her zaman için önce karşı tarafın göstermesini beklerler. Çünkü karşılarındaki kişi onlara ne kadar sevgi gösterirse kendilerinin de buna göre bir karşılık vermeleri gerektiğini düşünürler. Eğer kendi gösterdikleri sevgi karşı taraftan gelenden daha coşkulu veya fazla olursa, bunun kendilerini küçük düşüreceğine inanırlar. Bu tür bir durum onların gurur anlayışlarına tamamen zıttır; hayatlarının her aşamasında olduğu gibi, sevgiyi de ancak kendi gururlarına zarar gelmemesi koşuluyla ve bu anlayışın izin verdiği kadarıyla yaşarlar.
Halbuki Kuran ahlakında gururun yeri yoktur. Aynı şekilde sevgi ile gurur da hiçbir şekilde birbirleriyle bağdaşmayan özelliklerdir. Gururun olduğu yerde sevgi yaşanamaz; çünkü böyle bir insan herşeyden ve herkesten çok kendini sever. Gerçek sevginin gerektirdiği tavırları da sadece kendisine karşı gösterebilir.
Bu nedenle gerçek sevgiyi en güzel şekilde yaşayabilen kimseler ancak nefislerinin bencil tutkularından kurtulabilmiş olan müminlerdir. Müminlerin yaşadıkları tüm sevgilerin temeli Allah sevgisine dayalıdır. Bu nedenle hiçbir zaman karşı tarafın tavrına ayarlı bir sevgi anlayışı içerisine girmezler. Mümin için bir kişinin sevilme ölçüsü o kimsenin Allah'ın rızasına uygun şekilde yaşamasıdır. Allah'ın istediği hayatı yaşayan, Allah'tan korktuğu hissedilen bir kişiye mümin doğal olarak sevgi duyar ve bu sevgisinde dünyevi özelliklere göre bir ayrım yapmaz, hiçbir karşılık beklemez. Herhangi bir hesap içerisine girmeden, içinden geldiği gibi samimi sevgisini gösterir. Karşı taraftan sevgi görmese bile Allah'ın rızası için bu kişiye karşı samimi sevgi, şefkat ve ilgi gösterir.
Şeytanın etkisinde olan kişi için ise nefsi herşeyden öncelikli gelir; nefsine ağır geleceğini düşündüğü böyle bir denemeye asla yanaşmaz. Bu kişiler için nefislerinin memnun edilmesi, övülmeleri, takdir edilmeleri herşeyden önemli gibidir. Bu nedenle sevginin, iltifatın, övgünün mutlak surette önce karşıdan gelmesini beklerler. Hatta çoğu zaman sevgi gördüklerinde de karşılık vermemeyi tercih ederler. Çünkü her ne şartta olursa olsun sevgi göstermek gururlarına ağır gelmektedir.
Bunun için kötülüğün sessiz dilini kullanarak pek çok sinsi oyuna başvururlar. Buna günlük hayattan pek çok örnek vermek mümkündür. Birbirlerine saygı, sevgi duyan, dost ve arkadaş olan insanlar birbirleriyle karşılaştıkları zaman kalplerindeki bu samimi duyguları çeşitli şekillerde birbirlerine ifade ederler. Hal hatır sormak, iltifat etmek, karşı tarafın hoşnut olacağı güzel tavırlar göstermek bunlardan bazılarıdır. Şeytanın etkisine giren insanlar, çocuk yaştaki insanların bile düşünebildiği bu tavırlardan çeşitli bahanelerle kaçınırlar. Ancak tüm bunları özel bir stil içerisinde; karşı tarafa bunların özel bir kasıt üzerine gerçekleştirildiğini hissettirecek şekilde yaparlar. Örneğin sanki öncelikli olarak konuşulması gereken çok daha farklı konular varmışçasına, sevgi göstermek yerine bunlardan bahsederler. Ya da karşı tarafın dikkati çeken güzel özelliklerine iltifat etmek yerine kasıtlı olarak çok alakasız kişilere övgüler yöneltirler. Ya da o kişiye iltifat etmek yerine içerisinde bulunulan mekandan, dekorasyondan; eşyaların, tabloların güzelliğinden bahsedilir. Eğer bir başkası bu kimselere iltifat edecek, güzel söz söyleyecek olursa, bu kişi herhangi bir bahaneyle bu konuşmayı duymazlıktan gelir ya da konuşmayı bölüp dikkati başka yöne çekecek bir tavırda bulunur. Bazen de karşı tarafın güzel huylarından bahsedildiğinde, yüzüne şaşırmış, anlayamamış gibi bir ifade yerleştirerek gizliden gizliye kendisinin aynı kanaatte olmadığı izlenimini vermeye çalışır. Eğer çok zorda kalırsa kendisi de -içinden gelmediğinin anlaşılacağı şekilde- ilgisiz ve mat bir sesle konuya katılır. Ama bir yandan da yüzüyle bunların samimi hisleri olmadığı mesajını vermeye çalışır.
İlginç olan ise, kimi zaman bu kişilerin kalplerinde yaşadıklarıyla bu yaptıklarının tümüyle çelişmesidir. Şeytanın ilhamlarıyla kötülüğe meyletmekte, vicdanlarının sesine karşı çıkmaktadırlar. Ama aslında doğru olanın hangisi olduğunu bilmektedirler; karşılarındaki insanların aslında sevilecek ve sayılacak ne kadar fazla özellikleri olduğunu görebilmektedirler. Buna rağmen şeytani bir ahlakta diretmektedirler.
Burada şunu belirtmek gerekir ki, şeytanın bu kimseleri teşvik ettiği bu tavır Kuran ahlakından uzak bir yaşam süren insanlar arasında oldukça yaygındır. Birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen insanlar dahi dostluklarını neredeyse bir gurur savaşına dönüştürürler. Ancak iman edenler arasında böyle bir ölçü yoktur. Müminler Kuran ahlakını yaşayan kimselere karşı karşılıksız ve samimi bir sevgi duyarlar. Önce kimin sevgi gösterdiğinin, bu durumun kaç kez tekrarlandığının, o kişinin ne kadar coşkulu karşı tarafın ne kadar sade bir tavır gösterdiğinin hiçbir önemi yoktur. Sevgi müminler için güzel ahlakın gereği olan bir ibadettir. Daima önce sevgi gösteren olmak, daima iltifat eden, özveri gösteren, coşkulu olan taraf olmak müminin Allah korkusunun, ahiret inancının, imanının göstergeleridir. Bu nedenle hiçbir zaman bunların hesabını yapmazlar. Karşı taraf kendilerine hiçbir şekilde sevgi göstermese bile, imanları nedeniyle müminler tarafından mutlaka sevileceklerini bilmenin güveni ve huzuru içerisindedirler.
Şeytanın etkisiyle hareket eden insanların bir özelliği de karşı taraf kendilerine ne kadar sevgi gösterirse göstersin bundan memnun olmamaları ve bunu yeterli görmemeleridir. Genellikle nefislerindeki büyüklük hırsı gereği, hak ettiklerinden çok daha fazla sevgi, ilgi ve alaka talebinde olurlar. Her zaman daha fazlasını hak ettiklerini düşündükleri için bir türlü hoşnut olmamalarına neden olan bir beklenti içerisindedirler. Bu noktada hiç düşünmedikleri konulardan biri ise, kendilerinin bu sevgiye gerçekten de layık olup olmadıklarıdır.
Müminler Kuran ahlakıyla hareket etmeleri sebebiyle, tüm kusurlarına ve hatalarına rağmen, güzel ahlaka teşvik etmek amacıyla, karşılarındaki kişiye sevgi ve şefkat gösterebilirler. Bu durumu şeytanın etkisiyle değerlendiren kişiler ise, kendilerine gösterilen ilgi ve alakanın müminlerin üstün ahlakından kaynaklandığını takdir edemezler. Hak ettikleri ve layık oldukları için böyle bir ilgi gördüklerini düşünürler. Hatta bu durum kimi zaman öyle bir hal alır ki, büyüklenme hırsıyla mükemmel olduklarını düşünen bu kişiler, kendilerine herkesten çok daha fazla, abartılı sevgi gösterilerinde bulunulmasını isterler. Eksik olduğuna kanaat getirdikleri sevgi şekillerini de yererler.
Ancak bu konudaki fikirlerini ve taleplerini de yine şeytanın sinsi yöntemleriyle karşı tarafa hissettirmeye çalışırlar. Hiçbir zaman açık açık "ben bundan daha iyisine layığım", "bana herkesten fazla sevgi gösterilsin, herkesten daha üstün olduğum hissettirilsin" gibi ifadelerle bu düşüncelerini dile getirmezler. Hatta kendilerine bu yönde bir söz söylenecek olsa, bunu kesinlikle kabul etmez, tüm güçleriyle itiraz ederler. Kalplerinde kesinlikle böyle bir büyüklük hissi olmadığını, kendilerini çok eksik gördüklerini, çok fazla hatalı yönleri olduğunu bildiklerini, bu nedenle böyle ayrıcalıklı bir sevgiyi zaten hak ettiklerine inanmadıklarını söylerler. Ancak bu savunmalarında elbette ki samimi değillerdir. Ama içten içe bunların tam aksine inandıklarını bilmektedirler. Şeytanın öğrettiği yöntemle bu konudaki gerçek inançlarını gizli bir dille karşı tarafa ifade ederler. Ama bir yandan bu durumu reddederek kendilerine samimi bir görünüm vereceklerini, bir yandan da bu konudaki gerçek kanaat ve taleplerini karşılarındaki insanlara gizlice hissettirebileceklerini düşünürler. Nitekim dilleriyle reddettikleri düşünceleri, yüz ifadelerindeki hoşnutsuzlukla, ters, ilgisiz, soğuk, resmi tavırlarıyla ortaya koyarlar.
Müminler elbette bu kimselerin gerçek düşüncelerinin ve bu şeytani yöntemlerle elde etmek istediklerinin farkındadırlar. Ancak onların bu tavırlarına yalnızca Kurani bir ahlak ile karşılık verirler. Çünkü büyüklenme hırsına kapılmış bir kişiyi sürekli övmek, yüceltmek, ona sanki güzel bir ahlak sergiliyormuş gibi davranmak onun kibirini ve enaniyetini daha da besleyecek ve kişiye daha da zarar verecektir. Bu nedenle müminler böyle bir durumda bu kişiye karşı hak etmediği bir sevgi ile yaklaşmak yerine samimiyetle ona öğüt verir ve Kuran ahlakını yaşamaya davet ederler. Aslında samimi olarak Allah'a iman eden ve ahirette hayırlı bir hayatla karşılaşmak isteyen bir kişi için bu en büyük sevgi gösterilerinden biridir. Şeytanın etkisiyle düşünen kişiler ise bu yaklaşımı takdir edemez ve hak ettikleri ilgiyi göremedikleri düşüncesiyle daha da olumsuz bir tavır içerisine girebilirler.
Şeytanın ilhamı ile hareket eden kişilerin oynadıkları oyunlardan biri de 'kendileri çok sevdikleri halde sevilmediklerini iddia etmeleri ve bu sebeple de soğuk ve donuk bir tavır sergilemeleri'dir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, şeytanın ahlakını benimseyen bir insanın, bu özellikleriyle birlikte sevilebilmesi mümkün değildir. Bu kişinin belki de pek çok güzel ahlak özelliği vardır; belki çevresindeki insanlardan sevgi beklerken kendisine bu özelliklerini ölçü almaktadır. Ancak şeytana uyularak yapılan hareketler insanın sahip olduğu güzel özellikleri de gölgeler. Örneğin bir insan her ne kadar çalışkan, fedakar ya da ince düşünceli olursa olsun, şeytanın etkisiyle negatif bir kişilik yaşaması, yüzüne mat anlamsız donuk bakışlar vermesi, çevresindeki insanlara karşı soğuk ve resmi bir tavır içerisine girmesi onun olumlu özelliklerini de şüpheli hale getirir. Çünkü asıl önemli olan, kişinin güzel ahlakı Allah korkusundan dolayı yaşamasıdır. Eğer kişi bazı konularda güzel özellikler gösterirken, bazı konularda tam tersi bir ısrar gösteriyorsa, bu kişinin olumlu özelliklerini de Allah korkusundan dolayı yaşadığından emin olunamaz. Bu da bu kişiye karşı derin bir sevgi duyulmasını engeller.
Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki, müminlerin bir kişiye Allah rızası için hatasını söylemeleri, ahireti için onu kötülüklerden sakındırmaları en samimi sevgi gösterilerinden biridir. Ancak şeytani mantıkları nedeniyle her konunun altında bir olumsuzluk arayan bu kişiler, kendilerine yapılan uyarıları da olumlu anlamda algılamazlar. Bu kişilerin nefislerine göre sevgi, kişiye hiçbir eksiğinin, hatasının söylenmemesi, sürekli övülmesi ve takdir edilmesidir. Oysa müminler hatası olan bir kişiye bunu söylememeyi vicdani olarak kabul etmezler. "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar..." (Tevbe Suresi, 71) ayeti gereği Allah rızası için birbirlerini kötülüklerden sakındırırlar.
Nitekim şeytanın etkisindeki kişiler de aslında müminlerin bu konudaki samimiyetlerini ve Allah'ın rızasına uygun hareket ettiklerini bilirler. Ancak ayette bildirildiği gibi, "Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla..." (Neml Suresi, 14) yaptıkları samimiyetsizliği görmezlikten gelirler. Bu tavırları çoğu zaman öyle bir seviyeye gelir ki, yapılan uyarılardan öğüt alıp tavırlarını düzeltecekleri yerde vicdanlarını örtüp onlara şeytanın bir başka yöntemi ile karşılık verirler. Şeytani mantıklarına göre 'kendileri aslında karşılarındaki insanları çok sevmektedirler; ancak kendileri sevilecek ahlakta olmadıkları için kendilerini geride tutarak bir nevi bu kimselere iyilik yapmak istemektedirler.'
Elbette ki bu son derece samimiyetsiz, akılsızca ve Kuran'a uygun olmayan bir yöntemdir. Eğer bir insan samimi olarak Allah'tan korkuyorsa ve kötü ahlakından dolayı sevilmediğini düşünüyorsa böyle bir durumda hemen ahlakını düzeltmeyi ve sevilecek hale gelmeyi hedefler. Dahası müminlerin, sevilmeyecek özelliklere sahip bir insana karşı samimiyetsiz bir sevgi gösterisi içerisine girmeyeceklerini, daima Kuran ahlakına uygun şekilde hareket edeceklerini ve bu yöntemlerine karşılık vermeyeceklerini bilir. Buna rağmen söz konusu kişilerin böyle düşüncelere kapılıp, bu doğrultuda hareket etmeleri kendilerine şeytanı veli edinmiş olmalarından kaynaklanır.
Şeytanın, Kuran'a uygun olmayan bir ahlakı benimsetebilmek için insanlara ilham ettiği düşüncelerden biri de, 'kişilikli ve şahsiyetli bir insan olmanın ancak ciddiyet, soğukluk ve resmiyet gibi özelliklerle mümkün olabileceği'dir. Ancak elbette ki bu ahlakı uygulayan insanların birçoğu, gerçekte kişilikli olmak ile samimi sevgiyi yaşamak arasındaki farkı çok iyi bilmektedirler. Bir insanın şahsiyetli ve kişilikli bir tavır içerisinde olması Kuran ahlakına uygun bir davranıştır; bu nedenle Kuran ahlakını yansıtan diğer özelliklerle çatışması mümkün değildir. Bir insan kişilikli olunca soğuk, samimi, rahat bir tavır içerisinde olunca da kişiliksiz olacak diye bir kural yoktur. Bu tümüyle şeytanın bir aldatmacasıdır ve bu ahlakı uygulayan kişilerin sinsiliğinden kaynaklanmaktadır. Kişilikli olmak; bir insanın aklı başında, şuuru açık, samimi ve güvenilir olması, daha da önemlisi Allah'tan korkan imanlı bir insan olmasıyla mümkün olabilir. Ciddiyet, resmiyet gibi özellikler ile kişilikli olmanın hiçbir bağlantısı yoktur.
Tüm bunlar, söz konusu kişiler tarafından da çok iyi bilinmektedir. Nitekim onlar da öne sürdükleri mantığı şeytani bir ahlaka meşru bir zemin hazırlayabilmek için, yalnızca bir bahane olarak kullanmaktadırlar. Önceki satırlarda detaylı olarak anlatıldığı gibi, içlerindeki büyüklük ve kibir duyguları nedeniyle karşılarındaki insanlara sevgi göstermek nefislerine ağır gelmektedir. Ya da bu kişilerin herhangi bir tavırlarını protesto etmek, onlara bir şekilde bir mesaj vermek, küskünlüklerini, kızgınlıklarını ifade etmek için kasıtlı olarak soğuk davranmaktadırlar. Tüm bunları açıktan açığa uygulamalarının Kuran ahlakına uygun olmayacağını bildikleri için de, bunu şeytanın gizli yöntemleriyle, sessiz bir dil ile ifade etmeye çalışmaktadırlar.
Sonuç olarak cansız ve donuk, soğuk ve sevgisiz bir karakter göstererek, çevrelerindeki insanlara gizli imalarda bulunmak isteyen kimselerin asıl sorunları kalplerindeki samimiyetsizliktir. Gerçekte Allah'tan yeteri kadar korkmaz, imanı ve Kuran ahlakını gereği gibi yaşamaz ve müminleri kendilerine tam olarak dost edinmezler. Sahip oldukları Allah korkusu ve yaşadıkları din ahlakının iman edenleri ne kadar güvenilir kişiler haline getirdiklerini bildikleri halde, onlara gereği gibi güvenemezler. "Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren müminlerdir." (Maide Suresi, 55) ayetiyle bildirildiği şekilde onları kendilerine dost ve sırdaş edinemezler. Kalplerindeki bu hastalık tavırlarına yansımakta ve bu nedenle onlara gereği gibi sevgi ve samimiyet gösterememektedirler. Oysa Allah "Kim Allah'ı, Resulü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (Maide Suresi, 56) ayetiyle insanın ancak bu şekilde başarıya ulaşabileceğini hatırlatmıştır. Bu ahlaktan yüz çeviren insanın dostu ise şeytan olacaktır. Böyle bir dostluğun sonucu ise Kuran'da şöyle açıklanmıştır:
... Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 119)
İnsanlar güvendikleri kişilerin yanında çok rahat ve doğal davranır, onların kendileri ile ilgili bilgi sahibi olmalarından rahatsız olmazlar. Örneğin bir anne çocuğu ile ilgili her konuyu bilir. Bu konu onun bir eksikliği veya hatası da olsa, karşılıklı olarak iki taraf da bundan rahatsız olmaz. Anne çocuğunun iyiliği için bu hatasını düzeltmesine yardımcı olur, çocuğu da annesinin iyi niyetini bildiği için hiçbir çekingenlik duymaz. Çocuğunun ne tür bir hatası olursa olsun annesi ona her zaman sevgi gösterir, fedakarlıkta, iyilikte hiçbir zaman kusur etmez. Annesinin şartsız sevgisinden emin olan çocuk da annesine doğal olarak daimi bir sevgi ve yakınlık duyar. Aralarında geçen hiçbir konunun bu sevgiyi engelleyebileceğini düşünmez.
Allah'ın rızasına uyan ve Allah korkusuna dayalı bir birliktelik içinde olan müminler için de benzer bir durum söz konusudur. Müminler dünyada ve ahirette sonsuza kadar birlikte olma niyetiyle biraraya gelirler. Kuran'ın "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız..." (Al-i İmran Suresi, 103) ayetiyle bildirildiği gibi, birbirlerini kardeş yakınlığında severler. Birbirlerine karşı hiçbir çıkar ilişkisine dayanmayan, sadece Allah sevgisine dayalı, Allah'ın rızasının ölçü alındığı kesintisiz bir sevgi duyarlar. Hatta ahlakları güzelleştikçe ve Allah'ın rızasını kazanma konusundaki çabaları arttıkça birbirlerine duydukları sevgi ve bağlılık da giderek artar.
Ancak şeytanın etkisi altındaki kişiler böyle bir anlayış içerisinde değildirler. Çünkü onların kafalarında yer eden düşünceler samimi müminlerin düşüncelerinden çok farklıdır. Allah'a ve müminlere olan bağlılıkları yeteri kadar güçlü olmadığı için onlarla gerçek bir dostluk ve yakınlık kuramazlar. Bundan dolayı karşılıksız ya da tek taraflı sevgiye niyet etmekten kaçınır, daima temkinli hareket ederler.
Elbette ki bu tavırları her konuda olduğu gibi kendilerinden başka hiç kimseye zarar vermez. Allah'ın en güzel nimetlerinden biri olan sevgi göstermeyi, sevgi görmeyi, yakınlığı, ilgiyi yaşamayarak sadece kendi kendilerini bu güzelliklerden mahrum bırakmış olurlar. Çevreleri ne kadar kalabalıkmış gibi gözükse de içinde bulundukları kibirli hal ile aslında yapayalnız bir hayat yaşarlar. Gösterdikleri bu Kuran'dan uzak ahlak nedeniyle "Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur." (Hakka Suresi, 35) ayetiyle bildirildiği gibi, ahirette de dostları olmayacaktır.
Allah Kuran'da güzel sözün önemini şöyle bir örnekle hatırlatmıştır:
... Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. (İbrahim Suresi, 24-25)
Ayrıca Allah başka bir ayette de insanlara sözün en güzelini söylemelerini bildirmiş, aksinde şeytanın araya girip insanların aralarını açıp bozacağını şöyle haber vermiştir:
Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Hayatlarının her anını Allah'ın razı olacağı şekilde yaşama niyetinde olan müminler bu ayetler doğrultusunda her zaman güzel sözler söylemeyi kendilerine hedef edinmişlerdir. Kendilerini şeytanın istekleri doğrultusunda yaşamaya ayarlamış olan kişiler ise pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da tam tersi bir tavır takınırlar. Güzel sözden, iltifattan, hoşsohbet olmaktan kaçınmalarının ise birçok sebebi vardır.
Bu kişilerin her konuda olduğu gibi güzel sözlü olma konusunda da karşılarına çıkan ilk engel "kibirleri"dir. Kibirli bir insanın başlıca özelliği kendi nefsini ön planda tutması; diğer tüm konuların, hatta asıl amacı olan Allah'ın rızasını kazanma çabasının dahi nefsinden sonra gelmesidir.
Böyle bir kişi, kendisi için hayati önemi olan büyüklenme duygusunu bir kenara bırakıp çevresindeki insanlara güzel sözler söylemeyi, iltifatta bulunmayı ve onlarla hoş sohbetler yapmayı son derece zor görür. Çünkü ona göre en akıllı insan kendisidir, kendisi o kadar akıllıyken başka birini kendi isteğiyle övmesi mümkün olmayacaktır. Yine ona göre en mantıklı da kendisidir ve onun kadar mantıklı bir insanın başka bir kişinin sözlerini dinleyip ona uyması yersiz olacaktır. Ona göre en güzel özelliklere sahip olan da kendisidir, o zaman onun iltifat etmesi değil, ona iltifat edilmesi gerekmektedir...
Şeytanın etkisine giren bu kimselerin güzel söz söylemekten kaçınmalarının bir diğer nedeni ise kalplerindeki "kin ya da kıskançlık" duygularıdır. Allah insan nefsinin kıskançlığa ve bencilliğe elverişli olduğunu "... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır..." (Nisa Suresi, 128) ayetiyle açıklamıştır. Allah'tan korkup sakınan müminler bu ayet gereği kıskançlıktan Allah'a sığınır ve nefislerinin bu yönünü eğitirler. Çevrelerindeki her olayda Allah'ın üstün tecellilerini fark eder ve bunları coşkuyla dile getirmekten kendilerini alamazlar. Güzellikler, nimetler ve başarılar karşısında duydukları sevinci ısrarla gündeme getirerek Allah'ın nimetine karşı olan şükürlerini ifade ederler. İçlerinde yaşadıkları sevgiyi, coşkuyu doğal olarak dışa vururlar.
Şeytana uyan kimseler ise, nimetlerden zevk alamaz, huzurlu bir hayat yaşayamazlar. Kendileri böyle bir hal içerisindeyken, çevrelerindeki samimi müminlerin nimetlerden derin zevk almaları, mutlu, huzurlu neşeli olmaları onları içten içe bir kıskançlık ve öfkeye sürükler. Oysa aynı güzel hayatı yaşamak onların da elindedir. Allah iman edip salih amellerde bulunan, güzel ahlak gösteren her insana bu güzel hayatı vadetmiştir. Kendi seçimleri doğrultusunda şeytanın ahlakını benimsedikleri için yaşadıkları huzursuz hayat nedeniyle bundan mahrum kalıp, ardından da bu nimete sahip olan müminlere haset ederler.
İçlerinde gizlenen ve şeytanın telkinleriyle giderek büyüyen bu kin ve kıskançlığı açıkça dile getirmekten çekindikleri için, şeytanın sessiz diline başvururlar. Güzellikler, nimetler, başarılar karşısında sessiz kalmayı ve susmayı tercih ederler. Bunları mümkün olduğunca hiç ağızlarına almaz, geçiştirmeye çalışırlar. Öfkelerinden "sessiz protesto" yöntemine başvurarak olumsuz düşüncelerini ve hoşnutsuzluklarını kararlı bir sessizlikle ifade etmeye çalışırlar.
Bu kişilerin güzel sözler söyleyip iltifat etmekten, candan bir sohbet ortamı oluşturmaktan kaçınmakla yapmak istedikleri bir başka şey ise, karşılarındaki kişilere "değer vermediklerini vurgulamak"tır. Ancak bunun nedeni karşılarındaki kişileri gerçekten değersiz görmeleri değildir. Bunu nefislerine ağır geldiği için kıskançlıklarından ya da kibirlerinden dolayı yaparlar. Ancak kitabın başından beri dikkat çektiğimiz tüm gizli kötülüklerde olduğu gibi bu tavırlarında da kendilerini açıkça deşifre etmemeye, yalnızca ispat edilemeyecek nitelikte eylemlerde bulunmaya büyük özen gösterirler. Eğer herkesin güzel sözler söylediği bir ortamda bulunuyorlarsa, tamamen sessiz kalmalarının içlerindeki bu kötülüğün anlaşılmasına neden olacağını bildikleri için bu tür durumlarda farklı bir yönteme başvururlar.
Kimi zaman sanki uygun kelime bulamıyormuş gibi tutuk konuşmalar yapar, kimi zaman anlatmak zorunda kaldıkları sözlere samimiyetsizlik eklerler. Kimi zaman ağızlarından yanlış bir söz çıkmış, anlatacaklarını istedikleri şekilde ifade edememiş gibi yaparak gizli bir dille bu konudaki isteksizliklerini ve soğukluklarını ortaya koyarlar. Kimi zaman da önce güzel bir söz söylüyormuş ya da samimi bir iltifat ediyormuş gibi yapıp ardından ekledikleri bir başka sinsice tasarlanmış cümle ile bunun anlamını değiştirmeye veya etkisini kırmaya çalışırlar. Şeytanın etkisinde oldukları için, bir şeyi gerçekten beğendikleri halde, gururlarına ağır geldiği için bunu gerçek değerini hissettirmeyecek kelimelerle övmeye çalışırlar. Örneğin "çok güzel" ifadesi yerine "fena değil" gibi geçiştirici sözlerle konuyu önemsiz göstermeye gayret ederler. Bunlar gibi samimiyetsizliklerini vurgulamak için kullandıkları daha pek çok ince metod vardır ve bunların her biri şeytan işi sinsice yöntemlerdir.
Bu konuda bilinmesi gereken ise, gösterdikleri sinsi tavırlarla, sarf ettikleri mesaj dolu sözlerle yalnızca kendilerini sıkıntıya soktuklarıdır. Bunların hiçbiri samimi müminlere etki etmez, zarar veremez. Aksine müminlerin kalplerinde samimiyetsizlik olan kimseleri tanımalarına ve şeytanın insanlara nasıl bir oyun oynadığını görmelerine vesile olur.
Şeytanın etkisindeki kişilerin çevrelerindeki insanların ilgisini çekebilmek için başvurdukları sessiz yöntemlerden bir diğeri ise, kendilerini "esrarengiz kimseler olarak tanıtmaya çalışmaları"dır. Bunun için de bu bölümün başından beri anlattığımız durgun, sessiz ve cansız bir karaktere bürünürler. Kendilerini olduklarından daha farklı göstermeye çalışırlar; ama bu farklılığın gerçek hallerinden daha olumsuz bir izlenim bırakmasına özen gösterirler. Bunun onlara nasıl bir çıkar sağlayacağı ise meçhuldür. Çünkü hiçbir insan kendisini çevresine kötü bir insan olarak tanıtmak istemez. Pek çok iyi özelliği varken, olumsuzluklarını ön plana çıkarıp vurgulamayı talep etmez. Aksine her zaman olduğundan daha akıllı, daha güzel huylu, daha kişilikli, daha güvenilir biri olarak tanıtmak ister. Bir insanın böyle bir çaba içerisine girmesi, hiç kuşkusuz ancak şeytanın bu insanın doğru yolları üzerine oturması ve onu şaşırtıp saptırmaya çabalamasıyla gerçekleşir.
Ele aldığımız tüm diğer yöntemler gibi, şeytanın bu sinsi metodu da Kuran ahlakıyla hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. Öncelikle imanı kavrayan bir insan hiçbir zaman için kendisini bile bile esrarengiz bir kişi olarak tanıtmaz. Tam aksine ne kadar açık, net ve samimi bir kişiliğe sahip olduğunu, dürüstlüğünü, güvenilirliğini elinden gelenin en fazlasıyla belli etmeye çalışır. Esrarengiz davranışlarda bulunup, kendini olduğundan farklı tanıtmanın, gizemli konuşmalar yapmanın münafık karakterli insanların özelliği olduğunu bilir. Kuran'ın pek çok ayetinde, peygamberlerin gönderildikleri toplumlara kendilerini tanıtırlarken öncelikle güvenilir kimseler olduklarını vurguladıklarına dikkat çekilmiştir. Ayetlerde Hz. Nuh'un kavmine kendisini şöyle tanıttığı bildirilmektedir:
Hani onlara kardeşleri Nuh: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin." (Şuara Suresi, 106-108)
Salih müminler kendilerine peygamberlerin bu ahlakını örnek alırlar. Şeytana uyan insanlar ise tüm bu gerçekleri çok iyi bildikleri halde, bulanıklaşan akılları ve iyice örttükleri vicdanlarının zayıflığı nedeniyle ısrarla şeytanın yöntemine sarılırlar. Bir türlü anlaşılamayan, çözülemeyen dolayısıyla ne düşündüğünün, ne hissettiğinin anlaşılabilmesi için sürekli üzerine düşülen bir kişi olmanın kendilerini önemli bir konuma getireceğine inanırlar. Bu nedenle karşı tarafı kendileriyle alakadar edebilmek için sürekli olarak kendilerini sırlarla dolu, anlaşılamaz, neyi niçin yaptığı bilinmeyen bir insan olarak tanıtırlar. Ancak üzerlerine düşülmesi de onları rahatlatmaz. Kendilerini esrarengiz göstermekle ne elde etmeyi hedeflediklerinin kendileri de tam olarak şuurunda değillerdir. Tek farkında oldukları ilgi çekmek istedikleridir; bunun sonucunda çevrelerindeki insanların sevgilerini mi buğzlarını mı kazanacaklarını hiç hesaba katmazlar. Şeytan konunun bu önemli kısmını onlara unutturur. Bunu ancak yaptıkları şeytani davranışların açmaz bir yol olduğunu anladıklarında düşünmeye başlayacaklardır.
Ne istediklerinin anlaşılması için kendilerine onlarca soru sorulsa, bunların hiçbiri onları çözmeye yetmez. Özellikle hep üstü kapalı cevaplar verirler ki ne demek istediklerinin anlaşılması için kendilerine yeniden sorular sorulsun. Bu şekilde çevrelerindeki insanların ana gündemini oluşturabileceklerini düşünürler. Bu, karşı tarafın onlara çok değer verdiğinin ve onları kazanmak için her türlü zorluğa katlanacağının bir işareti gibidir onlara göre. O zaman bu duruma şahit olan diğer insanların da kendilerine ona göre bir değer vereceklerini, onları gözlerinde daha üstün bir yere koyup "bu kişiler gerçekten önemli" diye düşüneceklerini sanırlar. Bir tavır bozukluğundan böyle bir sonuca varmak ise, ancak üstünlük ölçüsünün takva ve Allah'a yakınlıkla olabileceğini düşünmeyen, Kuran ahlakıyla hareket etmeyen insanlar için geçerli olabilir. İman sahipleri böyle bir tavrın Kuran'a uygun olmadığını bilirler.
Bu nedenle Müslümanlar dürüst bir kişiliğe sahip olan insanlardır; neyi neden yaptıkları da çok açıktır. Hiçbir hareketleri şaibe taşımaz, şüphe uyandırmaz. Kuran ahlakıyla hareket ettikleri için, bir şey yaptıkları ya da söyledikleri zaman bu Allah'ın izniyle çevrelerindeki insanlar üzerinde mutlaka olumlu bir etki bırakır. "Neden böyle dedi", "bir şey mi ima etmeye çalıştı", "ne demek istedi" gibi şüpheler oluşmaz. Esrarengiz bir izlenim oluşturmaktan itinayla kaçınırlar. Kuran'ın "Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır." (Hucurat Suresi, 7) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah iman edenleri hidayete yöneltmiş, şeytanın ahlakını onlara çirkin göstermiştir.
Ancak şeytanın sinsi hesaplarıyla hareket ettikleri için Kuran ahlakından uzaklaşan kişiler esrarengiz olmayı daha cazip ve dikkat çekici görürler. Kendilerini diğer insanlardan farklı gösterme arzusu daha ağır bastığından şüpheli, tedirgin edici ne düşündüğü bilinmeyen, planları, sırları çözülemeyen bir insan görünümüne bürünürler. Ardından da Müslümanların kendilerini çözmelerini, ne tür beklentileri olduğunu anlamalarını beklerler.
Oysa Müslümanlar güzel ahlakı tüm yeryüzünde yerleşik kılmak gibi çok önemli sorumluluklar üstlenmiş olan insanlardır. Ancak kendilerini olduklarından çok daha fazla büyütüp önemli gören bu kişiler, tüm konuların bir kenara bırakılarak en çok kendileriyle alakadar olunmasını beklerler. Kendilerine çok fazla değer verir, diğer insanların da bu şekilde değer vermesini beklerler.
Bu bakış açıları doğrultusunda şeytanın sinsi oyunlarına başvururlar. Kendilerince karşılarındaki insanları bir sınava tabi tutarlar. Kendilerine ne kadar değer verildiğini onların kendi üzerlerine düşme ölçüleriyle tespit etmek isterler. Gerçekten sevilip sevilmediklerini, kendilerine güvenilip güvenilmediğini ölçmek için bu sinsi ve akılsızca yöntemi kullanırlar. İstedikleri takdirde sadece bir niyet değişikliğiyle ortadan kaldırabilecekleri bozuk tavırlarını, ancak üzerlerine düşüldüğünde değiştirmeye kararlıdırlar. Onların çarpık mantıklarına göre bu alaka onların sevilme ölçüsüdür; eğer gerçekten değer verilip seviliyorlarsa karşılarındaki insanların bunu yoğun ilgi ve alakayla göstermeleri şarttır.
Elbette ki tüm bunlar Kuran ahlakına hiçbir şekilde uymayan, şeytani fikirlere dayandığı için hiçbir zaman istenilen sonuçları vermeyecek boş çabalardır. Söz konusu kişiler bu şeytani girişimlerden, sessiz imalardan, sinsi oyunlardan vazgeçmedikleri takdirde büyük bir sıkıntının içine girerler. Giderek şeytanın ahlakı tüm bünyelerini sarıp kuşatır; şeytanı dost edindikleri için Müslümanları da adeta düşman gibi görmeye başlarlar. Onların her sözlerini, her tavırlarını şeytani mantıklarla yorumlayıp kalplerindeki kötülüğü daha da büyütebilmek için kullanırlar. Yaptıkları bu sinsi ve samimiyetsiz çıkarımları adeta ezberlercesine akıllarında tutar, biriktirirler. Bu birikim onların kalplerinde derin bir öfke ve kin oluşmasına neden olur. Nitekim nefislerine ters gelen herhangi bir durumla karşılaştıklarında bu kin hemen su yüzüne çıkar ve kişi o güne kadar aklında tuttuğu, biriktirdiği ve kendince karşı tarafa karşı koz olarak kullanabileceğini düşündüğü tüm bu bilgileri ortaya döker. Allah Kuran'da "kötülüğü örgütleyip düzenleyen" bu gibi insanları azabıyla şöyle uyarmaktadır:
Artık 'kötülüğü örgütleyip düzenleyenler', Allah'ın, kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler? (Nahl Suresi, 45)
Böylece bu insanların bir türlü çözülemeyen esrarengizliklerinin, durgunluklarının nedenleri ve öne sürdükleri tüm bahanelerin asılsız olduğu ortaya çıkmış olur. Gerçekte kalplerinde büyük bir öfke vardır; bunu her ne kadar saklasalar da "Allah, saklı tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı bilir." (Nahl Suresi, 19) ayetiyle haber verildiği gibi, Allah buna şahittir.
Donuk ve sessiz bir karaktere bürünerek kötülüğün gizli diliyle çevrelerindeki insanlara mesajlar vermeye çalışan insanların birçoğu bu amaçla uyuşuk, ağır ve dalgın tavırlar sergilerler. Bu şekilde şevksizliklerini, isteksizliklerini, bir şeylerden huzursuzluk duyduklarını sessiz bir dille çevrelerindeki insanlara hissettirmeye çalışırlar. Diğer insanlarla kıyaslandığında bu kimselerin bir kısmının davranışlarında yoğun bir ağırlık fark edilir; bu durum yürüyüşlerinden, oturup kalkmalarına, yemek yemelerine, temizlik yapmalarına, kısacası herşeylerine hakimdir. Aynı şekilde dalgınlıkları da dikkat çekicidir. Herkes konuşurken onlar uzaklara bir yerlere bakıp kalırlar; sohbet ortamından kopar, ancak ara ara tekrar bu kişilerle bağlantıya geçerler. İlginç olan ise, çok gerçekçi bir izlenim vermelerine rağmen aslında tüm bunları taklit olarak yapmalarıdır. Amaçları buraya kadar anlattığımız tüm tavır bozukluklarında olduğu gibi, gizliden gizliye kötü ahlaklarını canlı tutabilmektir. Kuşkusuz bu da diğer kasıtlı tavırlarında olduğu gibi son derece zordur. Neşeli, hareketli ve dışa dönük bir insanın irade kullanarak günün 24 saatinde kendisini ağırlaştırması, donuklaştırması, sessizleştirmesi, hareketsiz ve uyuşuk hale getirmesi... Üstelik buna bir gün iki gün değil neredeyse hayatı boyunca dayanabilmesi...
Şeytan bu insanları güzel bir hayattan mahrum edebilmek için onlara bu yöntemi cazip gösterir ama aynı zamanda onlara öyle büyük bir oyun oynar ki, böyle bir tuzağa düştüklerini anladıklarında genellikle zaten şeytan çoktan amacına ulaşmış olur. Şeytan, adeta hipnoz yapmış gibi bu kişileri etkisi altına alır. Söz konusu tavırları göstermeleri konusunda onları sürekli teşvik eder, öyle ki sonunda bu hal onların doğal kişilikleri haline gelebilir. Artık isteseler de bu uyuşuk, uykulu, ağır halden kurtulmanın yolunu göremeyecek bir tavır içerisine girebilirler. İçlerinden neşelenmek, canlanmak, hareketli olmak gelmeyebilir.
Şeytanın etkisindeki insanlar, imana karşı verdikleri ısrarlı mücadele sonucunda bedensel olarak yıprandıkları gibi zihnen de çok yorgun, dikkatleri dağınık bir hale gelebilirler. Sürdürdükleri bu yorucu mücadele sonucunda bedenleri ve zihinleri iflas eder. Dikkatli iken dikkatsiz, canlı iken cansız bir insan haline gelirler. Bedensel olarak güçsüzleşir, hastalıklara açık bir bünyeye sahip olurlar. Bağışıklık sistemleri, sinir sistemleri güç kaybeder. Bunların etkileri hızlı bir şekilde bünyelerinde kendini gösterir. Ciltlerinde, yüzlerinde, bedenlerinde bu mücadelenin izleri oluşmaya başlar. Zamanla birlikte hızlı bir yaşlanma sürecine girebilirler. Kasları güçsüzleşir. Yüzlerinde derin çizgiler oluşur. Göz altları çöker ve kararır. Saçları, tırnakları zayıflar. Ufak bir hava değişiminde bile kolayca hastalanabilirler. Unutkanlık, zihin yorgunluğu, düz konuşamama, yoğun ağlama eğilimi, stres gibi sinirsel etkiler görülür.
Algılamada ciddi sorunlar yaşamaya başlayabilirler. Duyuları çok iyi işlerken kendilerine söylenen şeyleri duymayabilir, yanan bir yemeğin kokusunu alamayabilirler, sese ve kokuya karşı hassasiyetleri azalabilir, tehlikeye karşı algıları zayıflayabilir. Bu kasti durgunlukları bir süre sonra kendilerine zarar vermeye başlar. Örneğin kesici aletleri ya da teknik bir aleti kullanırken, basit bir tamirat yaparken dahi hem kendilerine hem de başkalarına tehlike saçabilirler. Bu ahlakı yaşayan kimi insanlar vicdanlarına karşı içlerinde verdikleri yoğun mücadele nedeniyle fiziksel olarak da bitkin düşebilirler. Hareket kabiliyetleri gittikçe azalmaya, ağırlaşmaya başlayabilir. Hızlı hareket edemezler. Üzerlerinde karşı tarafı rahatsız edecek bir ağırlık, uyuşukluk görülür. Her fırsatta yalnız kalıp, insanlardan uzaklaşmaya, bir kenara çekilip yatmaya ya da uyumaya eğilim gösterirler. Vücutlarının normal ihtiyacının çok üzerinde bir uyku uyurlar. Buna rağmen yine de dinçleşemez; yine uyumak ve yine dinlenmek isterler. Vicdanları üzerinde oluşan yoğun baskı nedeniyle bünyelerinin güçsüzleştiğini, hastalığa açık, zayıf bir hale geldiklerini kendileri de fark ederler. Öncesinde ne kadar çalışkan ve aktif olsalar da, sinsice kurdukları tuzaklar onlara durgunluk, aşırı ağırlık ve bitkinlik olarak geri döner. Kan hastalarındakine benzer türde ciddi bir hareket ağırlığı görülür. Böyle bir kişinin saçını düzeltmek için kolunu kaldırması, başını sağa sola çevirmesi bile normal bir insanda olduğu gibi olmaz. Son derece ağır, kesik kesik hareketlerle yürürler. Yemek yemeleri, bir iş verildiğinde bu işi bitirmeleri çok uzun sürer. Ellerine bir kitap alıp yatağa uzanır ama kitabın daha birinci veya ikinci sayfasında uyuya kalırlar. Kapı çalınsa duymaz, yanlarında birisi tehlike atlatsa onu fark edip müdahale edemezler.
Ayrıca hem fiziksel hem de zihinsel anlamda yaşadıkları tüm bu sıkıntıların başka insanlarda da görülebilen normal rahatsızlıklar olduğunu öne sürerek içerisinde bulundukları durumu anlamazlıktan gelmeye çalışırlar. Oysa bu ahlakta yaşamayı tercih ettikleri, kendilerini sadece dıştan değiştirip içte sakladıkları gizli kötülükleri terk etmedikleri için böyle bir karşılık almaktadırlar.
Görüldüğü gibi sinsilikle, samimiyetsizlikle bir şeyler elde etmeye çalışan insanlar, kendi kurdukları tuzağa kendileri düşmektedirler. Şeytanla işbirliği yapıp çıkar elde edebileceklerini sanırlarken, şeytanın oyununa gelmekte, büyük bir kayıp içerisine girmektedirler. Durgunluğu, ağırlığı, soğukluğu bir koz olarak kullanacaklarını sanırlarken, tüm bunlar bir hastalık gibi bünyelerini sarıp kuşatmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki samimi olarak bu durumdan kurtulmak isteyen kişi şeytan ile işbirliğini bıraktığı, Allah'a ve Kuran'a teslim olduğu takdirde, Allah'ın dilemesiyle üzerindeki şeytanın etkisi kalkacak ve bu kişi hem kendisine hem de çevresine nimet olacak bir ahlak kazanacaktır.
Kötü ahlakın verdiği vicdani sıkıntı ve yaptığı ciddi baskı bir insanın uzun süre dayanabileceği bir durum değildir. Allah korkusu olan, şuuru açık bir insan bu vicdan azabına fazla dayanamaz ve hemen Allah'a sığınıp O'na teslim olur. Normal bir akıl seviyesine sahip olan her insan vicdan üzerindeki bu baskının bedenine ciddi şekilde zarar verdiğini, çok sağlıklı bir insanın bedeninin bile buna uzun bir süre dayanamayarak iflas edebileceğini hisseder.
Vicdan azabı insanı maddi manevi çok büyük bir sıkıntı içine sokar. Kuran'da, doğru olan tavrın Peygamberimiz (sav)'e destek olmak olduğunu bildikleri halde, bundan kaçınan kimselerin yaşadığı vicdan azabının şiddetine şöyle dikkat çekilmiştir:
(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O'nun dışında (yine) Allah'tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 118)
Kuran'da verilen bu örnekte olduğu gibi, Kuran ahlakına uygun hareket etmeyen her insan benzer bir vicdan azabı içerisinde yaşayacaktır. Bu Allah'ın insanlara bir rahmeti, doğru yolu görmeleri için yarattığı özel bir durumdur. Ancak şeytanı kendilerine rehber edinen kimseler, bu durumu da görmezlikten gelir ve vicdanlarının sesine uymamakta diretirler. Bunun yerine azap ve sıkıntı içerisinde yaşamayı, nimetlerden güzelliklerden zevk almadan ömür tüketmeyi kabullenirler. Kuran'ın "… kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez" (Yusuf Suresi, 87) ayetiyle bildirildiği gibi, umutsuzluğa kapılmaları nedeniyle imandan ve imanın kazandıracağı huzur ve mutluluktan giderek uzaklaşırlar.
Allah Kuran'da, şeytandan başka hiçbir dostları olmadan, mutsuz ve bedbaht bir hayat sürdükleri halde yine de öğüt almaktan ısrarla kaçınan bu insanların durumunu ise şöyle haber vermiştir:
Allah'tan 'içi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (A'la Suresi, 10-11)
Oysa Allah insanlara mutlu olmanın, tüm bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu göstermiştir. Bunun ancak Allah'ın gösterdiği hidayet yoluna uymakla mümkün olacağı Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
... kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz. (Taha Suresi, 123)
Söz konusu kişilerin bu inatçı tutumları, Kuran ahlakının tek çözüm olduğunu anlamaya yanaşmamalarından kaynaklanır. Dünyada ve ahirette mutlu olmaları için kendilerine verilen öğütleri dinlemez, ahlaklarını güzelleştirme konusunda bir gayret içine girmezler. Akıllarını, dikkatlerini ve iradelerini vicdanlarından yana kullanmazlar.
Oysa Müslümanlar, bunun tam tersine, kendilerini değiştirmek için irade kullanırlar. Kendilerine verilen öğütlere karşı son derece duyarlı davranır, dikkatlerini bu konulara verirler. Çünkü Rabbimiz'e olan inançları gereği, yalnızca Allah'ın rızasını kazanabilmek için kendilerinde değişiklik yaptıkları takdirde, Allah'ın üzerlerindeki nimetleri değiştirip artıracağını bilirler. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir... (Enfal Suresi, 53)
"Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)
İman sahibi bir insan için hiçbir zaman hiçbir konuda çözümsüzlük söz konusu değildir. Müminler, en zor en karmaşık ve en imkansız görünen durumlarda bile, Allah'ın rahmetiyle insanlara yardımını ulaştırdığını, kendilerini karanlıklardan nura çıkardığını bilirler. Allah'a olan bu sarsılmaz güvenleri nedeniyle Allah'ın izniyle yaşadıkları tüm zorlukların üstesinden gelebilirler. Şeytanın etkisiyle kendisini büyük bir zarara sürüklemiş olan insanların da, bu durumu fark ettiklerinde asıl olarak yapmaları gereken böyle bir ahlak göstermektir. Böyle bir kişi Allah'ın yardımının, rahmetinin çok geniş olduğunu, ayette bildirildiği gibi Rabbimiz'in en güvenilir dost ve yardımcı olduğunu asla unutmamalıdır:
"... bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter." (Nisa Suresi, 45)