Komünist ideolojinin önemli bir özelliği de son derece tutucu, donuk, katı ve renksiz bir insan ve toplum modeli oluşturmasıdır. Bunu anlamak için, öncelikle komünizmin insana bakışını hatırlamak gerekir. Komünizmin temeli olan materyalist felsefe, bir önceki bölümde de vurguladığımız gibi, insanı sadece maddeden ibaret bir varlık olarak görmektedir. İnsan ruhunun varlığı reddedilmekte, insan bilincinin sadece "hareket halindeki madde"nin bir ürünü olduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, materyalizme göre insan sadece organik bir makinedir. İnsanın sahip olduğu bütün düşünce ve duygular, bu makinenin içindeki kimyasal reaksiyonların bir sonucu olarak kabul edilmektedir.
Bir başka deyişle, materyalistler, hücrelerin ve hücrelerin organellerini oluşturan şuursuz atomların şuur sahibi olduğunu, düşünme, görme, duyma yeteneğine sahip olduğunu, güzellikler karşısında hayranlık, kötü olaylar karşısında üzüntü duyduğunu iddia etmektedirler. "Düşünce ve duygular hareket halindeki maddenin ürünüdür" demek, tam olarak bu anlama gelmektedir. Bu insanlara, "bir atom düşünebilir mi?" diye sorsanız, elbette size "hayır" derler. Ama, 'atomların biraraya gelip beyni oluşturduklarında, düşünme yeteneği kazandıkları' gibi akıl dışı bir iddiayı savunurlar.
Dahası Marksist ideolojide, insanların sahip oldukları tüm kültür ve bilincin de, maddi etkenlere dayandığı varsayılmaktadır. Komünizme göre insanın etrafındaki maddi dünyadan ayrı, bağımsız bir bilinci yoktur. Aksine, insan bilincini tamamen içinde yaşadığı maddi dünya belirler. Marx, "insanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen sosyal varlıklarıdır" diye iddia etmiştir.64 Marx'ın fikri öncülerinden Ludwig Feuerbach ise "insan, ne yiyorsa odur" sözüyle aynı materyalist mantıksızlığı özetlemiştir.
Marxistler bu maddeci önyargıları nedeniyle, insan toplumlarını da maddi kıstaslarla değerlendirirler. Maddi bir anlam içeren "sınıf" kavramı üzerinde çok dururlar. Sınıf, bir toplumdaki farklı ekonomik tabakalardır ve Marxistler'e göre tek önemli kıstas budur. Örneğin, Marxizm'e göre, işçiler tek bir sınıfı, yani "proletarya"yı oluşturur. Kapitalistler ise "burjuvazi" sınıfını meydana getirir. Marxist iddiaya göre, her işçi aynı elverişsiz ekonomik şartlarda yaşadığına göre aynı "proletarya bilincini" paylaşmalı, her kapitalist aynı zenginlik içinde yaşadığı için aynı "burjuva" bilincine sahip olmalıdır. Bir işçinin veya bir fabrika sahibinin, kendi bağımsız karakteri veya dünya görüşü nedeniyle diğerlerinden bambaşka bir bilince sahip olabileceği kabul edilmez.65
Bu bakış açısının doğal bir sonucu, insanların belirli maddi kategorilere ayrılması ve bu maddi kategoriler içinde değerlendirilmesidir. Bir Marksist için sadece "burjuvazi", "küçük burjuvazi", "proletarya", "emperyalist", "komprador" gibi kategoriler vardır. Ve en önemlisi, bu kategoriler tamamen maddi faktörlere dayanmaktadır. Bir insan işçiyse, bir fabrikada kol gücüyle çalışıyorsa, o insanın varlığının tek belirleyicisi yaptığı bu iştir. Eğer bir tarlada çalışan köylü ise, bu kez de sahip olduğu tek bilinç, "köylü bilinci"dir.
Bu bakış açısı nedeniyle Marksistler, tarihin akışını belirleyen tek etkenin "üretim biçimleri" olduğunu iddia ederler. Karl Marx'ın ünlü eseri Das Kapital, tüm tarihi, üretim biçimlerine göre yorumlayan bir çalışmadır. Marx'a göre ilk başta avcılık ve toplayıcılıkla yaşayan "ilkel komünal toplum" varken, tarıma geçilmesiyle birlikte "köleci toplum" doğmuş, ardından üretim biçimindeki yeni değişikliklerle birlikte "feodal toplum" gelişmiş, makinelerin icat edilmesiyle birlikte yeni bir üretim biçimi olan sanayi doğunca da, "kapitalist toplum" ortaya çıkmıştır. Marx'ın iddiasına göre, din, devlet, hukuk, aile, ahlak gibi kavramların hepsi, üretim biçimindeki farklılıklarla doğmuş ve değişiklik yaşamıştır.
Marksizm'in bu dar görüşlü tarih teorisinin yanlışlığı, şimdiye kadar pek çok düşünür tarafından detaylı şekilde izah edilmiş ve nitekim yaşanan somut örneklerle de ispatlanmıştır. Bu nedenle burada Marksist tarih görüşünün geçersizliğini izah etmeye gerek görmüyoruz. Ancak üzerinde durmak istediğimiz önemli bir nokta, söz konusu maddeci yaklaşımın ortaya çıkardığı tutucu, donuk, katı ve renksiz insan modelidir.
Gerçekte insan ruhu, Marksistler'in sandığı gibi, maddenin bir ürünü değildir. Aksine, madde dediğimiz varlıklar ruh tarafından görülür, duyulur ve hissedilir. Dolayısıyla insan ruhunun içinde bulunduğu durumun maddi şartlar tarafından belirlenmesi mümkün değildir. İnsanın ruhu, onu yaratmış olan Allah tarafından verilmiş çeşitli özelliklere (akla, kavrama yeteneğine, duygulara, isteklere, eğilimlere) sahiptir. Bu özellikler, insanın içinde bulunduğu şartlar her ne olursa olsun değişmez, sadece farklı şekillerde ifade edilir. Tarihteki ilk insanın istek, duygu, düşünce ve mantığı nasılsa, günümüz insanınınki de öyledir. Tek değişen, kullanılan araçlardır.
İlk insanı yaratan Allah, ona da günümüzdeki insanlarla aynı özellikleri ve yetenekleri vermiştir. Bu yüzden insanlar bulundukları döneme, yüzyıla, mekana göre farklı bilinç seviyelerine sahip olmazlar. İnsanların bilinç seviyesi, kendilerine verilen düşünme yeteneğini kullanmalarına, vicdanlarını harekete geçirmelerine göre değişir. Bu gerçeğin bilincinde olan Müslümanlar, kendilerini zamanla, mekanla, ortamla veya belirli ideolojik fikirlerle sınırlandırmazlar. Allah'ın Kuran'da emrettiği gibi karşılaştıkları herşey üzerinde düşünür, incelikleri kavramaya, güzellikleri görmeye çalışırlar. Allah iman eden insanların bu bilincini Kuran'da şöyle tarif etmiştir:
Her komünist rejimde başköşeleri süsleyen soğuk yüzler: Lenin, Engels, Marx. |
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)
İşte bu sebeple Allah'a iman eden insanların ufku çok geniş olur. Daima özgür düşünürler. Bu sebeple sanatta ve estetikte uçsuz bucaksız bir çeşitlilik oluşturabilirler.
Marx ve onu izleyenler ise, bu gerçekleri kavrayamadıkları için, insan bilincini "sınıf bilinci" gibi son derece dar ve hayali bir kalıba sokmaya çalışmışlardır. Ulaşabildikleri herkesi bu hayali kalıplara göre düşünmeye ve yaşamaya zorlamışlardır. Bu nedenle de Marksizm, her yerleştiği ülkede insan ruhunun ifade biçimi olan sanat ve estetik kavramlarını dondurmuştur. Komünistler, on milyonlarca insanı acımasızca katlettikleri gibi, insanlığın sanat, estetik, bilim, düşünce gibi vasıflarını da bir anlamda öldürmüşlerdir.
"Sosyalist realizm"in öncülerinden Alexander Rodchenko. |
Dünya üzerindeki ilk Marksist rejim, Ekim 1917'de gerçekleşen Bolşevik Devrimi ile Rusya'da kuruldu. Önce Lenin'in ardından da Stalin'in demir yumruğu ile yönetilen ülkede, bütün toplum komünist ideolojiye göre yeniden şekillendirilmeye başlandı. Komünistlerin el attığı alanların biri, kültürün en önemli unsurları arasında yer alan sanat, estetik ve mimariydi.
Devrimin hemen ardından, "proletarya sanatı" kavramı ortaya atıldı. Komünizmi benimseyen sanatçılar Iskusstvo Kommuny (Komün Sanatı) adlı bir dergi etrafında toplandılar ve "proletarya kültürüne hizmet edecek sanat eserleri üreteceklerini" ilan ettiler. Benzer bir düşünce, Proletkult (Proleter Kültürü) adlı dernekte de sergileniyordu.
"Proletarya sanatı"nın ne anlama geldiği, çeşitli tartışmalarla şekillenmeye başladı. 1920'lerin başından itibaren, Tatlin ve Rodchenko gibi önde gelen Rus sanatçıları, "sanatçı, proletaryanın sorunlarına pratik çözümler üreten bir teknisyen olmalıdır" tezini savunmaya başladılar. Lenin'in de onayını gören bu tez, sanatın bilinen pek çok dalını "proletarya açısından yararsız" görüyor ve dışlıyordu. Örneğin Tatlin ve Rodchenko, çizilen sanatsal bir resmin bir işçinin günlük yaşamına hiçbir şekilde katkı sağlayamayacağını belirtmiş ve buna dayanarak da resmin geçersiz bir sanat türü olduğuna karar vermişlerdi!
Rus sanatçı Alexandr Deyneka tarafından yapılan "Petrograd savunması" tablosu, 1927. |
Komünizmle birlikte, sanat bütün estetik anlamını yitirdi ve soğuk bir propaganda yöntemine dönüştü. Çizilen resimlerde, hedeflenen insan modeli de tasvir ediliyordu: Kaba, güçlü, donuk, sisteme itaat eden ve başka bir şey düşünmeyen işçi veya köylüler. |
1921 yılında bu yeni sanat anlayışı "constructivism" (inşaacılık) olarak tanımlandı ve Sovyetler Birliği'nin resmi sanat politikası gibi görülmeye başlandı. Bu anlayışın öncüsü Tatlin, resim gibi "yararsız" sanatlar liyerine, ev ve mobilya tasarımı gibi "yararlı" çalışmaların gerekliliğini savunuyordu. Proleterlerin, yani Rus işçilerinin çalışma saatleri sırasında "en az ağırlık ve hammadde ile, en çok ısınma ve hareket yeteneği" sağlayan kıyafetler giyebilmeleri için tasarımlar yapmıştı. Yine aynı anlayışla, "en az yakıtla en çok ısı verecek fırın tipi" tasarımı yapmıştı. Böylelikle "proletarya"nın yaşamına yeni katkılar sağlayacaktı.
Sanatçıların hepsi Tatlin gibi "mühendisleşmiş" değillerdi. Ancak onlar da "proletarya sanatı"nı benimsediler ve komünist ideolojiye hizmet edecek işlere el attılar. Dönemin Sovyet sanatçılarının hemen hepsi, işçi kulüplerinde ve "sovyet" adı verilen küçük meclislerde kullanılması için işçi posterleri, afişler ve sloganlar üretme yarışına girdiler. Tüm bu tasarımlarda ortak temalara yer veriliyordu: Kaslı kollarıyla ellerinde orak veya çekiç tutan gürbüz Sovyet köylü ve işçileri, kendilerini saran zincirleri parçalayarak ayağa kalkan öfkeli proletarya figürleri, kızıl bayrakların gölgesinde ve Lenin'in önderliğinde koşturan silahlı askerler...
Bu yeni sanat anlayışının özelliği, "estetik" kavramının tamamen gündemden çıkarılması, hatta zararlı bir "burjuva" alışkanlığı olarak görülmesiydi. Yapılan tüm resimler, heykeller, posterler, dekor ve mimari tasarımlar, özellikle estetikten uzak, soğuk, donuk ve kaba hatlarla doluydu. Encyclopædia Britannica'daki tanımla, komünist sanata tam bir "anti-estetizm" hakimdi.
1920'li yıllara ait Sovyet propaganda posterleri: "Proletaryanın 10 Emri" ve "Uluslararası Emperyalizm Yılanı". |
Stalin döneminde bu sanat anlayışı daha da tutucu bir hale geldi. Stalin rejimi "Sosyalist Realizm" adını verdiği bu donuk sanat anlayışını resmi bir politika haline getirdi. Sosyalist realizm, "Soyvet devriminin prensiplerini (yani komünist ideolojiyi) proletaryanın günlük yaşamı içinde gerçekçi olarak yansıtan" bir sanat anlayışı olarak tarif ediliyordu. Sosyalist realizme göre yazılan romanlarda komünist militanlar, kararlı, cesur, fedakar olarak gösteriliyor ve bu militanların sözde örnek mücadelesi anlatılıyor, Sovyet işçi ve köylülerinin devrim sayesinde sözde ne kadar "mutlu" oldukları tarif ediliyordu. Gerçekte devrim halka mutluluk değil açlık, baskı ve ölüm getirmişti, ama "Sosyalist Realizm" sanatçıları, bunun tam aksini tasvir etmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Sosyalist Realizm, aslında realizmin (gerçekçiliğin) değil, hayalciliğin ve romantizmin ifadesiydi. Encyclopædia Britannica'daki tanımla, "Sosyalist Realizm, kitlelerin bilincini etkilemek için kişileri ve olayları idealize etmek ve onlara belirli bir kutsallık kazandırmakla, romantizme dayanıyordu."
Sosyalist Realizm 1932 yılında, Stalin rejiminin kanlı günlerinde tanımlandı ve 1980'li yıllara kadar da Sovyetler Birliği'nin resmi sanat politikası olarak kaldı. Tüm bu dönem boyunca, Sovyet sanatına komünizmin donuk, soğuk ve durağan atmosferi hakim oldu. Sovyet rejimi, uluslararası alanda itibar kazanmak için sanatçılarını teşvik ediyor, yeni sanat eserleri oluşturulmasına büyük önem veriyordu, ama oluşturulan tüm bu eserler, "Sosyalist Realizm" denen dogmatik yaklaşım nedeniyle hep son derece dar, zevksiz ve çirkin kalıplar içinde kalıyordu. Sosyalist Realizm, Sovyetler Birliği'nin yanında, 1949'dan itibaren komünist bir rejime geçen Çin'de de uygulandı ve aynı donuk ve kaba sanat anlayışını meydana getirdi.
Sovyetler Birliği'nin öncülüğünde düzenlenen Üçüncü Komünist Enternasyonal'in propaganda posteri. Bayrağı taşıyan militanın yüzünde komünizmin soğuk dünyasının tam bir tasviri yer alıyor. |
Oysa gerçekte Rus toplumu, çok büyük sanatçılar yetiştirmiş, muhteşem sanat eserlerine, mimari harikalara imza atmış bir toplumdu. Devrim öncesi dönemde St. Petersburg kentinde kurulan dünyaca ünlü Hermitage Müzesi, muhteşem bir sanat kolleksiyonu içeriyordu. Ama komünizm Rus sanatını 1917'de dondurdu, hatta çok daha gerilere götürdü.
Komünist sanatın söz konusu donukluğu, başta da belirttiğimiz gibi komünistlerin dünya görüşünü oluşturan materyalist felsefenin bir sonucudur. Materyalist felsefe, daha önce de izah ettiğimiz gibi, insanı sadece bir madde yığını olarak gören ve herşeyi de maddeye indirgemeye çalışan yüzeysel bir düşüncedir. Materyalist felsefenin sanata uygulanması ise, diğer her alanda olduğu gibi, bu alanda da tam bir fiyaskoya neden olmuştur. Çünkü gerçekte sanat, Allah'ın insanoğluna verdiği estetik zevki, güzelliğe olan hayranlık gibi duyguların ifade biçimidir. Güzel sanat eserlerinin ortaya çıkması için, insanların ruhundaki bu fıtri (yaratılıştan gelen) eğilimlerin alabildiğince özgür ve rahat bir ortamda ifade edilmesi gerekir. Sovyetler Birliği'nde oluşturulan ve ardından Çin'de, Doğu Bloku ülkelerinde, Hindiçini'ndeki veya Küba'daki komünist rejimlerde taklit edilen komünist diktatörlükler, bu özgür ve rahat ortamı tamamen ortadan kaldırmış, insanları daimi bir baskı altına alarak sanatı da öldürmüştür.
Hepsinden önemlisi, komünizm, insanları din ahlakından uzaklaştırarak, sanata en büyük darbeyi vurmuştur. Çünkü sanata ilham veren duyguların başında insanların dinden aldıkları manevi şevk ve heyecan gelir. Tarihteki en büyük ressamlar, heykeltıraşlar, mimarlar, hep dini konularda eserler vermişler, dini inançlarından güç ve ilham almışlardır. İnsanları, ölümle birlikte yok olacak birer madde veya bir hayvan türü olarak değil, Allah'ın ruh verdiği varlıklar olarak gördükleri için, onlara güzellik sunma, Allah'ın sanatının tecellilerini gösterme aşkı içinde olmuşlardır.
Dinin ortadan kaldırıldığı bir toplumda insanların bu şevki ve heyecanı yitirmeleri, manevi buhranlara kapılarak amaçsızlaşmaları kaçınılmazdır. Komünist rejimlerin hepsinde bu olgu yaşanmış ve dinsizliğin bir sonucu olarak, insanı bir tür hayvan olarak görüp değer vermeme, ölümle birlikte yok olacağını zannetmenin getirdiği karamsarlık, kasvet, donukluk ve amaçsızlık toplumlara hakim olmuştur. Mao'nun Kızıl Çini’nde tüm topluma tek tip elbise giydirilmesi, Kültür Devrimi sırasında evcil havyan beslemenin bile yasaklanması, komünist tutuculuğun ve dar kafalılığın diğer bazı çarpıcı örnekleridir. (Maoizm'i ve Kültür Devrimi'ni bir sonraki bölümde inceleyeceğiz.)
Komünizmde, insanların soğuk, katı, acımasız gözükmesi makbuldur. Liderler zaten bu karakterdedir ve tasvirleri de böyle yapılır. |
Komünist sanatın "anti-estetizm" anlayışının bir örneği: Sovyet sanatçı Vladimir Tatlin'in 1920 yılında yaptığı bir çalışma. | Komünist "anti-estetizm"in bir diğer örneği: Dönemin Sovyet sanatçılarından birinin proleter tasviri. |
Lysenko evrim teorisi uğruna genetik kanunlarını reddederek Sovyet tarımını onlarca yıl geriye götürdü. |
Komünist rejimlerin darbe vurdukları bir diğer önemli alan ise bilim olmuştur.
Stalin rejimi, "proletarya sanatı" diye bir kavram uydururken, bir yandan da bilime el atmış ve "proletarya bilimi" diye bir kavram ileri sürmüştür. Bu komünist teoriye göre, bir "burjuva bilimi" bir de "proletarya bilimi" vardır ve bu ikisi birbirinden farklı sonuçlar verecektir.
Proletarya bilimi, aslında bilimi materyalist felsefenin gereklerine göre tahrif etmekten başka bir şey değildir. Bunun en açık göstergesi ise, Stalin dönemi Sovyet bilimine damgasını vuran 'Lysenko olayı'dır.
Trofim Denisovich Lysenko, Sovyetler Birliği'ndeki çeşitli tarım okullarında eğitim görmüş ve 1940'lı yıllarda Stalin'in gözüne girerek Sovyet tarım ve biyoloji politikalarına tam bir hakimiyet sağlamıştır. Lysenko'nun en önemli yönü ise, 19. yüzyılın sonlarında Avusturyalı botanikçi rahip Gregor Mendel tarafından deneylerle keşfedilen ve 20. yüzyıldaki ileri çalışmalarla desteklenen kalıtım yasalarını reddetmesidir. Lysenko, Mendel'in yasalarının "burjuva bilimi" olduğunu ileri sürmüş, buna karşılık 18. yüzyılda Fransız evrimci biyolog Lamarck'ın ortaya attığı "kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması" tezini savunmuştur.
Lysenko'nun hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan bu düşüncesi, 1930'lu yıllarda büyük bir tarımsal kriz yaşayan Sovyetler Birliği'nde ilgi çekmeye başlamıştır. Lysenko, ortaya attığı tezleri uygulayarak diğer biyologların düşündüklerinden çok daha büyük, güçlü ve verimli bir tahıl üretimi sağlayacağını vaat etmiştir. Örneğin, uygun çevre koşullarında yetiştirilen buğday bitkilerinin çavdar tohumları vermeye başlayacağını öne sürmüş ve buna dayalı tarımsal girişimler yapılmıştır. (Bu iddia, vahşi doğada yaşayan köpeklerin bir zaman sonra tilki haline geleceklerini iddia etmeye benzer ve gerçekte bilime tamamen aykırı ve bugüne kadar hiçbir örneği gözlemlenmemiş olan batıl bir inançtır.) Stalin 1940 yılında Lysenko'yu Sovyet Bilimler Akademisi Genetik Enstitüsü'nün başına getirmiş ve Lysenko bu koltuğu tam 25 yıl korumuştur. Lysenko aynı zamanda Sovyetler Birliği'nin güçlü kurumlarından biri olan Vladimir I. Lenin Tarım Bilimi Akademisi'nin başkanı olmuştur.
1948 yılında klasik genetik alanında eğitim ve araştırma yapmak yasaklanmış, Lysenko'nun evrimci tezini kabul etmeyerek Mendel genetiğini savunmayı sürdüren bazı genetikçiler gizlice tutuklanarak idam edilmiştir.
Lysenko (sağ başta), Sovyet uzmanlara "proletarya bilimi"ne dayalı Sovyet tarım projeleri hakkında bilgi veriyor. |
Lysenko'nun tarım politikası büyük verimsizliklere yol açmıştır. Örneğin Lysenko, ekilecek tohumların eğer uzun süre soğuk suda bekletilirlerse soğuk hava şartlarına uygun bir yapı kazanacaklarını ileri sürmüş ve bunu denemek için tonlarca tohum soğuk suda bekletildikten sonra Sibirya steplerine ekilmiştir. Elbette tohumların hepsi zayi olmuştur. Benzeri denemelerin hepsi fiyakso ile sonuçlanmıştır. Fakat bu gerçek ancak 1960'lı yıllarda açık dille ifade edilebilmeye başlanmıştır. Sonuçta, 1964 yılında, Lysenko'nun tezinin bilimsel olarak yanlış olduğu resmen kabul edilmiş ve bunun ardından Mendel genetiğinin Rusya'da yeniden öğretilmesi ve uygulanabilmesi için büyük çaba harcanmış, tarım ürünlerinde Amerikan tipi melezleme ve gübreleme yöntemlerine geçilmiştir. İleri sürdüğü tezin bir safsata olduğunun ve bu yolla Sovyet bilimine ve tarımına büyük darbe vurduğunun anlaşılmasına rağmen, Lysenko ve taraftarları fikirlerinden vazgeçmemişler ve dahası Sovyet bilim kurumlarındaki ünvan ve pozisyonlarını da büyük ölçüde korumuşlardır.
Lysenko'nun hurafeleri Rus köylülerine detaylı olarak tarif edildi ve uygulatıldı. Sonuç tam bir fiyasko olacaktı. |
Lysenko olayı, materyalizme ve evrim teorisine olan körü körüne bağlılığın bilime ve topluma ne kadar büyük bir zarar verdiğini gösteren tarihsel bir belgedir. Günümüz evrimcileri Lysenko olayını genellikle konu edinmezler, edindiklerinde ise bunu sadece Lamarckizm'le ilgili bir dogmatik hareket gibi gösterirler. Oysa Lysenko ve onu izleyenler yalnızca Lamarckist değil, aynı zamanda Darwinist'tir. Lamarck'la Darwin'i birbirini tamamlayan iki önemli evrimci teorisyen olarak görmüşler, Lamarck'ın "kazanılmış özelliklerin sonraki nesle aktarılması" şeklindeki bilim-dışı tezi reddedildiği takdirde Darwin'in teorisinin de geçersizliğinin ortaya çıkacağını fark etmişler, bu nedenle körü körüne Lamarck'ı savunma yoluna gitmişlerdir.
Marksist ve Darwinist düşünür Robert M. Young, "Darwinian Evolution And Human History" (Darwinistik Evrim ve İnsanlık Tarihi) adlı makalesinde bu konuda şu yorumu yapar:
Yakın bir zaman önce, toplumun ve doğanın aynı evrimsel ve komünist yasaları izlediği düşüncesi, 1930'lu ve 40'lı yıllardaki Stalin rejiminin en vahim olaylarından biri olan Lysenkoizm'e yol açmıştır. Doğanın yasalarının diyalektik işlediği kabul edilmiş, ve bu kabul edilmiş görüşü benimsemeyen aykırı biyologlar mesleklerinden olmuşlar, çoğu zaman özgürlüklerini ve hatta bazen hayatlarını dahi kaybetmişlerdir. Lysenkoizm dünyanın kalan kısmındaki önemli genetik gelişmeleri yadsıyan ve onlara karşı çıkan bir evrimciliktir. Ama bu Darwinizm adına yapılmıştır...66
Lysenko dönemindeki Sovyet yöneticilerinin genetik kanunlarına gösterdikleri direniş, materyalist fanatizmin örneklerinden sadece birisidir. Bugün de hala pek çok materyalist, aynı genetik kanunlarını kabullenmemek için direnen Lysenko ve yandaşları gibi, bilimin canlılarda ortaya çıkardığı "tasarım" gerçeğine, yani yaratılış delillerine karşı gözü kapalı bir direniş içindedir. Ve bu nedenle aksi yönde bir kanıt elde etmek için, yıllardır milyarlarca dolar harcamakta ve insanlık adına büyük bir kayba sebep olmaktadırlar. Yalnızca kendi ideolojik önyargıları nedeniyle, tüm dünyada hiçbir sonuç getirmeyecek araştırmalar yaptırmakta, emek ve para israfına neden olmaktadırlar. (Detaylı bilgi için bkz. Kuran Bilime Yol Gösterir, Harun Yahya)
Komünist ideolojinin bu bölümün başından bu yana belirttiğimiz bağnaz yapısı, 20. yüzyıldaki komünist rejimlerin toplumsal yaşamında son derece olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Allah'ın varlığını inkar eden, Allah'ın dininden uzaklaşarak her türlü manevi ve ahlaki değeri hiçe sayan acımasız, adeta cehennem gibi bir yaşam sunmuştur. Allah korkusu olmayan, insanları öldükten sonra yok olacak maddeler olarak algılayan bir anlayış toplumlara telkin edilmiş ve bunun sonucunda da tarihin en insanlık dışı yapılarından biri meydana getirilmek istenmiştir. Sovyetler Birliği'nde, Doğu Bloku ülkelerinde ve Kızıl Çin'de gözlemlenen bu etkiler, komünist sistemin oluşturmak istediği toplum modelinin, aynen materyalist-Darwinist teoride öngörüldüğü gibi, "gelişmiş bir hayvan sürüsü" modeli olduğunu ortaya koymaktadır.
Komünist toplumların bazı temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
◉ Komünist toplumlarda insanlar, Darwin'in evrim teorisi ve Engels'in "doğanın diyalektiği" masalı uyarınca, gelişmiş bir havyan türü olarak kabul edilir. Dolayısıyla toplum da bir "havyan sürüsü" sayılır. Toplumu hayvan sürüsü sayan bu anlayış, komünist rejimlerin her aşamasında ortaya çıkar. Sistemin geliştirdiği insan, "hayvan ve makine" arasında kalan cansız, ruhsuz, donuk bir varlıktır.
Komünizm, bir korku rejimidir. Halk, soğuk görünümlü, yüksekten bakan üniformalı yöneticiler tarafından sürekli korkutulur ve sistem bu korkuyla ayakta durur. |
◉ Komünist sistemde, insana değer verilmez. "Zaten sürüde çok var, bir tane eksilse bir şey olmaz" mantığı geçerlidir. Çalışamayan ya da sakat olanlar sürüden atılır, ölüme terk edilir. Hastalıklı ve zararlı olarak kabul edilir. Af, merhamet, vefa duygusu yoktur. Bu nedenle herkes yaşlılıktan ve yok edilmekten korkar. Yaşlılara şefkat ve saygı gösterilmez, aksine yalnız ve yardımsız olarak kendi başlarına bırakılmaları şeklinde acımasız bir düşünce aşılanır.
◉ Toplum tıpkı sürüdeki hayvanlar gibi, tek tip görünüme sahip insanlardan oluşur. Aynı kıyafetler, aynı tipte arabalar, aynı tipte evler vardır. Tüm topluma büyük bir monotonluk hakimdir. Sporcu, sanatçı, akademisyen, işçi hep birbirinin aynı, tek tip bir yaşam modeline sahiptirler. Evler hayvansal birer barınak, kıyafetler ise "soğuktan koruyacak post" mantığıyla yapılır. Estetik tamamen terk edilmiştir.
◉ İnsanların bireysel özellikleri değil, topluluğa verdikleri güç ve katkıları ön plana çıkar. İyi çalışan işçi, iyi çalışan köylü ideal insandır. Sistem sadece maddi bir kavram olan "çalışma ve üretme" kavramları üzerine kuruludur. "Üretmek sürüyü güçlendirmektir" mantığı geçerlidir. İnsanların ahlakı, niyeti, ruh hali hiçbir zaman dikkate alınmaz.
◉ Hayatı yaşam mücadelesi olarak gören bu zihniyette, zayıfların yok olmasında bir sakınca yoktur, bilakis bu gereklidir. Hayvanlarda bile var olan fedakarlık olmadığı için, herkes önce kendini düşünür, bu nedenle toplum ilerlemez. İnsanlar merhametten uzak olduğu için toplumun huzur ve barış içinde olması mümkün değildir. Şefkat yoksunluğu ve merhametsizlik, gelecek korkusuyla birleşince toplumda umutsuzluk ve karamsarlık hakim olur.
◉ İnsanlar, sürü psikolojisi içinde daimi bir korku yaşarlar. Çok çabuk, her olaydan korkarlar. Kapı önündeki pardesülü adamdan, müdürün karşısına çağrılmaktan korkarlar. Korkunun kaynağı belirsizdir, kimse onu tanımlayamaz, ama en alttan en üste kadar herkes korkuyu yaşar.
Sovyetler Birliği'nde halk gösterilerini durdurmak için kullanılan özel Djzhernsky birliği. |
◉ Dahası toplumda Allah korkusunun yerine konmuş çeşitli "korku merkezleri" vardır. Örneğin Sovyetler Birliği'nde kurulan KGB (ve onun öncüsü olan Çeka, NKVD gibi gizli servisler), tüm topluma ölümcül bir korku salan kurumlar olarak çalışmıştır. Bu kurumların "herşeyi gördüğü ve bildiği" düşüncesi topluma hakim olur. Bu kurumlar tamamen "orman kanunları"na dayalı bir ayıklama sistemi geliştirir, hiçbir yargılanma ve savunma hakkı tanımadan milyonlarca kişiyi ölüme gönderebilir.
◉ Allah korkusu olmadığı için, insanlar ancak sistemden korktukları kadar tutkularını engellerler. Sistem görmeyecekse ya da cezalandırmayacaksa her türlü gayrı meşru işi yaparlar. Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, zimmete geçirme had safhadadır.
◉ Yaşadıkları ortamdan kaynaklanan kaygı, korku ve panik, halkı stres içine sokar. Geceleri uyuyamazlar, gündüzleri herşeyden tedirgin olurlar. Bedenler hemen çöker. Yoğun baskı ve ağır yaşam şartları kadın ve erkeği genç yaşta çökertir ve kimi zaman da erken yaşta ölümlere sebep olur. Umutsuzluktan dolayı, sahip oldukları nimetlerden bile zevk alamazlar. Ancak içkiyle kafalarını uyuşturur ve yarı sarhoş bir halde cehennem benzeri bir yaşam sürerler.
◉ İnsanlar öldükten sonra yok olacaklarına inandıkları için, yaşama dört elle vahşice sarılırlar. Herkesi düşman ve kendi yaşam mücadelesinde rakip gördükleri için, her hareketi kendi aleyhlerinde yorumlar ve kin tutarlar. Sosyalizmin temeli gibi gösterilen "yardımlaşma" ve "dayanışma" kavramları sadece sloganlarda yaşar. Gerçekte herkes birbirine kuşkuyla bakar ve herkes tek başına bir yaşama mahkum olur.
◉ Allah inancı olmadığı için bireyin kendisine manen bağlanıp güvenebileceği kimse yoktur. Darwinist-komünist devlet bireyi sürekli ezer. Toplumun diğer bireyleri ise sahip olduklarını her an elinden alabilecek potansiyel birer düşmandır. Dolayısıyla komünist toplumda bireyin güvenebileceği tek kişi kendisidir, ama kendisinin de zayıf olduğunu bildiği için kendisine de güvenemez, böylece yoğun bir ümitsizlik hakim olur. Bu yüzden komünist toplumların bireylerinin bıkkın ve sürekli hayatlarından şikayet eden bir yapıları vardır, ama hiçbir şeyi değiştirmek için uğraşmazlar.
◉ Komünist toplumda insanların aklı kapalı olduğu için yaşamın her yerinde işte, okulda, evde, eğlencede aksaklıklar vardır. Sadece kendilerine öğretildiği kadar hareket edebilirler (hayvanlar gibi) ve bu nedenle hiçbir olay ve sorun karşısında orijinal ve yeni bir çözüm getiremezler. Zaten aksi takdirde de şiddetle karşılık görürler.
◉ Düşünmeyen insanlar yüzünden organizasyon yoktur, kaynaklar verimli kullanılmaz. Kaynaklar, -Lysenko örneğinde çok çarpıcı olarak görüldüğü gibi- ütopik hayaller ve hedefler uğruna israf edilir.
Yıkılmadan önce Berlin Duvarı'nın doğu tarafı: Dikenli tellerle, mayınlarla ve tank engelleriyle korunan duvar, komünist despotizmin sembolü olmuştur. |
◉ Komünist toplumda, toplumun en temel birimi olan aile de tahrip edilmiş durumdadır. Gerçek anlamda evlilik yoktur. Sadece çoğalma ve neslin devamı vardır. Evlilik, güzel ahlakın yaşanması değil, neslin devamıdır. Çocuğa ailesi değil, devlet ya da kendi nitelendirmeleriyle "sürü" bakar. Çocuk; savaşacak, sürüyü koruyacak yeni kuvvet olarak görüldüğü için, bu şekilde eğitilir. Anne yaşadığı ortamdan, evinden nefret ettiği için vahşileşir, bu da çocuğa yansır. Çocuklar aile sevgisinden mahrum büyüdüğü için saldırgan ve karamsardır. Evde de sevgi-saygı yerine, kavga hakimdir. Çocuğun güveneceği kimse yoktur.
◉ Nikah, sadakat, iffet gibi kavramların olmadığı, sadece çiftleşme mantığının hüküm sürdüğü toplumda fahişelik çok yaygındır.
◉ Komünist toplumu yöneten polis devletinin baskısı, vicdanın ve Allah korkusunun yerini tutamaz. Bu yüzden suç oranları yüksektir, toplumda hırsızlık vakaları yaygındır. Fabrikalar, tarlalar, kooperatifler topluca yağma edilir. Suç ortaklığı oluşacağı için de kimse kimseyi şikayet edemez.
◉ Her ne kadar komünist ideolojinin ırkçılıktan uzak olduğu iddia edilse de, komünist rejimlerde ırkçılık yaygındır. Örneğin Sovyetler Birliği'nde Rus olmayan halklara, özellikle Müslümanlara ve Türkler'e karşı ırkçı bir antipati gelişmiştir. Darwinist ırkçı teori her yönüyle benimsenmiş, Türkler ve diğer Müslüman halklar "evrimini tamamlayamamış etnik gruplar" olarak görülmüş ve sürgün adı altında kitle katliamlarına tabi tutulmuştur. Katliam, komünist ideolojiye göre "doğanın diyalektiğinin", yani evrimin doğal bir parçasıdır.
◉ Komünist düzende insanlar sadece ürün veren hayvanlar olarak kabul edilir. Özellikle köylülere karşı nefret ve küçümseme hakimdir. Marx, köylüleri "patates çuvalları" olarak tanımlamış, Lenin ve Stalin de –önceki bölümde detaylı olarak incelediğimiz gibi- milyonlarcasını kasten açlığa mahkum ederek öldürmüştür. Onlara göre köylüler sadece tahıl, pamuk vs. üreten hayvan sürüleridir. Ürettiklerinin ellerinden alınması (kollektivizasyon) ise, balarılarının ürettiği balın toplanması kadar meşru ve makul görülür.
Yukarıda anlatılanlar aslında dinsiz toplumların bir özetidir. Allah inancı olmayan toplumlarda, -hangi isim altında olursa olsun- yukarıdakine benzer bir yaşam kaçınılmazdır. Çünkü bu tür toplumlarda insana Allah'ın yarattığı, ruh sahibi bir varlık olarak değer verilmez. İnsanlar birbirlerini -baştan beri belirttiğimiz gibi- ölümle birlikte yok olacak maddeler, biraz gelişmiş hayvanlar gözüyle değerlendirirler. Bu yüzden de toplumda huzur, barış, güvenlik, dayanışma, kardeşlik yaşanmaz. Herkes mümkün olduğunca kendi çıkarını korumaya, kendi yaşamı için kazanç sağlamaya çalışır. Kimse kimsenin sağlığını, huzurunu, rahatını düşünmez. İnsanlara bir zarar dokunmasından endişelenmez, buna engel olmaya çalışmaz. Aynı şekilde dinsiz toplumlarda adil yöneticiler, toplumun faydası için çalışan insanlar bulmak da mümkün değildir. Her birey bulunduğu mevkide kendisi için ulaşabileceği en büyük çıkarı elde etmeye çalışır.
Oysa Kuran ahlakında insanlar birbirlerine Allah'ın birer kulu olarak değer verirler. İyilik yapmak için bir çıkar gözetmez, aksine sürekli iyi işler yapıp hayırlarda yarışarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırlar. Ahirette güzel bir yaşam umut ettikleri ve Allah'ın "... bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenler..." (Nisa Suresi, 114) "... Kim Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz." (Nisa Suresi, 114) ayetini bildikleri için, daima iyi davranışlarda bulunurlar. Ve bunları da insanlardan bir çıkar beklentisiyle değil, karşılığını yalnızca Allah'tan bekleyerek yaparlar. Allah, bu örnek ahlakı, ayetlerde şöyle tarif etmektedir:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz’den korkuyoruz." (İnsan Suresi, 8-10)
Darwinist-komünist devlet, insanları hayvan sürüsü olarak gördüğü için milletine hem değer vermez, hem de güvenmez. Bu nedenle korku, baskı, suni tehlikeler ve dehşet ortamları oluşturarak, onlar üzerinde denetim sağlamaya çalışır. Herkesi potansiyel şüpheli, suçlu veya hain olarak görür. Böyle bir devlet anlayışında insanları cezalandırmak veya öldürmek için onların suç işlemeleri gerekmez. Sadece şüphelenmek onlara zulmetmek için yeterlidir. Komünist Rusya bunun en açık örneğidir.
Ünlü tarihçi yazar Tzvetan Todorov bu tür anlayışa sahip devletlerin halklarına karşı tutumlarını şöyle tanımlar:
"Düşman, terörü haklı çıkarmakta kullanılan en büyük araçtır; düşmansız totaliter devlet olmaz. Ortada düşman yoksa devlet düşman yaratır. Düşmanlar belirlendikten sonra artık onlara acınılmaz... Düşman olmak düzelmez ve kalıtımsal bir kusurdur. ... Komünist iktidar için de durum aynıdır; burjuva sınıfına baskı uygulamak ya da bunalım anlarında burjuvayı yok etmek ister. Onun bu isteğine hedef olmak için herhangi bir şey yapmış olmak gerekli değildir; yalnızca burjuva sınıfından olmak yeterlidir.” (Tzvetan Todorov, L'homme dépaysé, Paris, Le Seuil, 1995, s.33)
Lenin'in şu sözleri de Darwinist-komünist devletin halkına bakış açısını göstermesi açısından önemlidir:
Devlet egemen sınıfın elinde karşıt sınıfların direnişini ezmek için kullanılan bir makinedir. Bu bakış açısıyla, proletarya diktatörlüğü de öteki sınıfların diktatörlüğünden farklı değildir. Çünkü proletarya egemenliğindeki devlet, burjuvaziyi ezmek için kullanılan bir makinedir. Diktatörlük doğrudan şiddete dayanan ve hiçbir yasayla kısıtlanmamış iktidardır. Proletaryanın devrimci diktatörlüğü, proletaryanın burjuva sınıfına uyguladığı şiddet sayesinde ayakta duran bir iktidardır, hiçbir yasayla da kısıtlanamaz. (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 53)
Lenin'in şu sözleri de Darwinist-komünist devletin halkına bakış açısını göstermesi açısından önemlidir:
Devlet egemen sınıfın elinde karşıt sınıfların direnişini ezmek için kullanılan bir makinedir. Bu bakış açısıyla, proletarya diktatörlüğü de öteki sınıfların diktatörlüğünden farklı değildir. Çünkü proletarya egemenliğindeki devlet, burjuvaziyi ezmek için kullanılan bir makinedir. Diktatörlük doğrudan şiddete dayanan ve hiçbir yasayla kısıtlanmamış iktidardır. Proletaryanın devrimci diktatörlüğü, proletaryanın burjuva sınıfına uyguladığı şiddet sayesinde ayakta duran bir iktidardır, hiçbir yasayla da kısıtlanamaz. (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 53)
Yukarıda Lenin'in kendi sözleriyle de ifade edildiği gibi, Darwinist-komünist Sovyet rejiminin halkına güvenmemesi, onları değersiz hayvanlar olarak görmesi, on milyonlarca insanın işkence veya açlık sonucunda ölmesine, ve bir milletin on yıllarca dehşet ve karanlık içinde yaşamasına neden oldu.
Rus halkı bugün de hala aynı nedenlerden dolayı acı çekmektedir. Çünkü Rus devlet mekanizması içinde komünist zihniyeti hala sürdüren bazı kadrolar vardır ve bunlar hala halklarını değersiz bir eşya, adeta birer hayvan olarak görmektedir. 2000 yılı içinde Rusya'da gerçekleşen bir olay bunun açık bir delili olmuştur. Bu olayda Sovyetler döneminden kalan Darwinist-komünist zihniyet karanlık yüzünü bir kez daha göstermiştir. Moskova, batan bir Rus denizaltısındaki askerlerini kurtarmak için uzun süre girişimde bulunmamış, sözde "devlet güvenliği" gerekçesiyle, bu felaketi yardıma gelebilecek olan Batılı ülkelere uzun süre duyurmamış ve böylece kendi askerlerini bile bile ölüme terk etmiştir. Bu vahşete tepki gösteren bir annenin Rus güvenlik güçleri tarafından iğne yapılarak susturulması, Rus devlet kadrolarında hala Stalinist zihniyetin etkilerinin sürdüğünü gösteren çarpıcı bir örnektir.
Bir toplumda sanatın ve bilimin gelişmesinin karşısındaki en önemli engel, komünizmin de en büyük dayatması olan tutuculuktur. Sürekli belirli dar kalıplar, yasak ve kısıtlamalar içinde, düşünmeye ve yaşamaya şartlandırılan bir toplumda bilim ve sanat da felç olur. Bilim ve sanatın gelişmesi için, insanların geniş düşünmesi, açık bir ufukla dünyaya bakmaları gerekir.
Bazı insanlar, bilimi ve sanatı donduran bu tutuculuğu çok yanlış bir yorum yaparak dine atfetmeye kalkarlar. Oysa Kuran'da öğretilen gerçek din, tutuculuğa, taassuba, yasakçılığa tamamen karşıdır, insanlara olabildiğince özgür ve geniş bir düşünce ufku kazandırır. İnsanları Allah korkusu dışındaki tüm korkulardan, tedirginliklerden özgürleştirir. Bu özgürlük içinde de bilim, sanat ve düşünce alabildiğine gelişir. İnsanlar Allah'ın Kuran'da öğrettiği gibi derin düşünür, evreni, doğayı ve karşılaştıkları olayları hep akıllarını kullanarak değerlendirirler. Ayrıca din ahlakı, Allah'a ve dine hizmet anlayışını yerleştirerek, insanlara sanat, bilim ve fikir üretmek için çok büyük bir şevk, heyecan ve istek kazandırır. Nitekim İslam dünyasının ilk yüzyıllarında bu sayede büyük bir "altınçağ" yaşanmıştır.
Komünizm ise, hem bir yandan tamamen tutucu bir siyasi ve sosyal sistem kurmuş, hem de bir yandan insanların Allah'a olan inançlarını yok ederek onların yaşama sevinçlerini, hayatlarına anlam veren gerçeği tahrip etmiştir. Sanatı, bilimi ve düşünceyi Marxizm gibi zorlama bir teorinin boyunduruğu altına sokmuş ve baltalamıştır.
Bize bu gerçeği daha da çarpıcı bir şekilde gösterecek olan komünizm örnekleri ise, çeşitli uzak doğu ülkelerinde yaşanmıştır.
64 Karl Marx, "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz" ; Jozef Stalin, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 9. Baskı, s: 676
65 Elbette mevcut durumun böyle olmadığını Marxistler de görmektedirler. Bu nedenle Marxistler, kendilerini "proletarya" gibi görmeyen işçilerin "sahte bilinçle" aldatıldığını, bunun, proletarya devrimini engellemek isteyen kapitalistlerin tuzağı olduğunu ileri sürerler. Ancak bu, çok yüzeysel bir açıklamadır.
66 Robert M. Young, "Darwinian Evolution And Human History", Open University course on Darwin to Einstein: Historical Studies on Science and Belief, 1980