Türk-İslam dünyasının geleceğinin dünya barışını ve güvenliğini doğrudan ilgilendirdiği, günümüzde pek çok düşünür tarafından ifade edilmektedir. Türk-İslam dünyası yaklaşık 1.5 milyarlık nüfusu, sahip olduğu yer altı zenginlikleri ve coğrafyasının stratejik önemi ile büyük bir güçtür.
Türk-İslam dünyasının geleceğinin dünya barışını ve güvenliğini doğrudan ilgilendirdiği, günümüzde pek çok düşünür tarafından ifade edilmektedir. Türk-İslam dünyası yaklaşık 1.5 milyarlık nüfusu, sahip olduğu yer altı zenginlikleri ve coğrafyasının stratejik önemi ile büyük bir güçtür.
II. Dünya Savaşı’na kadar çoğunluğu sömürge idaresi altında bulunan Müslüman ülkeler, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını kazanmışlar ve bu durum, dünya siyasetinde önemli değişimlere sebep olmuştur. Türk-İslam dünyasındaki asıl değişim ise Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yaşanmıştır.
Bu tarihten sonra Türk-İslam dünyası, Arnavutluk ve Bosna’dan Çeçenistan ve Tacikistan’a uzanan bir Avrasya coğrafyası haline gelmiştir. Bu süreç içinde, Müslümanların yerleşim yapılarında yaşanan değişim de Türk-İslam coğrafyasını etkilemiştir.
20. yüzyılın başına kadar, Müslümanlar -kısa dönemli işgaller hariç genellikle Türk-İslam topraklarında yani idaresi altında yaşamışlardır. 20. yüzyılın ilk dönemlerinden itibaren ise, Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya göç etmişler ve bu topraklarda önemli bir nüfus haline gelmişlerdir.
Bugün Amerika’da ve pek çok Avrupa ülkesinde İslam en hızlı yükselen din konumuna gelmiş, Müslümanların sayısında yaşanan artış sosyal ve siyasi hayatta etkili bir rol üstlenmelerini sağlamıştır. Böylece Türk-İslam coğrafyası, sadece nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ya da Müslümanların idaresi altında olan ülkelerle sınırlı olmayan bir coğrafya haline gelmiştir. Bu gelişme, Türk-İslam dünyasına önemli avantajlar sağlarken, bir an önce çözüme ulaştırılması gereken sorunları da beraberinde getirmektedir.
Bugün Türk-İslam dünyasının durumu değerlendirildiğinde ilk dikkati çekecek özelliklerden birisi, Müslümanların kendi aralarındaki iletişim kopukluğudur.
Yakın geçmişte, İran-Irak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali, Pakistan-Bangladeş Savaşı gibi Müslüman ülkeler arasında geçen savaşlar yaşanmıştır. Müslüman ülkelerde çoğunlukla etnik ve siyasi sorunlar nedeniyle yaşanan iç savaş ve çatışmalar da örneğin Afganistan’da, Yemen’de, Lübnan’da, Irak’ta veya Cezayir’de olduğu gibi- Müslümanlar arasındaki birlikteliğin olması gereken noktanın çok uzağında olduğunu göstermektedir. Türk-İslam dünyasının kendi içinde birlikteliğini sağlayamamış olması, bir çok Müslüman ülkenin geri kalmasına sebep olmuştur. Türk-İslam dünyası geniş maddi kaynaklarına ve insan potansiyeline rağmen bilimde, teknolojide, sanatta ve eğitimde istenen seviyeye gelememiştir.
Bu sebeple, Türk-İslam dünyasında ülkeler arasındaki kopukluğu giderecek, anlaşmazlıkları çözecek, sosyal, siyasi ve ekonomik işbirliğini sağlayacak bir merkeze şiddetle ihtiyaç vardır.
Türk-İslam dünyasının dört bir yanında birbirinden son derece farklı dini yorumlar, görüşler ve modeller hakimdir. Neyin gerçekten İslam’a uygun neyin de aykırı olduğunu belirleyecek, bu konuda dünya Müslümanlarının geneline yön verecek, onları uzlaştırabilecek bir merkez de yoktur. Örneğin Katoliklerin Vatikan’ı, Ortodoks Hıristiyanların Patrikhaneleri bulunurken, Türk-İslam dünyasında dini ve sosyal konularda birlik oluşturacak bir merkez bulunmamaktadır.
Oysa İslam ahlakının özünde birlik vardır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in vefatının ardından, İslam dünyası hep Hilafet makamı tarafından yönlendirilmiş, bu makam Müslümanların sosyal ve dini konulardaki yol göstericisi olmuştur.
Günümüzde de Türk-İslam dünyasına rehberlik edecek, güncel sorunların çözümünde etkili olacak çağdaş bir merkeze şiddetle ihtiyaç vardır. Demokratik esaslara ve hukukun üstünlüğü prensibine dayanan karar alma mekanizmalarının oluşturulması ancak Türk-İslam Birliği’nin sağlanmasıyla mümkün görülmektedir.
Böyle bir birlik, anlaşmazlıkların, çatışmaların ortadan kaldırılmasında, üye ülkeler arasındaki işbirliğinin geliştirilmesinde ve Müslümanların birlikte hareket etmelerinde önemli bir görev üstlenecektir.
Bugün 56 Müslüman ülkenin üye olduğu İslam Konferansı Örgütü, Müslümanları çatısı altında toplayan üye sayısı ve üyelerinin coğrafi dağılımı açısından- en büyük Müslüman örgüttür. Bu örgüt dışında da, ortak coğrafyalarda yaşayan Müslüman ülkeler arasında çeşitli ticari ve askeri iş birlikleri bulunmakta, bölgesel ittifaklar kurulmaktadır. Bunların her biri birlik ve dayanışma ruhunu geliştirme açısından önemli adımlardır. Ancak Türk-İslam dünyasının, daimi kurumları bulunan, bağlayıcı kararlar alma yetkisine sahip, ortak politika geliştirebilecek ve bunları kararlılıkla uygulayacak, tüm Müslümanların ortak sesi olacak, yalnızca belirli bölgelerin değil tüm Türk-İslam dünyasının sorunları ile ilgilenip bu sorunlara çözüm üretecek daha kapsamlı bir birliğe ihtiyacı vardır.
"Bugün farklı dinlerden insanların birbirlerini öldürmesi ve yurtlarından sürmesi tamamen bir radikalizm yanılgısından başka bir şey değildir. Özünde her üç dini de Allah yeryüzüne indirmiştir ve bu dinler insanlara barışı, sevgiyi ve kardeşliği emretmektedir." |
Türk-İslam dünyası askeri, siyasi ve ekonomik olarak tek blok olmak zorundadır. Kendi içinde beraberliği sağlamış bir Türk-İslam dünyası, dünya barışının da güvencesi olacak, bazı radikal unsurlar ve “medeniyetler çatışması”ndan yana olanlar, teorilerine gerekçe olarak öne sürebilecekleri ortamı bulamayacaklardır. Özellikle belirtmek gerekir ki, çözümlerin ivedilikle hayata geçirilmesi son derece önemlidir. Çünkü Türk-İslam dünyası ile Batı dünyası arasında her geçen gün suni bir “medeniyetler çatışması” oluşturulmaya çalışılmaktadır. Türk-İslam Birliği’nin kurulması ile birlikte bu tehlike tamamen ortadan kalkacaktır.
Tarihte yaşanan tecrübeler açıkça göstermektedir ki, farklı medeniyetlerin bir arada yaşaması, bir gerilim ve çatışma nedeni değildir. Buna rağmen, günümüzde hoşgörü ve uzlaşma yerine, hem Batı'da hem de İslam dünyasında, düşmanlık ve çatışmayı seçmek isteyenler vardır.
Bugün farklı dinlerden insanların birbirlerini öldürmesi ve yurtlarından sürmesi tamamen bir radikalizm yanılgısından başka birşey değildir. Özünde her üç dini de Allah yeryüzüne indirmiştir ve bu dinler insanlara barışı, sevgiyi ve kardeşliği emretmektedir. Bu sebeple, din adına ortaya çıkarak, yeryüzünde kargaşaya ve çatışmalara sebep olmak din ahlakının özünden tamamen uzaktır. Kutsal kitaplarda olmayan, sonradan dine ilave edilen bir takım yanlış inançlarla insanlara zarar vermenin dindarlıkla hiçbir ilgisi yoktur.
Allah insanlara kötülüğü ve bozgunculuğu emretmemiştir. Hiçbir toplumu diğerinden üstün tutmamış, üstünlüğün takvada (Allah’a karşı olan samimiyet ve içten bağlılıkta) olduğunu belirtmiştir. Allah Kuran’da insanlara şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat Suresi, 13)
Yeryüzünde bir kargaşa çıktığında, samimi dindarların vazifesi bu yangını söndürmek ve insanların mallarını, canlarını korumaktır. Yaşadığımız çağda, her üç dinin mensupları tarafından beklenen Hz. İsa Mesih (a.s) de yeniden geldiğinde yeryüzüne barışı, sevgiyi ve kardeşliği getirecektir.
Öyleyse, Allah’ın kutsal kitaplarda ve elçileriyle apaçık bir şekilde belirttiği barış ve sevgi hükümlerini yerine getirmek samimi dindarların sorumluluğudur. Bu barış ve huzur ortamının bir an önce yeryüzünde yaşanması için, özünde İslam ahlakını barındıran Türk-İslam Birliği’nin kurulması son derece acildir.