Kuşkusuz Darwin herhangi bir yerini yaraladığında o bölgede meydana gelen pıhtılaşma faaliyetlerini biliyor olsaydı, teorisi için bir başka büyük çıkmazla karşı karşıya olduğunu anlardı. Günümüzün Darwinistleri bu önemli gerçeğin açıkça farkındadırlar. Buna rağmen bu teoriyi desteklemeleri, Darwinizm'in, Allah inancına ve yaratılış gerçeğine karşı geliştirilmiş bir ideoloji olduğunu göstermektedir.
"Charles Darwin, Galapagos Adaları'nın kayalıklarında dolaşırken –kendi adını alacak ispinozları incelerken- mutlaka elini kesmiş veya dizini yaralamış olmalı. Genç bir maceracı olan Darwin, herhalde bunun üzerinde pek fazla durmamıştır. Bir adada araştırma yapan bilim adamları için acı, hayatın gerçeği sayılır ve işlerinin tamamlanması gerekiyorsa bunu dikkate bile almamak gerekir.
Sonunda akan kan duracak ve açık yara iyileşecektir. Darwin bunu fark etseydi, aslında neler olup bittiği hakkında pek fazla şey söyleyemeyecekti. Kanın pıhtılaşma sistemini bilmediğinden, altında yatan mekanizmaların da neler olabileceğini bile tahmin edemezdi; zaten moleküler düzeyde hayatın mekanizmalarının açıklanması için yüz yıl geçmesi gerekiyordu."61
Bir evrimci için, doğada açıklanması mümkün olmayan pek çok şey vardır. Eğer bir mekanizma, kendi kendine oluşamayacak kadar kompleksse ve aynı zamanda çalışabilmesi için bütün parçalarının eksiksiz olarak birarada olması gerekiyorsa, bu durum söz konusu evrimci için savunduğu teoriyi ortadan kaldırmaya yetecek kadar büyük bir delildir. Darwin de dahil olmak üzere, hayatları boyunca evrimciler "indirgenemez bir kompleksliğe" sahip pek çok mekanizma ile karşılaşmışlardır. Bunların belki de en önemlilerinden biri, bedenimizde son derece doğal bir şekilde gerçekleşen kanın pıhtılaşması olayıdır.
Olağanüstü kompleksliğinden dolayı "gözü düşünmek beni teorimden soğuttu" diyen Darwin'in yaşadığı dönemde kanın pıhtılaşması gibi bilmediği daha pek çok kompleks sistem vardı. Profesör Michael Behe'nin de belirttiği gibi, eğer Darwin elini kestiğinde bu yara üzerinde kanın hangi aşamalarla pıhtılaştığını bilseydi, kuşkusuz bu kendi teorisi için bir başka büyük çıkmazı daha beraberinde getirecekti. Günümüzde, bu önemli gerçeği gören, laboratuvarlarda bu olağanüstü mekanizmanın aşamalarına şahit olan evrimciler de vardır. Tek bir aşaması bile evrim ile açıklanamayan bu mucizevi olaya rağmen hala evrim destekçilerinin var olması, Darwinizm'in dine karşı geliştirilmiş bir ideoloji, yaratılış gerçeğini inkar etmek için ortaya atılmış bir dogma olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.
Vücutta kanamanın durması son derece önemlidir. Eğer kanama durdurulamazsa, beyin, böbrekler gibi hayati organlar kan basıncının düşmesi ve sıvı miktarının azalması nedeniyle zarar görecektir. Ancak bir damar zedelendiğinde bu olağanüstü pıhtılaşma ağını oluşturan faktörler hemen görev başındadır.
Bir kaba bir miktar sıvı koyun ve kabın altından bir delik açın. Sıvı, her ne olursa olsun, mutlaka kabın altındaki bu delikten dökülmeye başlayacak ve kabın tamamı boşalana kadar da dökülmeye devam edecektir. Bu sıvıyı durdurabilmeniz için deliği bir şekilde kapatmanız gerekir. Aksi takdirde durdurmanız imkansızdır. Yeryüzünde, bir ağ örerek, açılan deliği kendi kendine kapatabilen tek sıvı "kan"dır. İşin daha da mucizevi yanı, bunu yapan kanın, müthiş bir hızla hareket halinde oluşudur.
Bir yerinizi yaraladığınızda, yaralanan yerde gerçekleşen işlemlerin farkında bile olmazsınız. Oradan akan kanın bir süre sonra duracağından ve birkaç hafta içinde yaranın tamamen kapanıp ortadan kaybolacağından eminsinizdir. Kanamanın durması ve yaranın kapanması için sizin pek bir şey yapmanıza gerek yoktur. Zaten kan eğer bunu kendi kendine yapmazsa, bu akışı durdurup yaranın kapanmasını sağlayacak bir yolunuz da yoktur. Ne yaparsanız yapın, kanın bu sürekli akışını engelleyemezsiniz. Bunu yapmak için ancak, kanı pıhtılaştıran faktörlere ihtiyacınız vardır. Peki nedir bu faktörler?
Kanda ve dokularda pıhtılaşmanın meydana gelmesini sağlayan 40'dan fazla madde bulunur. Bunların bir kısmı pıhtılaşmayı başlatır, bir kısmı hızlandırır, bir kısmı da pıhtılaşmayı sona erdirir. Bedende pıhtılaşma, pıhtılaşmayı hızlandıran faktörler ile pıhtılaşmayı engelleyen faktörler arasındaki dengeye bağlıdır. Normal şartlarda pıhtılaşmayı engelleyen faktörlerin hızlandıranlardan daha çok olması gerekmektedir. Böylelikle bedende kontrolsüz bir pıhtılaşma durumu söz konusu olmaz. Hızlandırıcı faktörün engelleyici faktörden daha fazla olduğu tek an, bir damarın zedelenme anıdır.62
Damar zedelendiğinde vücutta oldukça yoğun bir hareketlenme başlar. Birkaç saniye sonra vücuttaki tüm sinirler ve tamir sistemleri uyarılmıştır. Pıhtılaşma mekanizmaları, daha önce trombositler konusunda incelediğimiz gibi, kaybedilen kan miktarını azaltmıştır. Yaranın bulunduğu yerde salgılanan kimyevi maddeler herhangi bir enfeksiyona karşı akyuvarları harekete geçirmiştir. Eğer oluşan yara çok büyükse, alarma geçen beyin ve iç salgı bezleri, kana kimyevi madde ve hormon ordusu salgılayarak dengesi bozulan vücudun faaliyetlerini düzenlemeye çalışırlar. Bu, Allah'ın bedende yarattığı olağanüstü bir kontrol mekanizmasıdır.
Damarda bir zedelenme oluştuğunda (altta) trombosit adı verilen partiküller (üstte sağda), kanın vücuttan dışarı akmasını engellemek için bir dizi reaksiyon başlatan kimyasallar salgılarlar. Bu reaksiyonlardan bir tanesi, kan hücrelerinin ve plazmanın yolunu kesecek bir ağ meydana getiren fibrinin üretilmesidir. (üstte solda) Böylece vücutta kan kaybına karşı acil bir önlem alınır.
Ağır tahribatlarda büyük önlemler alınması ve açılan yarada pıhtılaşma işleminin hemen başlaması gerekmektedir. Bunu sağlamak için olağanüstü hızda bir iletişim sistemi şarttır. Sinirlerin beyne, tahribatın sınırları hakkında bilgi göndermesinin ardından sadece 50 milisaniye geçmiştir. Bu, gerçekten de baş döndürücü bir hızdır. Kişi, belki de, henüz bedeninde bir yara açıldığının bile farkında değildir.
Eğer kanama durdurulmazsa, vücuttaki kan basıncının düşmesi ve sıvı miktarının azalması başta beyin olmak üzere tüm vücut organlarına zarar verecektir. Kan kaybı nedeniyle beyin fonksiyonları durduğunda önce baygınlık, yaklaşık 30 saniye içinde de şuur kaybı meydana gelir. Ardından normal bir kan basıncı ile çalışabilen böbrekler, kan basıncının düşmesi sonucunda işlevlerini yerine getirememeye başlarlar. İşte bu nedenle kanamanın hemen durması çok önemlidir.
İlk önlemler ise hayatidir. Damarın kesilmesinden sonraki iki saniye içinde damarın duvarı ani bir spazm ile yani bir refleks hareketi ile kasılır. Kalın duvarlara sahip olan atardamar ise başka bir önlem alır ve otomatik olarak kapanarak vücuda kan akışını en aza indirmeye başlar. Damarda kanama ne kadar fazlaysa, spazm da o kadar çok olur. Söz konusu refleks hareketi 20-30 dakika kadar sürebilir. Bu önlemin ardından trombositler devreye girerler. Kanama çok yoğun ise 10-15 saniye içinde, kanama yoğun değilse 1 veya 2 dakika içinde trombosit pıhtısı meydana gelir ve kan akışı büyük ölçüde durdurulur.63
Artık yaranın tamamen kapanması ve vücut fonksiyonlarının eskisi gibi devam etmesi gerekmektedir. Bu nedenle artık devreye pıhtılaşma mekanizması girer.
Kanda pıhtılaşmaya etki eden 40 faktörü tek bir kitapta detaylı olarak incelememiz imkansızdır. Bu nedenle, pıhtılaşma sisteminin sadece ana elemanlarını tanıtmak yerinde olacaktır. Daha önce plazma konusunu incelerken, plazmanın içinde bulunan proteinlerden bir tanesinin de fibrinojen olduğunu belirtmiştik. Fibrinojen pıhtılaşma mekanizmasının en önemli elemanlarındandır ve pıhtı malzemesinin kandaki durağan halidir. Tuzun suda erimesi gibi, o da plazma içinde erimiş durumdadır. Vücutta herhangi bir yara oluşana kadar, son derece sakin bir şekilde dolaşır durur.
Vücutta bir yara meydana geldiğinde, trombin adındaki bir başka protein, fibrinojenin zincirindeki üç halkadan iki tanesini keser. Artık bu protein, fibrinojen değil "fibrin"dir ve bu aşamadan sonra aktif haldedir. Fibrinin kesilen yüzeyleri yapışkan parçalara sahiptir. Bu yapışkan parçalar da diğer fibrinlerin gelerek kendisine yapışmalarına neden olur. Fibrinlerin birbirlerine yapışarak meydana getirdikleri bu kütle, kanın akışını durdurmak için meydana getirilmiş ilk pıhtıdır. İlk aşamada detaylı bir çalışma yapılmadan bu ilk pıhtının oluşturulması için gayret gösterilir. Buradaki amaç, kanı durdurmak, aynı zamanda da en az protein kullanarak bir ilk yardım yapmaktır yani proteinden tasarruf etmektir.
Vücutta yaranın açılması ile aniden harekete geçen trombin, bulduğu bütün fibrinojenlerin zincir halkalarını kesmeye başlar. Fakat trombinin bunu sürekli olarak veya yaranın bulunduğu yerden farklı bir yerde yapmaması gerekmektedir, çünkü eğer bu şekilde bağımsız hareket ederse, kestiği tüm fibrinler birbirlerine yapışacak ve dolaşım içinde kontrolsüz pıhtılar meydana gelecektir. Oluşan bu pıhtılar ise damarların tıkanmasına yol açacaktır. Bu durumda trombinin bir şekilde "baskı altında tutulması" ve gerekli zamanda gerekli şekilde hareket etmek için bir ültimatom alması gerekmektedir.
Elektron mikroskobunda görüntülenen kan pıhtısının bir kısmı. Kırmızı kan hücreleri fibrin ağının içinde asılı durumdalar. Yaralanan damarda pıhtı oluşumu, son derece mucizevi bir olaydır. Pıhtının oluşumu için çok fazla sayıda faktör ve enzim iş başındadır. Bu parçaların hepsi zincirleme çalışarak birbirlerine harekete geçirirler. Örneğin bu mekanizmada sadece trombini üreten 16 farklı parça vardır. Bunlardan bir tanesinin devre dışı kalması pıhtılaşma işlemini sona erdirecektir. Evrim teorisine göre, devreye giren sayısız proteinden bir tanesinin mutlaka ilk olarak oluşmuş olması ve aradan geçen uzun zaman dilimleri içinde de diğerlerinin sırayla oluşmaları gerekmektedir. Ancak elbette böyle bir bekleme sürecine hiçbir canlı dayanamayacaktır. Böyle bir sistem ancak herşeyi ile eksiksiz olarak var olduğu takdirde işleyebilir. Bu da bize, bu mükemmel sistemlerin Allah'ın yaratışının örnekleri olduğunu açıkça göstermektedir.
Bu aşamada, söz konusu mekanizmanın bir "indirgenemez komplekslik" olduğunu kanıtlayan bir bağlantı daha karşımıza çıkar: Trombini harekete geçiren bir başka protein olan Stuart faktörü. Stuart faktörü, kanda bulunan protrombini keserek onu aktif durumda bir trombin haline dönüştürür. Ancak burada bir problemle karşı karşıya kalırız. Eğer Stuart faktörü, amaçsızca gördüğü her protrombini trombin haline dönüştürürse, yine kontrolsüz bir hareketlenme meydana gelecek ve dolaşım içinde pıhtılaşma oluşma ihtimali artacaktır. Bu durumda Stuart faktörünün de kanda sürekli olarak aktif halde bulunmaması ve hareketlenmek için ültimatom beklemesi gerekmektedir.
Stuart faktörünün harekete geçebilmesi için ültimatom, Akselerin adındaki bir başka proteinden gelir. Ancak Akselerin de kanda kendi halinde dolaşan bir proteindir. Kanda kendi halinde dolaşan bu proteinin de aktifleşmesi gerekmektedir. Ve elbette bunun için de bir proteine ihtiyaç vardır. Ancak işin en şaşırtıcı yanı, Akselerinin hareketlenmesini sağlayan proteinin "trombin" olmasıdır. Oysa hatırlayacağınız gibi trombin bu sıralamada Akselerinin olduğu yerden daha sonra gelmektedir. Peki böyle bir şey nasıl olur?
Vücutta bunun için tedbir alınmıştır. Normal şartlarda kanda her zaman bir miktar trombin bulunur. Dolayısıyla kandaki bu hareketlenmeyi başlatan kanda hazır bulunan, söz konusu trombin molekülleridir. Ancak herşeye rağmen, kanın pıhtılaşması işleminde ardı arkasına gelen bu aktifleşmelerin nasıl sağlandığı ve ilk planda trombinin nasıl hareketlendiği henüz tam olarak anlaşılamamıştır.64
Buraya kadar anlattığımız aşamalarda önemli olan, vücuttaki bu benzersiz sistemin olağanüstü kompleksliğidir. Üstelik, henüz burada detayları anlatılmamış olan pek çok protein ve enzim bulunmaktadır. Sadece trombini üreten 16 farklı enzim olduğu düşünüldüğünde, tüm bu aşamalarda devreye giren tek bir enzimin çıkarılmasının mekanizmayı tamamen durduracağı açıktır.65 Örneğin eğer Stuart faktörü protrombini keserek onu trombine dönüştürmezse, trombin fibrinojenin yanından sakince geçip gidecek, bu arada da yaralanan kişi muhtemelen kan kaybından ölecektir. Aktifleşenler, aktifleştirenler ve pıhtılaşmayı sağlayanların tümü aynı anda birarada bulunmak zorundadırlar. İşte tek bir parçayı bile ayırmamızın mümkün olmadığı "indirgenemez komplekslik" budur.
Darwinistlerin karşı karşıya kaldıkları zorluk, bu tanımlamalardan sonra daha açık anlaşılmaktadır. Evrim teorisine göre, devreye giren sayısız proteinden bir tanesinin mutlaka ilk olarak oluşmuş olması ve aradan geçen uzun zaman dilimleri içinde de diğerlerinin sırayla oluşmaları gerekmektedir. Ancak elbette böyle bir bekleme sürecine hiçbir canlı dayanamayacaktır. Sistem eksiksiz olmadığı sürece de "ara aşamalar" fayda sağlamayacak, dolayısıyla aslında bir "ara aşama" var olmayacaktır. Bu muazzam sistem, hiçbir şüpheye meydan vermeyecek şekilde, tüm sistemleri, enzimleri, mekanizmaları ile tek bir anda oluşmuş ve faaliyetine başlamıştır. Bu sistemi tüm muhteşem özellikleri ve kompleksliği ile yaratan Yüce Allah'tır. O, yerleri ve gökleri yaratmış, yarattığı her varlıkta Kendi ilmini sergilemiştir. İşte Darwinistlerin kabullenmekten kaçındıkları gerçek budur.
Vücudun korunması için gereken tek bir işlemde alınan tedbirler dahi hayret vericidir. Pıhtılaşma, vücudun koruma özelliklerinden sadece bir tanesidir. Devreye giren ve önlem alan binlerce hücrenin çabaları ise gerçek anlamda göz kamaştırıcıdır.
Vücudunuzun herhangi bir yerinde meydana gelen pıhtının bir süre sonra büzüştüğünü fark edersiniz. Bunun nedeni pıhtının oluşmasından sonraki bir-iki dakika içinde kasılmaya başlaması ve 30-60 dakika içinde de içindeki sıvının ayrılmasıdır. Bu büzüşme rastgele meydana gelmez, vücudunuzdaki akıllı pıhtlaşma hücrelerinin aldıkları mükemmel bir tedbir örneğidir. Yaranın büzüşmesi sırasında tekrar devreye giren hücreler ise, trombositlerdir. Trombositler, büzülmenin meydana gelmesi için daha önce sözünü ettiğimiz kontraktil proteinlerini salgılarlar. Büzüşen pıhtı, kan damarlarının yırtılan kenarlarını biraraya çeker ve bunların birbirlerine daha çabuk bağlanmalarını sağlar. Bir başka deyişle pıhtılaşmanın hızlanmasına yardımcı olur. Trombositler tekrar devreye girdiklerinde, meydana gelen pıhtı iplikçiklerinin sağlamlaşması için bu ipliklerin bağlantı yerlerine tutunurlar. Aynı zamanda salgıladıkları bir madde ile oluşan çapraz bağlar arasındaki fibrini de iyice sabitleştirirler.66
Kanın sadece yaranın bulunduğu yerin üzerinde pıhtılaşması son derece önemlidir. Antitrombin adı verilen protein, kanı pıhtılaştıran tüm proteinleri birer birer durdurur. Böylelikle kan, sadece ilgili yerde ve yeterli miktarda pıhtılaşmaktadır. Bu mükemmel sistemdeki tek bir aksama kanın damarlarda pıhtılaşmasına neden olacak ve bu durum ölüme bile sebebiyet verebilecektir.
Kan, çeşitli nedenlerden dolayı sadece yaranın bulunduğu yerin üzerinde pıhtılaşır. Milimetrenin binde dokuzu kalınlığındaki kılcal damarları düşündüğümüzde, bunun ancak mükemmel bir organizasyonun ve hassas bir matematik hesabının sonucu olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü kanın, nerede ne miktarda pıhtılaşması gerektiğini bilmesi ve yeterli seviyeye gelince karar vererek pıhtılaşmayı durdurması şarttır. Bu aşamada devreye giren bir protein vardır: Antitrombin. Antitrombin, kanın pıhtılaşması için aktifleşmiş olan tüm proteinleri birer birer durdurur. Elbette antitrombinin devreye girmesi için de sayısız enzim görev başındadır. Buradaki işlemler fazla detaylara girilmeden ele alınacaktır.
Yaranın, ilk iyileşmeye başladığında ne kadar hassas olduğu herkesçe bilinir. En küçük bir darbe hemen yaranın tekrar açılmasına ve kan akışının başlamasına neden olur. Vücutta bunun için de bir tedbir alınmıştır. Fibrin sabitleme faktörü adı verilen bir protein pıhtıyı oluşturan fibrinleri birbirlerine iyice bağlayarak sıkıştırır. Eğer böyle güçlendirici bir faktör olmasaydı, yara bizim günlük sıradan hareketlerimizle bile hemen açılacak ve bu bölgenin iyileşmesi asla mümkün olmayacaktı. Pıhtılaşma sırasında alınan bir başka önlem de pıhtının ortadan kaldırılışı ile ilgilidir. Yaranın iyileşmesinin ardından oluşan pıhtının da bozulması gerekmektedir. Plazmin adı verilen bir protein bu görevi üstlenmiştir. Plazmin fibrinlerin yanına gider ve onları teker teker keserek pıhtıyı bozar. Aslında plazmin bu işi, fibrinlerin ilk oluştuğu anda yapmaya başlar. Bir başka deyişle fibrinler biraraya gelerek pıhtıyı oluşturmaya çalışırlarken, plazmin de bir yandan oluşan bu fibrinleri kesmekle meşguldür. Bu iki işlemin zamanlaması o kadar dengeli yaratılmıştır ki plazmin fibrinleri kesip ortadan kaldırmaya çalışırken, yara da iyileşir. Yaranın meydana gelmesinde fibrinin oluşumu ne kadar hızlıysa, onun plazmin tarafından ortadan kaldırılışı da o kadar yavaştır ve işlemler tam olması gereken zamanda biterler.67
Bu mekanizmanın sadece yukarıda genel hatları ile anlattığımız kadarını bilen bir insan bile, böyle bir sistemde rastgele gelişen herhangi bir olayın nasıl bir zarara sebep olabileceğini rahatlıkla tahmin edebilir. Bu durumda evrimcilere sormak gerekir, acaba hangi tesadüf pıhtılaşma için son derece önemli olan bir proteini üreterek onu kanın içine yerleştirmiştir? Hangi tesadüf, onu harekete geçirmek için bir başka protein üretmesi gerektiğini düşünmüş ve buna göre birbirine bağımlı bir zincir oluşturmuştur? Hangi tesadüf proteine, tam vücut yaralandığı anda harekete geçmesi gerektiğini öğretmiş ve hangi tesadüf yara iyileştiği anda faaliyetini durdurmuştur? Bu tesadüfler, milyonlarca insanda nasıl aynı sıralama ile kusursuz bir şekilde meydana gelir ve asla kanın pıhtılaşma sistemindeki bu özel düzeni bozmazlar? Neden trombin, Akselerinden önce harekete geçmez, neden fibrinojen durup dururken pıhtı oluşturmaya başlamaz? Bu birbirine bağlı çalışan, olağanüstü sistemin tek bir aşamasının tesadüfen oluşma imkanı var mıdır?
Gerçek şu ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz'dir. Öyleyse O'na kulluk edin. Dosdoğru yol budur. (Meryem Suresi, 36) |
Elbette bu derece muazzam detaylara ve son derece hassas zamanlama ve dengelere sahip söz konusu düzenin tek bir aşamasındaki tek bir enzimin bile oluşumu tesadüfi değildir. Tüm sistemi, sistemdeki her detayı yaratan, bütün varlıklara egemen olan, bütün işleri kontrolü altında tutan Rakıb olan Allah'tır. Allah vücudumuzdaki tüm sistemleri son derece kompleks ve kusursuz yaratmıştır. Bu gibi deliller evrimcilerin tesadüf iddialarının geçersizliğini açıkça sergilemek ve yaratılış gerçeğini kanıtlamak için yeterlidir. Bu aslında, Darwinistlerin de açıkça gördükleri ve zaman zaman itiraf ettikleri büyük bir gerçektir. Ancak onlar, herşeye rağmen inkarlarında ısrar ederler. Allah Kuran'da şöyle bildirir:
Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık. Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar. (Saffat Suresi, 11-12)
" De ki: "Hiç görmeyen (a'ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir mi? Veya karanlıklarla nur eşit olabilir mi?" Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: "Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır." (Ra'd Suresi, 16) |
Yukarıda anlattığımız birbiri ile bağlantılı bu muazzam sistemin tek bir halkasının eksik olması durumunda ne olur? Bu, son derece önemli ve evrimcilerin bu konudaki iddialarını tümüyle geçersiz kılan bir sorudur. Bu zincirin tek bir halkasını devreden çıkardığımızda kan, pıhtılaşma işlevini yerine getiremeyecektir.
Bu durum ne tip sonuçlar doğurabilir? Normal şartlarda bir insan, vücudunda bir Stuart faktörünün veya başka bir proteinin eksikliğini hissetmez. Ancak vücudun herhangi bir yerinde kanama başladığında bu eksiklik kendisini hemen gösterir hatta bunun sonuçları hayati olabilir. Başlayan kanama bir türlü durmaz ve kesik küçük olsa bile son derece büyük bir sorun haline gelebilir. Dışarıdan etki bu şekildedir. İçeride ise, aniden başlayan iç kanamalar eklemlere ve kıkırdaklara oldukça büyük zararlar vermeye başlar ve kanamalar durdurulamazsa sonuç kaçınılmaz olarak ölüm olur.
Hemofili hastalığı bu duruma en önemli örnektir. Bu hastalıkta kandaki pıhtılaşma sisteminin "sadece bir üyesi" fonksiyonunu yerine getirememektedir. Bu durum, kanın pıhtılaşmasını tümüyle engeller. Pıhtılaşamayan kan, açılan herhangi bir yaradan hiç durmadan dışarı akacaktır. Dışarıdan bir basınçla engellense bile, yara hiçbir şekilde kapatılamayacaktır. Bu sorunun halledilmesi için genellikle kişiye taze plazma takviyesi yapılır veya yetersiz olan pıhtılaşma faktörü kanama bölgesine verilir.68 Tek bir faktörün eksikliği, sistemi tamamen işlevsiz hale getirmektedir. Ve eğer söz konusu tıbbi müdahaleler gerçekleşmezse, kanın akışını durdurmanın başka bir yolu yoktur.
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir.İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur... |
Hayali evrim sürecinin hiç var olmadığının delillerinden biri de pıhtılaşma sistemindeki mükemmellik ve kompleksliktir. Darwinistlere göre her faktör aşama aşama gelişmiştir ve bu durumda aşamaların her biri tek başına işlevsizdir. Pıhtılaşma sistemi ancak milyonlarca yıl geçip, tüm elemanlar "tesadüfen" biraraya gelebilmeyi başardıklarında, görevini yapmaya başlayacaktır… Kuşkusuz ki canlıların böyle bir gelişimi bekleyebilmeleri mümkün değildir. Sadece bu gerçek bile evrimin tümüyle hayali bir süreç olduğunu göstermek için yeterlidir.
Mechanisms in Blood Coagulation, Fibrinolysis and the Complement System (Kanın Pıhtılaşmasındaki Mekanizmalar, Fibrinoliz ve Kompleman Sistem) isimli kitabın yazarı Torben Halkier, pıhtılaşma sistemindeki indirgenemez kompleksliği şu şekilde ifade etmiştir:
"Bu tip bir sistem kendi başına bırakılamaz. Pıhtılaşma işlemindeki başarı, her işlemde oluşan pek çok ince ayarlı modülasyon ve düzenlemenin bir sonucudur. Biraz daha az veya biraz daha çok aktivite organizma için eşit seviyede zarar vericidir. Kanın pıhtılaşmasında asıl konu düzendir."69
Pıhtılaşma zincirindeki tek bir halkanın hatta bu halkayı oluşturan tek bir genin bile evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen oluşamayacağını, Leigh Üniversitesi biyokimya profesörü Michael Behe ise şu şekilde açıklamaktadır:
"Kanı pıhtılaştıran proteinlerin, genlerinin şöyle bir karıştırılmasıyla oluştuğunu söylemek, düzenli ve anlamlı bir paragraf oluşturmak amacıyla ansiklopediden rastgele seçilen cümleleri biraraya getirmeye benzer."70
Bu sistemin rastgele oluşma olasılığının imkansızlığı ise şu şekilde hesaplanmıştır:
"Kan pıhtılaşma sistemine sahip hayvanların kabaca 10.000 geni olduğunu düşünelim. Bunların her biri ortalama üç ayrı parçaya ayrılmıştır. Bu da toplam olarak 30.000 gen parçası demektir. TPA'nın (pıhtılaşmada rol oynayan proteinlerden bir tanesi) dört ayrı çeşit baskın geni vardır. 'Farklı karıştırmalar' yoluyla bu dört baskın geni biraraya getirme ihtimali, 30.0004 kadardır. Bu da yaklaşık olarak 1/109 demektir. Bir milyon kişinin her sene piyango oynadığı varsayılırsa, herhangi birinin (belirli bir kişi değil) oyunu kazanmasından önce, yaklaşık bin milyar sene geçmesi gerekmektedir. Bin milyar sene şu an evrenin tahmin edilen yaşının yüz katı kadardır."71
Profesör Behe'nin de belirttiği gibi "Dünyada hiç kimsenin pıhtılaşma şelalesinin nasıl meydana geldiği hakkında mutlak bir fikri yoktur."72 Burada önemli olan, sistemin tesadüflerle oluşamayacak kadar kompleks, kusursuz ancak üstün bir Yaratıcı'nın eseri olabilecek kadar mükemmel olduğunu görebilmektir. Yeryüzünde hakim olan yaratılış gerçeğinin varlığını anlamak vücudumuzdaki gözle görülmeyen sistemlerin her aşamasında benzeri olmayan bir "aklın" büyük bir ihtişamla ortaya çıktığını kavramaktır. Aklını kullanabilen hiçbir insan, bu gerçekleri görmekte tereddüt etmeyecektir. Allah'ın mutlak varlığı, tüm ihtişamı ile gözler önündedir. Allah, insanın kusursuz yaratılışını bir ayetinde şu şekilde açıklamaktadır:
O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alaktan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). (Mümin Suresi, 67)
Michael Behe, indirgenemez komplekslik kavramını ilk olarak gündeme getirdiğinde, kanın pıhtılaşma mekanizmasını başlıca örnek olarak vermişti. Bedendeki sayısız indirgenemez komplekslik örneği arasından özellikle bu sistemi seçmesi, sistemi meydana getiren parçaların hem ayrı ayrı hem de beraberken sergiledikleri üstün yaratılış örnekleriydi.
Çok geçmeden Behe'nin kanın pıhtılaşma sistemi ile ilgili bu açıklamalarına evrimci çevreler tarafından yoğun bir tepki geldi. Böyle kompleks bir sistemin özelliklerinin açıklanması ve bunların birbirinden bağımsız olarak evrimleşmiş olmalarının imkansızlığının bilimsel olarak ortaya konması, evrim teorisine karşı önemli bir meydan okumaydı. Tepki göstermekte gecikmeyenlerin en başında 35 yıllık kariyerinin uzmanlık konusu "kanın pıhtılaşması" olan California Üniversitesi biyokimya profesörü koyu bir evrimci olan Russel Doolittle geliyordu.
Doolittle, yeni bir laboratuvar araştırması ile, farelerde kanın pıhtılaşma sistemindeki iki bileşiğin devreden çıkarılabileceğinin kanıtlandığını iddia etmişti. Doolittle'a göre, bu iki bileşik pıhtılaşma mekanizmasında bulunmamasına rağmen fareler sorunsuz yaşamlarına devam edebilmektelerdi. Ancak gerçekte durum hiç de Doolittle'ın iddia ettiği şekilde değildi. Doolittle ya araştırma sonuçlarını tümüyle yanlış okumuş veya insanları yanlış yönlendirebilmek için önemli birkaç noktayı ihmal etmekte sakınca görmemişti. Araştırma sonuçlarının yayınlandığı kaynakta (Bugge et al., "Loss of Fibrinogen Rescues Mice from the Pleiotropic Effects of Plasminogen Deficiency," Cell 87, 1996: 709-19) bu farelerin ciddi sağlık problemleri olduğu ve fonksiyonel bir pıhtılaşma mekanizmalarının olmadığı açıkça belirtilmekteydi. Yani, Doolittle'ın iddia ettiğinin aksine, farelerin pıhtılaşma sistemi "indirgenebilir" değildi.73
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17) |
Doolittle'ın bir başka iddiası ise, pıhtılaşmayı oluşturan proteinlerin benzerliği konusuna dayanmaktadır.74 Proteinlerde bulunan amino asit sıralamasındaki benzerliğin, onların ortak atadan gelmelerinin bir sonucu olduğunu iddia eden Doolittle, sistemin bu şekilde milyonlarca yıl içinde evrimleştiğini öne sürmüştür. Bu evrimci spekülasyona göre, pıhtılaşma işlemine katkıda bulunan proteinlerin sıralaması birbirlerine, hatta işleme dahil olmayan diğer proteinlere bile benzemektedir. Dolayısıyla bunlar, aynı genin kopyalanması sonucunda meydana gelmelidirler. Bunun da anlamı hepsinin tek bir sözde ortak atanın kopyalarından oluşmuş olmalarıdır. Bu hayali atanın kopyalarından oluşan proteinler, zamanla ufak tefek değişikliklere maruz kalmışlar ve birbirine benzer ama farklı fonksiyonları olan pıhtılaşma proteinlerinin tümünü meydana getirmişlerdir.
Michael Behe, kanın pıhtılaşma mekanizmasının hayali evrimi için ortaya atılmış bu sözde en büyük iddiaya şu cevabı vermektedir:
"Kanın pıhtılaşmasındaki proteinlere yeni bir protein ekleme işlemi oldukça şüphelidir. Biri diğerinin önünde, bir başkası bir sonrakinden önce görev alır ve bir proteini kopyalamak bu şelalede size yepyeni bir basamak sağlamaz. Kopyalanmış proteinin iki kopyası da aktive edecekleri aynı proteini hedef alacaklardır. Ve yine bunların ikisi de bir önceki aynı protein tarafından aktive edileceklerdir. Bu şelalenin nasıl meydana geldiğini açıklamak için, bir bilim adamının, kopyalanan proteinin yeni bir hedef ve yeni bir aktivatör ile birlikte şelalede yepyeni bir basamak haline geldiği detaylı güzergahı belirtmesi gerekmektedir. Dahası, pıhtılaşma kolaylıkla bozulabilir ve kontrolsüz olduğunda çok ciddi problemlere yol açabilir. Kanın pıhtılaşmasının evrimi için öne sürülecek ciddi bir modelde, kanın ne kadar miktarda pıhtılaşacağı, ne kadar basınca karşı koyacağı, uygunsuz pıhtılaşmaların hangi sıklıkta olacağı ve bunun gibi pek çok sorunun cevaplanması gerekmektedir.
Profesör Doolittle, bu sorulardan hiçbirini açıklamış değildir. Çalışmasını, hangi proteinin hangisinin atası olduğu konusuna dayandırmış ve ellerini kaldırarak 'bu sistemlerin mutlaka doğal seleksiyonla bir şekilde biraraya gelmiş olmaları gerekir' gibi bir sonucuna varmıştır. (...) Çalışması yalnızca (proteinlerdeki) sıralama karşılaştırmalarını içermektedir. Doolittle'ın, kanın pıhtılaşma şelalesinin doğal seleksiyonla meydana gelip gelemeyeceği konusunda hiçbir fikri yoktur."75
Proteinler arasındaki benzerlikler, elbette ki evrim için hiçbir delil oluşturmamaktadır. (Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya) Bunun yanı sıra, Doolittle'ın iddiasındaki kopyalanmış gen, bir öncekinin aynısı yani bir öncekinin sahip olduğu aynı parçalara sahip bir gen olacaktır. Sadece kopyalanarak yeni özellikler kazanması mümkün değildir.
Kanın pıhtılaşma sistemindeki özel görevli protenlerin şu anki varlığını açıklamak için bu bilim adamının, kopyalanmış bir genin nasıl yeni ve farklı özellikler kazandığını açıklaması gerekmektedir. Ancak 35 yıllık kariyerini kanın pıhtılaşması konusuna adamış olan Doolittle için, bu da açıklamasızdır.
Bir kan damarı hasar gördüğünde (sağda altta) kan pıhtısı adı verilen kan hücreleri (sağda üstte) bazı kimyasal maddeler salgılamaya başlar ve kanı durdurmaya yarayan pek çok reaksiyona sebep olurlar. Bu reaksiyonlardan biri fibrin adı verilen bir kimyasal oluşturur, bu da kan akışını engelleyecek bir ağ meydana getirir. (sol üstte)
Doolittle ile aynı hataya düşen Brown Üniversitesi hücre biyolojisi profesörü Kenneth Miller da kopyalanmış genlerin, bu özel sistemin hayali evrimi için bir açıklama olduğu iddiasında bulunmuştur. Miller, bilimsellikten son derece uzak olan bu iddiasını birkitabında şu şekilde açıklamıştır:
"... Kopyalanan genlerden bir tanesi yanlışlıkla kan dolaşımı içine girmiştir. Burada, aktive edici proteaza maruz kalana kadar proteinin üretim işlevi durmuş durumdadır. Aktive edilmesi de ancak damarlardan birisi hasar görünce mümkün olur. Bu noktadan sonra, mekanizmanın her bir detayı doğal seleksiyon tarafından belirlenir. Acaba sistemin pek çok aşamalı kompleksliği nereden gelmektedir? Yine, bunun cevabı da gen kopyalanmasıdır. Pıhtılaşma proteaz genlerinden bir tanesinin kopyası oluştuğunda, doğal seleksiyon, var olan proteazı aktive edecek küçük değişiklikleri meydana getirecektir. Şelalenin hassaslığını artırmak için ekstra bir kontrol daha eklenmektedir."76
Söz konusu sistemin nasıl işlediği hakkında en küçük bir bilgi vermeyen bu açıklamaya, bilimsel cevap kanın pıhtılaşma mekanizmasındaki olağanüstülüğü görerek, tüm detaylarındaki kusursuz yaratılışı defalarca açıklayan Behe'den gelmektedir:
"Profesör Miller, problemin ortadan kalkması için 'gen kopyalanması' terimini burada açıkça sihirli bir değnek gibi kullanmış, ancak problem bir türlü ortadan kalkmamıştır. Miller'in, doğal seleksiyonun her aşamayı belirlediği yönündeki ön kabulü oldukça şüphelidir, çünkü pıhtılaşmadaki her aşama oldukça ciddi şekilde düzenlenmelidir, aksi takdirde oldukça tehlikeli olabilir. (...) Miller'in ifadeleri, yeni kopyalanmış proteazların hareketlerinin nasıl belirlendiğini açıklamamaktadır. (...) Bu kısa hikaye, kanın pıhtılaşma şelalesindeki indirgenemez kompleksliğin, doğal seleksiyon ile nasıl bir ilişkisinin olduğunu anlama konusunda son derece faydasızdır. Bu benim aklıma şunu getiriyor: Hikayenin asıl amacı aslında bizlere pıhtılaşmanın nasıl meydana geldiğini göstermek değil, biyokimyasal kompleksliklere aşina olmayan kişileri, Darwinizm'in herşeyi kontrol altına aldığına ikna etmektir. Ancak Darwinizm'in böyle bir kontrolü yoktur."77
Daha önce pek çok kere üzerinde durduğumuz, evrimcilerin masalsı anlatımı, Michael Behe'nin de dikkat çektiği gibi, konuya aşina olmayan kişiler için ilgi çekici olabilir. Ancak günümüzde, bu yöndeki çalışmalar arttıkça, eğitim seviyesi geliştikçe, insanlar yeryüzündeki muhteşem dizaynın detaylarını gitgide daha çok keşfetmekte ve yaratılış gerçeğini tüm açıklığıyla görmektedirler. Evrimcilerin geleneksel yöntemleri, çok yakın bir zamanda şimdiki sözde geçerliliğini de yitirecektir. Bütün bu gerçeklere, insan bedenindeki ve canlılardaki olağanüstü kompleksiğin detaylarını anlatan bilimsel tüm delillere rağmen, evrimciler birbirlerinin açıklamalarına sığınarak hala teorileri için bir çıkar yol aramaya çalışmaktadırlar.
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191) |
Darwinistler masalsı iddialarını ön plana çıkaracakları bir ortamın oluşmasını beklemekte, yeryüzündeki muazzam düzen içinde, kendi iddialarına zemin oluşturacak bir "hata"nın veya bir boşluğun oluşmuş olmasını ümit etmektedirler. Oysa ayette belirtildiği gibi yeryüzünde bakıp inceleyecekleri her yerde bir kusursuzluk hakimdir bu nedenle hiçbir eksiklik bulamayacaklardır.
Üstün güç sahibi, her türlü yaratmayı bilen Yüce Rabbimiz yaratmasında çelişki bulmaya çalışanlarla ilgili olarak Mülk Suresi'ndeki ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Tarihte yapılan ilk kan naklinde hastaya bir hayvanın kanı verilmişti. Hasta kısa bir süre içinde öldü ve buna kimse bir anlam veremedi. Verilen farklı hayvan kanları da işe yaramayınca, insandan insana nakil fikri doğdu. Kan ihtiyacı başgösterdiğinde, "kanının bol olduğu" düşünülen ve rastgele seçilen birkaç kişiden nakil denemeleri yapıldı. Ancak bu denemelerin de çoğu başarısızlıkla sonuçlandı. Kan nakliyle uğraşan ilk hekimler, bu önemli sıvıyı iki özelliğinden dolayı tam olarak analiz edip tanıyamıyorlardı. Bunlardan birincisi kanın beden dışında pıhtılaşma özelliği, ikincisi ise, kan verdikleri kişinin ölme olasılığıydı.78 Kanda, hekimlerin çözemedikleri farklı bir şeylerin olması gerekiyordu. Biyokimya biliminin gelişeceği zamana kadar bu "farklı şeylerin" ne olduğu anlaşılamadı.
Kanın, kırmızı bir sıvıdan ibaret olmadığının ortaya çıkışı 20. yüzyılın başlarına rastlar. Her insanın kanında diğer insanlardan farklı olabilecek çeşitli faktörler vardır. Dolayısıyla kan naklinin gerçekleşebilmesi için her iki kişide de bu faktörlerin uyumu aranır. "Kan grubu" dediğimiz şey, insanın sahip olduğu bu özel faktörlerin belirlenmesidir. Kan grubunu belirleyen faktörler ise 300'den fazladır. Bu faktörlerin her biri, sizi diğer insanlardan ayırt eder.
Kanı, içindeki çeşitli faktörlerle birlikte keşfetmek ancak geçtiğimiz yüzyılda mümkün olmuştur. Oysa, kan ilk insan yaratıldığı andan bugüne kadar damarlarda dolaşmakta, görevlerini yerine getirmektedir. Bu kuşkusuz, herşeyde büyüklüğünü, gücünün sınırsızlığını gösteren Allah'ın üstün yaratmasıdır.
Kan grubunu belirleyen özellikler, alyuvarlarda saklıdır. Alyuvarların zarlarında bulunan 200 farklı molekül arasından bizleri belki de en yakından ilgilendiren, kana A, B ve 0 grubu özelliğini veren moleküllerdir. Alyuvarlar, ya A grubu, ya B grubu moleküllerini, ender olarak her ikisini (AB) birden taşır ya da hiçbirini (0 grubu) taşımayabilirler.
Alyuvarlarında A grubu moleküller bulunan kişilerin kanında B grubu moleküllerine karşı antikorlar vardır. Bu, B grubu moleküllerine karşı savaş demektir. İşte bu nedenle A grubu kan taşıyan bir insana B grubuna ait bir kan verildiğinde, bağışıklık sistemi birkaç saniye içinde harekete geçer ve bu "yabancıyı" yok etmeye çalışır. Bunun sonucu ise, son derece ciddidir. Kan hücreleri patlar, kan pıhtılaşır, böbrekler ve akciğerler işlevlerini yerine getirememeye başlar. Ani müdahale edilmediği sürece sonuç büyük oranda ölüm olur.
Kanlarında her iki molekülü de taşımayan kişiler, yani 0 grubu kana sahip insanlar, her iki moleküle karşı da antikor geliştirmişlerdir. Onlar ancak, bu iki moleküle de sahip olmayan, yani kendileri gibi 0 grubu kana sahip bir kişiden kan alabilirler. Kanlarında her iki molekül de bulunan AB grubu kana sahip kişiler ise, bu moleküllerin hiçbirine antikor geliştirmemişlerdir. Sırf A grubu veya sırf B grubu kana sahip kişilerden de kan alabilirler.
Alyuvarlar üzerinde bulunan ve yukarıdaki moleküller gibi aynı derecede öneme sahip bir başka molekül ise Rhesus (Rh) faktörüdür. Eğer bir insanın alyuvarında bu molekül varsa, kan grubu Rh pozitif (+), yokluğunda ise kan grubu Rh negatif (-) olur. Rhesus faktörü en büyük önemini gebelikteki kan uyuşmazlıklarında gösterir. Rhesus faktörü olmayan hamile bir kadın, doğumdan kısa bir süre sonra Rhesus faktörü olan bebeğine karşı antikor geliştirir. Bu antikorlar, ilk bebeğe zarar vermeyeceklerdir. Ancak Rhesus faktörüne sahip ikinci bebek, annede artık hazır bulunan bu antikorların saldırısına uğrar. Antikorlar bebeğin bedenini hedef alır, onun taze alyuvarlarını yok eder. Bebekte kansızlık ve kalp hastalıkları baş gösterir. Bebeğin sağ olarak doğması zordur ama doğsa bile küçük bedenindeki alyuvarların parçalanmaları sonucunda bilirubin adı verilen zehirli bir madde oluşmuştur. Bu madde genellikle beyne zarar verir ve meydana gelen zihinsel rahatsızlıklar sonuçta ölüme bile yol açabilir.79
Kanı keşfetmek ancak geçtiğimiz yüzyılda mümkün olmuştur. Oysa kan, ilk insan yaratıldığı andan itibaren damarlarda dolaşmakta, görevlerini yerine getirmekte, çeşitli malzemeleri, faktörleri, molekülleri içinde taşımaktadır. İnsanın bu mucizeyi tam olarak tanımakta bile bu kadar aciz kalabilmesi, onun Allah'a olan teslimiyetini ve hayranlığını daha da artırmalıdır.
Allah, kuvvet ve kudret sahibi olandır, herşeyin üzerindedir, Muktedir'dir. Tasvir eden, herşeye şekil ve suret veren, Musavvir'dir. Gözetici ve koruyucu, Müheymin'dir. Ve Allah, herşeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren, Mütekebbir'dir. Allah'ı hakkıyla takdir etmeli, yarattığı şeylerde Rabbimiz'in bu üstün sıfatlarını görüp anlamalı ve O'na yönelip dönmeliyiz. O'na yönelip dönen, kuşkusuz dünyada ve ahirette kazançlı olacaktır. Allah bir ayette şu şekilde bildirir:
O Allah ki, O'ndan başka İlah yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tür; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok Yücedir. (Haşr Suresi, 23)
İnsan vücudundaki sistemler görevlerini yerine getirirken, yapılan işin koordinasyonunu, düzenini, organizasyonunu da üstlenirler. Bu kitapta vücuttaki yapıların "akıllı" olarak tanımlanmasının ve buradan yola çıkarak bu aklın kaynağının açıklanmaya çalışılmasının nedeni budur. Kuşkusuz "akıllı bir hücre" veya "akıllı bir organ" yakıştırması mecazi bir yakıştırmadır. Çünkü bir beyni ve sinir sistemi olmayan hücre veya dokuların kendi başlarına bir bilinç sahibi olmaları mümkün değildir. Ancak tümünün yaptıkları işlerde şaşırtıcı bir bilinç ortaya çıkmaktadır. Bu ise Darwinistler ve tüm materyalistler için büyük bir çıkmazdır. Çünkü materyalistler de, bilincin beyindeki hücrelerden ve bu hücrelerin arasındaki kimyasal reaksiyonlardan doğduğunu savunurlar. Kısacası materyalist iddiaya göre, "bilinç, beyinden ibarettir".
Materyalistler bilinci beyne indirgemeye çalışırlarken, bilimsel gözlemler beyni bile olmayan canlıların bilinç sahibi olduklarını göstermektedir. Bu kitap boyunca incelediğimiz "akıllı hücreler" bunun bir örneğidir. Son yıllarda bakteriler ve diğer tek hücreliler üzerinde yapılan gözlemler de, bu mikroskobik canlıların son derece "akıllı" davrandıklarını, adeta içinde bulundukları ortamı değerlendirip karar verdiklerini göstermektedir. Moleküler biyolog Michael Denton şöyle yazar:
"Bir toz zerresinden bile daha küçük olmalarına rağmen, amipler, çok daha kompleks canlılara benzer yaşam stratejileri izlerler. Eğer bir amibi alıp onu bir kedinin boyutlarına getirebilseydik, bu memeliyle yaklaşık aynı derecede bir zekaya sahip olduğunu görecektik. Peki ama bu küçücük canlılar nasıl olup da bu denli iyi hesaplanmış kararlar alabilmektedirler?... Bir amip yakalamak istediği avını bilinçli olarak kovalar, avı yön değiştirdiğinde o da onun ardından yön değiştirir, bu takibi uzun süre devam ettirir. Bu davranışlar moleküler düzeyde açıklanamamaktadır."
Üstteki alıntının son cümlesine dikkat etmek gerekir. Amiplerin davranışları, "moleküler" düzeyde, yani kimyasal reaksiyonlarla, fiziksel etkilerle açıklanabilecek türden değildir. Bu canlılar, bilinçli olarak adeta karar vererek hareket etmektedirler. Dikkat çekici olan ise ne bir beyne, ne de sinir sistemine sahip olmamalarıdır. Protein, yağ ve sudan oluşan birer hücredirler sadece. Bakterilerin akıllı davranışlarını gösteren başka örnekler de vardır.
Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie'nin Temmuz 1999 sayısında bildirildiğine göre, bakteriler birbirleri ile haberleşmekte ve bu haberlere dayanarak karar vermektedirler.
Science et Vie'de bu haberleşmenin son derece kompleks bir sistemle işlediği vurgulanmaktadır. Bakterilerin yüzeyinde elektrik sinyalleri yayan ve algılayan mekanizmalar vardır. Bakteriler bu sayede birbirlerine sinyaller yollamakta, içinde bulundukları ortamın özellikleri, bu ortamdaki besin durumu gibi bilgiler aktarmaktadırlar. Bu bilgilere göre de, daha ne kadar çoğalmaları ve çoğalmayı ne zaman durdurmaları gerektiği konusunda karar vermektedirler.
Kısacası, gözle görülmeyecek kadar küçük canlılar, etrafları hakkında bilgi toplamakta, sonra bunları yorumlayıp birbirlerine aktarmakta ve sonra da belirli bir yönde karar verip uygulamaktadır. Hem de grup halinde...
Tüm bu örnekler, canlılarda asla maddeye indirgenemeyecek bir bilinç olduğunu göstermektedir. "En kompleks canlı" sayılan insandan, "en basit canlı" sayılan tek hücrelilere kadar, canlılarda madde-ötesi bir kaynaktan gelen şaşırtıcı bir bilinç vardır.
Peki bu madde ötesi kaynak nedir?
Kuran'da, bizlere bu konuda çok önemli bilgiler verilir. Örneğin balarılarından söz edilen ayetlerde, bu canlıların gösterdikleri "bilinçli" davranışları kendilerine Allah'ın ilham ettiği bildirilmektedir:
"Rabbin balarısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl Suresi, 68-69)
Bir başka ayette de tüm canlıların Allah'ın hakimiyetinde olduğu haber verilmektedir. Kuran'da bildirildiği üzere, "O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur." (Hud Suresi, 56)
İşte Kuran'da açıklanan bu sır, canlılardaki gizemli bilincin kaynağıdır. Bilinç, materyalistlerin sandığı gibi maddenin bir özelliği değildir. Maddeyi oluşturan atomları her ne yaparsanız yapın, bilinç sahibi kılamazsınız. Bilincin, mutlaka bir başka bilinçten gelmesi gerekir. Canlılardaki bilinç ise, Allah'ın ilhamından kaynaklanmaktadır.
İnsan bedeninde veya bir başka organizmadaki hücrelerde ortaya çıkan akıl da, Allah'ın varlıklar üzerindeki mutlak hakimiyetinin bir tecellisidir. Allah, yarattığı varlıklar vesilesiyle Kendisi'ni tanıtmakta ve insanlar bu eserlere bakarak Allah'ın sonsuz gücünü ve kudretini tanıyıp takdir edebilmektedirler. Bu nedenle bu kitaptaki şuur örneklerini sıralarken, bu önemli gerçeğin sürekli olarak akılda tutulması gerekmektedir.
61- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, 1998, sf. 84
62- Arthur C. Guyton, Tıbbi Fizyoloji, 7. Baskı, Nobel Tıp Kitabevi, 1986, sf. 115
63- http://people.a2000.nl/aalan/vucut/bolum4.html
64- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, 1998, sf. 87-88-89
65- Bilim ve Teknik, Tübitak Yayınları, Şubat 1998, sayı 363, sf. 63
66- Arthur C. Guyton, Tıbbi Fizyoloji, 7. Baskı, Nobel Tıp Kitabevi, 1986, sf. 117
67- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, 1998, sf. 94
68- The Human Body: An Intelligent Design, Alan L. Gillen, Frank J. Sherwin III, Alan C. Knowles, Creation Research Society Monograph Series: Number 8, Creation Research Society Books, sf. 117
69- http://www.discovery.org/viewDB/index.php3?program=CRSC%20Responses&command=view&id=442; Torben Halkier, Mechanisms in Blood Coagulation, Fibrinolysis and the Complement System, 1992, sf. 104
70- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, 1998, sf. 99
71- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, 1998, sf. 100
72- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, 1998, sf. 103
73- http://www.discovery.org/viewDB/index.php3?program=CRSC%20Responses&command=view&id=442
74- http://bostonreview.mit.edu/br22.1/doolittle.html
75- http://www.arn.org/docs/behe/mb_brrespbr.htm
76- Kenneth R. Miller, Finding Darwin's God, Cliff Street Books, 1999, sf. 156-157
77- http://www.discovery.org/viewDB/index.php3?program=CRSC%20Responses&command=view&id=442
78- Bilim ve Teknik, Tübitak Yayınları, Şubat 1998, sayı 363, sf. 60
79- Bilim ve Teknik, Tübitak Yayınları, Şubat 1998, sayı 363, sf. 62