Allah'a gönülden iman eden her insan, O'nun tüm emirlerini kayıtsız şartsız yerine getirir. Bunun sonucunda da ortaya üstün bir ahlak modeli çıkar. İşte kamil iman sahibi müminin sahip olduğu da, Kuran hükümlerine uymanın getirdiği bu üstün ahlaktır.
İnsan güzel ve değerli olan tüm vasıflara ancak Allah'ın hükümlerine uyarak sahip olabilir. Allah Kuran'da doğruluğu, adaleti, sabrı, fedakarlığı, vefayı, sadakati, kararlılığı, itaati, alçakgönüllülüğü, hoşgörüyü, şefkati, merhameti, öfkeyi yenmeyi ve daha birçok üstün ahlak özelliğini emreder. Bunların aksi olan tüm ahlak bozukluklarını da açık hükümlerle yasaklar.
Kuran'da sunulan bu üstün ahlakı yaşamak ise, kişinin Allah korkusunun şiddetine, dolayısıyla vicdanının sesine uymasına bağlıdır. Çünkü bir insan Allah'tan ne kadar çok korkarsa ve vicdanının gösterdiği doğrulara ne kadar kesin bir şekilde tabi olursa, Allah'ın hükümlerine o kadar itaatli olur. Aksi durumdaki bir kişi ise Kuran ahlakını yaşamakta sebat gösteremez, süreklilik sağlayamaz. Allah'ın güzel olarak gösterdiği ahlakın bazı özelliklerini üzerinde taşısa bile, çıkarlarıyla çatıştığı anda bambaşka bir karaktere bürünebilir.
İşte bu noktada imani olgunluğa ulaşmış kişilerin üstünlüğü ortaya çıkar. "Kamil iman" sahibi kişi güzel ahlak örneklerini hayatının her anında, asla vazgeçmeden, diğer insanlardan kat kat daha yoğun ve üstün bir biçimde gösterir. O, sabrın en fazlasını, fedakarlığın en güzelini, teslimiyetin en mükemmelini, Allah sevgisinin en şiddetlisini yaşamaya gayret eder. Ve bu sebeple de diğer insanlar içerisinde ahlaki vasıfları ile öne geçer. Kuran'daki ifadeyle "takva sahiplerine önder" olur.
Elbette, her Müslüman için temel hedef, böyle üstün bir ahlaka sahip olmaktır. Aksi durumda insan kendisine bir sınır çizerse kendini yeterli gören bir konuma düşer ki, Kuran'ın birçok ayetinde insana kendisini hiçbir konuda yeterli görmemesi gerektiği öğretilir. Bir ayette yeterli görmenin kişiyi azdıracağına, yoldan çıkaracağına dikkat çekilir:
Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. (Alak Suresi, 6-7)
İşte bu sebeple Allah'a ve ahiret gününe inanan her kişinin, Kuran'da emredilen ahlakı gücünün yettiğinin en fazlasıyla yaşamayı hedeflemesi gerekir. Ancak böyle bir hedefi olan kişi cennete girmeyi ve sonsuz hayatını orada peygamberlerle, salih müminlerle, şehitlik makamına ulaşmış kişilerle ve doğru sözlü insanlarla geçirmeyi umabilir. Allah yalnızca keskin bir itaatin bu güzel sonuca ulaştıracağını haber vermiştir:
Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi, 69)
Bu bölümde Allah'ın emrettiği üstün ahlakı, Kuran'da bildirilen detaylarıyla inceleyeceğiz. Ve ayetlerin ifadesiyle "kurtuluşa erenlerden" olabilmek için insanın ne derece yüksek bir şevk ve gayret içerisinde olması gerektiğini göreceğiz.
İnsan, kendisine daima kötülüğü emreden bir sesle, nefsiyle, birlikte yaratılmıştır. Ancak bu sesin yanı sıra, yine nefsine ilham olunan ve ona kötülüklerden sakınmayı telkin eden, kendisini sürekli olarak doğruya ve iyiye çağıran şaşmaz bir ses daha vardır. Nefisteki bu doğruya yönelten sese de "vicdan" adı verilir. Allah insanın nefsindeki bu iki özelliği bize ayetlerde şöyle tanıtır:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',
Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).
Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Ayette belirtildiği gibi Allah insana nefsinin kötülüklerinden sakınmayı ilham eder. Allah'ın bu ilhamı, kişinin vicdanı vasıtasıyla olur. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda mümini doğruya, güzel olana çağıran Allah'ın sesidir. Bu nedenle de vicdan, aynı zamanda kamil imanın anahtarıdır.
Kamil iman sahipleri sürekli olarak bu sese kulak verirler. Bu kimselerin vicdan anlayışı, toplumun genelinde bilinen vicdan anlayışından çok farklıdır. Halk arasında vicdan genellikle sadece yoksullara, yaşlılara yardım etmek, yardım derneklerine bağışta bulunmak gibi örneklerle bağdaştırılır. Buna benzer nadir olayların dışında ise insanlar vicdanlarını devreye sokmaz ve nefislerinin öngördüğü şekilde bir yaşam sürerler.
Vicdanlarını Kuran'da emredilen şekilde kullananlar, sadece kamil iman sahipleridir. Çünkü onlar vicdanlarını hayatları boyunca her konuda kullanırlar. Hedefleri Allah'a yakınlaşmak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak olduğu için, şartlar ne olursa olsun, günün yirmi dört saati boyunca vicdanlarının sesine kulak verirler. Ne yorgunluk, ne uykusuzluk, ne de günlük hayatın kargaşası onların bu sesi gözardı etmelerine yol açamaz. En sıkışık anlarında, en acil işlerinde bile, vicdanlarından gelen tek bir uyarıyla hemen doğruyu görür ve en hayırlı olan tavra yönelirler.
Bu konuyu daha iyi açıklamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Günlerce ağır bir işte çalıştıktan sonra aç, yorgun, uykusuz ve belki de hasta bir halde uzun bir yolculuktan dönen mümin bir kimseyi düşünelim. Tam bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendisine vakit ayıracağı sırada yardım talep eden zor durumda kalmış bir insanla karşılaşsa, hiçbir tereddüte kapılmadan kendi ihtiyaçlarını bir kenara bırakarak bu kimsenin yardımına koşar. Eğer kendi fiziksel durumu buna elverişli değilse bile, tüm imkanlarını bu kişi için seferber ederek yardımcı olabilecek başka kimseleri devreye sokar. Ve bunca sıkıntısı içinde herşeyi bir yana bırakıp böyle bir yardımda bulunduğu için de karşı tarafı asla minnet altında bırakmaz. Ne içinde bulunduğu sıkıntılı durumu, ne de karşı taraf için yaptığı fedakarlığı dile getirir. Çünkü o tüm bunları sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapmakta ve bunun dışında da kimseden ne maddi ne de manevi bir karşılık beklememektedir. Bu kimselerin tavrı Kuran'da şöyle bildirilir:
Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz’ den korkuyoruz. (İnsan Suresi, 9-10)
İşte kamil iman sahibinin vicdan anlayışı budur. Her türlü zor durum ve şartta vicdanına uyar ve vicdanını kullanarak yaptığı hiçbir iyilik için kimseden bir karşılık beklemez. Allah'ın razı olduğunu bilmenin sevinci kendisine yeter.
Buna karşın aynı örneği bir de kamil imana sahip olmayan bir kimse için ele alalım. Bu kişi içinde bulunduğu zor ve elverişsiz koşulları kendisi için meşru bir mazeret olarak görür ve vicdanının kendisine gösterdiği yolu görmezlikten gelir. Uykusuzluk, yorgunluk ya da açlık gibi fiziksel ihtiyaçlarının olması tavırlarının değişmesine neden olabilir. Bir anda tahammülsüz, sinirli ve ters bir insan haline gelebilir. Böyle bir durumda değil yardım isteyen birine yardım etmek, kendine yardımcı olmaya çalışan yakınlarına karşı bile anlayışsız ve ters davranmayı doğal bir hakkı olarak görebilir. Eğer istisnai bir durum olarak karşı tarafa yardım etmeyi kabul etse bile, bunu mutlaka söylenerek, başa kakarak ve karşı tarafı minnet altında bırakarak yapar.
Görüldüğü gibi kamil iman sahibi olan kimselerle, olmayanların ahlak ve tavırları arasında büyük bir uçurum vardır. Bu fark yaşamlarının her anına yansır ve yine aynı şekilde ahirette alacakları karşılıkta da mutlaka ortaya çıkacaktır.
Kamil iman sahibi bir kişi, sabretmeyi yalnızca zorluklara, sıkıntılara göğüs germek şeklinde kısıtlı bir anlayış içinde değerlendirmez. Kuran'da haber verilen, "Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın..." (Al-i İmran Suresi, 200) ayetinin hükmüyle, her durumda Kuran'ın bütün hükümlerini eksiksiz ve mükemmel biçimde yerine getirmede, yasaklanan konulardan sakınmaya azami dikkat göstermede ve her durumda en ideal tavır ve davranışı, en üstün ahlakı sergilemede hayatı boyunca yılmadan ve gevşemeden sürekli bir kararlılık gösterir. Kısaca, Kuran'da tarif edilen ideal mümin modelini yaşamada süreklilik göstererek, hiçbir şartta ve durumda taviz vermeden, zaaf göstermeden sabrını ortaya koymuş olur. Çünkü güzel ahlak ancak sürekli bir çaba harcandığında ortaya çıkar ve kamil iman sahipleri de bu çabalarında sabredenlerdir.
İşte bu nedenle de sabır, kamil iman sahibi bir kimsenin tüm yaşamını kapsar, tüm hareket ve davranışlarına yansır. Kamil iman sahibi kişi, Rabbimiz'in, "Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret" (Mearic Suresi, 5)hükmü doğrultusunda en derin sabrı gösterir. Tevazuda sabır gösterir, en mütevazi insan olur; Allah rızası için infakta sabır gösterir, en cömert insan olur; kendi nefsini tercih etmemekte sabır gösterir, en fedakar insan olur.
En güzel ahlakı sergilemekte gösterilen sabırla ilgili Allah Kuran'da şöyle bir örnek vermiştir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) olmuştur. Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35)
Ayette görüldüğü gibi Allah müminlere bir kötülükle karşılaştıklarında en güzel tavrı göstermelerini emretmiştir. Ve bunu da ancak sabreden kişilerin başarabileceğini bildirmiştir. Bu örnek güzel ahlak sergilemekte sabrın ne kadar önemli bir rolü olduğunu açıkça göstermektedir.
Kamil iman sahibi kişinin bir özelliği de, bu güzel ahlak örneklerini sergilerken karşılaştığı olumsuz gibi görünen hiçbir olayda yılgınlık ve kararsızlık göstermemesi veya kendisine bir nimet verildiğinde de asla şımarıklığa kapılmamasıdır.
Bir insan hayatının bazı zamanlarında cömert, fedakar veya son derece mütevazi olabilir. Veya bir zorluğa karşı dayanıklılık gösterebilir. Ancak kişinin bu güzel özellikleri belirli durumlarda terk etmesi, kendine birtakım sınırlar çizmesi, "bam teli"nin olması, zorluk anlarında güzel tutum ve davranışlarından taviz vermesi, olumsuz tavırlara girmesi, o güne kadar yaptıklarının da değersiz kalmasına neden olabilir. Çünkü önemli olan, taklidi, göstermelik, yüzeysel ya da geçici bir güzel ahlak değil; hiçbir şartta taviz verilmeyen, şahsiyetiyle bütünleşmiş, yerleşmiş bir yapıdır. Allah bir ayette; "... Sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır" (Kehf Suresi, 46) şeklinde bildirerek insanın genel karakterinin parçası olmuş güzel tutum ve davranışların Kendi Katında değerli olduğunu belirtmiştir.
Sabır, müminin Allah'a karşı olan samimiyetinin ve O'na yakınlaşmak için gösterdiği çabanın en önemli göstergelerinden biridir. Çünkü insan ancak samimiyeti, Allah'a olan yakınlığı oranında sabır gösterebilir. Bu özellikleri en üst düzeyde barındıran kamil iman sahipleri de sabır göstermede yarışırlar. Bir fedakarlıkta bulunmaları gerekiyorsa bunu, en güzel şekilde, ellerindeki imkanı en yüksek derecede kullanarak yaparlar. Bir ayette, "Ve onlar Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler…" (Rad Suresi, 22) diye haber verilir. Bu insanlar bir zorlukla karşılaşırlarsa da, kesinlikle içlerinde bir sıkıntı, tevekkülsüzlük yaşamadan Allah'tan yardım dilerler.
Halk arasında sabır, genelde "tahammül" ile karıştırılır. Oysa kamil iman sahibinin yaşadığı sabrın, tahammül kavramı ile bir ilgisi yoktur. Zira tahammül etmek, hoşa gitmeyen, acı veren bir durum karşısında zorunlu bir katlanma ya da memnuniyetsiz bir bekleyiştir. Allah için gösterilen sabır ise, bir sıkıntı kaynağı değil, büyük bir zevk ve mutluluk vesilesidir. Kamil iman sahibi mümin Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, aksine bundan manevi bir haz duyar, Allah'ın bu sabrın karşılığında vaadettiği nimet ve güzellikleri ümit ederek büyük bir sevinç duyar. Allah sabrın iman etmeyenler için sıkıntı veren bir durum olduğunu bir ayette şöyle haber verir:
Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır. (Bakara Suresi, 45)
Kamil imanlı bir müminin sabrı öyle derindir ki, kurtulmak istediği herhangi bir sorundan kurtulamasa veya istediklerine ulaşamasa bile sabrında ve talebinde yine bir değişiklik olmaz. Çünkü herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu ve sabrının karşılığını ahirette fazlasıyla alacağını bilir. Bu yüzden karşısına çıkan her olayda Allah'tan hep razıdır, O'nun sonsuz şefkatine ve merhametine iman eder, O'na dayanıp güvenir. Eğer Allah kendisinin istediği bir şeyi hemen vermiyorsa mutlaka onun ardında daha büyük bir hayır ve güzellik gizlidir. Çünkü Allah bütün dualara cevap veren ve sabredene de karşılığını verendir, vaadi haktır. Bir ayette bildirildiği gibi, "... Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" (Nisa Suresi, 87) Bunun farkında olan mümin şöyle düşünür: Belki Allah kendisine istediğinden fazlasını verecektir fakat öncelikle kendisini olgunlaştırmaktadır, belki de onun tavrını ve Kendisi'ne olan bağlılığını denemektedir. Müminlerin Allah'a olan bu teslimiyetleri Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a aitiz ve şüphesiz O'na dönücüleriz." (Bakara Suresi, 156)
Nitekim Allah, kendilerini deneyeceğini bildirerek, müminlere karşılarına çıkan zorluklara karşı sabretmelerini tavsiye etmiş ve bunun hayırla sonuçlanacağını da müjdelemiştir:
Andolsun, Biz sizi bir parça korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Mümin ömrü boyunca güzel bir sabır gösterir. "Rabbin için sabret" (Müddessir Suresi, 7) hükmüne yaşamının her anında itaat eder. Sonunda ise Allah'a kavuşur ve Allah onu rızası ve cennetiyle ödüllendirir. Cennetin kapısındaki melekler, gelen müminlere şöyle seslenirler:
Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel. (Rad Suresi, 24)
Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. (Beled Suresi, 17)
Kuran'da haber verilen, "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır..." (Rum Suresi, 30) ayetiyle açıklandığı gibi, insan fıtrat olarak din ahlakını yaşamaktan zevk alacak ve ancak bu şekilde huzur duyabilecek şekilde yaratılmıştır. Bu nedenle Kuran'da tavsiye edilen şefkat ve merhamet gösterme şekli, kamil iman sahiplerinin hiçbir zorlanmayla karşılaşmadan imanlarının doğal bir sonucu olarak sahip oldukları bir ahlaktır. Allah, Kuran ahlakına uydukları için mümin kullarının üzerinde Rauf (pek esirgeyen, çok acıyan) ve Rahman isimlerini tecelli ettirir. Çünkü Allah merhametlilerin en merhametlisi, sonsuz şefkat sahibi olandır. Kuran'da pek çok ayetle Allah'ın sonsuz şefkatine ve merhametine dikkat çekilmiştir:
... Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok esirgeyicidir. (Tevbe Suresi, 117)
... O merhametlilerin (en) merhametlisidir. (Yusuf Suresi, 92)
… Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir. (Hac Suresi, 65)
İşte bu ahlakı üzerlerinde taşıyan kamil iman sahipleri, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidirler. Ancak onların merhamet anlayışı, halk arasında yaygın olan merhamet anlayışından büyük farklılıklar içerir. Onların merhameti Allah'ın merhametinin bir tecellisi olduğu için, Allah'ın rızasına ve Kuran'a uygun bir merhamet şeklidir. Merhametlerinde ölçü aldıkları tek yol gösterici Kuran'dır. Kuran'ın dışında bir sistemin ölçülerini içeren bir merhamet anlayışının da "şeytani" bir merhamet olacağını bilirler.
Söz gelimi kendilerinden yardım talebinde bulunan bir kimsenin, bu yardımı hayır yolunda mı yoksa Allah'ın beğenmediği bir yolda mı kullanacağı onlar için önemli bir ölçüdür. Eğer bu yardım hayır için isteniyorsa merhametleri devreye girer ve maddi manevi her türlü yardımı yaparlar. Ancak yine aynı şartlar altında olduğu halde elde ettiği yardımı haram bir fiil için kullanacak birine yardım etmeyi kabul etmezler. Allah'ın beğendiği asıl merhamet de budur. Bir kişiyi Allah'ın beğenmediği bir tavrı uygulamaktan alıkoyup dosdoğru yola iletmek, dünyada kavrayamasa bile ahirette anlayacağı ve çok şükredeceği gerçek bir iyilik ve merhamet şeklidir.
Bunun dışında müminler, şefkat ve merhameti, temel hedefleri dine muhalefet etmek olan inkarcılara karşı da göstermezler. Kuran'da bu konuda verilen ölçü ise ayette şöyle bildirilmiştir:
Muhammed, Allah'ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler... (Fetih Suresi, 29)
İnananlar, ancak Allah'a gönülden bağlı kimseler olan "müminlere" merhamet ederler. İnkarcılara karşı ise son derece zorlu ve kararlı bir karakter gösterir ve merhamet adı altında asla bir gevşekliğe düşmezler. Çünkü böyle bir tavır, yukarıda açıkladığımız gibi "şeytani bir merhamet" anlayışı olacaktır. Allah onların müminlere karşı tavrının, "Eğer sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin inkar etmenizi içten arzu etmişlerdir." (Mümtehine Suresi, 2) şeklinde olduğunu bildirmiştir. Bu durumda, düşmanlıklarını göstermek için fırsat arayan böyle kimselere merhamet göstermenin akılcı bir tavır olmayacağı da açıktır.
Bunun yanında inananların müminlere gösterdikleri merhamet ve şefkat ise, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir ahlak örneğidir. Bu merhamet onlara beraberinde fedakarlığı, ince düşünceyi, affediciliği, sevgiyi ve saygıyı da getirir. Kamil iman sahipleri karşılarındaki kişinin maddi manevi her türlü ihtiyacını daha o söylemeden fark eder, duydukları derin şefkat nedeniyle ona hemen yardımcı olmaya çalışırlar. Bu konuda çaba harcamaktan da hiçbir şekilde yılmazlar. Kuşkusuz ki her konuda olduğu gibi bu konuda da müminlere en güzel örnek peygamberlerin tavrıdır. Ayette Peygamberimiz (sav)'in Müslümanlara karşı duyduğu şefkat ve merhamet şöyle anlatılmıştır:
Andolsun size, içinizden de sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir. (Tevbe Suresi, 128)
Ayette de görüldüğü gibi, Peygamberimiz (sav)'in şefkati imanı ile doğru orantılı olarak o kadar yoğundur ki, Allah müminlerin herhangi bir konuda sıkıntıya düşmelerinin onun gücüne gittiğini bildirmiştir. İşte kamil iman sahiplerinin kendilerine hedef aldıkları merhamet anlayışı da budur.
Bir insanın hiçbir karşılık beklemeden karşısındaki insanlar için özveride bulunabilmesi ancak Allah'tan korkması ve ahirete inanmasıyla mümkün olur. Çünkü bu insanlar dünya hayatında gösterdikleri maddi manevi her türlü çabanın karşılığını Allah'tan beklerler. İşte bu nedenle de cahiliye insanlarının aksine kamil iman sahipleri, her konuda herkese karşı üstün fedakarlık örnekleri sergileyebilirler.
Cahiliye toplumunda ise, insanların büyük bölümü ince bir fedakarlık anlayışından uzak bir yapı gösterir. Bunun en büyük nedeni, din ahlakından uzaklaşmalarından kaynaklanan bencillikleridir. Herkes öncelikli olarak kendi menfaatini düşünür; diğer insanların ihtiyaçları her zaman için geri plandadır.
Oysa gerçek imana sahip bir kişinin ahlakı ve tavrı bu kimselerden tamamen farklıdır. Bu kimselerin en önemli özelliklerinden biri nefislerinin bencil tutkularından kurtulmuş olmalarıdır. Çünkü ancak nefsinin sınır tanımayan isteklerini yenen, onu kontrolü altında tutan mümin diğer müminlere karşı fedakar ve ince düşünceli davranabilir. Nitekim kamil iman, müminlerin gerekirse kendi haklarından da feragat ederek diğer mümin kardeşlerini kendilerinden daha üstün tuttukları bir ahlakı getirir. Gerçek iman, gerçek teslimiyet ve gerçek vicdan da budur. Bu konuyla ilgili Kuran'da şöyle bir örnek verilmiştir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Ayette, bu kimselerin kendileri ihtiyaç içerisinde olsalar dahi, mümin kardeşlerinin ihtiyaç ve isteklerini kendilerininkine tercih ettikleri bildirilmektedir. Ve gösterdikleri bu ahlak sadece belirli olaylarda ortaya çıkan değil, hayatlarının tümüne hakim olan bir tavırdır. En aç, en uykusuz, en yorgun kısacası fiziksel açıdan en zor durumda olduklarında bile hiçbir zorlanma hissetmeden ellerindeki imkanı diğer müminlere aktarıp kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atabilirler. Ve bundan dolayı hiçbir zaman için sıkıntı duymaz, hiçbir zaman fedakarlıkta bulundukları için karşı tarafı minnet altında bırakmazlar.
Cahiliye ahlakını taşıyan insanlar zorunlu olarak bir fedakarlıkta bulundukları zaman, mutlaka hoşnutsuzluklarını belli ederler. Ya iğneleyici bir sözle, ya ters bir bakışla ya da çirkin bir tavırla içlerinde duydukları öfkeyi ve tahammülsüzlüğü hissettirirler. Oysa gerçek imana sahip bir insan hiçbir zaman karşı tarafın, aslında onun için büyük bir fedakarlıkta bulunduğunu anlaması için ters bir tavır göstermez. Aksine bunu karşı tarafa mümkün olduğunca hissettirmemeye çalışarak haklarından feragat eder. Çünkü onun için, yaptığı güzel tavrı yalnızca Allah'ın bilmesi yeterlidir. Kimi zaman fedakarlıkta bulunduğunu karşı taraf farketmez bile.
… İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver. (Hac Suresi, 34)
Kuran ahlakında tevazu, insanın Allah'a karşı aciz bir kul olduğunu bilmesi ve tüm yaşamını ve davranışlarını bu bilgi doğrultusunda yönlendirmesidir. Allah'ı takdir edebilen bir mümin için bunun aksi mümkün değildir zaten. Çünkü Allah'tan başka ilah yoktur. Herşeyi yaratan, öldüren ve sonra yeniden diriltecek olan, her işi evirip çeviren O'dur. O'ndan başka kuvvet sahibi yoktur. O herşeyi sarıp kuşatan, herşeye gücü yeten, kaderi yaratan, herşeyi işiten ve gören, herşeyden haberi olandır. Allah bütün eksikliklerden uzak ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, daima diri olan, şaşırmayan, unutmayandır.
Buna karşılık insan ise hiçbir şeyi yaratmaya gücü yetmeyen, üstelik kendisi yaratılmış olan ve Allah'ın kendisine öğrettiği dışında hiçbir bilgisi olmayan aciz bir varlıktır. Her an ihtiyaç içindedir ve Allah'ın kendisine an an verdiği binlerce nimete muhtaçtır. Bunlardan tek bir tanesi bile olmadığında acze ve sıkıntıya düşer. Ancak Allah'ın verdiği rızık ile yaşamını devam ettirebilen, kusurlu ve eksik bir varlıktır.
Böylesine üstün, benzersiz ve tek olan Allah'ın büyüklüğü karşısında, bu kadar büyük acizlikler içerisinde olan insanın, tevazu dışında bir ahlak göstermesi, herşeyden önce yaradılışına aykırıdır. Bu nedenle kamil iman sahipleri hayatlarının her anını acizliklerini bilerek geçirirler. İşte bu bilinç de onlara doğal olarak tevazulu bir tavır kazandırır. Bu tevazu onların yüzlerinden, bakışlarından, konuşmalarından anlaşıldığı kadar diğer tüm ahlak özelliklerinde de kendini gösterir. Örneğin ancak tevazulu bir insan kendisine verilen öğütlerden istifade edebilir. Müminlerden kendisine gelecek olan her türlü tavsiyeye ve eleştiriye açıktır. Nitekim, derin iman sahibi bir kişi en titizlikle uyguladığını düşündüğü bir konuda bile kendisine bir öğüt verildiğinde, hiçbir itirazda bulunmaz ve söylenildiği gibi daha iyisini yapmaya çalışır. Tamamen haklı olduğu bir konuda haksız olduğu söylense bile, bunu da olgunlukla karşılar. Ve Hz. Yusuf gibi şöyle söyler:
(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir... (Yusuf Suresi, 53)
Böyle bir tevazu anlayışı, kişinin kendini yeterli görmesini ve ne kadar akıllı olursa olsun aklını beğenmesini engellediği için, onun her zaman daha iyiye ve daha mükemmele doğru ilerleyebilmesini, duyduğu her sözden, aldığı her öğütten, her tavsiyeden istifade etmesini sağlar.
Aklını beğenen ve içinde bulunduğu acizliği unutup Allah'a karşı büyüklenen bir kimse ise, herşeyden önce yaradılışına aykırı bir tavır içerisine girmiş olur. Allah Kuran'da, "… onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur..." (Mümin Suresi, 56) hükmüyle bunun erişilmesi imkansız bir istek olduğuna dikkat çekmiştir. Allah bir başka ayette de büyüklenenleri sevmediğini bildirmiştir:
İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Lokman Suresi, 18)
Bu kimseler nasıl yaratıldıklarını, hem bedensel hem de zihinsel olarak Allah'ın karşısında ne kadar büyük bir acizlik içerisinde olduklarını unutmuşlardır. Bu tavır ise, Kuran'da şeytanın özelliği olarak anlatılmaktadır. Allah ilk insan olan Hz. Adem'i yarattığında tüm meleklere ona secde etmelerini emretmiş ancak şeytan kendisinin insandan daha üstün bir varlık olduğunu öne sürerek secde etmeyi reddetmiştir. Kuran'da şeytanın bu çirkin tavrı şöyle bildirilir:
Hani Rabbin meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" demişti. "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman da siz onun için hemen secdeye kapanın." Meleklerin hepsi topluca secde etti; Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu. (Allah) Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun? "Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Allah) Dedi ki: "Öyleyse ordan (cennetten) çık, artık sen kovulmuş bulunmaktasın." "Ve şüphesiz, din (kıyametteki hesap) gününe kadar Benim lanetim senin üzerinedir." (Sad Suresi, 71-78)
İşte Allah'a karşı büyüklendikleri için insanlara karşı da büyüklük taslayanların durumu budur. Bu kimseler kendilerini çok beğendikleri ve akıllarından çok emin oldukları için hiç kimsenin sözüne itibar etmezler. Her zaman kendi bildiklerini uygularlar. Bu da onların Kuran'da emredilen pek çok ahlak özelliğini yaşayamamalarına neden olur. Daha da önemlisi Allah Kuran'da, "Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır; onda sonsuzca kalacaklardır." (Araf Suresi, 36) şeklinde bildirmiştir. Allah'a karşı acizliklerini unutanlar ve büyüklük taslayanlar cehennemle karşılık göreceklerdir.
Kamil iman sahipleri ise bu tavırdan sakındıkları için cennetle ödüllendirileceklerdir:
İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)
İnsan hata yapmaya yatkın bir varlıktır. Dünyaya denemeden geçirilmek için gelmiştir ve ancak Kuran ahlakını öğrendikçe olgunlaşmakta, içerisinde bulunduğu hatalardan kurtulmakta ve ancak bu şekilde üstün bir ahlaka ulaşabilmektedir. Nitekim Kuran'da bildirilen tevbe ile ilgili ayetler de insanın bu acizliğinin bir göstergesidir. Allah insanın Yaratıcısı olarak onun bu acizliğini bilir ve Kuran'da, cehalet nedeniyle hata yapan, fark ettiğinde ise hemen tevbe edip tavrını düzelten kimselerin hatalarını bağışlayacağını bildirir:
Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemen tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)
İnsan aklını ve vicdanını en güzel şekilde kullanıp tüm samimiyetiyle hareket ediyorsa ve buna rağmen hatalı bir tavır içerisine giriyorsa, Allah'ın bağışlamasını umabilir. Allah pek çok ayette "bağışlayan" olduğunu, "affedici" olduğunu haber vermiştir. Bir ayette şöyle denir:
Haber ver kullarıma; şüphesiz Ben, Ben bağışlayanım, esirgeyenim. (Hicr Suresi, 49)
Allah yapılan hataları bağışlayacağını bildirmişken, müminlerin bu kimseleri bağışlamamaları gibi bir durum ise elbette söz konusu değildir. Ayrıca Allah birçok ayette müminlere de aynı şekilde bağışlayıcı olmalarını tavsiye etmiştir:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)
Bu ahlak üzerindeki kamil iman sahipleri, müminlere karşı Allah'ın emrettiği şekilde bağışlayıcı bir tavır gösterirler. Kuşku yok ki bu, üstün bir vicdan alametidir. Çünkü bir hata yapıldığında özellikle de bu hatadan dolayı maddi ya da manevi bir zarar oluştuğunda, affedici bir tavır göstermek insanların nefislerine çok ağır gelir. Hatta aksine kızarak öfkelerini dışa vurmak ve karşı tarafa yaptığının karşılığını vermek isterler. Oysa ki müminler Allah'ın Kuran'da emrettiği gibi öfkelerini yenerler.
İnananlar Allah'ın emri gereği, nefislerine uymaz ve Kuran'ın tavsiyesine uyarak bağışlama yolunu seçerler. Bir hataya düşen kişiye yapacakları en büyük iyiliğin, "güzel sözle öğüt vermek" ve bu şekilde içerisinde bulunduğu hatanın yanlışlığını göstermek olduğunu bilirler. Çünkü bir ayette, "Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, müminlere yarar sağlar." (Zariyat Suresi, 55) şeklinde belirtilmiştir.
Bir başka ayette de Allah, "... affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nur Suresi, 22) şeklinde buyurmaktadır. Mümin bir hata yaptığı ve bundan samimi olarak vazgeçtiği zaman bunun hem Allah Katında bağışlanmasını içten arzu eder, hem de Müslümanların onu bağışlayıp güven duymalarını ister. Ve bağışlayıcı bir tavırla karşılaştığı zamanda bunun Allah'ın büyük bir nimeti ve Allah'ın sağladığı bir kolaylık olduğunu fark eder. Bu nedenle kamil iman sahipleri kendileri için talep ettikleri bu bağışlanmayı karşılarındaki kimselere de gösterirler. Kuşkusuz ki bu aynı zaman da Allah'ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanmaya da en uygun olan tavırdır:
... Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Teğabün Suresi, 14)
Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl Suresi, 90)
Allah Kuran'da insanlara şartlar her ne olursa olsun adaletten ödün vermemelerini emretmiştir:
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
Kamil imana sahip müminler Allah'ın bu emrini eksiksiz olarak yerine getirirler. Verecekleri kararın sonuçları kendilerini ya da en yakınlarını etkileyecek olsa dahi, Allah için adaleti ayakta tutarlar. Çünkü onlar, öldükten sonra hesap vereceklerini ve tüm yaptıklarının her ayrıntısıyla karşılarına çıkacağını, küçük büyük herşeyden hesaba çekileceklerini bilirler. Bu nedenle de dünyada söz konusu olabilecek hiçbir çıkarı, ahirette kazanacaklarını umdukları Allah'ın rızası ve cennetinden üstün görmezler.
Samimi müminlerin en önemli özelliklerinden biri, kendilerine "yarışıp öne geçenlerin yolunu" seçmiş olmalarıdır. Bu nedenle her işlerinde Allah'ın en çok razı olacağını umdukları tavrı gösterirler. Bu yüzden ne akrabalık bağları, ne kendi dünyevi menfaatleri onları adil davranmaktan alıkoymaz. Çünkü Allah bir Kuran ayetinde şöyle emretmektedir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Bir başka ayette ise Allah, inananların düşmanlık besledikleri kimselere karşı dahi son derece adaletli davranarak, takvalarından taviz vermemelerini emretmiştir:
Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Allah'ın hükümlerini kesin olarak yerine getiren kamil iman sahipleri bu özellikleriyle cahiliye toplumundan tamamen ayrılırlar. Çünkü cahiliye sisteminde öfke ve kin duyulan bir kimseden intikam alma duygusu her zaman için daha ağır basar. Vicdan devre dışı kalır ve kişinin alacağı kararlarda nefsi hakim konuma gelir. Nefiste bulunan öfke ve kızgınlık ise kişinin aklını ve muhakeme yeteneğini örter. Bu nedenle de kişi, adil kararlar alamaz.
Kuran'ın belirttiği anlamda bir adalet anlayışı için ise, kişinin herşeyden önce nefsinin isteklerine karşı koyabilmesi ve vicdanının sözünden bir an olsun çıkmaması gerekir. Ayrıca öfkelendiğinde öfkesine hakim olabilecek bir iradeye sahip olması ve bunu her an Kuran'ın koyduğu ölçüler içerisinde düşünebilmesi şarttır.
İşte kamil iman sahipleri bu özelliklerin tamamına sahiptirler. "... Şüphesiz Allah, adil olanları sever." (Hucurat Suresi, 9) ayetinin hükmü gereği adaletten asla taviz vermezler.
Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)
Allah'ın Kuran'daki bu emrine kamil iman sahipleri tam olarak uyarlar. "İyiliği emredip kötülükten men etmek" anlayışı ölene kadar tüm yaşamlarına hakim olur. "İyiliği emredip kötülükten men etme"nin ne olduğunu ise kuşku yok ki en doğru olarak Kuran'dan öğrenebiliriz.
Kuran'a göre iyiliği emretmek, karşı tarafın herşeyden önce Allah'ı tanıması, O'nu çok sevmesi ve O'ndan çok korkması gerektiğini bilmesini, ahiretin kesin bir gerçek olduğunu ve Kuran'dan sorulacağını kavramasını sağlamak; vicdanını kullanmaya teşvik etmek, samimiyeti, candanlığı, sevgiyi, saygıyı, şefkati, merhameti, hoşgörüyü, affediciliği, fedakarlığı kısacası tüm Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşamasını sağlamaktır. Gerçek iyilik budur. Çünkü bu karşı tarafın dünyada ve ahirette en güzel hayatı yaşamasını sağlayacak ve onun sonsuz bir azaptan kurtulmasına vesile olacaktır.
Kötülükten men etmek ise, kişinin şeytana uymasını engellemek, nefsinin bencil tutkularından arınmasını sağlamak, onu samimiyetsizlikten, ikiyüzlülükten, kibirden, Allah'a karşı büyüklenmekten, vicdansızlıktan arındırmak ve Allah'ın razı olmayacağı bir tavra girmesini engellemektir.
İşte kamil iman sahiplerinin hakkı tavsiye etmeleri bu şekilde olur. Allah bu kimseleri Kuran'da şöyle tanımlamıştır:
Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf (iyi) olanı emreder, münker (kötü) olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardır. (Al-i İmran Suresi, 114)
Onlar bu çabalarından dolayı kimseden bir karşılık beklemezler. Onların tek hedefleri Kuran'ın emirlerini gereği gibi yerine getirebilmek ve böylece Rabbimiz'in rızasını kazanabilmektir. Allah inananlara bu konuda peygamberlerin ahlakını örnek gösterir. Allah'ın elçileri tarih boyunca gönderildikleri tüm kavimleri uyarıp korkutmuş ve onlara şöyle söylemişlerdir:
Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. (Şuara Suresi, 109)
Kuran'da bu konudaki diğer bir örnek de Hz. Musa'nın Firavun'a olan tebliğidir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Hani Rabbi ona, kutsal vadi Tuva'da seslenmişti:
"Firavun'a git; çünkü o, azdı."
Ona de ki: "Temizlenmek ister misin?"
"Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O'ndan) korkmuş olursun."
(Musa) Ona büyük mucizeyi gösterdi.
Fakat o, yalanladı ve isyan etti.
Sonra da (karşı yönde) çaba harcayıp sırtını döndü.
Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi;
Dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim."
Böylelikle Allah onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı.
Gerçekten bundan 'içi titreyerek korkacak' olan bir kimse için elbette bir ibret (ders) vardır. (Naziat Suresi, 16-26)
Ayetlerde görüldüğü gibi Hz. Musa, Firavun'u Allah'a iman etmeye davet etmiş, ancak o büyüklenerek Allah'a karşı başkaldırmıştır. Hz. Musa'nın bundan sonra üzerinde bu konuda bir sorumluluk kalmamıştır. Onun görevi iyiliği emretmek ve kötülükten men etmektir.
Ancak müminlerin tebliği sadece inkarcıları dine davet etmekten ibaret değildir. Onlar Müslümanların da sürekli daha iyiye yönelmeleri, daha güzel davranışlar göstermeleri ve hatalarından arınmaları için tebliğ yaparlar. Mümin kardeşlerine iyilikleri emreder ve onları da kötülüklerden men ederler. Birbirlerinin Allah'ın rızasını kazanmalarını ve cennetin en yüksek makamlarıyla karşılık bulmalarını isterler.
Bu noktada kamil iman sahiplerinin önemli bir özelliğine dikkat çekmekte fayda vardır. Onlar din ahlakını sadece sözleriyle tebliğ etmez aynı zamanda tüm yaşantılarıyla da bu ahlakı anlatmış olurlar. Saatlerce dostluğun, candanlığın, samimiyetin ne olduğunu anlatacakları yerde, samimiyeti ve candanlığı yaşar ve bu güzel ahlakı "halleriyle" anlatmış olurlar. Karşılarındaki kişiler onların yaptığı bu "hal ile tebliği" gördüklerinde, de samimiyetin ne olduğunu, hiç anlatılmadığı halde çok net bir biçimde kavrayabilirler. Bu, Kuran'da emredilen her türlü özellik için geçerlidir. Kamil iman sahibi fedakarlığı, tevazuyu, bağışlayıcılığı, adaleti, merhameti, dürüstlüğü kısacası her türlü güzel ahlak özelliğini çevresine yaşayarak gösterir. Karşı taraf üzerinde asıl etki bırakan da budur zaten. Zira fedakarlığın ne olduğunu uzun uzun anlattığı halde, kimi zaman bu tavrı göstermekten kaçınan ve hatta belki de bencilce davranan bir kimse, karşı tarafa samimiyetsiz olduğu izlenimini verir ve onun üzerinde olumsuz etki yapar.
Bunun yerine anlatan ve anlattığı şeyi tüm samimiyetiyle yaşadığını gösteren bir insanın konuşmalarının, karşı tarafın vicdanını kesin olarak harekete geçireceği çok açıktır.
Kullarım Beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar. (Bakara Suresi, 186)
Allah her yeri sarıp kuşatan, insana şah damarından daha yakın olan, işiten ve bilendir. Mümin bilir ki içinden geçen tek bir düşünce bile Allah'tan gizli kalmaz. Samimi olarak Allah'tan bir istekte bulunmak için insanın sadece düşünmesi yeterlidir. Bu düşünce sinelerin özünde bile olsa Allah onu duyar ve samimi kullarının duasına mutlaka karşılık verir. Çünkü Allah iman edenlerin dostu, koruyucusu ve yardımcısıdır.
Kuran'a göre dua, insanın tüm samimiyeti ile Allah'a yönelmesi ve O'nun sonsuz ve sınırsız gücüne sığınarak O'ndan yardım dilemesidir. Gücü sınırlı ve sonlu bir varlığın, gücü sınırsız bir kudret karşısında acizliğini ortaya koyarak istekte bulunmasıdır. Dua, kişinin Allah ile birebir bağlantısıdır. Aklından geçirdiği tüm düşünceler, istekler Allah ile kişi arasında gizli kalır. Dolayısıyla üçüncü bir kimse tarafından bilinmesine imkan olmayan bu ibadette gösterişe yer yoktur. Tamamen samimiyete dayalı bir ibadettir.
Allah'ın kendilerine herkesten ve herşeyden daha yakın olduğunu, tüm duaları duyduğunu ve tüm dualara icabet ettiğini en derinden hisseden ve yaşayanlar ise kamil iman sahipleridir. Çünkü Allah'a samimi bir kalple yönelirler ve O'nun büyüklüğüne karşın kendilerinin insan olarak ne denli büyük bir acizlik içerisinde olduklarını bilirler. Ve yine bilirler ki dualara karşılık veren yalnızca Allah'tır ve insanı içerisinde bulunduğu zorluktan kurtarabilecek olan da yine ancak O'dur.
Kamil iman sahipleri sadece sıkıştıkları ve çaresiz kaldıkları zor anlarda değil, her zaman ve her durumda Allah'a yönelirler. Çünkü insanın hayatında Allah'a muhtaç olmadığı tek bir an bile olmadığını bilirler. Onlar dua etmek için kendilerine bir sıkıntı dokunmasını beklemezler. Zira bu ibadetin aynı zamanda bir kulluk vazifesi ve Allah'a yakınlaşmak için önemli bir yol olduğunun farkına varmışlardır. İşte bu da onları diğer insanlardan ayıran en önemli özelliklerden biridir. Ayette sadece çaresizlik ve sıkıntı içerisindeyken Allah'a yönelen ancak bu zorluktan kurtulduğunda hemen yüz çevirenlerin ahlakı şöyle ifade edilmiştir:
İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus Suresi, 12)
Kamil iman sahipleri ise nimet ve refah içerisindeyken de, sıkıntıya düştüklerinde de Rabbimiz’e yönelenlerdir. Zira onlar, "… Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?…" (Furkan Suresi, 77) ayetini düşünüp kavrayanlardır.
Onlar dualarını da yine Allah'ın Kuran'da tarif ettiği şekilde yaparlar. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma. (Araf Suresi, 205)
Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. (Araf Suresi, 55)
Görüldüğü gibi Kuran'da duanın yalvararak ve için için yapılması istenmektedir. Çünkü Allah, duada kişinin samimiyetini ölçü alır. Dua ettiğimiz Rabbimiz bizim içimizden geçirdiğimizi de, sesli olarak söylediğimizi de duyan, bilendir. Kuran'ın bu emrine uyan müminler de o anki samimi tavırları doğrultusunda kimi zaman içlerinden, kimi zaman da sesli dua ederler. Ancak bu, hiçbir zaman etraftaki insanlara duyurmaya ve gösterişe yönelik bir dua değildir. Çünkü Allah Kuran'da, "dini yalnızca Allah'a halis kılarak dua etmenin" önemine şöyle dikkat çekmektedir:
O, Hayy (diri) olandır. O'ndan başka İlah yoktur; öyleyse dini yalnızca Kendisi'ne halis kılanlar olarak O'na dua edin. Alemlerin Rabbine hamdolsun. (Mümin Suresi, 65)
Müminlerin dualarında dikkat çeken bir başka özellik de "Allah'ın varlığını hissederek" dua etmeleridir. Onlar dua ederken sadece istedikleri şeyleri değil, asıl olarak Allah'ın birliğini, büyüklüğünü, sonsuz gücünü düşünürler. Kuran'da şöyle emredilmiştir:
Rabbinin ismini zikret ve herşeyden kendini çekerek yalnızca O'na yönel. (Müzzemmil Suresi, 8)
Kamil iman sahipleri, Allah'ı en güzel isimleriyle düşünerek dua ederler. Allah'ın isimleri insanlara O'nun vasıflarını tanıtır. Allah'ın esirgeyici, bağışlayıcı, affedici, yol gösterici, kullarına karşı çok şefkatli ve merhametli olduğunu bilerek O'na seslenen müminler, Allah'ın yakınlığını ve rahmetini çok daha iyi kavrarlar. Nitekim Kuran'da Allah'a farklı isimleriyle dua edilebileceği şöyle belirtilmiştir:
İsimlerin en güzeli Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin. O'nun isimlerinde 'aykırılığa (ve inkara) sapanları' bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır. (Araf Suresi, 180)
Her konuda olduğu gibi elbette bu konuda da inananlar için en güzel örnekler peygamberlere aittir. Kuran'da özellikle peygamber dualarındaki içliliğe ve samimiyete dikkat çekilmiştir:
Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin. (Sad Suresi, 35)
(Musa yalvarıp) Dedi ki: "Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın." (Araf Suresi, 151)
Müminler aynı zamanda dualarında sabırlı olanlardır. Ayette onlara Allah'tan "sabırla ve namazla" (Bakara Suresi, 45) yardım dilemeleri bildirilmektedir. Bu sabır ve kararlılık Allah'a duydukları güvenden ve teslimiyetten kaynaklanmaktadır. Mümin Allah'ın dualara kesin olarak karşılık vereceğinden emindir ve "... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez" (Yusuf Suresi, 87) ayeti gereği asla umudunu yitirmez ve sabırla Rabbimiz'e yalvarır.
Kamil iman sahiplerinin dua anlayışı böyledir; Allah'tan içleri titreyerek korkar, ondan saygıyla ve sabırla yardım dilerler. Kimi zaman hiç kimsenin farkında olmadığı bir anda, günün en akla gelmeyecek vaktinde, akla gelmeyecek bir yerde Allah'a saygıyla yakarıp yardım diliyor olabilirler. Onlar günlük hayatın en karışık ve en yoğun anlarında bile kalplerinde Allah korkusu ile O'na sığınır, O'na yalvarır ve O'ndan yardım dilerler. Ve bilirler ki bu, onları Allah'a yakınlaştıracak, onlara Rabbimiz'in rızasını ve cennetini kazandıracak en kolay yoldur. Bu yakınlığın her an daha da artması için önlerinde hiçbir engel yoktur; Allah Kuran'da kullarının samimi bir kalple Kendisi'ne yönelmelerini ister. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen (İslam'ın hükümlerini) koruyan, Görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalp ile gelen içindir. (Kaf Suresi, 31-33)
Kamil iman sahiplerinin zorluk anındaki tavırlarından önce onların zorluğu nasıl algıladıklarına dikkat çekmekte fayda vardır. Onlar dünyanın özel olarak tasarlanmış bir imtihan mekanı olduğunu en derinden kavrayan kimselerdir. Ve onlar, "zorluk" kavramının da "gerçekten iman edenler" ile din konusunda "kalplerinde hastalık bulunanların" ayırt edilmesi için yaratıldığını bilenlerdir. Zorluk ya da darlık anları onların imanlarında samimi olduklarını ispat edebilmeleri açısından önemli bir imkandır. Bu anlamda "zorluk" onlar için genel olarak bilinen anlamından tam aksi bir anlama yani "nimete" dönüşür.
Bu sayede karşılarına çıkan her türlü zorluk karşısında tevekküllü bir tavır gösterirler. Ama elbette Allah'a üzerlerine kaldırabileceklerinden fazla zorluk yüklememesi için de dua ederler. Onların bu duası ve Allah'ın icabeti şöyle bildirilir:
Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et. (Bakara Suresi, 286)
Allah'ın takdiri üzerine bir zorlukla karşılaşırlarsa, bunun "güç yetirebilecekleri" bir deneme olduğunu anlar ve bu olay karşısında Allah'a olan teslimiyetlerini ve tevekküllerini en güzel şekilde ortaya koymaya çalışırlar. Zira onlar zorluk anında gösterdikleri tavır ile refah zamanında gösterdikleri tavrın Allah Katında makbuliyet açısından bir olmadığını bilirler. Allah bu konuda şöyle bir örnek vermiştir:
Müminlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenler (çaba harcayanlar) eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cehd edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır… (Nisa Suresi, 95)
Görüldüğü gibi Allah zor bir ortamda Kendi rızasını arayanların, çaba harcamayanlardan derece bakımından daha üstün olduklarını belirtmiştir. Çünkü burada örnek gösterilen müminlerin, zor ve sıkıntılı bir ortamda tüm güçleriyle din ahlakına sarılmaları kuşkusuz ki onların imanlarının derecesini göstermektedir. Oysa rahat bir ortamda fedakarlıkta bulunan insanların samimiyetlerinden emin olmak zordur. İnsanları bu şekilde zorluklarla denemek, Allah'ın doğru söyleyenlerle yalancıları birbirlerinden ayırt etmesinin bir yoludur.
Allah'ın müminleri zorlukla denemesinin bir başka hikmeti daha vardır. Zorluğu tadan kimseler, nimetlerin kıymetini çok daha iyi anlar ve çok daha şükredici bir tavır gösterirler. Zira zorluk ve acının, insanın ruhunu incelten ve olgunlaştıran bir yönü vardır. Allah bu şekilde insanların dünyada; iyi ile kötünün, bolluk ile darlığın, rahatlık ile zorluğun kıyasını yapmalarını sağlar. İnsanlar ancak bu kıyaslar sayesinde kendilerine verilen maddi ve manevi nimetlerin değerini anlarlar. Daha da önemlisi Allah'a her konuda ne kadar muhtaç olduklarını görür, O'nun karşısındaki acizliklerini kavrarlar.
İnsanın dünyada ne tür zorluklarla denenebileceği ise bir ayette şöyle bildirilir:
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Bu ayeti bilen bir mümin söz konusu zorluklarla henüz karşılaşmadan önce kendisini bu duruma karşı hazırlar ve her ne olursa olsun sabırda, tevekkülde ve teslimiyette kararlılık göstereceğine, Rabbimiz'e sadık kalacağına dair Allah'a söz verir. Bu güzel tavır onun kamil imanının gereğidir. Karşılaştığı şey büyük bir korku, dayanılmaz bir açlık, fakirlik, yaralanma hatta ölüm bile olsa, Allah'tan razı olmaya ve şükredici bir tavır göstermeye kesin kararlıdır. Ve bilir ki tüm bunlar onu Allah'a daha da yakınlaştıracak ve O'nun sonsuz cennetinde ağırlanmasına vesile olacaktır. Bir ayette şöyle bildirilmiştir:
Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)
İmani olgunluğa erişmiş mümin bilir ki cennet gibi büyük bir mükafat, sadece "iman ettik" demekle kazanılmaz. Allah bunu Kuran'da şöyle bildirmiştir:
İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)
Yine bir başka ayette Allah bu önemli gerçeğe şöyle dikkat çeker:
Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki müminlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin, şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)
Tüm bu ayetler göstermektedir ki, gelmiş geçmiş tüm insanlar Allah'ın dünya için yarattığı kanunların bir gereği olarak bu zorluklarla karşılaşmışlardır. Onlar da mallarından ve canlarından eksiltilerek denenmiş, onlar da inkar edenlerin baskı ve zulümleriyle karşılaşmış ve aralarındaki gerçek müminler ile samimiyetsizlerin farkı bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle mümin Kuran'ı öğrendiği andan itibaren ayetlerde belirtilen tüm bu olaylara karşı bir hazırlık içerisindedir. Ancak bilir ki imtihanın şartlarına uygun olarak karşılaşacağı olaylar, peygamber dönemindeki koşullarla tıpatıp aynı olmayabilir. Günümüzde bu zorluklar farklı koşullar altında karşımıza çıkabilir.
Kamil iman sahibinin yaptığı imani hazırlık, karşısına çıkan hiçbir olayı ayırt etmeden hepsinin birer deneme olduğunu bilmesini gerektirir. Karşılaşacağı zorluk korku, açlık, mallarının eksilmesi ve canına gelecek bir zarar olabileceği gibi, günlük hayatta karşılaşacağı bir deneme de olabilir. Örneğin bazen en zor görünen şartlar üst üste gelebilir. İnsan hiç beklenmedik bir zamanda bir yakınını kaybedebilir. Aynı günlerde bir yandan da büyük bir maddi zorlukla karşılaşabilir. Tüm bunların üstüne bir de ağır bir hastalığa yakalanabilir. Hatta bu durumu fırsat bilen şeytan da çeşitli yollardan vesvese vererek kendisine yaklaşmaya çalışabilir. İşte tam da böyle bir dönemde aniden bir mümin kendisinden yardım isteyebilir. Kamil iman sahibi kişinin tavrı her zaman Allah'ın beğendiği ahlaka uygun olur. Tüm sıkıntısına, yorgunluğuna, hastalığına rağmen bu halini karşı tarafa hiçbir şekilde hissettirmez. Ve ona en güzel yüz ifadesiyle, en rahatlatıcı ses tonuyla ve elinden gelen en iyi tavırla yardımcı olmaya çalışır.
İşte kamil iman sahibi bir mümin tüm bu sabrı ve bu güzel ahlakı, Allah'a olan sevgisinden, saygısından, korkusundan ve O'na olan teslimiyetinden dolayı göstermektedir.
Burada verdiğimiz, bir müminin yaşamı boyunca sayısız kereler karşılaşabileceği örneklerden yalnızca biridir. Ancak anlatılmak istenen şudur: Ne kadar çok zorluk üst üste gelirse gelsin kamil iman sahibi bir insan, tavırlarında ve konuşmalarında güzel ahlakından asla taviz vermez. Başına gelen her türlü zorluk ve sıkıntının Allah'ın izniyle kendisine isabet ettiğini bildiğinden çareyi ve kurtuluşu yine Allah'tan umut eder. Zaten dünyada az bir zaman kalıp gidecektir, esas olan burada her durum ve şartta güzel bir sabır göstererek Allah'ın istediği ve beğendiği ahlakı yaşamak ve O'nu razı etmektir.
Sonuçta dünya hayatında herşey gelip geçicidir. Önemli olan, insanın bu gelip geçen olaylarla imtihan olduğunu unutmaması ve bu imtihanın sonucunda da sonsuz hayatın kendisini beklediğini bilmesidir. Çünkü insanların asıl yurdu ahirettir. İnsan dünyada olabilecek en büyük acıyı, zorluğu, sıkıntıyı da yaşasa bütün bunlar mutlaka geçecek, veya ölümle birlikte son bulacaktır.
Aynı şey tersi için de geçerlidir. Kişi dünyada büyük bir bolluk ve refah içinde de olsa, bunların hiçbiri ona ait değildir, ölümüyle birlikte hepsi dünyada kalacaktır. Ve belki de dünyada bolluk içinde yaşayan bu insanın sonu cehennem azabı olacaktır. Burada anlatılmak istenen şudur: Bir insanın dünyadaki yaşam şartları bir ölçü değildir, ancak bir denemeden ibarettir. Dünyada birtakım zorluklarla karşılaşmış bir insan ahiret hayatında, cennette sonsuza kadar mutluluk ve sevinç içinde ağırlanabilir. Çünkü dünyada iken her şart ve ortamda Allah'ı dost edinmiş ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak için sabretmiştir. Ahirette bu kişilerin söyleyecekleri söz şu olacaktır:
Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki O, bizi Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır Suresi 34-35)
İnsanların çoğu üzerlerinden sıkıntı kaldırılıp kendilerine nimet verildiğinde ayetteki ifadeyle "şımararak sevince kapılırlar". Ve bu nimetin kendilerine kim tarafından verildiğini unutarak hemen yüz çevirirler. Oysa ki Allah Kuran'da, "... Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez." (Kasas Suresi, 76) şeklinde buyurmaktadır.
İşte gerçek iman sahipleri kendilerine verilen nimetlerden şımarmayan ve tüm bunların Rabbimiz'den olduğunu bilenlerdir. Onlar zorluk zamanında olduğu gibi, nimet ve refah içerisindeyken de Allah'a muhtaç olduklarını ve Allah'ın dilediği anda üzerlerindeki nimeti alabileceğini, kendilerini acz içerisinde bırakabileceğini unutmazlar. Bu nedenle de darlıkta da, bollukta da, sıkıntıda da, rahatlıkta da her zaman için Allah'a karşı şükredici bir tavır içerisinde olurlar.
Onlar, karşılarına çıkacak olan zorlu bir günün azabından korkarlar. Çünkü Allah'ın verdiği nimetlere nankörlük edenleri cezalandıracağını bilirler. Nankörlük edenlerin cezalandırılacağı, bir ayette şöyle haber verilmiştir:
Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız? (Sebe Suresi, 17)
Ve onlar verilen nimetlerin de, aynı zorluklar gibi dünya hayatı için tasarlanan özel imtihanın bir parçası olduğunu bilirler. Kuran'da Hz. Süleyman'ın bu gerçeği şöyle ifade ettiği bildirilir:
… "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 40)
İşte kamil iman sahibi bir müminin nimet karşısında göstereceği tavır da aynı böyledir. Hemen bunun bir deneme olduğunu düşünerek, Allah'a sığınmak ve O'na şükretmek... Ve bunun ardından eline geçen bu imkanlarla Allah'ın emrettiği diğer ibadetleri de eksiksiz olarak yerine getirmek.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki, insanlara verilen nimetler sadece maddi değerlerle sınırlı değildir. İnsanın imanı, güzelliği, aklı, yetenekleri, sağlığı gibi konular da müminlerin şükredici olmasını gerektiren çok büyük nimetlerdir. Bir ayette, "Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz…" (İbrahim Suresi, 34) şeklinde bildirilerek Allah'ın kulları üzerindeki sonsuz nimetine dikkat çekilmiştir.
Kuran'a ve peygamberlerin hayatlarına baktığımızda onların çok zengin veya çok güçlü de olsalar, yine aynı üstün ahlakı gösterdikleri, adaletten asla taviz vermedikleri ve Allah'a karşı tevazularını korudukları görülür. Allah iman eden kullarının bu üstün vasıflarını Kuran'ın şu ayeti ile övmektedir:
Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir. (Hac Suresi, 41)