Kitabın başından bu yana bir Müslümanın imanının gücünü ve ahlakının üstünlüğünü gösteren şeyin, zorluk anlarında sergileyeceği tavır güzelliği olduğundan bahsettik. Bu üstün ahlak, cesaret, sabır, tevekkül, dirayet, metanet, hoşgörü, affedicilik, fedakarlık, merhamet, insaniyet, değerbilirlik, vicdan ve itidalli bir karakter olarak karşımıza çıkar.
"Zor anların Müslümanı" tabiriyle kast edilen de, her türlü zorluğa, sıkıntıya, yokluğa ve eksikliğe karşı dayanıklı ve yukarıda sayılan özellikleri gösterebilen bir insandır. Güzel ahlakından asla taviz vermeyen, her olayı büyük bir olgunluk ve tevekkülle karşılayan, olayların hikmetlerini ve hayırlı yönlerini gören, çevresindeki insanları da aynı üstün ahlakı yaşamaya davet eden kişi, "zor anların Müslümanı"dır. Bu zorluk anları da Kuran'da tarif edildiği gibi iman edenlerin çok şiddetli denemelerden geçirildikleri, "Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı…" (Ahzab Suresi, 10) ayetinde belirtildiği gibi şiddetli sıkıntılarla çevrelendikleri dönemlerdir.
Zorluk anları dendiği zaman cahiliyede yaşayan her insanın aklına bazı örnekler gelir. Kimi için bu zorluk anı bir doğal felaket, kimi için işinden çıkarılmak, kimi içinse iflas etmektir. Oysa iman edenler için zorluk anları çok daha şiddetli olay ve durumları ifade eder. Zorluk anlarındaki yokluk sıradan bir yokluk değil, insanın en temel ihtiyaçlarından bile mahrum bırakıldığı bir yokluk, sıkıntı ise insanın günlük hayatında yaşadığı sıkıntılardan çok daha şiddetli bir sıkıntıdır. Kuran'da tarif edilen "yüreklerin hançereye dayandığı" bu dönemler, insanın tahayyül edebileceği her türlü zorluğun, hastalıkların, felaketlerin üst üste geldiği, Müslümanların sadece "iman ettim" dedikleri için evlerinden çıkarıldıkları, yurtlarından sürüldükleri, ailelerine, kendilerine ve kavimlerine tuzakların kurulup, maddi ve manevi baskıların yapıldığı dönemlerdir.
Kuran'da elçilerin ve salih müminlerin tarih boyunca karşılaştıkları bu tür zorluklar örnek verilmektedir. Önceki bölümlerde de anlatıldığı gibi salih müminler çok şiddetli denemelerden geçirilmiş, türlü zorluklara göğüs germişlerdir. Ayetlerde bu denemeler "dayanılmaz zorluklar" şeklinde ifade edilir:
…Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki müminlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)
Allah yukarıdaki ayetinde tüm inananların da bu zorluklarla karşılaşacağını bildirmekte ve sabır gösterenleri de sonsuz güzelliklerle müjdelemektedir. İşte bu zamanlar, "zor anların Müslümanları" ile "kolay anların Müslümanları"nın ortaya çıktığı, birbirlerinden ayrıldıkları zamanlardır. Zor anların Müslümanları üst üste gelen sıkıntılara ve zorluklara "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." (Bakara Suresi, 156) cevabını verenlerdir.
İnsan bir zorlukla ya da bir sıkıntıyla karşılaştığında içinde iki farklı ses duyar. Bunlardan biri fedakarlığı, cesareti, güzel ahlakı ve her zaman Allah'ın dilediği şekilde davranmayı emreden vicdanının sesidir. Bu sesi dinleyen kişi her zaman için Allah'ın en çok razı olacağı tavrı bulacak, sabrı ve tevekkülü tercih edecektir. İkinci ses ise Yusuf Suresi'nin 53. ayetinde de bildirildiği gibi "var gücüyle kötülüğü emreden" nefsin sesidir. Bu ses insana isyanı, fıskı, bencilliği ve korkaklığı fısıldar. Bu sesi dinleyenler ise çok büyük bir kayba uğramış ve nefse etki eden şeytanı kendilerine dost edinmişlerdir. İnsanların nefislerine uyarak nasıl bir kayba uğrayacaklarını anlamak için, şeytanın bu kişiler üzerindeki etkisinin nasıl olduğunu da bilmek gerekir. Kuran'da bu konuda ayrıntılı bilgi verilmekte ve inananlar şeytanın tuzaklarına karşı uyarılmaktadırlar.
Allah Hz. Adem (as)'ı yarattığı zaman meleklere ve şeytana ona secde etmelerini emretmiştir. Bunun üzerine melekler Hz. Adem (as)'ın önünde secde etmiş, fakat şeytan gurur ve kibirinden dolayı onun önünde eğilmeyi reddetmiştir. Bu isyanından dolayı cennetten kovulan şeytan, Allah'tan kıyamet gününe kadar süre istemiştir. Allah ona bu süreyi vermiş, fakat iman eden kulları üzerinde kesinlikle bir etkisi olamayacağını bildirmiştir. Şeytan kendisine verilen bu süre içinde insanları çeşitli vaatler, aldatmacalar ve tuzaklarla kandırıp, doğru yollarından saptıracağına dair yemin etmiştir. Şeytanın bu yemini ayetlerde şu şekilde bildirilmektedir:
"… onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Allah) Dedi: "Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak ordan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım." (Araf Suresi, 16-18)
Demişti ki: "Şu bana karşı yücelttiğine bir bak; andolsun, eğer bana kıyamet gününe kadar süre tanırsan, onun soyunu -pek az dışında- kuşkusuz kendime bağlı kılacağım." Demişti ki: "Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza. Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez. (İsra Suresi, 62-64)
Ayetlerde de bildirildiği gibi şeytan insanları doğru yoldan engellemek için her türlü yolu deneyecek, şükretmelerine ve güzel ahlak göstermelerine mani olmaya çalışacaktır. Bunun sonucunda da insanların büyük bir bölümünü kendi fırkasına katacaktır. İşte nefis de şeytanın insanları aldatmak ve doğru yoldan engellemek için kullandığı sesidir. Bu nedenle de bir zorlukla karşılaştığında insana her zaman için bencilliği, kendi menfaatini düşündürtecek, fedakarlığı, şefkati ve merhameti kötü ve zor gösterecektir. Bakara Suresi'nde şeytanın bu özelliği şu şekilde tarif edilir:
Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. O, size yalnızca, kötülüğü, çirkin-hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (Bakara Suresi, 168-169)
Tüm bu nedenlerden ötürü Müslümanların bir zorluk, sıkıntı ya da musibet karşısında hemen vicdanlarına uymaları çok önemlidir. Çünkü önlerindeki iki seçenekten biri şeytanın taraftarlarının yoludur. Bu yolda bencillik, menfaatperestlik, rahatına düşkünlük, ikiyüzlülük, yani kısaca kötü ahlaka dair pek çok özellik yatmaktadır. Diğeri ise salih müminlerin yoludur. Müslümanlar vicdanlarının sesini dinler ve her zaman iyilerin yolunu izlerler.
"İtaat ve maruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu." (Muhammed Suresi, 21) ayetinde de bildirildiği gibi güzel ahlakın asıl olarak "kesinlik ve kararlılık" gerektirdiği zamanlarda gösterilmesi önemlidir. Çünkü insanların büyük bir bölümü zorluk anlarında gösterilen sadakatin üstün bir ahlak olduğunu bilirler ve konuşmalarında böyle bir durumla karşılaştıklarında sadık ve güçlü olacaklarına dair yemin ederler. Ancak zorluk anı geldiğinde tavırları daha önceki vaatleri ile bir olmaz ve en ufak bir sıkıntı dokunduğunda kötü bir tavır gösterebilir, aniden hırçınlaşabilir, sevgi ve şefkat gibi duygulardan uzaklaşıp kin ve öfkeyle hareket edebilirler. Bir anda tevekkülsüz, isyankar, zalim bir tavra yönelebilirler. Bu nedenle, böyle zamanlar güçlü olanlarla güçsüz olanların birbirlerinden ayrılacağı, kötü ahlakın ortaya çıkacağı, imanı zayıf kimselerinse endişeye kapılıp kendilerini belli edecekleri bir dönemdir. Bu zayıf kimseler için bir adım ötesi inkarcılardan taraf çıkmaları ve onlarla birlikte Müslümanlar aleyhinde faaliyetlerde bulunmalarıdır. İşte böyle örnekler samimi ve güçlü imana sahip Müslümanların değerini kat kat artırmaktadır.
Şunu da hatırlatmak gerekir ki, Müslümanın günlük hayatında çeşitli zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşması hem imtihanıdır, hem de ahirette kavuşmayı umduğu cennet yurduyla kıyas yapacağı bir mutluluk vesilesidir. Zorluklarla kolaylıkların, konforun, rahatlığın kıyaslanmasından oluşacak yüksek bir zevk kaynağıdır. Ayrıca samimi bir Müslüman için sonsuz hayatında diğer müminlerin gördüklerinde ona karşı takdir ve sevgilerinin artmasına, iman, heyecan ve gıpta hislerinden oluşan güzel heyecanlara kapılmalarına vesile olacak bir güzelliktir. Dünyada müminlerin o insana karşı saygı ve sevgilerini artıran, kendilerine örnek almalarını sağlayan, Allah'ın izniyle yakinlerine olumlu etki yapan, inkarcıların ise gizlice veya açıkça takdirine şayan olan, kısacası faydaları ve güzellikleri çok fazla olan Rahmani bir nimettir.
Karşılaştığı herhangi bir olay için "herhalde bu kader planının dışında" diye düşünen kişi ise yoğun olarak şeytanın etkisindedir. Şeytanın etkisi bu tür vesveselere neden olabilir. İnsanı çok aşağı bir mertebeye düşüren bu duruma gelmek şeytanı sevindirir. Bazen küçük gibi görünen bir konuyu kişinin, şeytanın vesvesesiyle kader dışında, Allah'ın rahmeti, bilgisi, planı dışında olduğunu zannetmesi veya unutması bir hastalıktır. Müminin bu hastalığı dikkatle, itinayla tedavi etmesi ve bu illete yakalanmaktan kaçınması lazımdır.
Mesela çok izlemek istediği bir televizyon programını kaçırmak veya yiyecek bir şeyi ısmarlamayı unutmak gibi olayların hepsinde hayır ve hikmet vardır. Bazen insan bunu detaylarıyla görür, bazen de göremez veya çok azını görür. Örneğin bir televizyon programını kaçırır, fakat bu zaman süresince hayırlı bir hizmet, hayırlı bir tefekkür için vakit kazanmış olur. O tefekkürle belki ömür boyu güzel hizmetinin gücünü artıracak bir bilgiye ulaşır. Veya bu süre içinde Allah'ı zikreder ve televizyondan alacağı sevaptan çok daha fazlasına kavuşur. Yiyecek bir şey ısmarlamayı unuttuğunda ise, bu onun hastalığının geçmesi için vesile olan bir perhiz hükmünde olabilir. Tansiyonu yüksek bir insan, peynir almayı unutup, o gün peynir yemese tansiyonu normale döner. Tevekkül ettiği için sevap alır, hayra yorduğu için Allah'ın beğenmesine sebep olur. Üstelik güzel huylu ve tevekküllü davranışı, müminlerin huzuruna, sevgisine vesile olur. Belki hastalık taşıyan bir peynirse ondan kurtulmuş olur.
İnsanın günlük hayatı içindeki bu tarz örneklerin sayısı çok fazladır. Bu yüzden bu konunun çok iyi anlaşılması, akıldan hiç çıkarılmaması çok önemlidir. İnsanın karşılaştığı küçük veya büyük her olay, kaderdedir. Şeytanın "bunlar günlük hayatın doğal ihtiyaçları, kaderle bağlantısı olamaz" şeklindeki fısıltısına karşı müminlerin daima uyanık ve dikkatli olması gerekir. Bu konuyu tam anlayıp hiç unutmadan akılda tutmak, her olaya, herşeye hayır ve hikmet gözüyle bakıp Allah'ın güzel planı içinde gelişen bütün olayları bu şekilde değerlendirmek ahiret ve dünya için büyük bir nimettir. Mümin için akıl, irade, konfor ve huzura vesile olan bir gerçektir.
Allah dünya hayatında iyilikle kötülüğü, yararla zararı, güzellikle çirkinliği birarada yaratmış ve hepsini, cennet ve cehenneme giden yolda birer deneme kılmıştır. Dünya hayatındaki imtihan dönemi iyilerle kötülerin, sabır gösterenlerle zorluk karşısında yılgınlığa düşenlerin, inkarcı zihniyete karşı mücadele içinde olanlarla oturup kalanların, nefsine uyanlarla vicdanının sesini dinleyenlerin birbirlerinden kesin bir şekilde ayrıldığı bir deneme süresidir.
Dünya hayatında iyilik ve kötülüğün birbirleriyle bu kadar içiçe olmalarının pek çok hikmeti vardır. Bunlardan biri bu tezat içinde iyiliklerin ve güzelliklerin değerinin anlaşılmasıdır. Çünkü kötülük, eksiklik ya da musibetler olmasa, insanın güzelliklerin değerini anlaması mümkün olmayacaktır. Örneğin bir elmas alelade taşların arasına konduğu zaman güzelliğini ve göz alıcılığını daha da belli eder.
İyilik ve kötülüğün birarada yaratılmalarının çok önemli bir diğer hikmeti de imtihanın sırrıdır. İnsanlar geçici dünya hayatlarında iyilik ve kötülüklerle deneneceklerdir. Bu denemelerle de aralarındaki derece farklılıkları ortaya çıkacak, kötüler bir tarafa, iyiler de diğer bir tarafa ayrılacaklardır.
Kötülerin tarafında olanların canları ölüm melekleri tarafından vurula vurula alınırken, iyiler güzellik ve hoşnutlukla cennet yurduna davet edileceklerdir. Kuran'da imtihan ortamının ve tüm bu zorlukların müminlerle, kalplerinde hastalık olanların ayırt edilmesi için bir yol olduğu şu şekilde haber verilir:
İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah'ın izniyle idi. (Bu, Allah'ın) müminleri ayırt etmesi; münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir. (Al-i İmran Suresi, 166-167)
Ayette de bildirildiği gibi, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan insanların bir zorluk karşısında gösterdikleri hal ve tavır, salih müminlerle münafıkların birbirlerinden ayrılmalarını sağlamıştır.
Bediüzzaman Said Nursi de eserlerinde musibet ve zorluklar yoluyla iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmasına çok geniş yer vermiş; bu konuda birbirinden hikmetli örnekleriyle insanlara değerli tavsiyelerde bulunmuştur. Bediüzzaman'ın kendisine "şeytanların ve kötülüklerin yaratılış hikmetleri nedir?" sorusu sorulduğunda verdiği cevap, her sıkıntının, eksikliğin ve "şer" diye tabir edilen olayın arkasında çok önemli hikmetler olduğudur. Bu hikmetlerden en önemlisinin ise "kömür gibi istidadlarla elmas gibi istidadların birbirinden ayrılması" olduğunu söylemiştir.
Bu örnekle anlatılmak istenen her türlü zorluğun, sıkıntının insandaki güzel özellikleri ortaya çıkardığıdır. İmtihan dünyasındaki bu zorlu denemelerle insanda kötü özellikler de ortaya çıkmakta ve böylece onların yok edilmesi için bir fırsat doğmaktadır. Örneğin şiddetli bir hastalık insanın çabuk yılgınlık ya da manevi zaaflar gösterebildiğini ortaya çıkarabilir. Bu zaaflarının farkına varan kişi, hemen bunları telafi yoluna gider. Böylece hastalık onun hatalarını fark etmesine ve bu kısa hayatı içinde gidermesine yol açtığı için bir güzellik halini alır. Bu musibet sonrasında bir kir daha giderilmiş, insanın ahlakı daha da güzelleşmiş olur. Veya hayatı boyunca namuslu bilinen bir insan iflas ettiğinde veya parasız kaldığında gayri meşru yollara başvurabiliyorsa, bu fakirlik musibetinin kötü bir insanı ortaya çıkarmasına örnek teşkil edebilir. Ancak eğer bu insan fakirliğine ve ihtiyaç içinde olmasına rağmen asla harama girmiyor ve namuslu davranışlarından taviz vermiyorsa, o zaman fakirlik musibeti bir insanın gerçekten temiz ve salih olduğunu ortaya çıkarmış olur.
Bediüzzaman Mektubat adlı eserinde verdiği örneğin başında, daha sonradan çok büyük hayırlar getireceği bilinen durumlarda küçük zorluklara sabır göstermenin hikmetleri üzerinde durmakta ve şöyle devam etmektedir:
İşte kainattaki şerlerin, zararların, imtihanların, şeytanların ve zararlıların yaratılışları şer ve çirkin değildir. Çok önemli bir sonuç için yaratılmışlardır… İnsanlık aleminde ise, ilerleme ve aşağı düşme dereceleri sonsuzdur. Nemrudlardan, Firavunlardan, çok samimi evliyalara, Peygamberlere kadar gayet uzun bir ilerleme mesafesi vardır.
İşte kömür gibi olan aşağı ruhları, elmas gibi olan yüksek ruhlardan ayırmak için, şeytanların yaratılışı, sorumluluk sırrı ve Peygamberlerin gönderilişi ile bir imtihan, cehd (çaba) ve müsabaka ortamı açılmış. Eğer cehd ve yarış olmasaydı, insan madenindeki elmas ve kömür hükmünde olan kabiliyetler beraber kalacaktı. En üst kademelerdeki Ebu Bekir-i Sıddık ile en alt kademelerde bulunan Ebu Cehil'in ruhu bir seviyede olacaktı. Demek ki şeytanların ve kötülüklerin yaratılması, önemli sonuca neden olduğu için şer ve çirkin değildir. 6
Bediüzzaman'ın bu örnekte üzerinde durduğu bir başka önemli konu ise imtihan dünyasının ne kadar değerli olduğudur. Çünkü eğer kötülükler, sıkıntılar olmasa insandaki bu güzel özellikler ortaya çıkmayacak, salih olanların üstün ahlakları belirginleşmeyecek, manevi derecelerinde bir artış olmayacaktır. İşte bu nedenle sıkıntı olarak görülen tüm olaylar insanın ahlakının güzelleşmesi, olgunlaşması, manevi olarak derinleşip güçlenmesi, cennetteki derecesinin, mertebesinin artması için önünde sınırsız bir ufuk açmakta, çok güzel fırsatlar sunmaktadır.
Bediüzzaman'ın bu konu ile ilgili başka bir sözü şu şekildedir:
Din bir imtihandır. İlahi sorumluluk bir tecrübedir. Sonuçta, yüksek ruhlar ile aşağılık ruhların birbirinden ayrılması içindir. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, sonuçta elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılır. Aynı şekilde bu imtihan yurdunda mevcut olan ilahi sorumluluk yarışmaya sevktir ki; insan madeninde bulunan üstün cevher ile aşağı unsurlar birbirinden ayrılsın. Madem Kuran, bu imtihan yurdunda bir tecrübe konumunda, bir yarışma meydanında insanlığın ilerlemesi için indirilmiştir.7
Bediüzzaman'ın bu sözünde yaptığı benzetmedeki gibi elmas gibi güzel özelliklerle kömür gibi kötü özelliklerin birbirinden ayrılması için "ateşe verilmeleri", yani insanın zorluklarla, musibetlerle ve türlü sıkıntılarla şiddetli bir denemeden geçirilmesi gerekmektedir. Böylece kötü özellikler birer birer elenecek, güzel özellikler gün ışığına çıkıp, parlayacaklardır.
Bediüzzaman Said Nursi'nin iyiliklerle kötülüklerin birbirlerinden ayrılması konusunda verdiği bir başka örnek ise altın ve bakır madenlerinin mihenk taşına vurularak birbirlerinden ayrılmasıdır. Bir taşa vurularak birbirinden ayrılan bu iki madenden değerli olanlar bu yöntemle ortaya çıkmakta, değersiz bakır madeni de elenmektedir. Bu ayrılma sırasında madenlerin taşa şiddetle vurulmaları ve elekten geçirilmeleri gerekmektedir. Böylece altın tüm parlaklığı ile ortaya çıkmakta, değerini düşüren bakır gibi madenlerden temizlenmektedir. Üstad'ın taşa şiddetle vurulmaktan kast ettiği de yine insanın karşılaştığı zorluklar, sıkıntılar ve musibetlerin sonunda çok büyük güzelliklerin ortaya çıkmasıdır. Zorluğun ve sıkıntının şiddeti de bunlarla karşı karşıya kalan kişinin imanının gücünü, ahlakının üstünlüğünü, dirayetini, vefasını, sadakatini ortaya çıkarmakta ve arkasında imani ve manevi bir derinliğe ulaşmış, olgun bir karakter bırakmaktadır. Böylece insan üstün karakterini zaafa uğratan özelliklerden arınmakta, altın gibi bir karakter ortaya çıkmaktadır. Bediüzzaman'ın bu örneği şu şekildedir:
Bu sabah aniden kalbe ihtar edildi ki: Siz, bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye birkaç defa "altın mı bakır mı" diye mihenge vurulmak (denenmek) ve nefislerinizin hislerinin veya desiselerinin (kuruntularının) var olup olmadığını üç dört elekle elemek, halisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinizde çok gereklidir. Bu nedenle ilahi kader ve Rabbin yardımı buna müsaade ediyor. Çünkü böyle bir imtihan meydanında inatçı, bahaneci, insafsız muhaliflerin karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki: hiçbir hile, hiçbir enaniyet, hiçbir amaç, hiçbir dünyevi, uhrevi ve şahsi menfaat karışmayarak, tam halis, hak ve hakikatten geliyor. Eğer perde altında kalsaydı, çok manalar verilebilirdi. Daha avam olan ehli iman itimat etmezdi. "Belki bizi kandırırlar" der ve seçkin kısmı da vesvese ederdi. Belki bazı makam ehli kimseler gibi kendilerini satmak, itimat kazanmak için böyle yapıyorlar diye tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra en inatçı vesveseli kişi dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, karınız bindir inşaAllah.8
Bediüzzaman bu örneğinde sıkıntı ve musibetlerin başka pek çok hikmetine de dikkat çekmektedir. Şiddetli denemelerden geçirilerek, nefislerinin kötü özelliklerinden sıyrılan inananların bu üstün ahlakına böylece diğer insanlar da şahit olmaktadır. Müminlerin ihlasları, haktan yana olan üstün ve erdemli tavırları, bu şiddetli denemeler karşısında ortaya çıkmakta, yaptıkları hizmetlerin karşılığında hiçbir şahsi beklentileri olmadığı gözler önüne serilmektedir. Müslümanların gösterdikleri bütün çabanın sadece ve sadece Allah rızası için olduğunu Müslümanlar hakkında kalbinde en çok şüphe taşıyan kişi dahi tasdik etmekte, halis niyetlerine tüm insanlar şahit olmaktadır. Bu yönüyle zorluk ve musibetler Müslümanların doğru yolda olduklarını gösteren bir belge hükmüne geçmekte ve Müslümanları diğer insanlara tanıtmaktadır.
Bir insanın günlük hayatı içinde yaşadığı çok çeşitli olaylar vardır. Normal şartlarda bir insan çok çalıştığında yorulur, yemek yemediğinde acıkır, uyku uyumadığında zayıf düşer. Bunlar çok doğal olaylardır. Allah ayetlerinde benzer durumların daha şiddetlilerinin, Müslümanlara bir deneme olarak isabet edebileceğini bildirir. Fakat inkarcılarla inananların bu olaylar karşısında gösterdikleri ahlak birbirinden çok farklıdır.
Bu sıkıntılar inkarcıları isyana, yılgınlığa, saldırganlığa, ümitsizliğe, ye'se ve vefasızlığa sürükler. Çünkü onlar ahirete inanmadıkları için tüm yapıp ettiklerinin bu dünyada kalacağını düşünmektedirler. "…Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor..." (Casiye Suresi, 24) ayetinde bildirildiği gibi onlara göre dünyanın sona ermesiyle herşey sona ermektedir. Ahiretin varlığına inanmadıkları için de yaptıklarının karşılığını, rahatı, konforu ve her türlü güzelliği bu dünyada yaşamak isterler. Bu nedenle de zorluk ve sıkıntılar onlar için çok büyük bir azap anlamına gelmektedir. Sabır gösteremez, tevekkül edemez, affedemez, fedakarlık yapamaz, insaniyetli davranamaz, hiç kimseye karşı gerçek bir şefkat ve merhamet duyamazlar. Çünkü bunların bir karşılığı olmayacağını ve eğer yaparlarsa da bir menfaat elde edemeyeceklerini düşünürler. Zorlukların insana kayıptan başka bir şey getirmediğini düşünmeye devam eder ve ümitsizliğe düşerler.
Oysa bu şekilde düşünenler çok büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü ölümden sonra insanın gerçek ve sonsuz hayatının başlayacağı, kesin bir gerçektir. Hesap gününde de herkesin yapıp ettiklerinin hesabı, eksiksiz bir şekilde verilecek, insanlar bunlarla karşılık göreceklerdir. Ve güzel ahlak gösterenler de bir kayba değil, tam tersine çok büyük bir kazanca kavuşacaklardır. Söyledikleri her güzel söz, yaptıkları her ihlaslı hareket, gösterdikleri fedakarlık, vefa, sadakat, ve insaniyetli tavır mutlaka karşılığını bulacaktır.
Ama din ahlakından uzak insanlar bu gerçeklerin de şuurunda değildirler. İşte zorluklar karşısında onların yılgınlığa düşmelerinin nedeni, tüm olan bitenlerin bir deneme olduğunu inkar etmelerinden kaynaklanmaktadır. Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken bir nokta bulunmaktadır: Aslında "… Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umut etmediklerini Allah'tan umuyorsunuz…" (Nisa Suresi, 104) ayetinde de bildirildiği gibi iman edenlerle etmeyenlere benzer musibetler, sıkıntılar ve zorluklar isabet edebilir. Fakat inkarcılar Allah'a iman etmedikleri ve her olayın Allah tarafından yaratıldığını düşünmedikleri için müminlerin Allah'tan umdukları şeyleri ummazlar. İşte asıl farklılık bu kişilerin hayata bakış açılarında yatmaktadır. İman edenlerin ahirete olan inançları onları inanmayanlardan tamamen ayırmaktadır.
Örneğin, Allah ayetlerinde insanları açlık ve yoksullukla denemeden geçireceğini bildirir. Açlık inkarcı bir insan için çok büyük bir zorluk ve sıkıntı konusuyken, Müslüman için güzel ahlakını gösterebileceği bir sınav hükmündedir ve kaçırılmaması gereken güzel bir fırsat anlamı taşımaktadır. Teslimiyet, tevekkül, sabır böyle zamanlarda çok büyük bir önem kazanmakta, ümitsizliğe düşmemesi, olanlarda bir hayır olduğunu düşünmesi onun bu sınavı başarıyla verdiğinin birer göstergesi olmaktadır.
Bunun yanında inkar edenler için öncelik hep kendi çıkarları ve rahatlarıyken, iman eden kişilerin ahlakında öncelik hep karşıdaki kişiye verilir. Daha rahat bir yer, daha iyi bir yemek, daha güzel bir kıyafet hep karşıdaki mümine teklifsiz sunulur. Samimi bir Müslüman, soğuk bir ortamda kendisi de üşüdüğü halde yanındaki Müslüman kardeşini kollar, onun üzerini örter, sıcak içeceğini ona verir. Kardeşinin sağlığını, güvenliğini, rahatını, neşesini ve konforunu sağlamaya çalışır ve bunlardan çok büyük bir zevk alır. O içeceği kendisinin içmesiyle alacağı zevkle, yaptığı fedakarlıktan alacağı zevkin birbirleriyle kıyas bile edilmeyecek kadar farklı olduğunu bilir.
İnsan herşeyin yolunda gittiği, çok büyük bir bolluk ve bereketin içinde yaşadığı, sağlığının yerinde olduğu ya da hiçbir eksikliğin olmadığı durumlarda zaten rahatlıkla güzel bir ahlak sergileyebilir. Ama asıl önemli olan, insanın zarara uğradığı ya da kötü bir muameleyle, ters bir tavırla, haksız bir iftira ve karalamayla, incitici sözlerle, maddi kayıplarla karşılaştığında güzel ahlaklı bir tavır göstermesi, kötülüğe iyilikle karşılık vermesidir. İnsanın tokken yiyeceğini, sıcak bir ortamdayken kıyafetini vermesi de güzel bir ahlaktır. İkisi de Allah Katında çok değerlidir, fakat diğeri insanın samimiyetini, ihlasını, imanının gücünü ve üstün erdem sahibi bir kişi olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir ve çok kıymetlidir.
Fakat bunun yanında, insan vicdanının sesini dinleyip, güzel ahlakın faziletlerini yaşarken, sürekli kötülüğü emredip duran nefis, insana bunları yapmakla zorluk çekeceğini fısıldamakta ve türlü şekillerde onu engellemeye çalışmaktadır. Hırkasını vereni üşümekle, yemeğini vereni aç kalmakla korkutan da nefistir. Bu, şeytanın Kuran'da bildirilen bir taktiğidir. Ayetlerde şeytanın, insanların fakirlere yardımda bulunmalarını engellemeye çalıştığı ve onları fakirlikle korkuttuğu bildirilir:
Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır. Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin -hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size Kendisi'nden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 267-268)
Ancak ayetin devamında da bildirildiği gibi mülkün sahibi olan Allah, şeytanın bu zayıf hilesini boşa çıkarır ve insanları sonsuz ihsanıyla müjdeler. Allah, gösterdikleri bu üstün ahlakın bir karşılığı olarak iman edenlere, dünyevi hiçbir zevkle kıyas edilemeyecek bir manevi lezzet yaşatmaktadır. Fedakarlıktan, sabırdan, vefadan, cömertlikten, insaniyetli bir tavırdan ve sadakatten alınan bu zevkin sınırı yoktur. Allah, Haşr Suresi'nde kendi ülkelerine hicret eden müminlere evlerini çok büyük bir şevk ve heyecanla açan, onların her türlü ihtiyaçlarını -kendilerinin de ihtiyacı olmasına rağmen- büyük bir zevkle karşılayan Müslümanların bu üstün ahlakını övmektedir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Tevbe Suresi'nde ise Allah yolunda çalışırken bir deneme olarak verilen susuzluk, yorgunluk ve açlığın karşılığı şu şekilde bildirilir:
Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, Allah'ın elçisinden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz. Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, 'dayanılmaz bir açlık' (çekmeleri), kafirleri 'kin ve öfkeyle ayaklandıracak' bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. (Tevbe Suresi, 120)
Ayette de bildirildiği gibi Allah yolunda çekilen her türlü sıkıntı Müslüman için bir salih amel hükmündedir. Zaten yaratılış amacı da Allah'a kulluk etmek ve salih amellerde bulunmak olan bir mümin, sabrının ve ahlakının karşılığını eksiksiz olarak alacak, hiçbir haksızlığa da uğratılmayacaktır.
Aynı şey hastalıklar, yorgunluk ve diğer sıkıntılar için de geçerlidir. İman eden bir kişi yaptıklarının karşılığını sadece Yüce Allah'tan beklediği ve bu dünyanın geçici bir yararlanma dönemi olduğunu bildiği için her zaman dirayetli, kararlı ve metanetlidir. Çünkü Allah ayetlerinde kendi yolunda çaba sarf eden müminlere manevi bir güç ve destek vereceğini bildirmiştir. İmtihanın sırrını bilmek ise zorluklar karşısında Allah'ın verdiği büyük kolaylıktır. Başına gelen her türlü zorluğun bir deneme olduğunu bilen bir kişiyi, bu sıkıntıların üzüntü ve karamsarlığa düşürmesi, ümitsizlik vermesi, korkuya ve endişeye kaptırması mümkün değildir.
İman edenlerin zorluklar ve sıkıntılar karşısında gösterdikleri şevkli, heyecanlı, neşeli ve güçlü karakter, iman etmeyen ve Allah'ın üstün kudret sahibi olduğunu bilmeyen bir kişinin kesinlikle anlayamayacağı bir özelliktir. "Acaba bu kişilerin arkalarındaki güç nedir?" diyerek şüphe dolu bir arayış içine giren inkarcılar, inananların arkasındaki gücün ve tek yardımcının Rabbimiz olduğu gerçeğinden gafildirler. Onlara göre insanın güçlü olması için arkasında maddi bir dayanağı, güven duyduğu yakınları ve destek aldığı bir çevresi olmalıdır. Bu nedenle de iman edenlerin gücünün arkasında hep bir art niyet, farklı bir maddi kaynak ararlar. Oysa bu güç Allah'a, kadere ve ahirete imanın, tevekkülün ve teslimiyetin bir sonucudur. Peygamberlerin ve salih müminlerin hayatlarında bu gücün ve tevekkülün çok güzel örnekleri bulunmaktadır.
Kuran'da zorluk zamanlarında gösterilen güçlü karaktere önemli bir örnek, Hz. Musa (as)'ın dinine iman eden büyücülerin Firavun'un öldürme tehditi karşısında gösterdikleri üstün ahlaktır. Ayetlerde Firavun'un iman eden büyücüleri ölümle ve işkenceyle korkutmaya çalışıp, doğru yollarından engellemek için uğraştığı bildirilir. Fakat o, ordusunun ve maddi gücünün onları korkutacağını sanarak çok büyük bir hüsrana uğramıştır. Çünkü büyücüler Firavun'a verdikleri cevapta yalnızca Yüce Rabbimiz Allah'tan korktuklarını ve başlarına bir zorluk geldiğinde O'na yönelip döndüklerini ifade etmişlerdir. Büyücüler Firavun'un tüm tehditlerine rağmen Allah'a imanın verdiği teslimiyet ve tevekkülle bu yoldan dönmelerinin mümkün olmadığını bildirmişlerdir:
(Firavun) Dedi ki: "Ben size izin vermeden önce O'na inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız."
Dediler ki: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla 'tercih edip-seçmeyiz." Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin."
"Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi Kendisi'ne karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir." (Taha Suresi, 71-73)
Kuran'da bu konuda verilen bir diğer örnek Hz. Musa (as)'a iman eden gençlerdir. Ayetlerde Firavun'un tehditlerinden korkan insanların Allah'a iman etmeyip, çok büyük bir kayba uğradıkları bildirilir. Fakat bunun yanında Allah'tan başka hiçbir güçten korkmayan salih müminler O'na iman etmiş ve Hz. Musa (as)'ın gösterdiği yolu takip etmişlerdir. Firavun ve önde gelenlerin eziyetleri, saldırıları bu gençleri hiçbir şekilde engellememiştir:
Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)
Kuran'da, Hz. Musa (as)'a iman eden bu salih gençler gibi, tüm müminlerin de düşman topluluğuyla ya da şiddetli bir sıkıntı, zorluk ya da yokluk ile karşılaştıklarında aynı teslimiyetli ve cesur tavrı gösterdikleri bildirilir:
Müminler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu, Allah'ın ve Resûlü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir." Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı. (Ahzab Suresi, 22)
Salih bir mümini diğerlerinden ayırt eden en önemli özelliklerinden biri Allah'ın emir ve tavsiyelerine gösterdiği titizliktir. Hiçbir zorluk, sıkıntı ya da darlık ortamı onu, bunları uygulama konusunda gevşekliğe sürüklemez, güzel ahlakından taviz vermesine neden olmaz. Bir Müslüman ne kadar ihtiyaç içinde ya da zor durumda olursa olsun, Allah'ın haram kıldığı bir fiile asla yanaşmaz. Hastalığın, yoksulluğun, başarısızlığın veya türlü zulümlerin birarada olduğu bir ortamda da dürüstlüğünden, ihlasından ve samimiyetinden taviz vermez.
Önceki bölümlerde de üzerinde durduğumuz gibi şeytan insanları doğru yollarından saptırmak, nefislerine uymalarını sağlamak ister. Bunun için de Allah'ın haram kıldığı fiilleri yaptırmaya, helal kıldıklarını uygulamalarına da engel olmaya çalışır. İnsanın nefsi de bu amaç uğrunda sürekli bir çaba içindedir; sahibine sürekli kötülükleri fısıldar. Örneğin bir insanın nefsi, 5 vakit namazını kılmasını engellemek isteyebilir. Sabah namazlarında halsizlik, isteksizlik, uykusuzluk verebilir. Aklından bunları yapmaması için sürekli nedenler geçirmeye çalışır. Çok işinin olduğu, namaza vaktinin olmadığı gibi şeytani fısıltılarda bulunabilir. Ama imanlı bir insan, Allah'ın günde 5 kere farz kıldığı namaz ibadetini nefsinin bu fısıltılarını bir an bile dinlemeden, şevkle ve istekle yerine getirir. Veya nefis, Allah'ın farz kıldığı bir ibadet olan oruç tutmayı zor göstermek için türlü bahaneler oluşturur. İnsana açlığa ve susuzluğa sabretmeyi zor göstermeye çalışır. Oruç tutarsa bazı işlerinden engelleneceği yönünde olmadık vesveseler vermeye çalışır. Ama salih bir mümin, nefsinin tüm bu baskısına ve ısrarlarına rağmen şevkle orucunu tutar. Allah rızası için sabrettiği açlığın ve susuzluğun veya herhangi bir yorgunluğun karşılığını Rabbimizden umar. Ve bundan da çok büyük bir haz duyar.
Benzer şekilde, gayri meşru yollardan para kazanmanın meşru sayıldığı bir ortamda nefis, herkesin bunu yaptığını telkin ederek bu hayasız tavrı kolay göstermeye çalışır. Ancak Müslüman çok büyük bir ihtiyaç içinde olduğu ya da nefsinin en çok bastırdığı anlarda da gayri meşru yollara asla tenezzül etmez; böyle bir ahlakı son derece çirkin görür. Haram yollardan kazanılan bir paraya asla el sürmez. Çok aç olsa da haram parayla donatılan bir masadan yemek yemez, böyle bir ortamda bulunmak bile onda çok büyük bir rahatsızlık ve sıkıntı oluşturur. İhtiyaç içinde olmasını, asla yanlış bir tavır göstermesine meşru bir gerekçe olarak öne sürmez. Önemli olanın her zaman Allah'ın haram kıldığı şeylere karşı titizlik göstermek olduğunu bilir ve bunu da iç huzuruyla, şevkle ve ihlasla yerine getirir.
Başka bir örnek olarak Rabbimiz'in kadınlara farz kıldığı tesettür ibadetini verebiliriz. Kimi insanlar bu ibadeti kendilerince mazeretler öne sürerek yerine getirmeyebilmektedir. Oysa ki tesettür mümin kadınların korunmalarını, sıkıntı ve eziyetle karşılaşmamalarını sağlamakta, bir kadına saygınlık ve onur kazandırmakta ve onun toplum içerisinde rahatsızlık duymasını engellemektedir. Allah (cc) Katında kendilerini değerli kılacak, dünyada da güzel bir hayat yaşamalarını sağlayacak özelliklerin dünyevi olanaklar değil, ahlakları olduğunu bilen mümin kadınlar için onur ve vakarları son derece önemlidir. İnsanları yaratan Allah onların yaratılışlarına en uygun ahlakı ve yaşam biçimini onlara farz kılmıştır. Müslüman kadının tesettürü de onun fıtratına en uygun modeldir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi bu konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: "Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor (gerektiriyor)." (Lemalar, 24. Lema, Birinci Hikmet)
Allah'ı razı edecek davranışlar göstermenin zevkini yaşayan Müslümanları Allah Kuran'da "hayırlarda yarışanlar" olarak da isimlendirmiştir. Allah'ın vaat ettiği cennete kavuşmak için yapılan bu yarışta Müslüman, her türlü zorluğa sabretmenin ve her türlü fedakarlığı, güzel tavrı göstermenin neşesini ve iç huzurunu yaşar. Örneğin çok uykusuz olduğu bir günün sabahında ihtiyaç içinde olan başka bir mümin kardeşini hoşnut etmek için erkenden kalkar ve onun ihtiyaç duyduğu eksikliğini giderir. Üstelik bu güzel tavrını çoğu zaman karşı tarafa hiç hissettirmeden, kendisi için bir zorluk oluştuğunu asla dile getirmeden yapar. Ve içinde bu üstün ahlakın hazzını yaşar.
Allah Kuran'da Müslümanların İslam ahlakını yaşamaktan hoşnut olduklarını, bundan derin bir haz duyduklarını; aksi bir tavrı ise çirkin gördüklerini şöyle haber vermiştir:
… Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır. Allah'tan bir fazl (bir ihsan ve lütuf) ve bir nimet olarak. Allah, bilendir hüküm ve hikmet sahibidir. (Hucurat Suresi, 7-8)
Fakat şeytan herşeye rağmen tüm gayri meşru işleri insanlara makul göstermeye çalışır. Bunun için kullandığı yollardan biri kötülükleri yapanların çoğunlukta olmasıdır. İnsanların çok büyük bir bölümü haram para yemekte, haram ve helallere dikkat etmemekte, her türlü ahlaksızlığı sınır tanımadan yaşamaktadır. İşte şeytan insanlara sürekli "çoğunluğu oluşturan" insanların doğru yolda olduğunu, onların yaptıklarının en mantıklısı olduğu safsatasını fısıldar. Oysa Allah'ın "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar…" (En'am Suresi, 116) ayetinde de bildirdiği gibi, kötülük yapanların sayıca çok olmaları onların doğru yolda olduklarına bir delil değildir. Tam tersine Allah ayetlerinde ancak sayıca çok az bir topluluğun iman edeceğini bildirmekte, çoğunluğun ise sapkınlık içinde olduklarını haber vermektedir. Bu nedenle de şeytanın iman eden bir insanı bu yöntemle kandırması mümkün değildir; onun etkisi ancak imanı zayıf, şüphe ve vesveseye açık insanlar ve inkar edenler üzerinde olabilir.
Salih Müslümanların gösterdikleri titizlik ise, Allah'a olan imanlarından ve bu imanın getirdiği sarsılmaz kararlılıktan ve üstün ahlaklarından kaynaklanmaktadır. Müslüman, güzel ahlaka dair her tavrın, nefse zor gelen şeylerden oluştuğunu bilir ve bunun hazzını yaşar. Allah'ın ayetlerinde övdüğü güzel ahlaka sahip olan müminlerin kazandıkları güzelliklerden biri ise müminlerin saygı ve sevgisidir. Bir kimsenin Allah yolunda çaba göstermesi, her türlü engele büyük bir şevkle göğüs germesi, hak bildiği şeyde kimseden çekinmeden, yorulmadan, aşkla ve şevkle kararlı davranması, her türlü fedakarlığa ilk talip olan kişi olması, o Müslümana karşı duyulan sevgi ve saygıyı kat kat artıracak özelliklerdir. Allah bu üstün ahlakı yaşayan insanları Enbiya Suresi'nin 101. ayetinde, "Bizden kendilerine güzellik geçmiş bulunanlar" olarak tanımlamış ve onların hem fiziksel, hem de ahlaki güzelliklerini haber vermiştir.
Dinden uzak insanlar arasında çok fazla kullanılan bir deyim vardır: Düşenin dostu olmaz… Bu sözün de çok iyi ifade ettiği gibi cahiliyede insanların zorluk anlarında ve ihtiyaç duyduklarında yanlarında gerçek bir dost bulmaları mümkün değildir. Oysa bir insanın hayatında dostluk, vefa ve sadakat kavramları çok büyük bir yer tutmaktadır. Çünkü insan maddi bir sıkıntı içindeyken, bir hastalık anında ya da manevi olarak desteğe ihtiyaç duyduğu anlarda yanında gerçek bir yardımcı, içten bir dost olarak bir mümin kardeşinin olmasını ister. Fakat din ahlakından uzak toplumlarda tüm ilişkiler menfaate dayalı olduğu için bu dostu bulması mümkün değildir. Hatta bu insanlar birbirlerine yardım etmek bir yana, yıllarca dost sandıkları kişilerin gerçek yüzleriyle bu dönemlerde karşılaşırlar. Zorluk çeken kişiye bu dönemlerinde bir de onlar sıkıntı verirler. Buna benzer örneklere sık sık rastlamak mümkündür. İnsanlar sürekli olarak bir sıkıntı anında hiçbir yakınlarının aramadığından, yapayalnız kaldıklarından ve hiç kimseden destek göremediklerinden yakınırlar.
Örneğin çok zengin bir hayat yaşayan, lüks arabalardan inmeyen, pahalı yerlerde yemek yiyen bir insanın genelde geniş bir arkadaş çevresi olur. Çevresinde çok sayıda "dostu" vardır. Fakat bu insanın günün birinde işleri bozulsa ve kendi fabrikasında maaşlı memur olarak çalışmaya başlasa, bir işçi durumuna düşse çevresiyle ilişkisi nasıl olur? Etrafındakiler zenginken gösterdikleri sevgiyi ve saygıyı yine gösterirler mi? Eskisi gibi pahalı kıyafetler giymeyip, lüks arabalarda gezmeyip, mütevazi bir görüntü sergilese, etrafına para saçmasa, dostlarına yemek ısmarlamasa yine aynı ilgiyi, saygıyı ve alakayı görebilir mi? Tabi ki göremez; hatta tam tersine daha önce dost kabul ettiklerinin tümü ondan yüz çevirirler. Gördüklerinde görmezlikten gelip, belki de arkasından alay ederler. Aslında o insanın ruhu değişmemiş, sadece dış görüntüsü değişmiştir. Ama cahiliyedeki dostluklar dış görünüşe ve maddiyata dayalı olduğu için, o insanın "dostum" diye nitelediği kişiler bir anda çevresinden kaybolurlar, o da yapayalnız kalıverir.
Başka bir örnek olarak evli bir çift düşünülebilir. Evlenirken birbirlerini iyi günde kötü günde terk etmeyeceklerine dair birbirlerine söz vermişlerdir. Fakat içlerinden biri herhangi bir kaza sonucu felç olsa, belinden aşağısı tutmayıp, konuşamaz ve hiçbir şey yapamaz duruma gelse, acaba eşinin tavrı nasıl olur? Belki belli bir süre buna dayanabilir, yardım edebilir. Ama bir fayda elde edemediğini, hatta kendince zarar gördüğünü fark edince herşey bir anda değişir. Bu tip örnekler cahiliyedeki vefa, dostluk ve sadakat anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. Bu tip ilişkilerde menfaatin bittiği yerde ilişkiler de hemen son bulmaktadır. Böyle bir ortamda eşlerini terk etmeyen kişilerin büyük bir çoğunluğu ise, bunu sevgi ve merhametinden dolayı değil de, çevresinden bir tepki almamak için yaparlar. Görünüşte vefalı ve sadık görünür, ama hiçbir zaman muhtaç durumdaki eşine karşı gerçek anlamda bir merhamet ve şefkat duymaz.
Cahiliye toplumlarında sık sık yaşanan başka bir örnek de genç insanların yaşlılara, güçten düşen anne ve babalarına karşı tavırlarıdır. Aileleri, uzun yıllar boyunca onların her türlü ihtiyaçlarını karşılamıştır. Ama yaşlanıp elleri ayakları tutmaz bir hale geldiğinde, onlar ailelerine karşı aynı sadakati ve özeni göstermezler. Hatta bu yaşlı insanları kendilerine bir ayak bağı olarak görür ve genellikle de bir huzur evinde ölüme terk ederler. Oysa Müslümanın her tavrında olduğu gibi ailesine karşı tavrı da iyi günde de kötü günde de çok vefakardır. Kendisi yemez onlara yedirir, her türlü ihtiyaçlarının temin edilmesi için çok büyük bir gayret sarf eder. Çünkü Allah ayetlerinde müminlerin ailelerine karşı göstermeleri gereken tavrı tarif etmekte ve güzel sözü öğütlemektedir:
Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. (İsra Suresi, 23)
Ayetten de anlaşıldığı gibi inanan bir kişi ihtiyaç içinde olana hiçbir şikayetçi tavır göstermeden her türlü yardımı yapar, insaniyetli ve vicdanlı davranır. Gerçek dostluğun, vefanın, samimiyetin, sadakatin yaşandığı tek yer salih müminlerin arasıdır. Müslümanlar birbirlerinin velileri, dostları, yardımcıları ve kardeşleridirler. Bir Müslüman, sahip olduğu ahlak gereği en zor anında olsa dahi mümin kardeşlerinin iyiliğini, rahatını düşünür. Her durumda onların nefsini kendi nefsine tercih eder. Her türlü fedakarlığı yapar, bundan da büyük bir zevk alır. Hastalık anında tüm ihtiyaçlarını hiçbir rahatsızlık duymadan ve ihtiyaç içinde olan kişinin söylemesine fırsat vermeden karşılar, maddi bir sıkıntı içindeyse tüm imkanlarını onun önüne serer; gerekirse uykusuz kalır, aç kalır ama Müslüman kardeşini hiçbir durumda mağdur durumda ve ihtiyaç içinde bırakmaz. Allah ayetlerinde iman edenlerin gerçek dostlarını şöyle bildirir:
Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren müminlerdir. (Maide Suresi, 55)
Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenler (çaba harcayanlar) ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır… (Enfal Suresi, 72)
Kitabın başından itibaren Allah'ın inananlara bir deneme olarak verdiği çeşitli sıkıntı ve zorluklardan ve bunun karşısında müminlerin gösterdikleri üstün ahlaktan bahsettik. Bu ahlakı gösterirken içlerinde yaşadıkları şevkten, huzurdan, sevgi ve saygı hazzından söz ettik.
Fakat burada özellikle vurgulanması gereken bir nokta tüm zorlukların yanında Allah'ın iman eden kullarına çok büyük güzellikler ve kolaylıklar verdiğidir. Allah pek çok ayetinde salih müminlerin işlerinde büyük kolaylıklar kıldığını bildirir:
Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 5-6)
… Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bakara Suresi, 185)
… Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız. (Ala Suresi, 8)
… Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. Bu, Allah'ın size indirdiği emridir. Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, Allah, kötülüklerini örter ve onun ecrini büyütür. (Talak Suresi, 4-5)
… Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir. (Talak Suresi, 7)
Tüm bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Allah zorluk ve sıkıntıyla karşılaşan müminlerin işlerini kolaylaştırmakta ve aynı zamanda onları Katından bir yardımla desteklemektedir. Ayetlerde Allah'ın inananlara meleklerle yardım ilettiği ve bunun da sadece bir müjde olması amacıyla yapıldığı bildirilmektedir:
Andolsun, siz güçsüz iken Allah size Bedir'de yardımıyla zafer verdi. Şu halde Allah'tan sakının, O'na şükredebilesiniz. Sen müminlere: "Rabbinizin size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım-iletmesi size yetmez mi?" diyordun. Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar da aniden üstünüze çullanıverirlerse, Rabbiniz size meleklerden nişanlı beş bin kişiyle yardım ulaştıracaktır. Allah bunu (yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. 'Yardım ve zafer' (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ın Katındandır. (Ki bununla) İnkar edenlerin önde gelenlerinden bir kısmını kessin (helak etsin) ya da 'umutları suya düşmüşler olarak onları' tepesi aşağı getirsin de geri dönüp gitsinler. (Al-i İmran Suresi, 123-127)
Allah meleklerle olan desteğinin yanında müminleri "görünmez ordularla" da desteklemekte ve üzerlerine güven ve huzur duygusu indirmektedir. Tevbe Suresi'nde Allah'ın bir zorluk anında Peygamberimiz (sav)'e verdiği destek şu şekilde ifade edilmektedir:
Siz O'na (peygambere) yardım etmezseniz, Allah O'na yardım etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak O'nu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: "Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir." Böylece Allah O'na 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, O'nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini (inkar çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 40)
Yukarıdaki ayetlerde de belirtildiği gibi Müslümanlara bir deneme olarak verilen zorlukların yanında çok büyük kolaylıklar da sağlanmaktadır. Müslümanların bir birlik içinde hareket etmeleri, herşeyin bir denemeden ibaret olduğunu bilmeleri, sonsuz ahiret yurduna hazırlık içinde olduklarının şuurunda olmaları, aslında bu zorluklar karşısında onlara verilmiş büyük birer kolaylık hükmündedir. Bunun yanında Allah müminleri çok daha büyük bir güzellikle müjdelemektedir. Peygamberlerin ve salih müminlerin hayatlarında da gördüğümüz gibi Allah her zorluğun ardından inananlara mutlaka bir zafer, başarı ve galibiyet vermiştir. Bu konuda Kuran'da verilen çok önemli bir örnek Hz. Yusuf (as)'ın hayatıdır.
Hz. Yusuf (as) önce küçük yaşında kardeşleri tarafından bir kuyuya bırakılmıştır. Bu kuyuda onu bulan kişiler onu bir vezirin yanına köle olarak satmışlardır. Ardından Hz. Yusuf (as)'a yanında kaldığı vezirin eşi tarafından haksız bir iftira atılmış ve bunun bir iftira olduğu herkes tarafından bilindiği halde tutuklanıp, yıllarca hapiste tutulmuştur. Hapis hayatı boyunca çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalmış, fakat güzel ahlakından asla taviz vermemiştir. Başına gelen her olayda Allah'a yönelmiş ve böylece hapishane dönemi onun için bir güzelliğe dönüşmüştür. Musibet ve zorluklar karşısında tevekkülü, teslimiyeti ve Allah'a bağlılığıyla tüm inananlara örnek olmuştur. Allah bu üstün ahlakının karşılığı olarak onu zindandan çıkarmış ve dünya hayatında ona güç ve zenginlik vermiştir.
İşte bu nedenle Hz. Yusuf (as)'ın hayatında inananlar için çok güzel bir örnek vardır. Allah zorluklar karşısında tevekkül ve sabır gösteren kullarına mutlaka bir kolaylık ve güzellik vereceğini vaat etmiştir:
… Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)
Bu örnekte de görüldüğü gibi Allah kullarını zaman zaman zorluklarla, sıkıntılarla imtihan etmektedir. Ama imtihan edildiğinin bilincinde olan, Allah'a teslimiyetiyle, karşısına çıkan her olaydan razı olan müminler en büyük kazancı sağlamışlardır. Çünkü onlar bu dünyada çektikleri sıkıntının, her türlü zor şartta gösterdikleri üstün ahlakın, fedakarlığın, sabrın, teslimiyetin karşılığını ahirette kat kat fazlasıyla alacaklardır. Belki bu dünyada birkaç dakikalık çekilen sıkıntı, ahirette milyonlarca yıllık cennet hayatı olarak karşılarına çıkacaktır. Kuşkusuz bu büyük vaadi bilen insanlar, tüm yaşamlarını büyük bir şevk, huzur ve cennet gibi sonsuz güzelliklerle dolu bir mekanı ummanın sınırsız heyecanı ve neşesi içinde geçirirler. Allah bu insanların durumunu bir ayetinde şöyle haber vermiştir:
Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır. Ve onlar: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl," diyenlerdir. İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orada esenlik dileği ve selamla karşılanırlar. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar; o, ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir. (Furkan Suresi, 72-76)
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara Kendi fazlından artıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 37-38)
6 Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, s. 43-44
7 Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman Cevap Veriyor, s. 215-216
8 Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, s. 522