Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik. (Sad Suresi, 20)
Anlatım çarpıcılığı, doğru olanı en özlü, en anlaşılır ve en etkili şekilde anlatabilme kabiliyeti, yani hikmetli konuşabilmedir. Bu tarz bir konuşmanın en önemli özelliği, karşı tarafın vicdanını harekete geçirecek samimiyette ve akılcılıkta olmasıdır. Anlatım çarpıcılığı olan bir insanın söylediği sözler, karşı taraf üzerinde derin bir etki bırakır. Karşıdaki kişinin yanlış olan fikirlerinde, ideolojisinde, hayat tarzında değişiklikler yapmasına ve doğru olanı kabul etmesine vesile olur.
Unutmamak gerekir ki, anlatım çarpıcılığı kişinin çok kültürlü olması, çok kitap okumuş olması, çok tecrübeli olması veya dilbilgisi kurallarını çok iyi bilip kusursuz cümleler kurmasıyla ilgili bir özellik değildir. Bu, Allah'ın imanı kuvvetli, samimi, ihlaslı kullarına lütuf olarak verdiği bir nimettir.
Allah samimi olan kullarına dünyada da güzel bir karşılık verir. Onları doğru yola iletir, işlerini kolaylaştırır, kalplerine huzur ve güven duygusu verir, şükretmelerine karşılık üzerlerindeki nimetleri kat kat arttırır, dinine yardım etmelerinden dolayı onlara yardım eder. Elbette kulluklarını denemek amacıyla zaman zaman bazı zorluklarla da deneyebilir. Ancak tüm bunların yanında onları dünyada güzel bir hayat ile yaşatır. Allah müminlere yaptıkları salih amellerin karşılığını dünyada da vereceğini ayetlerinde şöyle bildirmiştir:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
De ki: "Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah'ın arz'ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir." (Zümer Suresi, 10)
Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever. (Al-i İmran Suresi, 148)
Allah "İnkar edenleri ise, dünyada ve ahirette şiddetli bir azabla azablandıracağım. Onların hiç yardımcıları yoktur." (Al-i İmran Suresi, 56) ayetiyle inkar edenlere dünyada da bir karşılık vereceğini bildirmiştir. Kuran'da bu kimselerin hem fiziksel hem de manevi anlamda bir azapla karşılaşabileceklerine dikkat çekilmiştir. Allah "Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar." (Tevbe Suresi, 126) ayetiyle inkar edenlere dünya hayatında zaman zaman çeşitli sıkıntılar isabet ettirdiğine dikkat çekmiştir. Kuran'da önceki kavimlerin deprem, kuraklık, ürün kıtlığı, tufan, yıldırım düşmesi ya da bir kavmin toplu olarak helak edilmesi gibi azap şekilleriyle karşılaştıklarından da bahsedilmektedir.
Ancak bunun yanında inkarcıların yaşadıkları manevi azap, hayatlarının sonuna kadar kesintisiz olarak devam eden sürekli bir azap şeklidir. Bu insanlar, vicdanlarının kendilerine gösterdiği doğrulara uymadıkları için vicdan azabından hiçbir zaman kurtulamazlar. Yine aynı şekilde Kuran ahlakını yaşamadıkları için hiçbir zaman gerçek anlamda mutluluğu, dostluğu, sevgiyi ve sadakati yaşayamazlar. Kendileri gibi çevrelerindeki insanlar da Kuran ahlakını yaşamadıkları için karmaşanın, tedirginliğin ve huzursuzluğun hakim olduğu bir dünyada yaşarlar. Bunun yanında Allah onlara dünya hayatında pek çok nimet de sunar, ancak Kuran'da tüm bunların onların sadece denenmeleri için verildiğine dikkat çekilmiştir:
Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)
İnsanlar arasında daha takva olanları kesin olarak ayırt edebilmek mümkün değildir. Çünkü insanın gerçek takvası, samimiyeti ve imanı kalbinde gizlidir ve bunu bilebilecek tek güç de Allah'tır. İnsanlar ise bir kimsenin takvası hakkında ancak kuvvetli bir kanaat edinebilirler. İnsanların bu konuda kendilerine aldıkları ölçü ise kişinin tavırlarıdır. Bir insanın Allah'a olan samimiyeti, dine olan sadakati, Allah'ın rızasını kazanabilmek için gösterdiği samimi çaba, dine hizmet konusundaki şevki ve kararlılığı, müminlere olan sevgisi, bağlılığı karşı tarafta bu kişinin takvası hakkında kuvvetli bir kanaat oluşturur. Ancak yine de bu konuda kesin hüküm sadece Allah'a aittir. İnsan, günahlardan, haram kılınan fiillerden ya da Kuran ahlakına uymayan bir tavır içerisine girmekten sakınarak takva kazanır. Kim güzel ahlakı yaşamakta daha kararlı olursa, dine fayda getirmek için daha fazla gayret eder ve dinin hükümlerini yerine getirmede daha titiz olursa onun takvası, diğer insanlara oranla daha çok artar.
Takva sahibi bir mümin aklıyla da kendisini belli eder. Aldığı kararlar daha isabetli olur. Karşılaştığı sorunlara çok daha kolay ve seri çözümler getirir. Konuşmaları çok daha hikmetli ve etkileyici olur. Olaylarda başkalarının göremediği yönleri, o çok daha açık bir şuurla tespit edebilir. Yaptığı hizmetlerle kendisini ön plana çıkartmaya çalışmaz, ihlaslı bir tavır içerisindedir. İnsanların hoşnutluğunu ve övgüsünü değil, Allah'ın rızasını kazanmayı hedefler. Hangi durumla karşılaşırsa karşılaşsın Allah'ın sınırlarından hiçbir taviz vermez. Tüm bu alametleri üzerinde taşıyan bir insanın takva sahibi bir kimse olduğu umulur. Ancak yine de kişinin gerçek anlamda takva sahibi bir insan olup olmadığı ya da kimin kimden daha üstün bir imana sahip olduğu konusunda kesin bir kanaate varmak mümkün değildir. Çünkü insan bu konuda ancak dışarıdan gördüğü kadarıyla, yüzeysel bir değerlendirme yapabilir. İnsanların gerçek imanını, takvasını, ihlasını ve Allah'a olan yakınlığını ise ancak Allah bilir.
Kuran'da bildirildiğine göre bir insanın bir başkasının günahını üstlenmesi ve bundan dolayı ahirette onun yerine ceza çekmesi mümkün değildir. Allah her insanı yaptıklarından dolayı tek başına sorumlu tutacağını ve tek başına sorgulayacağını belirtmiştir. Çünkü Allah dünya hayatında her insanın içine doğruyla yanlışı kendisine söyleyen ve onu her zaman için Allah'ın rızasını kazanmaktan yana çağıran bir vicdan vermiştir. Dahası tüm insanlara, Katından doğruyu yanlışı öğreten bir kitap indirerek, peygamberleri vasıtasıyla dinini tebliğ ederek onları karşılaşacakları bu azaba karşı uyarmıştır. Tüm bunların ardından doğru olandan yüz çeviren kimseler ise, bu seçimlerini kendi öz iradeleri, muhakemeleri ve istekleri doğrultusunda yapmışlardır. Bu seçimlerinin sonucundan da yine tek başlarına sorumlu tutulacaklardır. Kuran'da bu olay insanlara şöyle haber verilmiştir:
Hiçbir günahkar bir başka günahkarın günahını yüklenemez. Eğer yükü ağır olan kimse (bir başkasını) onu taşımaya çağırsa, -bu, yakın akrabası da olsa- kendisine ondan hiçbir şey yükletilmez. Sen, yalnızca gayb ile Rablerinden 'içleri titreyerek-korkmakta' olanları ve dosdoğru namazı kılanları uyarırsın. Kim temizlenip-arınırsa, artık o, kendi nefsi için temizlenip-arınmıştır. Sonunda dönüş Allah'adır. (Fatır Suresi, 18)
Ayrıca Allah bir başka ayetinde dünyada iken insanlara bu şekilde vaatlerde bulunarak onları günaha sürükleyen kimselerin yalan söylemekte olduklarını bildirerek de insanları uyarmıştır:
İnkar edenler, iman edenlere dedi ki: "Siz bizim yolumuzu izleyin, hatalarınızı biz yüklenelim." Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şeyi yüklenecek değildir. Gerçekten onlar, elbette yalancıdırlar. (Ankebut Suresi, 12)
En güzel tebliğ, insanın, din ahlakını karşısındaki kimseye hem sözlü hem de fiili olarak anlatmasıyla olur. Dinin hükümlerini ve Kuran ahlakını sözlü olarak anlatan bir kimsenin, bir yandan da anlattıklarını tüm samimiyetiyle yaşıyor olması, anlatılanlarla ne kastedildiği konusunda çok daha kesin bir sonuca varılmasını sağlar. Samimiyetin gerçek ölçüsü, insanın anlattıklarıyla yaşadıkları arasındaki tutarlılık olduğu için, görülen bu samimiyet karşı tarafın dinin güzelliğini kavramasında önemli bir rol oynar. Sözgelimi insan bir yandan fedakarlığın ne kadar erdemli bir tavır olduğunu anlatırken bir yandan da bencil bir tutum içerisinde olsa, anlattıklarının karşı taraf üzerinde pek bir etkisi olmaz. Samimiyeti hakkında da ciddi şüpheler oluşmasına neden olur. Aksine kişinin insanları yaşamaya davet ettiği güzel ahlakı kendisi de gösterdiğinde, hem o kişinin samimiyeti konusunda kesin bir kanaat oluşur, hem de kastettiği güzel ahlakın günlük hayatta ne şekilde uygulanacağı görülmüş olur. Yine aynı şekilde mütevaziliği anlatan bir insanın, tavırlarıyla da bu ahlakı göstermesi din ahlakının en güzel şekilde tebliğ edilmesini sağlar. Yüce Allah inananları insanlara anlattıkları şeyleri yaşamaları konusunda şöyle uyarmıştır:
Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah Katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saff Suresi, 2-3)
Güzel ahlakın hiçbir sınırı yoktur. Yapılan her tavrın, söylenen her sözün daha güzeli, daha iyisi mutlaka vardır. İnsanın hiçbir zaman için "bu kadar yeter" ya da "en iyisi budur" diyebileceği bir durumu olmaz. Dahası insan ne zaman kendini yeterli görmeye başlarsa, o zaman ahlakında, tavırlarında bozulmalar ortaya çıkmaya başlar. Kendini geliştirmeye, yenilemeye ihtiyacı olmadığını düşündüğü için hiçbir güzellikten istifade edemez ve ahlakında hiçbir ilerleme kaydedemez. Allah ayetlerinde kendini yeterli yani müstağni gören kimselerin ahlaklarında bozulma olacağına dikkat çekmiştir:
Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni (yeterli) gördüğünden. (Alak Suresi, 6-7)
Bu nedenle insan hayatının son anına kadar sürekli olarak kendisini geliştirmeye ve hep daha güzel olanı, daha iyi olanı elde etmeye çalışmalıdır. Zira hiçbir insan, ahirette Allah'ın kendisi hakkındaki hükmü belli olana kadar, Allah'ın rızasını ve cennetini kazandığından emin olamaz. Bu da kendisini hiçbir zaman için yeterli görmemesini sağlayan en önemli konulardan biridir.
Kuran'a baktığımızda müminin "boş vakit" diye bir kavramı olmadığını görürüz, Müslümanın her anı çok doludur. Allah'tan korkan ve O'nun emirlerini titizlikle uygulayan bir mümin daha fazla hayır işleyerek Allah'a daha da yakınlaşmak için sürekli salih amellerde bulunur. Vaktini Allah'ın Kuran'da belirttiği ibadetlerle geçirir. Bir işinden boşaldığı zaman da hemen yeni bir işe yönelir. Sürekli olarak hayır ve güzellik peşindedir. Bu çaba arasında bir kesinti, duraklama, sınır yoktur. Mümin için bir işin tamamlanması yeni bir işin başlaması gerektiğinin bir göstergesidir. Zira mümin dünyada geçirdiği her saniyeyi Allah'ın rızasını kazanmak için çaba harcayarak geçirmesi gerektiğini ve ahirette her anının hesabını vereceğini bilir. Bu nedenle de sadece Allah'ın rızasını kazanabilmek umuduyla her anını Allah'ın en razı olacağını umduğu işleri yaparak geçirir. Kuran'da müminlerin bu çabası şöyle bildirilmiştir:
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 7-8)
Müminler din ahlakını Allah'ın rızasını kazanabilmek ve Kuran'ın bu konudaki hükmünü yerine getirebilmek amacıyla tebliğ ederler. Bunun karşılığında da Allah'ın rızası ve cenneti dışında dünyevi hiçbir karşılık beklemezler.
Tüm peygamberler de hayatlarının sonuna kadar bu uğurda büyük bir çaba harcamış ancak din ahlakını anlattıkları kimselerden hiçbir şekilde dünyevi bir karşılık istememişlerdir. Ve her peygamber gönderildiği kavme öncelikle kendilerinden hiçbir karşılık beklemediğini vurgulamıştır. Kuran'da peygamberlerin gösterdiği bu üstün ahlak şöyle örneklendirilmiştir:
"Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir." (Şuara Suresi, 179-180)
Kuran'da, anne ve babasını kaybettiği için eğitimini sağlayacak ve bakımını üstlenecek bir kişiye muhtaç kalan yetim çocuklara karşı merhametli olunması ve onlara güzellikle davranılması emredilmiştir:
Öyleyse sakın yetimi üzüp-kahretme. (Duha Suresi, 9)
Allah ayetlerinde müminlere yetimler hakkında adaleti ayakta tutmayı, kazanılanlardan yetimlere infak etmeyi, onlara iyilikle davranmayı, yetimlerin mallarını adaletle harcamayı ve belirli bir akli olgunluğa eriştiklerinde de mallarını onlara vermeyi öğütlemiştir.
Allah Kuran'da ayrıca yetim olanın güzel ahlaklı, iyi bir insan yetiştirilmesini, yani eğitiminde özenli ve titiz olunmasını tavsiye etmiştir. Ve müminleri yetimleri koruma ve maddi güvence altına alarak yetiştirme konusunda teşvik etmiştir:
… Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları ıslah etmek (yararlı kılmak) hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir... (Bakara Suresi, 220)
Mümin bir kimse yetimin malına haksızlık yapmaya asla yanaşmaz. Çünkü Allah yetimin malına göz dikerek bu maldan çıkar sağlama gibi merhametsizce bir tavrı ayette büyük bir suç olarak tanımlamıştır:
Yetimlere mallarını verin ve murdar olanı temiz olanla değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur. (Nisa Suresi, 2)
İşte tüm bunlardan dolayı müminler yetimlerin mallarını onlar büyüyüp kendilerine bakacak duruma gelene kadar büyük bir itinayla muhafaza eder ve yetişkin bir yaşa geldiklerinde de bütün haklarını kendilerine devrederler.
Allah ayetlerinde insanlara bilgi sahibi olmadıkları konularda tartışmaya girmemelerini öğütler. Çünkü her konuyu, bir bilenden daha iyi bilen mutlaka vardır. İnsanın bilgi sahibi olmadığı bir konu hakkında tartışması kişiye hiçbir şey kazandırmaz. Böyle bir durumda yapılması gereken en güzel tavır, hiçbir tartışmaya girmeden bilenlere danışmak ve böylece konunun en doğrusunu öğrenmektir.
Kuran'da insanın bilgisi olmadığı bir konunun ardından gitmemesi gerektiği şöyle hatırlatılmıştır:
İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanının peşine düşer. Ona yazılmıştır: "Kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir." (Hac Suresi, 3-4)
Allah Kuran'da müminlere birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten men etmelerini öğütlemiştir. Bu, Allah'ın beğendiği bir tavırdır, fakat asıl önemli olan kişinin başkalarına hatırlattığı konulara kendisinin de dikkat etmesi ve onlara kendi tavırlarıyla ve ahlakıyla örnek olabilmesidir. Çünkü eğer kişi yapılan bir tavrın yanlış olduğunu biliyor ve bundan rahatsızlık duyuyorsa, bu durumda kendisi de bu yanlıştan sıyrılmakla ve doğru olanı uygulamakla aynı derecede sorumludur. Allah bu konuyu müminlere şöyle hatırlatmıştır:
Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Bakara Suresi, 44)
Kuran ahlakından uzak yaşayan kimseler sadece başlarına bir hastalık, bir sıkıntı ya da "bir bela" geldiğinde dua ederler. Bu dönemlerde Allah'a sığınan ve karşılaştıkları sıkıntıları giderip nimet vermesi için gece gündüz O'na dua eden insanlar, bu durumdan kurtulduklarında hemen dua etmeyi ve kendilerine verdiği nimetten dolayı Allah'a şükretmeyi unuturlar. Zorluk ve sıkıntı anında gösterdikleri tavır onların çaresiz kaldıklarını anlamalarındandır. Allah'a karşı olan gerçek samimiyetsizliklerini ise bu sıkıntıdan kurtulduklarında hemen ortaya koyarlar. Kuran'da bu kimselerin gösterdiği ikiyüzlü ve samimiyetsiz tavır şöyle örneklendirilmiştir:
Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O'na 'halis kılan gönülden bağlılar' olarak Allah'a yalvarıp yakarırlar (dua ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim ayetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkar etmez. (Lokman Suresi, 32)
Allah Kuran'ın "... Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın" (Fatır Suresi, 24) ayeti ile gelmiş geçmiş tüm insan topluluklarına mutlaka insanları uyarmakla görevli elçiler gönderdiğini bildirmiştir. Bu elçiler bulundukları toplumlara Allah'ın emrettiği din ahlakını, yapmaları gereken ibadetleri türlü şekillerde anlatmış, onları cennetle müjdeleyip cehennem azabı ile uyarıp korkutmuşlardır. Ayrıca elçiler, Allah'ın dinini uygulamada gösterdikleri titizlik, sahip oldukları üstün ahlak ve Allah korkularının şiddeti ile beraberlerindeki insanlara her zaman örnek olmuşlardır. Allah'ın bütün insanları elçileri kanalıyla uyarmasının bir diğer nedeni ise ayette şöyle bildirilmiştir:
Elçiler; müjdeciler ve uyarıcılar olarak (gönderildi). Öyle ki elçilerden sonra insanların Allah'a karşı (savunacak) delilleri olmasın. Allah, üstün ve güçlü olandır, hikmet ve hüküm sahibidir. (Nisa Suresi, 165)
Bu, Allah'ın üstün adaletinin bir tecellisidir. Hesap gününde Allah'a karşı olan sorumluluklarından yana bilgisiz olduğunu söyleyerek mazeret sunacak, Allah'ın azabıyla uyarılıp korkutulmamış hiç kimse olmayacak ve herkes hak ettiği karşılığı en adil şekilde alacaktır.
Zan ve tahminle hareket etmek Allah'ın beğenmediği bir ahlaktır. Allah Kuran'ın pek çok ayetinde zanna göre hareket etmenin cahiliye toplumuna ait bir özellik olduğuna dikkat çekmiş ve zannın insanlara hiçbir yarar sağlamadığını bildirmiştir. İnanan kullarına zanda bulunmaktan sakınmalarını emretmiştir. Müminler Allah'ın bu tavsiyesine uyarak herhangi bir delili olmayan, kulaktan dolma bilgilerle hiçbir konuda kendilerine göre fikir üretmezler. Eğer bir konuda söyleyecekleri bir söz veya verecekleri bir fikir varsa bunu mutlaka Kuran ahlakına uygun olarak, kesin delillere dayandırarak ve adil bir şekilde yaparlar. Bir kimse hakkında ona sormadan, geçerli bir delil elde etmeden zanna dayalı bir hüküm yürütmez, herhangi bir sonuca varmazlar.
Müminlerin bu konuda gösterdikleri titizlik onların Allah korkularından kaynaklanmaktadır. Yaptıkları her işin ahirette karşılarına çıkacağını bilen ve Allah'ın azabından korkup sakınan müminler, bu konuda son derece titiz ve adil davranırlar. Allah Kuran'da zan konusunu şöyle açıklamıştır:
"Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır..." (Hucurat Suresi, 12)
Allah normal bir akla ve şuura sahip olan herkesi Kuran ahlakını yaşamakla ve dinin hükümlerini yerine getirmekle sorumlu tutar. Bu ibadetleri yerine getiren bir insan hem dünya hayatında güzel bir hayat yaşar, hem de sonsuz cennet hayatını kazanır. İnsanın "gençliğimi yaşayayım, nasıl olsa ölmeme yakın ibadetlerimi de yapar, ahireti de kazanırım" düşüncesi ile Allah'a karşı olan sorumluluğunu bile bile ertelemesi ahiret hayatını kaybetmesine neden olabilir. Allah "Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır." (Nisa Suresi, 18) ayetiyle insanlara bu gerçeği hatırlatmıştır. Ayrıca unutulmamalıdır ki, hiç kimse ölümle ne zaman karşılaşacağını bilemez. Buna rağmen insanın öleceği vakti biliyormuşcasına ibadetleri yerine getirmeyi belirli bir vakte ertelemesi kuşkusuz ki büyük bir hata olur. Zira ölümle karşılaştıktan sonra insan her ne kadar pişman olup geri dönmeyi istese de bir daha böyle bir imkan elde edemeyecektir.
Dünya bütün insanlar için bir imtihan yeridir. Allah "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayeti ile bütün insanlara bu gerçeği bildirmiştir. Bu imtihanın gereği olarak insanlar yaptıkları her tavırdan, fiili olarak yerine getirdikleri veya getirmeyip erteledikleri tüm ibadetlerden sorumludurlar. Böyle bir durumda kalp temizliği tek başına bir ölçü olamaz. Muhakkak ki kişinin kalbinin temiz olması, iyi niyetli, dürüst bir kişiliğe sahip olması Allah Katında değerlidir. Ancak bu kalp temizliği ve samimiyetin en önemli göstergesi de kişinin Allah'ın emirlerini titizlikle yerine getirmesiyle kendini belli eder. Yoksa Kuran'da bildirilen ibadetleri yerine getirmeyen, Allah'tan korkup sakınmayan, ölçüsü Kuran ve Allah rızası olmayan bir insan ne kadar iyi niyetli olduğunu iddia ederse etsin, bu düşüncesinin ona ahirette bir faydası olmayacaktır.
Ayrıca "kalp temizliği"nin tek ölçüsü Kuran'dır. Yani bir insan ancak Kuran'a göre samimi niyetli, ihlaslı bir insansa "kalbim temiz" diyebilir. Yoksa bir insanın kendi değer yargıları, cahiliye ölçüleriyle kalp temizliği iddiasında bulunmasının bir anlamı yoktur.
Allah, Hz. Muhammed (sav)'e indirdiği Kuran'dan önce Hz. Musa'ya Tevrat'ı, Hz. Davud'a Zebur'u ve Hz. İsa'ya da İncil'i vahyetmiştir. Bu kitapların her biri gönderildikleri dönemlerde Allah'ın dinini anlatan hak kitaplar olarak peygamberler tarafından tebliğ edilmişlerdir. Ancak daha sonra bu toplumlardaki çeşitli sapkın inançlı kimseler tarafından tahrif edilmiş ve birtakım batıl bilgilerle karıştırılmıştır. Nitekim Kuran'ın gönderiliş sebeplerinden biri de bu kitapların tahrif olmuş ve gerçek dini anlatan hak bir kitabın kalmamış olmasıdır. Allah Kuran ile insanlara hak dini bildirmiştir. Kuran’ı, "Hiç şüphesiz, zikri (Kur'an'ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz." (Hicr Suresi, 9) ayeti gereği kıyamete kadar Allah korumaktadır.
Kuran'da bahsi geçen Kitap ehli kendilerine Tevrat ve İncil indirilmiş olan Museviler ve Hıristiyanlardır. Ancak zaman içinde bu kitapların tahrif olmasının ardından Allah bu insanları uyarıp korkutmak için peygamber olarak Hz. Muhammed (sav)'i ve kutsal kitap olarak da Kuran'ı göndermiştir. Kuran'da Kitap ehli ile ilgili olan ayetlerden bazıları şöyledir:
Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi,113-114)
Şüphesiz, Kitap Ehlinden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi 199)
Dünyada yapılan hataların karşılığının hemen verilmemesi insanı hiçbir şekilde aldatmamalı ve gevşekliğe sürüklememelidir. Çünkü Allah insanlara belirli bir süre vermekte ve böylece onların nasıl bir tavır göstereceklerini denemektedir. Güzel davranışta bulunanlara cennet hayatını, kötülük yapanlara da cehennem hayatını vaat etmektedir. İşte böyle bir durumda yaptığı hatanın karşılığını hemen almayan bir insanın kesinlikle buna aldanmaması gerekir. Aksine Allah'ın şefkatinden, merhametinden dolayı kendisine zaman tanıdığını görmeli ve bu durumu tevbe edip, içinde bulunduğu hatayı düzeltmek için bir fırsat olarak değerlendirmelidir.
Kuran'da geçen "Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azab ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah Kendi kullarını görendir." (Fatır Suresi, 45) ayeti bu gerçeği insanlara bildirmektedir.