On üçüncü Kat isimli filmde de Matrix filmine benzer olarak, gerçek dünya ile sanal dünya arasındaki çarpıcı benzerlik işlenmektedir. Filmin konusu özetle şöyledir: Filme adını veren 13. kat, Los Angeles'da bir iş yeri binasının 13. katıdır. Burada filmin iki başrol oyuncusu olan Hannon Fuller ve iş arkadaşı Douglas Hall, bilgisayar ile sanal bir dünya meydana getirmişlerdir. Bu sanal dünyada Los Angeles'ın 1937 yılındaki hali canlandırılmaktadır. Sistemi kuran bu kişiler ise 1999 yılında yaşamaktadırlar.
Resimlerde göreceğiniz gibi bu bilgisayar programına bağlanmak isteyen kişi, bir yatağa uzanır ve beynine programdaki bilgiler aktarılır. Böylece sisteme giren kişi 1937 yılına ait sanal bir kimlik kazanmış olur. Örneğin bu kişi 1999 yılında yaşayan Douglas Hall isimli, zengin ve başarılı bir bilgisayar şirketi yöneticisi iken, hafızasına 1937 yılında yaşayan John Ferguson isimli bir banka veznedarı ile ilgili bilgiler yüklenir.
Sisteme bağlanan kişi, yükleme tamamlandıktan sonra kendini bir anda 1937 yılının ortamında bulur. Binalar, arabalar, kıyafetler tamamen o yıla özgüdür. Simülasyon ortamına giren kişileri en çok şaşırtan konu ise, her iki yaşamlarının da birbiri ile aynı gerçeklikte olmasıdır. Bu kişiler iki yaşamlarında da suyun serinliğini, dışarıdaki rüzgarın uğultusunu hissetmekte, karşılaştıkları olaylarda korku ve heyecan gibi duyguları tüm gerçekliği ile yaşamaktadırlar.
Filmin ilerleyen dakikalarında ise sisteme bağlanan bu kişiler, gerçek hayatları zannettikleri yaşantılarının (1999 yılında Los Angeles'taki yaşamlarının) da aslında özel olarak tasarlanmış bir bilgisayar programı olduğunu, o güne kadar gerçek sandıkları herşeyin -şirketleri, makamları, arabaları, bilgisayar sistemleri, aileleri, dostları...- bir hayal olduğunu anlarlar. Gerçekte tarih 2024 gibi çok daha ileri bir zamana aittir ve filmde gerçek bir yaşantı olarak yansıtılan tüm olaylar simülasyonun bir parçasıdır. Filmin en ilginç yönü ise filmdeki karakterlerin simülatör içinde simülatöre bağlanarak, kademeli bir hayat yaşamaları ve bu sanal ortamlardaki yaşantılarının gerçeklerle olan olağanüstü benzerliğidir.
Yan sayfadaki karelerde filmin başrol karakterini canlandıran Douglas Hall'un simülasyona bağlanması ve 1937 yılında John Ferguson adında bir bankacının kimliğinin kendisine aktarımı görülüyor.
Douglas Hall – John Ferguson bilinç transferi
Kullanıcı: Douglas Hall
Yükleme için kullanıcıyı ayarlıyor.
Program bağlantısı: John Ferguson
Kullanıcıyı programa sıralıyor
Yükleme için hazır
Sıralama tamamlandı.
Bay Grierson, 117 Batı Winston, Pasadena
Şuur nakli
Aktarım işlemi başladı.
Yükleme tamamlandı.
Filmin kahramanı Douglas Hall simülatöre bağlandıktan sonra, bedeni hiç hareket etmemesine rağmen, kendini 1937 yılında, John Ferguson adlı bir banka veznedarının kimliği ile canlı bir hayatın içinde bulur. Bu kişinin bedeni 20. yüzyılda simülatör aletine bağlı bir şekilde yatıyor olmasına rağmen, herşey son derece gerçek görünmektedir. Ama eski model arabalar, karşılaştığı insanlar, kendi kıyafeti, fiziksel görünümü kısacası her türlü detay, bu kişinin beyninde yapay sinyallerle gösterilen görüntülerdir.
Douglas Hall bu sistemi bizzat kendisi tasarladığı halde, aşağıdaki film karesinde de görüldüğü gibi, görünümünün ve bulunduğu ortamın gerçekçiliğinden dolayı hayrete düşmektedir. Hatta aynaya uzun uzun bakarak saçını, bıyığını, cildinin rengini incelemektedir.
Douglas Hall'a, (1937'deki kimliğiyle John Ferguson'a) bu şaşkın tavırlarından dolayı, bankadaki müdürü kötü göründüğünü ve dinlenmesini tavsiye eder. Ancak Douglas Hall, bilgisayar ortamında gerçeğe bu kadar uygun bir yaşantının sürmesinden dolayı çok etkilenmiştir ve bu sistemi kurabilmiş olabilmekten dolayı sevinmektedir:
Douglas Hall : Bence gayet iyi görünüyorum.
Bizim "dış dünya" olarak algıladıklarımız, önceki bölümlerde detaylı olarak değindiğimiz gibi, yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde yarattığı etkilerdir. Pencerenizden gördüğünüz gökyüzünün mavisi, oturduğunuz koltuğun yumuşaklığı, içtiğiniz kahvenin kokusu, yediğiniz etin lezzeti, duyduğunuz telefon sesi, tüm yakınlarınız, hatta bedeniniz hepsi elektrik sinyallerinin beyninizdeki yorumudur.
Eğer bu filmde olduğu gibi, beynimize gelişmiş bir bilgisayar yardımıyla gerekli elektrik sinyallerini gönderebilmek mümkün olsaydı, aynı hisleri tüm gerçekliğiyle algılamamız mümkün olurdu. Görüldüğü gibi yapay olarak oluşturulan uyarılar sonucunda, dışarıda herhangi bir maddesel gerçeklik yokken, beynimizde gerçek ve canlı bir dünya oluşması mümkündür. Nitekim günümüzde simülatörler aracılığı ile hayatımızdan belli kesitler son derece gerçekçi hislerle canlandırılabilmektedir. Örneğin ele takılan özel bir eldiven ile bir insan, ortamda olmadığı halde bir kediyi sevdiğini, bir insanla tokalaştığını, suyun altında elini yıkadığını veya sert bir cisme dokunduğunu hissedebilmektedir. Daha gelişmiş olan sistemlerle ise golf oynadığını, kayak yaptığını, süratle araba kullandığını veya bir uçağın pilotu olduğunu hissedebilmektedir. Gerçekte ise, dokunduğunu hissettiği bu varlıkların ya da içinde olduğunu zannettiği bu mekanların hiçbiri gerçek değildir. Tüm bunlar, insanın, yaşamındaki tüm hisleri ve varlıkları beyninde algıladığının, bunların hiçbirinin aslı ile muhatap olamadığının kesin bir delilidir.
13. Kat adlı filmde de bilgisayarlar aracılığıyla gerçek hayattan ayırt edilmesi mümkün olmayan sanal yaşamlar oluşturulmaktadır. Filmdeki karakterler simülasyon makineleri aracılığıyla farklı zaman ve ortamlara bağlanmakta, burada gerçek hayatları gibi yaşamaktadırlar.
Aşağıdaki konuşmalarda sistemin kurucularından Whitney, Dedektif McBain'e üzerinde çalıştıkları simülasyon sistemini anlatmaktadır:
Dedektif Mcbain : Bütün dava, devasa bir bilgisayar oyunu mu?
Whitney : Hayır, fonksiyonlarının çalışması için kullanıcı gerekmiyor. Bütün birimleri, açık öğrenme yeteneğine sahip siber oluşumlar.
Dedektif Mcbain : Birimler mi?
Whitney : Elektronik, benzeşimli karakterler. Sistemi onlar oluşturur. Düşünürler, çalışırlar, yemek yerler... Kısaca bize benzetildiklerini söyleyebiliriz. Şu an çalışan bir numunemiz var: Los Angeles, 1937 dolayları.
Dedektif Mcbain : Neden 37?
Whitney : Fuller, kendi gençlik dönemini oluşturarak başlamak istemişti. Bak beynim içine konuşlandırıldığında, ben 1937'yi yaşayarak dolaşırım. Bedenim burada kalır ve program bağlantı biriminin bilincini kontrol eder.
Yandaki ifadelerden anlaşıldığı gibi simülasyon ortamında hiçbir gerçeklik yoktur; sadece yapay sinyaller vardır. Ne görmek için göze, ne duymak için kulağa, ne de hissetmek için bedene ihtiyaç vardır. Kişinin bedeni bir koltukta uzanırken, bilgisayar aracılığıyla zihnine yüklenen bilgiler sayesinde, bu kişi kendini çok farklı bir mekanda, çok farklı bir zamanda hissedebilmektedir.
Bu konu ile ilgili kitaplarımızda yer verdiğimiz bir kısım izahlar şöyledir:
Görme, duyma, koklama, tat alma, dokunma duyularımızın tamamı birbirlerine benzer bir işleyişe sahiptir. Dışarıda var olduğunu düşündüğümüz nesnelerden gelen etkiler (ses, koku, tat, görüntü, sertlik vs.), sinirlerimiz vasıtasıyla beyindeki duyu merkezlerine aktarılırlar. Beyne ulaşan söz konusu etkilerin tamamı elektrik sinyallerinden ibarettir. Örneğin görme işlemi sırasında dışarıdaki bir kaynaktan gelen ışık demetleri (fotonlar) gözün arka tarafındaki retinaya ulaşır ve burada bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüştürülürler. Bu sinyaller, sinirler vasıtasıyla beynin görme merkezine iletilir. Ve biz de, birkaç santimetreküplük görme merkezinde rengarenk, pırıl pırıl, eni, boyu, derinliği olan bir dünya algılarız.
Aynı sistem diğer duyularımız için de geçerlidir. Tatlar dilimizdeki bazı hücreler tarafından, kokular burun epitelyumundaki hücreler tarafından, dokunmaya ait hisler (sertlik, yumuşaklık vs.) deri altına yerleştirilmiş özel algılayıcılar ve sesler de kulaktaki özel bir mekanizma tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyindeki ilgili merkezlere gönderilir ve o merkezlerde algılanırlar.
... Şu an bir bardak çay içtiğinizi düşünelim. Elinizde tuttuğunuz bardağın sertliği ve sıcaklığı deri altındaki özel algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyne iletilir. Aynı zamanda çaya ait keskin koku, onu yudumladığınız anda hissettiğiniz şekerli tad ve bardağa baktığınızda gördüğünüz kahverengi renk de ilgili duyularınız tarafından birer elektrik akımı olarak beyne ulaştırılır. Hemen arkasından masaya koyarken bardağın cama çarpmasıyla çıkan ses de kulağınız tarafından algılanıp beyne elektrik sinyali olarak gönderilir. Ve bu algıların tümü beyindeki birbirinden farklı ama birbiriyle ortak çalışan duyu merkezleri tarafından yorumlanır. Siz de bu yorumun bir sonucu olarak bir bardak çay içtiğinizi düşünürsünüz. Yani aslında herşey beyindeki duyu merkezlerinde olup bitmektedir, ama siz tüm bu algılarınızın somut bir varlığı olduğunu zannedersiniz. Oysa bu noktada yanılırsınız, çünkü beyninizde algıladığınız hislerin kafatasınızın dışında bir varlığı olduğunu düşünmek için hiçbir deliliniz yoktur. Eğer beyninize giden görme sinirlerini kesseniz, bir anda görüntü yok olur. Aynı şekilde işitme sinirlerinde bir problem olsa, dışarıda var olduğunu zannettiğiniz ses de bir anda kesilir. (Makaleler-II, Maddenin Ardındaki Muhteşem İlim, s. 112-113)
Gördüğümüz, tattığımız, kokladığımız, duyduğumuz, hissettiğimiz herşey sadece beynimizdeki algılardan ibarettir. |
Günümüzde bilim adamlarının son bilimsel bulgular ışığında vardıkları ilginç bir gerçek vardır: Dünyamız gerçekte zifiri karanlıktır. Çünkü bugün artık bilinmektedir ki, ışık tamamen subjektif bir kavramdır; yani insanların beyninde bir algı olarak oluşur.
Gül bahçesine bakan bir kişi, aslında güllerin beynindeki algısıyla muhataptır, aslıyla değil. |
Gerçekte dış dünyada ışık yoktur. Ne lambalarımız, ne araba farları, ne de en büyük ışık kaynağımız olarak bildiğimiz Güneş gerçekte ışık saçmaz. "Işık" dediğimiz algıya kaynaklık eden fotonlar, gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düştüklerinde buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte fiziksel birer parçacık olan fotonları "ışık" olarak algılarız. Eğer gözümüzdeki hücreler fotonları "ısı parçacıkları" olarak algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak, cisimlere baktığımızda onların sadece "sıcak" veya "soğuk" olduklarını hissedecektik.
13. Kat filminde, Douglas Hall adındaki karakter, simülasyonla 1937 yılına ait yapay ortama bağlanıp döndükten sonra, ortamın gerçekçiliğini şöyle dile getirmektedir:
Whitney : Işıklandırma nasıl? Dokular...
Douglas Hall : Renklendirmeyle biraz daha uğraşmak lazım, ama birimler fark etmiyorlar.
Whitney : Nasıllar?
Douglas Hall : Sen, ben kadar gerçekler.
Filmde dile getirilen gerçek aslında doğrudur. Işık ve renk gibi özellikler de yapay sinyaller aracılığıyla son derece gerçekçi olarak algılanabilmektedir. Bu konuyla ilgili kitaplarımızda yer alan açıklayıcı örneklerden birkaçı şöyledir:
... kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir... Karşımızda bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olmaz. Mumun ışığını gördüğümüz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır. Kapkaranlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz. (Evrim Aldatmacası, II. baskı, s. 200)
Bilindiği gibi beynimiz kafatasımızın içinde korunur ve kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani kafatasımızın içi zifiri karanlıktır. Ama biz bu zifiri karanlıkta masmavi denizleri, yemyeşil ağaçları, rengarenk çiçekleri, güneşin pırıltılarını ve renklerin her tonunu görebiliriz. Bu, son derece ilginçtir ve üzerinde düşünülmesi gerekir. Eğer biz varlıkların bizim dışımızdaki hallerini görüyor olsaydık, bu dışarıdaki görüntünün ışıltısını, renklerini, pırıltısını asla göremezdik. Çünkü bu pırıltılar ve ışıklar kafatasımıza takılacak ve beynimizdeki görme merkezine asla ulaşamayacaktı. Öyle ise biz bu pırıltıları, Ay'ın ve Güneş'in ışığını, salonumuzdaki avizenin parlaklığını nasıl görebiliyoruz? Işığın asla ulaşamadığı beyinde ışıklı görüntüler nasıl oluşuyor? (Makaleler-II, Maddenin Ardındaki Muhteşem İlim, s. 112-113)
Gerçekte, beynimizin dışında, bizim tanıdığımız anlamda ışık da yoktur. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız ışık, yine beynimizde oluşur. Dış dünyada, yani beynimizin dışında ışık olarak tanımladığımız şey, elektromanyetik dalgalar ve fotonlardır (fotonlar tanecik şeklindeki enerjidir). Bu elektromanyetik dalgalar veya fotonlar, retinayı uyardığında, bizim bildiğimiz "ışık" oluşur. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 25)
Sonuç olarak, ışık gözümüze gelen bazı elektromanyetik dalgaların veya parçacıkların bizde oluşturduğu etki ile meydana gelmektedir. Yani dışarıda, beynimizdeki görüntüyü oluşturacak bir ışık da yoktur. Sadece bir enerji vardır. Ve bu enerji, gözümüze ulaştığında biz rengarenk, ışıl ışıl, parlak, aydınlık bir dünya görürüz. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 26)
Işık algısında olduğu gibi renkler de beynimizde oluşur. Güneşten gelen fotonlar (fotonlar tanecik şeklindeki enerjidir) bir cisme çarptıklarında, her cisim bu fotonları farklı dalga boyunda yansıtır. Bu farklı dalga boylarındaki fotonlar göze ulaştığında, retina bölgesinde elektrik sinyaline dönüştürülürler. Daha sonra bu elektrik sinyalleri beynin görüntü merkezine ulaştırılır. Burada bulunan sinir hücreleri elektrik sinyallerini "renk" olarak algılarlar. Ancak gerçek dünyada ne ışık, ne de renk vardır. Bu, beynimizin kişisel, bize özel bir yorumudur. Gözün yapısındaki bir hata, ya da diğer canlılardaki gibi gözün yapısındaki bir farklılık, gelen fotonların farklı elektrik sinyallerine dönüştürülmesine ve aynı cismin çok farklı şekillerde algılanmasına sebep olacaktır.
Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, |
---|
|
Bu konuyla ilgili eserlerimizdeki anlatımlardan bazıları şunlardır:
Biz doğduğumuz andan itibaren çevremizde renkli bir dünya görür, rengarenk bir ortamla muhatap oluruz. Oysa evrende tek bir renk dahi yoktur. Renkler beynimizin içinde oluşur. Dışarıda sadece farklı dalga boylarına sahip elektromanyetik dalgalar vardır. Gözümüze ulaşan, bu farklı dalga boylarındaki enerjidir. Yukarıda da belirtildiği gibi biz buna ışık deriz, ancak bu bizim bildiğimiz anlamda parlak, aydınlık bir ışık değildir, sadece bir enerjidir. Beynimiz, bu farklı dalga boylarına sahip enerjiyi yorumladığında biz bunları "renkler" olarak görürüz. Oysa ne denizler mavi, ne çimenler yeşil, ne toprak kahverengi, ne de meyveler renklidir. Onlar, sadece beynimizde öyle algıladığımız için öyledirler. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 26)
... Hem renkler hem de ışık sadece bizim beynimizdedir. Yani biz bir gülü kırmızı olduğu için kırmızı renkte görmeyiz. Bizim bir gülü kırmızı görmemizin nedeni, retinamıza çarpan enerjinin, beynimiz tarafından kırmızı olarak yorumlanmasıdır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 31)
Renk körlüğü, renklerin beynimizde oluştuklarının önemli delillerindendir. Bilindiği gibi gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Bu durumda birçok insan yeşil ile kırmızıyı birbirinden ayırt edemez. Bu durumda dışarıdaki nesnenin "renkli" olup olmaması önemli değildir. Çünkü biz nesneleri onlar renkli olduklarından dolayı renkli görüyor değiliz. Burada varmamız gereken sonuç şudur: Varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyada" değil beynimizdedir. Bizler hiçbir zaman algılarımızı aşıp, dışarıya ulaşamayacağımız için maddelerin ya da renklerin varlığını da bilemeyiz. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 28-29)
Birçok insan koklamak üzere çiçeklere yaklaştığında, çiçeklerin kokusunu burnuyla alacağını zanneder. Halbuki diğer tüm algılarımızda olduğu gibi koku da beynimizin bir yorumudur. Koku algımızın işleyişi de diğer duyu organlarımızın işleyişine benzer. Örneğin çiçeğe ait koku molekülleri burun kanalından içeri girdikten sonra, epitelyum bölgesindeki alıcılar tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Bir dizi işlemden sonra beyne ulaşan bu sinyaller, beyindeki koklama merkezlerinde papatya, gül, karanfil ya da bir başka çiçeğin kokusu olarak algılanır. Aynı şekilde yapay yollarla beyninize ilgili sinyaller gönderilmiş olsa, bu çiçekler ortada yokken de kokularını duymanız mümkün olurdu.
Nitekim 13. Kat filminde de simülasyon ortamındaki karakterler, kokuları da çok inandırıcı bir şekilde hissedebilmektedirler. 1937 yılında bir kitapçı olarak yaşayan Mr. Grierson, filmdeki yaşlı karakter Hannon Fuller'e benzetilerek yapılmış hayali bir karakterdir. Hannon Fuller, simülasyon sistemine bağlandığında bu kişinin sanal ortamdaki bedenini kullanarak, bu yılın ortamında vakit geçirmektedir. 1937 yılının müziklerini dinlemekte, o dönemin danslarını izlemekte ve o dönemden sosyal bir çevre edinmektedir. Ancak, sistemden çıktığında kullandığı beden, programın gereği olarak yine eski hayatına devam etmektedir. Dolayısıyla 1937 yılına ait simülasyon ortamındaki kitapçı Mr. Grierson, o süre içinde neler yaşadığını tam olarak hatırlayamamakta ve hatırladıklarının da hayal olduğunu düşünmektedir. Bir konuşmasında koku ile ilgili şunları söyler:
Mr. Grierson : Uyandığımda bile üzerimde hala parfüm kokusunu duyuyorum.
Douglas Hall : Gerçek mi hayal ürünü mü?
Filmin yukarıdaki sahnesinden de anlaşılacağı gibi gerçekte parfüm kokusu olmadığı halde, bilgisayar aracılığıyla yüklenen bilgiler sayesinde oyuncular kokuyu da gerçekçi olarak algılayabilmektedirler. Bu konuda açıklayıcı olabilecek kitaplarımızdan birkaç yorum şöyledir:
Koku alma merkezinizde oluşan etkileri, dışarıdaki maddelerin kokusu zannedersiniz. Oysa bir gülün görüntüsü nasıl ki görme merkezinizin içindeyse, o gülün kokusu da aynı şekilde koku alma merkezinizin içindedir... (Evrim Aldatmacası, II. baskı, s. 205)
Kokunun bir algı olduğunu anlamak için rüyaları düşünmek de faydalı olabilir. İnsanlar rüyalarında nasıl tüm görüntüleri son derece gerçekçi bir şekilde görebiliyorlarsa, aynı şekilde rüyalarında bütün kokuları da gerçekte olduğu gibi hissederler. Örneğin rüyasında restorana giden bir kişi, yemeğini menüdeki yiyeceklerin kokuları arasında yemekte, deniz kenarına gezintiye çıkan biri denizin kendine has kokusunu duymakta, papatya bahçesine giren birisi o mükemmel kokulardan haz duymaktadır. Ya da bir başkası parfümeri mağazasına girip kendisine parfüm seçebilmekte ve hatta tek tek bu parfümlerin kokusunu ayırt edebilmektedir. Herşey öylesine gerçekçidir ki kişi, uykusundan uyandığında bu duruma şaşırabilmektedir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 36)
İlk kez bir sinema perdesi gören insanlar, karşılaştıkları üstün teknoloji sayesinde, gördükleri nesnelerin "gerçek" olduğunu zannetmişler ve üzerlerine doğru gelen tren görüntüsü karşısında paniğe kapılmışlardır. Günümüzde bu etki, hologram (üç boyutlu görüntü) oluşturan özel gözlükler sayesinde elde edilebilmektedir. Bu gözlüğü takan insanlar, gördükleri hayali görüntünün gerçek olduğu hissine kapılmakta ve korku, heyecan gibi tepkiler vermektedirler. Bu kişiler sanal bir görüntü ile muhatap olduklarını bildikleri halde, yine de özel olarak oluşturulan bu gerçekçi ortama kapılmaktan kendilerini alamamaktadırlar.
Bu durum, teknik kalitenin kusursuzluğundan ötürü "gerçek dünya" olarak kabul ettiğimiz hayatımız için de söz konusudur. Nitekim 13. Kat adlı filmde de teknik mükemmelliğin aldatıcılığına dikkat çekilmiştir.
Filmde 1937 yılında Ashton adıyla anılan karakter, simülasyon sisteminin kurucularından Hannon Fuller'ın yazdığı ve okumaması gereken bir mektubu okuyarak aslında sanal bir dünyada yaşadığını öğrenir. O ana kadar yaşadıklarının hiçbir gerçekliği olmadığını öğrendiğinde önce bunun bir şaka olduğunu düşünür, ancak daha sonra kendileri için oluşturulan bu özel mekanın bir sonu olduğunu gördüğünde öfkeye kapılır. Ancak verdiği tepkilerin hiçbiri sanal bir dünyada yaşadığı gerçeğini değiştiremez. Bir yandan sistemin kurucularından Douglas Hall'dan gerçekleri anlatmasını isterken, bir yandan da saldırgan tepkiler vermeye devam eder. Aralarında geçen konuşmalar şöyledir:
Ashton : Ben okuduğumda şaka sanmıştım. Dünya bir yalan. Zayıf bir olasılık! Ama ben aptal değilim, Bay Hall... "Dünyanın sonuna gitme" hakkında yazanları okudum.
Douglas Hall : Ne yazıyordu?
Ashton : Mektupta yazanı aynen yaptım. Hiç gitmeyeceğim bir yer seçtim. Tuscon'a gitmeyi denedim. Nedense orayı seçtim. Hiç taşraya gitmemiştim. Arabayı alıp, şehir dışına çıktım. Çölde, 80 km'nin üstünde gidiyordum. Bir süre sonra, yolda sadece ben kalmıştım. Benim dışımda sıcak ve toz vardı. Mektupta ne diyorsa yaptım: "Yol işaretlerini izleme ve hiçbir şekilde durma. Barikatlarda bile." Ama artık şehre yaklaşıyor olmam gerekirken, bir terslik hissettim. Hiçbir hareket ve canlı yoktu. Sakinlik ve sükunet hakimdi. Ve arabadan indim. Ve gördüğüm şey, korkudan, yüreğimi titretti. Doğruydu. Herşey yalandı. Gerçek değildi.
Douglas Hall : Fuller bana neden simülasyonun sınırlarını yazsın? Ben onları biliyorum.
Ashton : Soruları ben soruyorum! Nedenini bilmek istiyorum... Şimdi bana neyin gerçek olduğunu göstermeni istiyorum. Bu gerçek mi? (ateş ediyor) Bu, gerçek kan mı?
Ashton, bulunduğu mekanın aslında sanal bir dünya olduğunu öğrendiğinde, bu gerçeği kabullenmek istemez. Hatta bunu ispatlamak için Douglas Hall'a ateş ederek, bacağından akan kanın gerçek olup olmadığını sorar. Halbuki bir kimse yaralandığında da değişen bir durum yoktur. Çünkü bu kişinin bacağından akan kan, duyduğu acı veya korku hislerinin hepsi birer algıdır. Dolayısıyla bir kimsenin korku, acı gibi hisleri yaşaması da dışarıda maddi bir dünyanın varlığına delil olarak sunulamaz.
Bu durum bizim için de geçerlidir. Biz beynimizde seyrettiğimiz algıların maddesel karşılıkları olduğunu hiçbir zaman ispatlayamayız. Bu algıların "yapay" bir kaynaktan gelip gelmediklerini, ya da dış dünyada maddesel bir karşılıkları olup olmadığını tespit etmemiz mümkün değildir. Çünkü ne yaşarsak yaşayalım biz beynimizin dışına asla çıkamayız.
Resimdeki sinekkuşu bu kuşa bakan kişi için yalnızca algılarının bir toplamıdır. Kuş bu kişinin zihninin içinde çizilir, |
Bu konuda düşünmeden itiraz getiren bir kısım kişiler, "bir kamyonun önüne çıkan bir kimse, kamyon çarpınca o zaman madde hayal mi değil mi anlar" gibi açıklamalarda bulunurlar. Halbuki kamyon çarptığında da herşeyi beynimizde yaşarız. Çünkü kamyonun görüntüsü gibi, çarpma hissi de, kamyondan kaçmak için yaşanan korku da beyinde yaşanan algılardır. Aynı şekilde biri size tokat atacak olsa, elinin kuvvetini, yüzünüzde oluşan acı hissini, kızarıklığı da hep beyninizde yaşarsınız.
Bu konuyla paralel olarak kitaplarımızda anlattığımız örneklerden birkaçı şöyledir:
İtiraz: "Madde beynimin dışında vardır. Bıçağı biraz kaydırdığımda elimde hissettiğim acı, sızlama, elimden akan kan bir görüntü değil. Ayrıca bunu yanımdaki arkadaşım da gördü."
Cevap: Bu itirazı getirenlerin en önemli yanılgısı, görüntü dışında ses, koku, dokunma gibi diğer hislerin de beyinde oluştuğunu göz ardı etmeleridir. Bu nedenle "bıçağı beynimde görüyor olabilirim, ama bıçağın keskinliği bakın gerçek, çünkü elimi kesti" demektedirler. Oysa bu kişinin elindeki acı, akan kanın verdiği sıcaklık ve ıslaklık hissi ve tüm diğer algıları yine beyninde oluşur. Yanındaki arkadaşının bu olaya şahit olması bu gerçeği değiştirmez, çünkü arkadaşı da, bıçakla aynı yerde yani beynindeki görme merkezinde oluşmaktadır. Bu kişi aynı hisleri, bıçakla elini kestiğini, elindeki acıyı, kanın görüntüsünü ve sıcaklığını aynısı ile rüyasında da yaşayabilir. Elini kestiğini gören arkadaşını da yine rüyasında görür. Ama arkadaşının varlığı, bu rüyada gördüklerinin maddesel karşılıkları olduğunun bir kanıtı olmaz.
Hatta rüyasında elini kestiği sırada biri gelip, "bu gördüklerin bir algı, bu bıçak gerçek değil, elinden akan kan, hissettiğin acılar da gerçek değil, bunların hepsi şu an zihninde izlediğin olaylar" dese, kişi buna inanmayacak ve yine itiraz edecektir. Hatta belki "Ben materyalistim. Böyle iddialara inanmam. Şu anda gördüklerimin hepsinin maddesel gerçekliği var, bak kanı görmüyor musun?" diyecektir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s.181-182)
... maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki kopyaları ile muhatap olur. (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s. 49)
... bilgisayardan beyninize, kendi görüntünüze ait elektrik sinyalleri de gönderebiliriz. Örneğin bir masada otururken algıladığınız bütün görme, işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda oturmakta olan bir iş adamı sanacaktır. Bilgisayardan gelen uyarılar devam ettikçe de bu hayali dünya devam edecektir. Yalnızca bir beyinden ibaret olduğunu ise hiçbir şekilde anlayamayacaktır. Çünkü beynin içinde bir dünya oluşması için beyindeki ilgili merkezlere gerekli uyarıların ulaşması yeterlidir. Bu uyarılar yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olabilir. (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s. 28)
Aşağıdaki diyalogda ise Douglas Hall'un simülasyondan bağlantısının kesilmesiyle gerçek yaşantısına dönüşü aktarılmaktadır. Arkadaşı Whitney, sanal dünyada Ashton kimliğiyle kendisini öldürmeye çalışmaktadır. Douglas Hall, bulunduğu sanal dünyada öylesine gerçekçi bir korku yaşamaktadır ki, gerçek hayatına döndüğünde dahi hala nefes nefese kendini savunmaya çalıştığı görülmektedir. Hatta kendini korumak için arkadaşı Whitney'e yumruk atmaktadır.
Douglas Hall : Beni öldürmeye çalıştı.
Whitney : Kim?
Douglas Hall : Ashton. Bu dünyanın gerçek olmadığını öğrendi. Bu proje, bu deney. İnsanların hayatlarıyla oynuyoruz!
Whitney : Şimdi saçmalıyorsun. Kötü bir yolculuk yaptığını biliyorum ama...
Douglas Hall : "Kötü bir yolculuk" mu? Bu insanlar gerçek. Senin, benim kadar gerçekler.
Whitney : Evet, onları böyle tasarladığımız için. Sonuçta hepsi bir avuç elektronik devre.
Bu konuşma ve sahnelerde de görüldüğü gibi bir insanın gerçek olmayan bir ortamı, gerçek hayatı zannederek yaşaması mümkündür. Douglas Hall, sistemi tasarlayan kişilerden biri olmasına ve arkadaşı Whitney de gördüğü insanların elektronik devreden başka birşey olmadığını hatırlatmasına rağmen, bu duruma inanmakta güçlük çekmektedir. Söz konusu kişiler yaptıkları sistemin gerçeğe benzerliği hakkında tartışırken, aslında kendileri de yapay bir sisteminin içinde yaşamaktadırlar. Ancak o sırada haberleri olmadığı için, içinde bulundukları dünyayı gerçek zannetmektedirler.
Kitaplarımızda da yapay uyarılarla gerçek bir ortamda yaşadığını düşünmenin mümkün olduğuna dair pek çok anlatım vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
... günümüz teknolojisi ile, yapay uyarılar ile yapay görüntüler, diğer bir deyişle yapay bir dünya oluşturmak mümkündür. Bu yapay görüntülerin gerçeklerinden hiçbir farkı olmadığı, deneyen kişiler tarafından ifade edilmektedir. O halde, biz de her an gördüğümüz "yaşam görüntüsü"nün, dışarıda asıllarının mutlaka var olduğunu ve muhatap olduklarımızın da bu "asıllar" olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü bu algılarımızın nedeni çok daha farklı bir kaynak olabilir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 72)
Beyne giden sinirler kesildiğinde beyinde hiçbir görüntü oluşmayacaktır. Bu durumda insanın, "dışarıda gördüğüm görüntülerin asılları var" demesinin hiçbir anlamı kalmayacaktır, çünkü bu asılları "varsalar bile" hiçbir zaman göremeyecektir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 180)
Filmin sonlarına doğru izleyenler şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşmaktadır. Sistemi tasarlayan ve simülasyona bağlanarak sanal dünyalarda yaşam süren oyuncuların asıl bedenleri 2024 yılındadır. Douglas Hall'un 1999 yılında Los Angeles'ta geçtiğini düşündüğü yaşamı da aslında bir hayaldir. Yani hayal içinde hayal yaşanmaktadır.
Bu durumu rüyanın içinde rüya görmeye de benzetebiliriz. Rüyada da hiçbir maddesel gerçeklik olmamasına rağmen son derece gerçekçi duygular yaşayabilir, hatta günlük hayatımızın bir parçası olarak uyuyup uyandığımızı zannedebiliriz. Hatta rüyamızın içinde gördüğümüz rüyanın ne kadar gerçekçi olduğunu, rüyamızdaki arkadaşlarımıza anlatabiliriz.
Sonuç olarak yapay sinyallerle hayal gördüğümüz, sonra da bunun farkına vardığımız hissini yaşayabiliriz. Filmde bu tür bir gerçekle karşılaşan Douglas Hall, bu durumun şaşkınlığını üzerinden atamamaktadır.
Douglas Hall : Bunun gibi kaç tane simülasyon dünyası var?
Jane Fuller : Binlerce… Ama seninki, simülasyon içindeki simülasyon olan tek dünya. Hiç ummadığımız bir şey.
İş yerinde uyuya kalan bir kişi, rüyasında kendisini sahilde uyurken, sahilde uyurken de kendisini çocuğuyla birlikte vakit geçirirken görebilir. Diğer bir deyişle rüyasının içinde rüya görebilir, maddesel hiçbir gerçeklik olmamasına rağmen... |
Bazı insanların kendi bedenlerine dokunuyor olmaları, parmaklarını kestiklerinde acı hissetmeleri, sahip oldukları bedenin bazı ihtiyaçlarını karşılıyor olmaları bu insanlara kendi bedenlerinin maddi gerçekliği ile muhatap oldukları hissini verebilir. Oysa, tüm diğer varlıklar gibi insanın kendi bedeni de bir algıdır ve insanın kendisi, kendi bedeninin maddi gerçekliğine asla ulaşamaz. Örneğin insanın parmağını kestiğinde duyduğu acı, yine bir algıdır. Veya acıkıp da yemek yediğinde duyduğu tokluk hissi yine bir algıdır. İnsanın beynine dışarıdan verilecek olan suni uyarılar bu tokluk hissini yemek yemeden de meydana getirebilecektir. Bu yüzden insan hiçbir zaman kendi bedeninin maddi bir gerçekliği olduğundan emin olamaz. Acıları hisseden, dokunan, bu yazıyı okuyarak anlayan, kişinin ruhudur.
Bu konuyu farklı bir açıdan da düşünebiliriz: Şu an okuduğunuz kitap sizden yaklaşık 30 cm kadar uzakta görünür. Etrafınızda duvar, pencere ve kapı bulunması, yerden belli bir yükseklikte sandalye üzerinde oturuyor olmanız, önünüzde masa bulunması size bedeninizin odanın içinde bir yerde olduğu hissini verebilir. Halbuki kendinizi algıladığınız dünyanın ortasına koymanız, yine size zihninizin oluşturduğu bir illüzyondur. Bu yanılgının doğal bir sonucu olarak da dünyanın içinde olduğunuz hissini yaşarsınız. Halbuki gerçek tam tersidir; herşey sizin içinizdedir.
Yandaki karelerde simülasyonun içinde bir simülasyon karakteri olan Ashton, gerçekleri öğrendikten sonra Douglas Hall'la konuşmaktadır. Ashton senelerce gerçek zannederek bir hayali yaşamış olmanın şaşkınlığını yaşamaktadır. Ancak bu sanal ortamı kuran Douglas Hall da aynı hisleri paylaşmaktadır; çünkü o da başka bir sanal alemin parçasıdır.
Douglas Hall : Hayır Ashton... Ben de aynı senin gibiyim. Bir yığın elektrik devresi.
Ashton : Ne demek istiyorsun?
Douglas Hall : Hepsi duman ve ayna. Tıpkı senin dünyandaki gibi Ashton. Bilgisayar simülasyonundan başka bir şey değiliz.
Ashton : Ama mektupta— Herşey sahte miymiş?
Douglas Hall : Mektup bana yazılmıştı. Fuller benim dünyamdan bahsediyordu.
Ashton : Peki, sen ne diyorsun? Bu dünyanın üstünde başka bir dünya olduğunu mu söylüyorsun?
Douglas Hall : Evet.
Ashton : Anlamıyorum.
Douglas Hall : Fuller çözmüştü.
Maddesel gerçekliği olmayan bir ortamda, hayali bir bedenle yaşadıklarını fark eden oyuncular, gördükleri, yaşadıkları hiçbir şeyin kendilerinden olmadığını anlarlar. Filmin bir başka sahnesinde bu konu ile ilgili şu ifadeler geçmektedir:
Douglas Hall : ... Bunların hiçbiri gerçek değil. Fişi çektiğinde, ben kaybolurum. Söylediğim hiçbir şeyin, yaptığım hiçbir şeyin anlamı kalmaz...
Filmde simülasyonun bir parçası olduklarını keşfeden karakterler, tüm yaşadıklarının kendi etkileri dışında geliştiğini, herşeyin, içinde bulundukları sanal dünyayı oluşturan kişinin kontrolünde olduğunu anlarlar.
Bizim içinde bulunduğumuz durum da filmdeki oyuncuların konumu ile benzerlikler taşımaktadır. İçinde yaşadığımız dünyada herşey Allah'ın kontrolündedir ve her türlü detay imtihanın parçası olarak yaratılmıştır. Hayatı boyunca gördüğü tüm olayları, duyduğu tüm sesleri Allah'ın, beyninde bir görüntü olarak yarattığını bilen bir insan, korkmak, boş yere sıkılıp üzülmek, paniğe kapılmak yerine, hepimizin Yaratıcısı olan sonsuz merhametli ve şefkatli olan Allah'a tevekkül eder.
... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. |
---|
|
Bu konu ile bağlantılı kitaplarımızdaki şu yorumları hatırlatmak yerinde olacaktır:
İnsanların hayatları boyunca yaşadıkları tüm zorluk ve sıkıntı sebebi olaylar da, gerçekte beyinlerinin içinde meydana gelmektedir. Bu gerçeği bilen bir insan karşılaştığı her olaya güzel bir sabırla sabır gösterir. Allah'ın herşeyi hayırla yarattığını bilir ve tevekküllü olur. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 117)
… Allah her insana sanki olayları değiştirmeye, kendi karar ve seçimine göre hareket etmeye imkanı varmış gibi bir his verir. Örneğin insan, su içmek istediğinde bunun için "kaderimde varsa içerim" diyerek oturup beklemez. Bunun için kalkar, bardağı alır ve suyunu içer. Gerçekten de kaderinde tespit edilmiş bardakta, tespit edilmiş miktarda suyu içer. Ancak, bunları yaparken kendi iradesi ve isteği ile yaptığına dair bir his duyar. Ve hayatı boyunca bu hissi her yaptığı işte yaşar. Allah'a ve Allah'ın yarattığı kaderine teslim olmuş bir insan ile bu gerçeği kavrayamayan bir insan arasındaki fark şudur: Teslimiyetli olan insan, kendi yaptığı hissini yaşamasına rağmen, bunların tümünü Allah'ın dilemesi ile yaptığını bilir. Diğeri ise, her yaptığını kendi aklı ve gücü ile yaptığını zannederek yanılır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 144-145)
… Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır ve O'nun tecellisidir. Tek mutlak varlık Allah'tır ve Allah'ın yarattığı diğer varlıklar mutlak değildir, birer görüntüdür. Allah'ın yarattığı görüntüleri seyreden "ben"ler, yani insanlar, Allah'tan birer ruhturlar.
Bu ilim ve bu büyük sır kavrandığı takdirde insanların bilinçleri keskin bir netliğe kavuşacak, üzerlerindeki manevi pus ortadan kalkacaktır. Anlayan herkes Allah'a gönülden teslim olacak, Allah'ı çok sevecek ve O'ndan çok korkacaktır... Bu çarpıcı gerçeği anlayanlar yeni bir bakış açısı kazanacak, yepyeni bir hayata başlayacaklardır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 101)