Hicri 13. yüzyılın müceddidi Bediüzzaman eserlerinde, Hz. Mehdi’nin gelişi ve İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılması konusunda tüm Müslümanlara yol gösterici nitelikte önemli açıklamalarda bulunmuştur. Ancak kimi çevreler tarafından, Bediüzzaman'ın eserlerinde geniş yer verdiği “Mehdiyet konusundan aleni şekilde bahsedilmesinin pek çok açıdan yanlış ve sakıncalı olacağı” dile getirilmektedir.
Oysa ki “Mehdiyet meselesi gizlenmesi, örtbas edilmesi değil; müjdelenmesi gereken bir konudur”. Hz. Mehdi'nin gelişi bizzat Peygamberimiz (sav) tarafından müjdelenmiştir ve Peygamberimiz (sav)'in bu konuda mütevatir olarak kabul edilen çok sayıda hadisi vardır. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde “Hz. Mehdİ İle müjdelenİn. O Kureyş’ten ve Ehl-i Beyt’imden bir kişidir.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13) sözleriyle, bu konunun Müslümanlar için bir müjde olduğunu bildirmiştir. Bir başka hadisinde ise Peygamberimiz (sav) “Mehdi zuhur eder, herkes sadece O’ndan konuŞur, O'nun sevgisini içer ve O'ndan baŞka bİr Şeyden bahsetmezler.” (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, sf.33) sözleriyle Hz. Mehdi'nin ortaya çıkacağı dönemde herkesin bu mübarek şahıstan bahsedeceğini haber vermiştir. Peygamberimiz (sav)'in bildirdiği bu hadisler günümüzde gerçekleşmeye başlamıştır ve herkes Hz. Mehdi'den bahsetmektedir.
Bediüzzaman da eserlerinde bu konuya geniş yer vermiş, yüzlerce sayfa boyunca bu konuyu detaylarıyla birlikte açıklamıştır. Çok açıktır ki eğer bu konunu gizlenmesi gerektiğini ya da okunmasının gereksiz olduğunu düşünseydi, bu husustaki açıklamalarını risalelere koymazdı. Nitekim sakıncalı bir konu olduğunda Bediüzzaman eserlerinde bunun “mahrem” olduğunu ve yayınlanmaması gerektiği için risalelere konmadığını çeşitli yerlerde ifade etmiştir. Bediüzzaman'ın bu açıklamalarından biri şöyledir:
Risaleler ise, o gibi risalelere mahrem demişiz... neşrini men'etmişiz... (Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaları, s.187)
Bediüzzaman'ın da söylediği gibi, gizli olan yayınlanmaz. Ancak Mehdiyet konusunda bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Bediüzzaman Hz. Mehdi'nin gelişini yüzlerce sayfa boyunca açıklayarak bu konuya aleniyet getirmiş ve bunun gizlenecek bir mesele olmadığını açıkça ifade etmiştir. Nitekim yıllardır risalelerin milyonlarca insan tarafından okunuyor olması da bu konunun gizli değil, aleniyete dökülmüş bir konu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Ancak Bediüzzaman'ın bu konuya bakış açısı son derece açık olduğu halde, bu yanlış düşünce, Bediüzzaman'ın sözlerine birtakım yanlış anlamlar yüklenerek desteklenmeye çalışılmaktadır. Bu amaçla öne sürülen ve yanlış yorumlanan Bediüzzaman'ın sözlerinden biri şöyledir:
Kardeşlerimin ikinci iltibası (yanlışlığı): Fâni (geçici) ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bâzı cihetlerle (yönleriyle) birinci vazifede pişdarlık(öncülük) eden Nur Şâkirdlerinin (talebelerinin) şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas(yanlışlık, karıştırma) da Risale-i Nurun hakikî ihlâsına ve hiçbir şey'e, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette (yönden) zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de (siyaset ehlini de) evhama (kuruntuya, vehime, olmayan bir şeyi olur zannı ile endişeye) düşürüp Risale-i Nur’un neşrine (yayınlanmasına, dağıtılmasına, duyurulmasına) zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevi zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâki (ebedi) hakikatlar, fâni (geçici) ve âciz ve sukut edebilir (kusur işleyebilen) şahsiyetlere bina edilmez. Elhâsıl (netice olarak): O gelecek zâtın ismini vermek, üç vazifesi birden hâtıra geliyor, yanlış olur. Hem hiçbir şey'e âlet olmayan Nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn (ilmi irfanı az olan müminlerin) nazarında hakikatların kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye (yakin derecesinde bilinenen, red ve inkar için itiraz kabul edilemeyecek surette gerçekleri ispat eden kesin delil) dahi kazâyâ-yı makbûledeki (kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia, itimad edilir zatların söyledikleri ve bu itimada binaen kabul edilen) zann-ı galibe inkılâb eder (hakikate yakın kuvvetli kanaate dönüşür), daha muannid dalâlete (inatçı delile, işarete) ve mütemerrid zındıkaya (inatçı, dikbaşlı, kibirli dinsizliğe) tam galebesi (galibiyeti, üstünlüğü), mütehayyir (şaşkınlık içerisindeki) ehl-i îmanda görünmemeye başlar; ehl-i siyaset evhama (kuruntu ve endişeye) ve bir kısım hocalar itiraza başlar.Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip (uygun) görülmüyor. Belki müceddiddir, onun pişdarıdır (öncüsüdür), denilebilir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.10)
Bediüzzaman'ın bu sözünde anlattığı gerçekler çarpıtılmakta ve “Hz. Mehdi meselesinden alenen bahsedilmesinin son derece zararlı olacağını söylediği” öne sürülmektedir. Oysa ki bu düşünce tümüyle yanlış bir yoruma dayanmaktadır. Zira Bediüzzaman bu sözünde anlattıklarını kendi yaşadığı döneme yönelik olarak açıklamıştır. Bediüzzaman talebelerinin kendisine Mehdilik konusunda bir hüsnü zan beslediklerini ancak bunun, “karıştırmadan kaynaklanan bir yanlışlık olduğunu” dile getirmektedir. Bu sebeple de kendisi için, “bu şekilde söylemeyin; böyle bir Mehdilik iddiasında bulunmayın” demektedir. Ancak dikkat edilirse Bediüzzaman burada“Mehdilik konusundan bahsetmenin değil; ‘yanlış bir kanaate dayalı olduğu için kendisine yönelik olarak Mehdi iddiasında bulunulmasının’ sakıncalı ve zararlı olacağından” bahsetmektedir. O dönem için Bediüzzaman'a yönelik böyle yanlış bir düşüncenin gündeme getirilmesinin ihlası zedeleyebileceğini, bazı siyasilerin tedirginliğine neden olabileceğini, Risale-i Nur’un neşredilmesine zarar verebileceğini ve Risale-i Nur’un inkar edenlere karşı elde edeceği galibiyetinin yarım kalacağını hatırlatmaktadır. Bediüzzaman böyle yanlış bir hüsnü zanda bulunulmasının Mehdiyet konusunda yanlış bir “zannı galip” (gerçeğe yakın kuvvetli kanaat) oluşmasına ve böylece iman ehlinin yanlış yönlendirilmesine neden olacağını; bu şaşkınlık sonucunda da bunun, Müslümanların gerçek Hz. Mehdi'yi fark etmelerine engel olabileceğini söylemektedir.
Bediüzzaman ayrıca burada kullandığı ifadelerle, kendisinin Hz. Mehdi olmadığını da pek çok kez açıkça belirtmiştir. Örneğin “ben Hz. Mehdi'nin üç görevini birden yerine getirdim” dememektedir. Dikkat edilirse kendisinin “yalnızca Hz. Mehdi'nin birinci vazifesi olan iman hakikatleri konusunda Hz. Mehdi'ye sadece öncülük ettiğini ve bunu da yalnızca bazı cihetlerde (yönlerde) yerine getirdiğini”ifade etmektedir. “O gelecek zatın ismini vermek... yanlış olur” sözleriyle “bu ismin Hz. Mehdi olmadığı halde kendisine verilmesinin yanlış olacağını ve ihlasa zarar vereceğini; bu nedenle Hz. Mehdi isminin kendisine değil, o gelecek zata verilmesini”belirtmektedir. Kendisi için ise “belki müceddid ve Hz. Mehdi'nin pişdarı yanı öncüsüdür diyebilirsiniz” demektedir.
Tüm bunların yanı sıra Bediüzzaman'ın Hz. Mehdi'nin çıkışı ile ilgili olarak verdiği tarih bilindiği gibi 2011 yılıdır. Böylesine önemli bir olayın gerçekleşmesine bu kadar az bir süre kala, bu konudan hala bahsedilmemesi ve gizli tutulacak olması elbette ki söz konusu değildir.
Bediüzzaman'ın sözleri son derece açıktır. Bediüzzaman risalelerin “avamdan havassa (ilmi az olan sıradan bir insandan, Kurani ve manevi sırlara ve hususlara vakıf bulunan, ilim, ibadet ve takva yolunda yükselmiş Evliyaullah’a) ya da bir ortaokul talebesinden bir filozofa kadar okuyan herkesin kolaylıkla anlayabileceği” (Kastamonu Lahikası, sf.70) (Şualar, sf.549)eserler olduğunubelirtmiştir. Bediüzzaman'ın bu konudaki sözlerinden bazıları şöyledir:
... Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur'aniye (Kuran hakikatleri) ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar (deliller) ile ispat eder. (Şualar, sf. 748)
... Risâle-i Nur'u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor... (Şualar, sf. 549)
Buna rağmen risaleleri yalnızca özel sırlara vakıf, özel tefsir gücü olan ve özel yeteneklere sahip bazı özel kişilerin anlayabileceğini öne sürerek, Bediüzzaman'ın sözlerine apaçık anlamından farklı yorumlar getirmek son derece yanlıştır. Bu durumda isteyen herkes Bediüzzaman'ın sözlerinden kendi bakış açısına göre yeni yanlış çıkarımlarda bulunabilecektir. Bu şekilde risaleler de, Bediüzzaman’ın gerçek sözlerini değil, bu sözleri kendi bilgi ve anlayışı içerisinde tefsir eden kişilerin düşüncelerini yansıtan eserlere dönüşecektir. Böyle bir tefsir mantığının Bediüzzaman’ın veciz ve samimi bir dille kaleme aldığı Külliyatı üzerinde nasıl bir bozucu etki oluşturacağı dikkatle değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Yaşadığı dönem içerisinde talebelerinden ve yakın çevresinden Bediüzzaman’a Mehdi olup olmadığı konusunda birtakım sorular yöneltilmiştir. Nitekim tarih boyunca benzeri sorular Bediüzzaman’dan önce yaşamış olan müceddidlere de yöneltilmiş, talebelerinden kendilerine Mehdilik iddiasıyla yaklaşanlar olmuştur. Onlar da talebelerine, Mehdi olmadıklarını; Hz. Mehdi’nin özelliklerinin kendileriyle uyuşmadığını delilleriyle birlikte açıklamışlardır. Hz. Mehdi'nin ne zaman ve nerede çıkacağını, ne gibi özelliklere sahip olacağını, mücadelesini, İslam ahlakını ne şekilde hakim kılacağını detaylarıyla tarif etmişlerdir. “Ben Mehdi değilim, çünkü Hz. Mehdi şu yaşında olacak, şuradan çıkacak, şu özelliklere sahip olacak, seyyid olacak” gibi Peygamberimiz (sav)'in hadisleri doğrultusunda birtakım yorumlarda bulunmuşlardır.
1) Açıkça kendisinin Hz. Mehdi olmadığını belirtmiş ve kendisine Mehdilik iddiasıyla yaklaşan kimselere “Mehdi olmadığını ve neden olamayacağını” eserlerinde yaptığı sayfalar dolusu izahlarla açıklamıştır.
2) Kendisine Mehdilik iddiasıyla yaklaşanlara “hüsn-ü zan eskiden beri cereyan ediyor, buna itiraz edilmez; bu nedenle ben de hüsn-ü zan besleyenlere ilişmezdim” diyerek cevap vermiş ancak bu kimselere de kendisine yöneltilen “Mehdilik iddiasını kabuletmediğini” açıklamıştır.
1) Bediüzzaman “Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğimi bütün kardeşlerim şahadet ederler” (Şualar, sf.365) demiş ve bunu risalelerde yüzlerce sayfa boyunca delillendirmiştir:
Bir konuda soru sorulduğunda Bediüzzaman'ın bu konuya ne cevap verdiği önemlidir ve kendisi Hz. Mehdi olmadığını açıkça söylemiştir. Bediüzzaman eserlerinde, “kendisinin Hz. Mehdi olmadığını” (Emirdağ Lâhikası, sf.266), “Hz. Mehdi'nin kendisinden bir yüz yıl sonra geleceğini” (Kastamonu Lâhikası, sf.57), “kendisinin Hz. Mehdi'nin bir eri, neferi ve öncüsü olduğunu” (Barla Lâhikası, sf.162), “eserleri ve yaptığı çalışmalar ile Hz. Mehdi'ye zemin hazırladığını” (Sikke-i Tasdik-ı Gaybî, sf.189) , “kendisinin ve Risale-i Nurlar’ın Mehdi sanılmasının ise bir hata ve karıştırma olduğunu” (Emirdağ Lahikası, sf.266) ifade etmiştir.
“Hz. Mehdi’nin ‘seyyid’ olacağını” (Tenvir, Şualar, sf.365), “siyaset, saltanat ve diyanet aleminde üç büyük vazifeyi birarada yerine getireceğini” (Şualar, sf.456) (Şualar, sf.590) (Emirdağ Lahikası, sf.259-260), “Peygamberimiz (sav)’in halifesi ve tüm Müslümanların manevi lideri ünvanını taşıyarak İslam ahlakının esaslarını yeniden canlandıracağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf.9),“tüm dünyaya barış ve adalet getireceğini” (Emirdağ Lahikası, sf.259) (Mektubat, sf.411-412), “‘Müceddid-i Ekber’ yani ‘en büyük müceddid’ vasfını taşıyacağını” (Tılsımlar Mecmuası, sf.168), “İslam birliğini sağlayacağını” (Emirdağ Lahikası, sf.260), “tüm İslam alimlerinin, Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelen seyyidlerin ve tüm Müslümanların desteğini alacağını” (Emirdağ Lahikası, sf.260), “Hıristiyan dünyasıyla ittifak yapacağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf.9), “Hz. İsa’yla birlikte namaz kılacaklarını” (Şualar, sf.493), “Kuran ahlakını tüm dünyaya yerleşik kılacağını ve tüm insanları doğru yola sevk edeceğini” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf.9) (Mektubat, sf.473) ayrıntılı olarak anlatmıştır.
Bediüzzaman yaşadığı dönemde “tüm Müslümanları tek bir çatı altında toplayarak İslam birliğini oluşturmamış; tüm inananların halifesi (manevi lideri) vasfını taşımamıştır”. “Tüm dünyaya adalet ve hakkaniyet getirmemiş”, “İslam ahlakını tüm yeryüzüne hakim kılmamıştır”. “Müceddid-i ekber ve Hakim vasıflarına sahip olmamış”, “tüm İslam alimlerinin, Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelen seyyidlerin ve tüm Müslümanların desteğini almamıştır.” Hayatını Kuran ahlakının tebliğine adamış, bu uğurda her türlü fedakarlığı göze almış ve çok büyük bir iman hizmeti vermiştir. Yaşadığı yüzyılın müceddidi olarak üstlendiği görevi en şerefli şekilde yerine getirmiştir. Ancak onun tebliği kuvvet ve hakimiyet içerisinde değil, maddi ve manevi açıdan gayet zor şartlarda ve benzersiz sıkıntılar içerisinde geçmiştir. Hakim konumunda olmamış; aksine baskı altına alınmış, ömrünü esaret, maddi sıkıntılar ve zorluklar altında geçirmiştir. Sayıldığı gibi geniş bir kesimin desteğini almamış; aksine çeşitli haksızlıklara uğramış, eziyetlere tabi tutulmuş, yaşamının büyük bölümünü hapis ve sürgün gibi şartlar altında sürdürmüştür. Yukarıda sayılan imkanların ve yerine getirilecek olan sorumlulukların ise, kendisinden sonraki yüzyılın müceddidi olarak Hz. Mehdi’ye nasip olacağını bildirmiştir.
Yaşadığı dönem içerisinde, yakın çevresinden Bediüzzaman'a Mehdilik konusunda hüsn-ü zan besleyenler olmuştur. Hatta Bediüzzaman talebelerinin bu yaklaşımlarını ifade eden sözlerini risalelerin çeşitli bölümlerine eklemiştir. Ancak bilindiği gibi bir konuda bir kişiye hüsn-ü zan beslenmesi, bu düşüncenin gerçeği yansıttığını gösteren bir delil değildir. Nitekim Bediüzzaman da risalelerinde bunu dile getirmiştir. “Kendisine hüsn-ü zan besleyen kimseler olabileceğini; bunun eskiden beri olduğunu, buna itiraz edilemeyeceğini; ancak gerçekte bunun bir karıştırma ve yanlışlık olduğunu” ifade etmiştir. Bediüzzaman’ın bu konuyu açıkladığı sözlerinden biri şöyledir:
... Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar (şahsi bir görüş olarak kabul ediyorlar). O şahs-ı manevînin de bir mümessili (temsilcisi), Nur şakirdlerinin tesanüdünden (talebelerinin dayanışmasından) gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili (temsilcisi) olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi (Hz. Mehdi ismini) ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas (karıştırma) ve bir sehivdir (hatadır, yanılmadır), fakat onlar onda mes'ul (sorumlu)değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu (yansıması) gördüğümden onlara çok ilişmezdim. (Emirdağ Lahikası, sf.248)
Bediüzzaman Risale-i Nur’un şahsı manevisinin ve bu eserlerin yazarı olarak kendisinin kimi zaman Hz. Mehdi olabileceğinin düşünüldüğünü, ancak bunun bir karıştırma ve hata olduğunu belirtmiştir. Bu düşünceye sahip olan kimselerin iman hakikatlerini anlatma konusu yönünde bir değerlendirme yaptıklarını, ancak Hz. Mehdi'nin diğer iki vazifesi olan “İslam birliğinin sağlanması, tüm İslam dünyasının lideri olması ve İslam ahlakının dünyaya hakim kılınmasının kendisinde görünmediği hususunu dikkate almadıklarını” söylemiştir. Bundan dolayı da Risale-i Nur’a ve kendisine yapılan Mehdilik yakıştırmasının yalnızca bir “zan”dan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Bediüzzaman kendisinin Hz. Mehdi olmadığını açıkladığı delillerden birinde “Hz. Mehdi'nin seyyid olacağını ancak kendisinin seyyid olmadığını” ifade etmiştir. Bediüzzaman'ın bu gerçeği açıkça dile getirdiği sözlerinden bazıları şöyledir:
... Hem mehdilik isnadını hiç kabul etmediğimi bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hatta Denizli’deki ehli vukuf (bilgi sahibi kişiler) eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirtleri (talebeleri) kabul edecek dediklerine mukabil (karşılık), Said itiraznamesinde demiş ki: “ben seyyid değilim Mehdi seyyid olacak” diye onları reddetmiş... (Şualar, sf.365)
Ben, kendimi seyyid (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahir zamanın o büyük şahsı Al-İ Beyt’ten (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) olacaktır. (Emirdağ Lahikası, sf.247-250)
Bediüzzaman ayrıca eserlerinde Peygamberimiz (sav)'in bir hadisini hatırlatmış; “seyyid olan bir kişinin seyyidliğini gizlemesinin Kuran ahlakına uygun olmadığını” belirterek, bu konudaki sözünün kesin olarak doğru olduğunu ifade etmiştir:
Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkar ve duhul ve huruc (isyan) haram oldukları gibi... hadis ve Kuran’da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu’dur (yasaklanmıştır). (Muhakemat, sf.52)
Eğer Bediüzzaman seyyid olsaydı, bunu gizlemesi için hiçbir sebep yoktur. Çünkü Peygamber Efendimiz (sav)'in neslinden olmak, saklanması gereken bir özellik değildir; tam aksine Müslümanlar için büyük bir şereftir. Dünya üzerinde milyarlarca seyid vardır ve her biri de kendilerine sorulduğunda bu gerçeği açıkça dile getirmektedirler. Dolayısıyla Bediüzzaman da eğer seyyid olsaydı kendisine böyle bir soru sorulduğunda “Evet seyyidim, şerifim, ama Mehdi değilim” der; kendisinin Peygamberimiz (sav)'in soyundan olduğunu ifade etmekten büyük onur duyardı. Çünkü “seyyid olduğunu kabul etmesi Hz. Mehdi olduğunu da kabul etmesini”gerektiren bir konu değildir. Ancak buna rağmen seyyid olmadığını çok açık bir şekilde pek çok kez belirtmiştir. Ayrıca Bediüzzaman risalelerde yine birçok kez “Kürt” olduğunu ifade ederek bu gerçeği delillendirmiştir (Münazarat, s.84; Tarihçe-i Hayat, s.228; Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaları, s.18). Aynı şekilde eğer kendisinin Hz. Mehdi olduğu yönünde bir kanaati olsaydı, milyonlarca kişinin okuduğu eserlerinde buna taban tabana zıt yüzlerce sayfa izah yapmaz; Hz. Mehdi'nin özelliklerinin kendisiyle uyuşmadığını ve bu mübarek zatın kendisinden sonraki dönemde geleceğini onlarca deliliyle birlikte açıklamazdı.
Bunun yanı sıra “her seyyid olan kişi, mutlaka Mehdi olacak diye bir durum da söz konusu değildir”. Dünya üzerinde milyonlarca seyyid olan insan bulunmaktadır. Bir kişinin seyyid olması Mehdi olmasını gerektirmediği için, seyyid olan her insan bu gerçeği rahatlıkla ve iftiharla dile getirmektedir. Dahası Bediüzzaman “Benim bu konudaki tek eksikliğim seyyidliğim, eğer seyyid olsaydım Mehdi olurdum” da dememiştir. Tam aksine “Hz. Mehdi'nin tüm özelliklerini, yapacağı benzersiz faaliyetleri uzun uzun açıklamış ve bunların kendi yaşadığı dönemde henüz gerçekleşmediğini belirtmiştir”.
Günümüzde İslam ülkelerinin ve tüm dünya Müslümanlarının içerisinde bulunduğu durum, Hz. Mehdi'nin yerine getireceği vazifelerin Bediüzzaman'ın döneminde gerçekleştirilmemiş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Süfyaniyet ve Deccaliyet’in etkisi, Müslüman ülkeler üzerinde tüm gücüyle hissedilmektedir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde din hürriyeti gereği gibi yaşanamamaktadır. Bediüzzaman hayatta iken ise, Müslümanların maruz kaldıkları zorluk, sıkıntı ve eziyetler ise bu derece şiddetli değildi. Bu da Hz. Mehdi gibi, Süfyan ve Deccal'in faaliyetlerinin de o dönemde henüz gerçekleşmemiş olduğunu göstermektedir. Deccal ve Süfyan ile mücadele ortamı oluşmadan Hz. Mehdi'nin vazifesini yerine getirebilmesinden bahsedebilmek ise hiçbir şekilde söz konusu değildir.
Bunun yanı sıra günümüzde tüm İslam alemi ve Müslümanlar kendi içlerinde paramparçadır. Bediüzzaman yaşadığı dönemde tüm dünya Müslümanları üzerinde birleştirici bir rol oynamamıştır. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde tüm Müslümanları birleştirici vasfını Hz. Mehdi'nin taşıyacağı bildirilmektedir. Bediüzzaman da Hz. Mehdi'nin bu özelliğini şöyle bildirmektedir:
... o zât, bütün ehl-i imanın (iman edenlerin) manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle (İslam birliğinin yardımlaşmasıyla) ve bütün ülema ve evliyanın (alimlerin ve velilerin) ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) her asırda kuvvetli ve kesretli (çok sayıda) bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla (Peygamber soyundan gelen fedakar kimselerin katılımlarıyla) o vazife-i uzmayı (büyük görevi) yapmağa çalışır. (Emirdağ Lahikası, sf.260)
Bediüzzaman bu sözünde, Hz. Mehdi'nin üçüncü görevini açıklamıştır. Buna göre, Hz. Mehdi Kuran ahlakının göz ardı edildiği bir dönemde, insanların yeniden din ahlakına yönelmesine vesile olacak, İslam birliğini kuracak ve tüm Müslümanların birleşerek ittifak halinde Hz. Mehdi'nin bu görevdeki yardımcıları olacağını bildirmiştir. Tüm Müslümanların dahil olacağı böyle geniş çapta bir ittifak ve destek, Bediüzzaman'ın döneminde gerçekleşmiş değildir. Bediüzzaman'ın da müjdelediği gibi, bu geniş kitlenin manevi yardımları, ancak ahir zamanda Hz. Mehdi ile birlikte oluşacak ve İslam ahlakının tüm dünyaya hakim kılınmasında büyük rol oynayacaktır.
Bediüzzaman “Bir Risale-i Nur talebesi olarak ben de bunlara uyuyorum” diyerek, hayatta olduğu süre içerisinde eserlerinde yazdıklarının doğruluğunu defalarca tasdik etmiştir. Risalelerin her biri, binlerce nüshası olan kitaplardır. Dolayısıyla eserlerinde açıkça “Ben kendimi seyyid bilmiyorum” diyorsa, bazı kişilerin “Bediüzzaman'ın bu açıklamaları doğru değildir; kendisi falanca gün bizi çağırmış, hem şerif, hem seyyid hem de Hz. Mehdi’yim demiştir” demeleri Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’ne karşı çok galiz bir hakaret, büyük bir zulüm ve iftira olur. Zira bu, Bediüzzaman gibi değerli ve üstün ahlaklı bir şahsın bu konuda yazdıklarının “yalan” olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Yüzlerce sayfa boyunca yazdıklarının aksine, Bediüzzaman'ın “-yalnızca iki üç kişiye- tüm yazdıklarının yalan olduğunu söylediği” şeklinde bir iddia, bu tür iddiaların sahiplerini töhmet altında bırakır.“Bediüzzaman Hazretleri milyonlarca insanı aldattı, yalan söyledi; fakat bu konun doğrusunu üç beş kişiye açıkladı” şeklinde bir iddia hiçbir şekilde kabul edilemez. Risale-i Nur’da, Bediüzzaman Hazretleri’nin “yüzlerce sayfa çok kapsamlı ve detaylı yalan söylediğini; ümmeti aldattığını, bu yazılanların bir aldatmaca olduğunu” iddia etmek bir hezeyandır. Sevgi adına da olsa böyle ağır bir hakaret yapılamaz.
Bediüzzaman gibi derin imanlı büyük bir müceddidin, eserlerinde, düşündüğü ve inandığı şeylerin tam tersine açıklamalarda bulunması hiçbir şekilde söz konusu değildir. Dolayısıyla Bediüzzaman'ın vefatından yıllar sonra böyle bir iddia ile ortaya çıkmak, her ne kadar iyilik adına, Bediüzzaman'ı sevme adına yapılmış dahi olsa, Bediüzzaman adına çok büyük bir iftira olur. Onu yalancılıkla itham eden ve yüzlerce sayfa ile ümmeti aldattığını iddia eden böyle bir yaklaşım ise hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği bir davranıştır.
Bunun yanı sıra, hiçbir delile dayanmayan bu iddianın destelenebilmesi için Hz. İsa ile ilgili de gerçek dışı birtakım iddialar öne sürülebilmektedir. Bilindiği gibi Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde, Hz. Mehdi döneminde Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne geleceği bildirilmektedir. Hz. Mehdi'nin imamlığında Hz. İsa ve Hz. Mehdi birlikte namaz kılacak, yedi sene yeryüzünde birlikte hüküm süreceklerdir. Ancak bu gelişmelerin hiçbiri Bediüzzaman hayatta iken gerçekleşmemiştir. Bediüzzaman Hz. İsa ile birlikte olmamıştır. Bu durum da çeşitli şekillerde tevil edilmeye çalışılmakta; Hz. İsa'nın yalnızca bir ruh olarak geleceği ya da Bediüzzaman hayatta iken geldiği ve vefat edip gömüldüğü gibi asılsız fikirler öne sürülmektedir. Oysa ki Bediüzzaman eserlerinde çok açık bir dille ve pek çok kez Hz. İsa'nın -cismi bedeniyle- “bir şahıs” olarak yeryüzüne geleceğini ifade etmiştir. Hz. İsa'nın “Hıristiyan ruhanileriyle ittifak edeceğini, Deccal ile mücadele ederek onu fikren etkisiz hale getireceğini” belirtmiştir. Bu sözlerinden birinde Bediüzzaman Hz. İsa'nın bir şahsı manevi değil, bir şahıs olduğunu şöyle ifade etmektedir:
... âlem-i semavatta (gökler aleminde) CİSM-İ BEŞERİSİYLE (insani cismiyle) bulunan ŞAHS-I İSA ALEYHİSSELAM, o din-i hak cereyanının (Hak dinin) başına geçeceğini.... (Mektubat, sf. 60)
Bunun yanı sıra Bediüzzaman, Hz. İsa'nın Deccal ile olan mücadelesini anlattığı sözlerinde de bir şahsı manevi ile bir şahsı manevi arasında yaşanacak bir konudan değil; Hz. İsa'nın direk şahsıyla Deccal'in şahsına karşı yapacağı bir mücadeleden bahsetmektedir:
... Elcevap: Hadîs-i sahihte (doğruluğu kesin olan hadiste) rivayet edilen: "Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ın geleceğini ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal'ı öldüreceğini" imanı zaîf (zayıf) olanlar istib'ad ediyorlar (ihtimal vermiyorlar, uzak görüyorlar, olmayacak sanıyorlar). Onun hakikatı izah edilse, hiç istib'ad (uzak görünecek) yeri kalmaz. (Mektubat, sf.58-59)
Bir başka sözünde ise Bediüzzaman Deccal'in etkisinin ancak mucize sahibi bir peygamber tarafından ortadan kaldırılabileceğini belirterek, Hz. İsa'nın bir şahsı manevi değil, mucizeler gösterecek özelliklere sahip bir şahıs olacağını bir kez daha açıkça ifade etmiştir:
... ancak hârika ve mu'cizatlı (mucizeler sahibi) ve umumun makbulü (umumun kabul ettiği) BİR ZAT olabilir ki: O ZAT, en ziyade alâkadar ve ekser (birçok) insanların peygamberi olan HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM’dır..... (Şualar, sf.463)
Bediüzzaman'ın, Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin gelişi ile ilgili bu çok açık sözlerine rağmen, özel sohbetler delil gösterilerek öne sürülen bu gibi iddialar, böylesine değerli bir müceddidin kaleme aldığı risalelerin tümünü şüpheli hale getirecek son derece tehlikeli girişimlerdir. Bunun gibi pek çok kişi, birbirinden farklı iddialarla ortaya çıkıp “Bediüzzaman Said Nursi burada böyle demiştir ama bunların tamamı bir taktiktir, yalandır; doğrusunu bize söyledi” dese bu ne kadar geçerli olacaktır? Böyle bir durumda bir süre sonra Risale-i Nur’da yer alan her konu için bir şey söylenebilir ve Bediüzzaman'ın eserleri gerçek manasından ve hikmetinden giderek uzaklaşır. Böyle bir tehlikeyi önlemek ise, Bediüzzaman gibi değerli bir İslam aliminin bizzat yazıp tasdik ettiği apaçık sözlerini korumakla mümkün olacaktır. Nitekim Bediüzzaman da eserlerinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da en doğru açıklamaların risalelerde bulunabileceğini hatırlatmış, risalelerde yazılanlar okunduğunda adeta kendisiyle görüşülmüş gibi en doğru bilgilere ulaşılabileceğini belirtmiştir.
Risale-i Nur’un her bir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakiki bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Risale-i Nur bana hiçbir ihtiyaç bırakmıyor. (Emirdağ Lahikası, sf.159)
… Çünkü der: "Benimle görüşmek isteyen, eğer âhiret için, Risale-i Nur için ise; Risale-i Nur bana kat'iyyen ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar faide veriyor… Eğer Risale-i Nur'un hizmetine, intişarına (yayılmasına) ait olsa; bana hizmet eden hakikî fedakâr talebelerim ve manevî evlâdlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi, bana hiç ihtiyaç yok… (Emirdağ Lâhikası-2, sf.214)
Bediüzzaman eserlerinde aynı gerçeği dile getiren talebelerinin sözlerine de yer vermiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşf (gözle görülmeyen gaybi hakikatleri Allah’ın lütfuyla keşfedip bilen evliyalar) ve kalbden birisi, benim gibi aciz bir insandan Mehdi’yi soruyor. “Ne vakit gelecek...” Daha Mehdi’yi anlamamış. Dabbetü’l Arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde bir bahis (söz, açıklama) vardır. Her müşkil sualin (zor sorunun) cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz. (Mustafa Hulusi, Barla Lahikası, sf.143)
… bu hususta arzedeyim ki, üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur'dan bazan okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: "Risale-i Nur, imanî mes'eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur'un hocası, Risale-i Nur'dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. (Sözler, sf.772)