1. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri 1929 yılında kaleme aldığı Mektubat'ta 1980'li yıllarda kullanılmaya başlayan internet teknolojisinden bahsetmiştir.
ALTINCISI VE EN MÜHİMİ: RÜYA-YI SADIKA BENİM İÇİN HAKKALYAKİN DERECESİNE GELMİŞ VE PEK ÇOK TECRÜBÂTIMLA KADER-İ İLÂHÎNİN HER ŞEYE MUHİT OLDUĞUNA BİR HÜCCET-İ KÀTI' HÜKMÜNE GEÇMİŞTİR. EVET, BU RÜYALAR, BENİM İÇİN, HUSUSAN BU BİRKAÇ SENE ZARFINDA O DERECEYE GELMİŞTİR Kİ, MESELÂ YARIN BAŞIMA GELECEK EN KÜÇÜK HADİSAT VE EN EHEMMİYETSİZ MUAMELÂT VE HATTÂ EN ÂDİ MUHAVERAT YAZILI OLDUĞUNU VE DAHA GELMEDEN MUAYYEN OLDUĞUNU; VE GECEDE ONLARI GÖRMEKLE, DİLİMLE DEĞİL, GÖZÜMLE OKUDUĞUM BANA KATÎ OLMUŞTUR. BİR DEĞİL, YÜZ DEĞİL, BELKİ BİN DEFA, GECEDE, HİÇ DÜŞÜNMEDİĞİM HALDE GÖRDÜĞÜM BAZI ADAMLAR VEYAHUT SÖYLEDİĞİM MESELELER, O GECENİN GÜNDÜZÜNDE, AZ BİR TABİRLE AYNEN ÇIKIYOR. Demek, en cüz'î hadisat, vukua gelmeden evvel hem mukayyettir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok; hadisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.
Yedincisi: Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri, Kur'ân için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz; senin hakikat-i rüya nevinden olan vakıalar, o hakikatin temessülâtıdır (bir şekil ya da surete girmiş, cisimlenmiş halidir).
Şöyle ki:
O vâsi meydanlık, Âlem-i İslâmiyettir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilâyetidir. Etrafı bulanık, çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid'atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan,süratle mescide eriştiğin, herkesten evvel envâr-ı Kur'âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise, Hakkı, Hulûsi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lütfi, Hüsrev, Refet gibi, Sözlerin hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. YÜKSEK SES İSE, SÖZLERDEKİ KUVVET VE SÜRAT-İ İNTİŞARLARINA İŞARETTİR. BİRİNCİ SAFTA SANA TAHSİS EDİLEN MAKAM İSE, ABDURRAHMAN'DAN SANA MÜNHAL KALAN YERDİR. O CEMAAT, TELSİZ ÂLETLERİN ÂHİZELERİ HÜKMÜNDE, BÜTÜN DÜNYAYA DERS İŞİTTİRMEK İSTEMEK İŞARETİ VE HAKİKATİ İSE, İNŞAALLAH TAMAMIYLA SONRA ÇIKACAK. ŞİMDİ EFRADI BİRER KÜÇÜK ÇEKİRDEK İSELER DE, İLERİDE TEVFİK-İ İLÂHÎ İLE BİRER ŞECERE-İ ÂLİYE (temiz büyük yüce bir sülale, soy, ağaç) HÜKMÜNE GEÇERLER VE BİRER TELSİZ TELGRAFIN MERKEZİ OLURLAR. Sarıklı, küçük, genç bir zat ise, Hulûsi'ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi, naşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim, fakat katî hükmedemem. O genç, kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zattır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.
Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan, şu kısa meselede uzun konuştum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-ı Kur'âniyenin bir nevi tefsirine işaret etmek niyetiyle başladığımdan, inşaAllah o israf affolur veya israf olmaz. (Mektubat, s. 334)
2. Üstad Sözler Risalesi'nde ileride, telsiz, telefon, telgraf, radyo gibi teknolojik aletlerin işini toplu olarak yapacak yüksek bir teknolojiden bahsetmiştir.
Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbâba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazâtıyla yapmalarını bilsin; âdetâ, bir ilâh gibi, hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de, emir ve irâdenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan Hû" lâfzındaki HAVADA, KÜÇÜCÜK MİKYASTA, BÜTÜN DÜNYADA MEVCUD TELEFONLARIN, TELGRAFLARIN, RADYOLARIN VE HADSİZ VE MUHTELİF KONUŞMALARIN MERKEZLERİ, SANTRALLARI, ÂHİZE VE NÂKİLELERİ BULUNSUN VE O HADSİZ İŞLERİ BERABER VE BİR ANDA YAPABİLSİN; veyahut Hû" deki havanın, belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü bilfiil, o vaziyet, kısmen görünüyor ve havanın bütün eczâsında o kabiliyet var. İşte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhâl, belki zerreler adedince muhâller ve imtinâlar ve müşkülâtlar âşikâre görünüyor... (Sözler, s. 147)