Canlı vücudundaki gereksiz, hatalı veya hastalıklı hücreler kendi kendilerini öldürürler. Pek çok hücre kendi kendini yok etmek için bir dizi protein üretir. Ancak, hücre vücuda yararlı olduğu sürece bu proteini, yani kendi ölüm makinesini durdurur. Hücre hastalanır, kötü huylu hale dönüşür veya organizmanın sağlığını tehdit etmeye başlarsa öldürücü proteinler çözülürler, etkin hale gelirler ve hücreyi öldürürler.
Hücrenin tam zamanında ve yerinde karar vermesi çok önemlidir. Aksi takdirde, yani ölüm proteinleri, hücre sağlıklı iken harekete geçirildiğinde, vücuttaki sağlıklı hücreler sürekli ölecekler ve bu da, canlının ölümü ile sonuçlanacaktır. Zararlı ve hastalıklı hücrelerin yaşamaya devam etmeleri ise yine canlının ölümü ile sonuçlanabilecektir.
İntihar etmeye karar veren ve ölüm proteinini etkin hale getiren hücre önce büzülür ve kendisini çevresinden geri çeker. Sonra yüzeyinde kabarcıklar oluşur ve bu hücre kaynıyormuş gibi bir görüntü oluşturur. Ardından çekirdeği ve daha sonra da hücrenin tamamı parçalara ayrılır.
İntihar eden hücrelerin artıkları ise derhal çevredeki diğer hücreler tarafından yok edilir. Daha da ilginç olan ise, ölü hücrelerin hepsinin diğer hücreler tarafından temizlenmemesidir. Bazı ölü hücreler özellikle bırakılır, çünkü bunların vücuttaki görevleri hala bitmemiştir. Örneğin, gözün lensi, deri, tırnak gibi dokular da ölü hücrelerden oluşur ama bunlar beden için gerekli olduğu için yok edilmezler. Hücrelerin, hangi ölü hücreleri yok ederek hangilerini bırakacaklarına karar vermeleri ve bu karara vücuttaki trilyonlarca hücrenin uyum göstermesi üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir konudur.
Bir hücreye böylesine hayati bir kararı verecek ve uygulayacak şuuru kazandıran nedir? Hangi durumda içinde bulunduğu organizmaya zarar vereceğini öğreten kimdir? Ve bu zararı önlemeyi bu mikroskobik canlıya ilham eden güç kime aittir?
Burada anlatılanlardan görüldüğü gibi, tüm hücreler, canlının yaşamını sürdürebilmesi için en ideal şekilde programlanmışlardır. O halde bu programın sahibi kimdir?
Evrimciler bu olağanüstü programın sahibinin şuursuz, kör tesadüfler olduğuna inanacak kadar körleşmişlerdir. Canlılığın her detayında Allah'ın eşsiz yaratışının ve sonsuz ilminin bir yansıması açıkça görülmektedir.
1. Hücrenin intiharı, hücrenin içinden veya dışından gelen bir uyarı sinyali ile başlar. Bu mesaj hücreye "ÖLME VAKTİ"nin geldiğini bildirir.
2. Hücre içinde mesajı alan ve değerlendiren ise, hücreyi yoketmekten sorumlu olan proteinlerdir.
2a. Mesajı alan yok edici protein aktif hale geçer.
3. Gelen sinyalle aktif hale geçen bu proteinler hücreyi farklı şekillerde yokederler.
4. Hücrenin yapı iskeletine saldıran proteinlerin harekete geçmesiyle zararlı ve hasta hücreler kendi kendilerini yok eder ve böylece vücudu korumuş olurlar.
Yediğimiz besinlerle, soluduğumuz havayla ve daha birçok yoldan vücudumuza gözle görülemeyen birçok bakteri girer. Vücudun çalışma sistemini bozmamaları için bunlardan zararlı olanların etkisiz hale getirilmeleri gerekmektedir. Bunun için vücudumuzda görevi sadece "savunma yapmak" olan mükemmel bir hafızayla donatılmış hücreler vardır. Ancak vücudumuzun kusursuz tasarımının bir örneği olarak savunma için çeşitli ek tedbirler de alınmıştır. Bunlardan biri de dolaşım sistemi içinde stratejik bir durak olarak nitelendirilebilecek karaciğerde bulunan savunma hücreleridir.
Kupffer hücreleri olarak adlandırılan bu hücreler, kan dolaşımıyla bağırsaklardan karaciğere gelen kandaki zararlı bakterileri 0,01 saniyeden daha kısa bir süre içerisinde sindirerek, etkisiz hale getirirler. Bu şuursuz hücreler vücuda giren çok sayıdaki bakteri arasından, insana faydalı olanlarla zararlı olanları nasıl birbirinden ayırt edebilmektedir? Hangi özelliklere sahip olduklarını ve vücutta yerine getirecekleri görevleri bilmeden, nasıl olupta bazı bakterileri imha ederken, diğerlerine hiç zarar vermemektedir?
Burada üzerinde durulup, dikkatlice düşünülmesi gereken önemli bir nokta daha vardır; Kupffer hücrelerinin karaciğere yerleşmiş olması. Neden vücudun başka bir organı değil de karaciğer? İşte burada bir kez daha vücudumuzdaki kusursuz yaratılış delillerinden biri karşımıza çıkmaktadır. Eğer bu hücreler, karaciğere değil de başka bir organa yerleştirilmiş olsalardı kanın, bakterilerden arındırılmasında bu derece etkili olamazlardı. Çünkü bakteri dolu kan, karaciğerde temizlendikten sonra vücudun tamamını dolaşmak için genel kan dolaşımına girmektedir. Bu nedenle genel kan dolaşımına ulaşmayı başaran bakteri sayısı yüzde birden azdır.
Sizce hangi kör tesadüf vücutta daha birçok organ varken, Kupffer hücrelerinin karaciğere yerleşmesini sağlayabilir? Yaklaşık yüz trilyon hücreden oluşan bir beden içinde, herhangi bir hücrenin kendisi için özel bir yer tespit ederek oraya yerleşecek bir şuura sahip olması mümkün değildir. Böyle kusursuz bir plan için, çok üstün bir aklın varlığına ihtiyaç vardır. Bu akıl, vücudumuzdaki her noktayı en iyi bilen ve buna uygun şekilde bizi yoktan yaratan Allah'a aittir.
1. Karaciğer toplardamarı, 2. Karaciğer, 3. Sinüs, 4. Karaciğer atardamarı, 5. Hepatositler, 6. Kupffer hücresi, 7. Kupffer hücresi, 8. Karaciğer atardamarı, 9. Karaciğer toplardamarı, 10. Kupffer hücresi
Özel olarak karaciğere yerleştirilmiş olan Kupffer hücreleri, bağırsaklardan karaciğere gelen bakterileri çok kısa bir sürede etkisiz hale getirirler.
Eğer nefes alma düzeni bizim kontrol ve dikkatimize bırakılmış olsa, nefes almayı unuttuğumuzda, uykuya daldığımızda ya da başka bir işle meşgul olduğumuzda nefessizlikten ölebilirdik.
Her insan için hayati bir öneme sahip olan nefes alma işlemi, solunum merkezi tarafından düzenlenir. Bu merkez bir mercimek tanesi büyüklüğünde olup beynimizin bir uzantısı olan "beyin sapı" denen yerdedir ve başlıca üç grup sinir hücresinden oluşur:
Birinci grup hücreler, solunumun temel ritmini belirlerler ve içimize hava çekmemiz için emir verirler. Böylece ihtiyacımız olan havayı içimize çekmiş oluruz.
İkinci grup hücreler ise, solunumun hızını ve gidişatını belirlerler. Ancak ikinci grup hücreler devreye girdiğinde, birinci grup hücrelerin faaliyetini bir sinyalle durdururlar. Böylece akciğerin hava dolum bölümü kontrol edilir ve nefes alıp vermemiz hızlanır.
Üçüncü grup hücreler ise, normal nefes düzeninde aktif değildirler. Ancak yüksek oranlarda soluk alıp vermek gerektiği zaman devreye girerler, karın kaslarımıza sinyal gönderip solunuma katılmalarını sağlarlar.
Tüm bu anlatılanlar hayatta kalmamız için yeterli midir? Hayır.
Solunum kimyasal olarak da kontrol edilir. Bizim nefes alıp vermemizin amacı kandaki oksijen ve karbondioksit miktarlarının belirli bir oranda kalmasıdır. Bu orandaki değişiklikler ise solunum merkezindeki bir grup hücreyi harekete geçirir ve solunumdaki bozulan değerler çok hassas ayarlamalarla olması gereken düzeye getirilir.
Kandaki oksijen miktarının solunum merkezine doğrudan bir etkisi yoktur. O halde kanda değişen oksijen miktarından nasıl haberdar olmaktadır? Burada bir grup daha devreye girerek mucizevi bir şuur gösterirler. Beynin dışında, şahdamarı gibi bazı büyük damarlarda bulunan çok hassas alıcılar, kandaki oksijen belli bir düzeyin altına indiğinde solunum merkezine sinyaller gönderirler. Böylece çok hassas değişikliklerle solunumda gerekli düzeltmeler yapılır.
Bizim hayatta kalmak için ne kadar oksijene ihtiyacımız olduğunu bir grup hücre nasıl bilmektedir?
Bilimin ancak son 20 yılda ortaya çıkardığı bu muhteşem mekanizmayı hücreler ilk insandan bu yana nasıl kullanmaktadırlar?
Üstelik bu mekanizma o kadar hassastır ki, hayatımız boyunca otururken, koşarken ya da uyurken hiç hata yapılmaz ve vücudumuzdaki 100 trilyon hücreye her an tam ihtiyacı olan oksijen taşınır; zararlı olan karbondioksit ve hidrojen iyonu gibi atıklar derhal uzaklaştırılır.
Evrim teorisine, bağnaz bir inançla bağlı olan bazı bilim adamları, tüm bu gerçekleri bildikleri halde, sadece materyalizme bağlılıkları uğruna, bu kusursuzluğun kör tesadüfler tarafından meydana getirildiğini iddia ederler. Oysa bu mükemmel düzenin Yaratıcısı'nın sonsuz akıl sahibi olan Allah olduğu apaçıktır.
1. Nefes alma
2. Nefes verme
3. Solunum hızını ve gidişatını belirleyen 2. grup hücreler
4. Acil durumda devreye giren 3. grup hücreler
5. Solunumun temel ritmini belirleyen 1. grup hücreler
Önünüze çeşit çeşit toz metal konduğunu ve bunların hangi metaller olduğunu teşhis etmenizin istendiğini düşünün. İsabetli bir seçim yapabilir misiniz?
Bu konuda eğitim görmüş bir insan değilseniz böyle bir seçimi yapmanız mümkün değildir. Ama sizin gibi şuurlu bir insanın yapamadığı bu işlemi, bedeninizdeki yaklaşık 100 trilyon hücrenin her biri, hiç zorlanmadan, düşünmeden, hesap etmeden rahatlıkla yapabilmektedir. Üstelik bu yeteneğe yalnız sizin hücreleriniz değil, yeryüzünde şu ana kadar yaşamış olan ve şu an yaşamakta olan milyarlarca insanın her birinin trilyonlarca hücresi de sahiptir.
Bedeninizdeki bir hücre vücut içinde ihtiyacı olan demiri rahatlıkla seçebilir ve kullanmak üzere içine alabilir. Aynı şekilde fosforu, azotu, oksijeni, sodyumu, potasyumu ve diğerlerini her an kolaylıkla tanıyabilir, kullanmak üzere toplayabilir veya fazlasını tespit edip depolayabilir. Hatta gerektiğinde ihtiyaç fazlası ürünleri hücrenin dışına atabilir.
Burada durup düşünün. Hücre dediğimiz varlık proteinlerden, moleküllerden, atomlardan oluşan, milimetrenin binde biri büyüklüğünde bir yapıdır. Bu varlığın elleri, kolları, gözleri, kulakları, beyni yoktur. Bu varlığın sizin gibi bir şuuru da yoktur. O halde bu seçimi nasıl yapmaktadır?
Bu seçim hücrelerinizin her birine Allah tarafından ilham edilmektedir. Kör ve şuursuz atomlara, keskin bir görüş ve şuur gerektiren seçim yeteneğini veren sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah'tır.
1. Hücre kapısından girmeye çalışan moleküller
2. Hücreye giriş çıkışı denetleyen protein
3. Hücrenin içi
Pekçok insan, önüne konan mineralleri tanıyamaz. Ancak, vücudumuzdaki hücreler mineralleri, oksijeni, sodyumu, potasyumu birbirinden ayırır ve istediğini seçip içine kabul eder.
B12 vitamini hayatın devamı için çok önemli bir vitamindir çünkü kan yapımında kullanılır. Eksikliğinde ölümle neticelenen kansızlık meydana gelir. Ancak bu vitamin tek olarak vücut içinde kullanılamaz. İşte bu yüzden mide mukozası kan yapımında önemli bir görevi olan B12 vitamininin emilmesini sağlayan özel bir madde salgılar. İnce bağırsağın çok özel bir bölümünde ise sadece B12 vitaminini emmek üzere hazırlanmış hücreler bulunur. Burada durup bir düşünelim. Kan yapımı birçok karmaşık işlemin sonucunda, ağırlıklı olarak kemik iliğinde gerçekleşir. Ancak kemik iliği mideye çok uzak bir yapıdır. Nasıl olur da kemik iliğinde ihtiyaç duyulan bir vitaminin kullanılması, mide hücrelerinin ürettiği bir maddeye bağlı olabilir? Ve nasıl olur da bu vitaminin emilmesi görevini, incebağırsağın bir bölgesinde bulunan belirli sayıdaki hücre üstlenmiştir?
Bunun için mide hücrelerinin de, incebağırsağın ilgili bölümündeki hücrelerin de bilgiye sahip olmaları gerekir. Kendilerinden çok uzakta gerçekleşen kan üretiminin detaylarına hakim olmaları gerekir. Aynı zamanda bu üretimin vücut için önemini de bilmelidirler. Kısacası bedeninizin içinde, kapkaranlık bölgelerde insanın öğrendiğinde hayrete düştüğü sistemler görev yapmakta, hücreler arasında son derece şuurlu işlemler yerine getirilmektedir.
Kuşkusuz bu keskin şuur ve kusursuz işleyiş söz konusu hücrelerin iradesi ile gerçekleşemez. B12 vitaminini de, onu kullanılır hale getirecek bilgiye sahip hücreleri de yaratan, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.
1. Besin, 2. Duvar hücreleri, 3. Mide, 4. İnce bağırsak, 5. İnce bağırsak hücresi, 6. B12 bağlayıcı proteinler
B12 vitamini kemik iliğinde kullanılır. Ancak buna rağmen mide ve ince bağırsak tarafından emilerek, kemik iliğine ulaştırılır.
Mideden bağırsaklara gelen sindirilmiş besinlerin içinde güçlü asitler bulunur. Bu durum oniki parmak bağırsağı için ciddi bir tehlike oluşturur. Çünkü oniki parmak bağırsağının mide gibi kendisini koruyabilecek özel bir tabakası yoktur.
O halde nasıl olup da oniki parmak bağırsağı asitlerden zarar görmemektedir? Bu sorunun cevabını bulmak için sindirim sırasında gerçekleşen olayları incelediğimizde, bedenimizde gerçekleşen hayret verici olaylarla karşılaşırız.
Onikiparmak bağırsağına mideden besinlerle birlikte gelen asitlerin oranı tehlikeli bir boyuta ulaştığında, bağırsağın duvarındaki hücrelerden "sekretin" isimli bir hormon salgılanmaya başlar. Onikiparmak bağırsağını koruyan bu sekretin hormonu incebağırsağın duvarındaki hücrelerde "prosekretin" halinde bulunur. Bu hormon sindirilmiş besinlerin asidik etkisiyle başka bir kimyasal madde olan sekretin haline dönüşür.
Sekretin hormonu kana karışarak pankreasa gelir ve enzim salgılaması için pankreası yardıma çağırır. Onikiparmak bağırsağının tehlikede olduğunu sekretin hormonu aracılığı ile öğrenen pankreas, "bikarbonat" moleküllerini bu bölgeye gönderir. Bu moleküller mide asidini etkisiz hale getirir ve onikiparmak bağırsağını korurlar.
İnsan hayatı için önemli olan bu işlemler nasıl gerçekleşmektedir? Bağırsak hücrelerinin ihtiyaçları olan maddenin pankreasta bulunduğunu bilmeleri, pankreası harekete geçirecek maddenin formülünü bilmeleri, aynı şekilde pankreasın da bağırsaktan gelen mesajı anlayarak bikarbonat moleküllerini salgılamaya başlaması mucizevi işlemlerdir.
Burada bağırsak hücreleri için kullanılan "bilmek, haberdar olmak" gibi fiiller insan bedeninde gerçekleşen olayları daha iyi vurgulamak için kullanılmaktadır. Yoksa akıl sahibi her insanın da takdir edeceği gibi bir hücrenin düşünmesi, iradeye sahip olması ve kararlar vermesi, başka bir organın özelliklerinden haberdar olması, formüller üretebilmesi kesinlikle mümkün değildir.
Hücreleri bu özelliklerle birlikte yaratan benzeri olmayan bir ilmin sahibi olan Allah'tır. Allah insanlara kendi bedenlerinde yarattığı bu gibi özelliklerle gücünün sınırsızlığını göstermektedir.
1. Besin
2. Mide
3. Koruyucu özel tabaka
4. Asit
5.İnce bağırsak duvarındıka hücrelerde bulunan prosekretin
6. Kan yoluyla bağırsaklara taşınan sekretin
7. Pankreas
8. Pankreas tarafından üretilen bikorbonat molekülleri
9. Mide asidini etkisiz hale getirir
10. İnce bağırsak
İnce bağırsak, mideden gelen aşırı asit tehlikesine karşı, kusursuz bir hücreler arası haberleşme ve işbirliği ile korunur.
Eğer ihtiyacınızdan biraz daha fazla şekerli bir gıda yerseniz, vücudunuzdaki bir sistem kandaki şeker oranının yükselmesini engellemek için devreye girer:
1- Öncelikle pankreas hücreleri, kan sıvısının içinde bulunan yüzlerce molekül arasından şeker moleküllerini bulur ve diğerlerinden ayırdederler. Dahası bu moleküllerin sayılarının fazla mı yoksa az mı olduklarına karar verir, adeta şeker moleküllerini sayarlar. Gözü, beyni, elleri olmayan, gözle göremeyeceğimiz küçüklükteki hücrelerin bir sıvının içindeki şeker moleküllerinin durumu hakkında fikir sahibi olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
2- Eğer pankreas hücreleri kanda gereğinden fazla şeker olduğunu belirlerlerse, bu fazla şekerin depolanmasına karar verirler. Ancak bu depolama işini kendileri yapmaz, kendilerinden çok uzakta bulunan başka hücrelere yaptırırlar.
3- Uzaktaki bu hücreler kendilerine aksi bir emir gelmediği sürece şeker depolamak istemezler. Ancak pankreas hücreleri, bu hücrelere "şeker depolamaya başlayın" emrini taşıyacak bir hormon yollarlar. "İnsülin" adı verilen bu hormonun formülü, pankreas hücreleri ilk oluştukları andan itibaren DNA'larında kayıtlı bulunmaktadır.
4- Pankreas hücrelerindeki özel "enzimler" (işçi proteinler) bu formülü okurlar. Okunan formüle göre de insülin üretirler. Bu üretimde her biri farklı görevlerde yüzlerce enzim çalışır.
5- Üretilen insülin hormonu, en güvenli ve en hızlı ulaşım ağı olan kan yoluyla hedef hücrelere ulaştırılır.
6- İnsülin hormonunda yazılı olan "şeker depolayın" emrini okuyan diğer hücreler ise bu emre kayıtsız şartsız itaat ederler. Şeker moleküllerinin hücrelerin içine geçmesini sağlayacak kapılar açılır.
7- Ancak bu kapılar rastgele açılmaz. Depo hücreleri kandaki yüzlerce farklı molekül arasından sadece şeker moleküllerini ayırdeder, yakalar ve kendi içlerine hapseder.
8- Hücreler, kendilerine ulaşan emre hiçbir zaman itaatsizlik etmezler. Bu emri yanlış anlamaz, hatalı maddeleri yakalamaya, gereğinden fazla şeker depolamaya kalkmazlar. Büyük bir disiplin ve özveri ile çalışırlar.
Böylece siz fazla şekerli bir çay içtiğinizde, bu olağanüstü sistem devreye girer ve fazla şekeri vücudunuzda depolar. Eğer bu sistem çalışmasaydı, o zaman kanınızdaki şeker hızla yükselir ve komaya girerek ölürdünüz. Bu o kadar mükemmel bir sistemdir ki gerektiği zaman tersine de çalışabilir. Eğer kandaki şeker normalin altına düşerse bu sefer pankreas hücreleri bambaşka bir hormon olan "glukagon"u üretirler. Glukagon daha önce şeker depolayan hücrelere bu sefer "kana şeker karıştırın" emri taşır. Bu emre de itaat eden hücreler depoladıkları şekeri geri bırakırlar.
Nasıl olur da, bir beyne, sinir sistemine, göze, kulağa sahip olmayan hücreler, bu denli büyük hesapları ve işleri kusursuzca başarırlar? Proteinlerin ve yağ moleküllerinin yan yana gelmesiyle oluşan bu şuursuz varlıklar, nasıl olur da insanların bile yapamayacakları kadar büyük işler yapabilirler. Şuursuz moleküllerin sergiledikleri bu büyük şuurun kaynağı nedir? Elbette bu olaylar, bizlere tüm evrene ve tüm canlılara hakim olan Allah'ın varlığını ve kudretini göstermektedir.
a. Taşıyıcı protein, b. Dış kısım, c. Glikoz molelükü, d. Hücre zarı, e. İç kısım, f. Kese, g. İnsülün reseptör bölgesi, h. İnsülin molekülü, i. Çekirdek, j. Endozom
İnsülin hücre zarındaki alıcıya bağlandığında (1) hücrenin içindeki özel proteinler (2) harekete geçer. Bu glikoz taşıyıcılar için bir uyarıdır. Ayrıca hücrenin iç kısmında glikoz kesecikleri vardır. (3) Bunlardan bir kısmı hücre zarına yakındır. (4) Bu kesecikler uyarıyla birlikte ana hücre zarına doğru hareket eder ve onunla birleşirler. (5) Bu birleşme sırasında glikoz taşıyıcıları açığa çıkar. (6) Glikozu hücre içine alan taşıyıcı protein sayısı arttıkça kandaki glikoz seviyesi azalır ve daha az insülin üretilir. Bir süre sonra hücre zarının bir kısmı protein taşıyıcılarla birlikte içe doğru kıvrılmaya başlar (7) ve kesecikler oluşturur. (8) Bunlar hücrenin iç kısmına doğru ilerler ve endozomla birleşir (9) Burada tekrar kesecikler oluştuğunda bir sonraki uyarının gelmesini bekler (10) ve bu işlem sürekli devam eder.
İki böbreğimiz hayatımız boyunca vücudumuzda dolaşan kanı temizler. Süzdüğü maddenin bir kısmını vücuda geri gönderir, kalanını da işe yaramadığı için vücuttan atar. Acaba böbreklerin, proteini, üreyi, sodyumu, glikozu ve diğerlerini nasıl birbirinden ayırt ettiğini biliyor musunuz?
Böbreklerde, gelen kanın içindeki maddeleri süzen yer "glomerül" adı verilen kılcal damarlardan oluşan yumak şeklindeki bir yapıdır. Buradaki kılcal damarların, vücudu saran diğer kılcal damarlardan farkı üç katmanla sarılmış olmasıdır. İşte bu üç tabaka büyük bir titizlikle, böbreklerde hangi maddenin süzülüp atılacağına hangisinin tekrar kana karışacağına KARAR VERİR. Ancak okuduğunuz bu cümledeki önemli bir detaya dikkat edin. Bir hücre zarı neyi ölçü alarak ve hangi mekanizmayla kendisine gelen sıvının içindeki tüm maddeleri teker teker tespit edip, gidecekleri bölgenin neresi olacağına karar verir? Böbreğe gelen kanın içinde glikoz, bikarbonat, sodyum, klor, üre ve kreatin gibi birçok madde vardır. Böbrek, bu maddelerin bir kısmının tamamını, bir kısmının bir bölümünü vücuttan atarken, bir kısmını da tamamen kana gönderir. Bir et parçası bu maddelerin hangisini ne kadar atacağına nasıl karar verebilmektedir? Bu soruların cevabı, bu et parçasının mükemmel bir yapıyla yaratılmış olmasındadır.
Glomerüllerin seçiciliği sıvının içindeki moleküllerin elektrik yüklerine ve büyüklüklerine bağlı olarak belirlenir. Bu demektir ki glomerüller, sıvının içinde karışık olarak bulunan sodyum ile glikozun molekül ağırlığını hesaplama ve proteinlerin negatif elektrik yüklü olduklarını TESPİT EDEBİLME yeteneğine sahiptir. Böylece vücut için hayati öneme sahip olan proteinlerin vücuttan atılmayıp, tekrar geri alınması sağlanmış olur.
Peki sizce kılcal damarlardan oluşan bir yapı olan glomerüller, ne kimya, ne fizik ne de biyoloji eğitimi almamış olmalarına rağmen böyle üstün bir kabiliyete nasıl sahip olabiliyorlar? Glomerüller bu kabiliyete sahipler ve görevlerini kusursuz olarak yerine getiriyorlar çünkü kendilerini yaratan Allah'ın ilhamıyla hareket ediyorlar. Süzdükleri hiçbir maddeyi tesadüfen seçmezler. Eğer tesadüfen seçiyor olsalardı, bu şuursuz varlıklar doğru molekülü bulana kadar bedenimizin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı. Tüm bunlar, Allah'ın kusursuz yaratışının delillerindendir.
1. Böbrek
2. Sarı nokta halinde gözükenler Browman kapsülü
3. Glomerülün içinde bulunduğu Bowman kapsülü
4. Glomerülü oluşturan kılcal damar yumağı
Gün içinde sık sık "tansiyonum düştü" ya da "tansiyonum yükseldi!" sözleriyle karşılaşırız. Fakat tansiyonunuzu düzenleme görevinin böbreklerinize ait olduğunu belki de hiçbiriniz bilmiyorsunuzdur.
Böbrekler insan vücudundaki pek çok görevlerinin yanında kan basıncını, yani tansiyonu ayarlama görevini de üstlenirler. Kan basıncını belirleyen en önemli faktörlerden biri damarların içinde bulunan sıvı miktarıdır. Damarların içindeki sıvı ne kadar fazla olursa tansiyon da o derece yükselir ve vücuttaki tüm organlara zarar verir.
Vücudun damarlardaki fazla sıvıyı algılaması kalbin ön odacıklarına yerleştirilmiş algılayıcılar sayesinde olur. Kalbin, içine giren fazla miktarda sıvıyla gerilmesi sonucunda kalpteki algılayıcılar beyine durumla ilgili sinyaller gönderirler. Beyin buna karşı böbreğe giden damarları ayarlayarak kanın süzülmesini artırır. Yüksek tansiyon, yani damarlardaki sıvı miktarının artması, insan için oldukça tehlikeli bir durum oluşturur. Eğer bir önlem alınmazsa sonuç ölümdür. Ancak bu olmaz ve yüksek tansiyona karşı vücudu koruyan bir olaylar zinciri başlar. Artan kan basıncı kalbin daha fazla gerilmesine neden olur. Bu gerilmeyle kas liflerinin de araları açılır ve liflerin içine hapsedilmiş olan mesaj molekülleri serbest kalarak kana karışır. Ardından bu mesaj kan yoluyla böbreklere ulaşır. Buna bağlı olarak vücuttan atılan sıvı miktarı da artar. Böylece kan basıncı normal düzeye iner ve kalp sağlıklı olarak atmaya devam eder.
Kandaki basınç düzeyinin düzenlenmesinde böbreğin sahip olduğu rol bu kadarla da bitmez. Tansiyonun düşük olduğu durumlarda da böbrekteki çok özel yapıda bir hücre olan JGA'dan "renin" adlı bir madde salgılanır. Ancak bu maddenin doğrudan kendisinin tansiyon yükseltici etkisi yoktur. Bu madde üretildiği yerden çok daha farklı bir yerden, karaciğerden salgılanan "anjiotensinojen" adlı bir molekülle birleşerek "anjiotensin-1" molekülüne dönüşür. Ancak bu oluşan hormonların da tansiyon üzerinde çok ciddi bir etkisi yoktur. Kan dolaşımında bulunan bu hormon daha sonra yine farklı bir organda, akciğerde bulunan "ACE" adı verilen ve sadece "anjiotensin-1" molekülünü parçalamaya yarayan bir enzim sayesinde daha farklı bir molekül olan "anjiotensin-2" molekülüne dönüşür.
İşte damarlar üzerinde etki gösterip tansiyonu normal seviyeye çıkaracak olan asıl hormon da son noktada üretilen bu moleküldür. Bu molekül oluşmazsa kendinden önce üretilmiş hiçbir hormonun tansiyon üzerinde bir etkisi olmayacaktır. Anjiotensin-2 molekülü yine sadece kendisiyle birleşmek üzere damar yüzeyinde bulunan algılayıcılarla birleştikten sonra damarların büzülmesini ve tansiyonun yükselmesini sağlar.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu maddelerin etkilerinin birbirlerine bağlı oluşudur. Birinin olmaması diğerinin de olmaması anlamına gelmektedir. Böyle bir durumda sadece tek bir aşamasının bile rastlantılarla oluşması mümkün olmayan böyle bir sistemin bütün elemanlarının aynı anda, aynı bedende rastlantılarla oluşması imkansızdır. Rastlantıların böbreklere anlama kabiliyetini, önlem almak için gerekli olan karar yetkisini kazandıramayacağı ise tartışılmazdır. Tüm bu detaylı yapıların aynı anda var olması, onların Allah tarafından yaratılmış olduklarının açık bir göstergesidir.
1. Anjiotensinojen, 2. Karaciğer, 3. Kan, 4. Anjiotensin 1, 5. Renin, 6. Böbrek, 7. ACE, 8. Akciğer, 9. Anjiotensin 2, 10. Kan damarı
Vücut için son derece önemli olan kan basıncını dengeleyen sistem
Vücut dokularının beslenebilmeleri için gerekli olan en önemli maddelerden biri oksijendir. Bu nedenle, dokulara oksijenin sürekli olarak yeterli miktarlarda ulaştırılması gerekir. Vücut içindeki kusursuz sistemin en önemli parçalarından biri olan dolaşım sistemi, bu oksijen taşıma görevini kusursuzca yerine getirir. Dokulardaki oksijenin miktarı düştüğünde, dokuya giden kan akımında derhal OTOMATİK olarak belirgin bir artış meydana gelir. Hatta gerektiği durumlarda, kan akışının yedi katlık bir artış gösterdiği bilinmektedir.
Bu sistemin parçaları, hiçbir şuura, bilgiye veya karar verme mekanizmasına sahip olmayan dokular, hücreler, kan damarları, proteinlerdir. Öyle ise, dolaşım sistemine dokulardaki oksijen miktarının düştüğünü haber veren, dolaşım sistemine kan akışını hızlandırmasını emreden, tehlike atlatıldığında kan akışını eski haline geri döndüren bilgi, akıl ve karar yeteneği kime aittir? Hangi hücreye hangi haberin ulaştırılacağını tespit eden, hücrelerin anlayacağı bir dille bu mesajı ileten nedir? Veya mesaj alan hücreler, o mesajı nasıl okumakta ve anlayıp uygulamaktadırlar? Bir hücrenin okuma ve anlama yeteneği olması mümkün değildir. Bu konuda daha pek çok detay araştırılabilir ama sonuç hep aynıdır: Vücudun içinde, bu işlemleri yürütebilecek, kandaki oksijen miktarını dengeleyebilecek bir şuur yoktur. İnsanın kendisi çoğu zaman böyle bir mekanizmanın varlığından dahi habersiz yaşamaktadır.
Evrende var olan canlı ve cansız tüm varlıklar gibi vücudumuzdaki tüm yapılar ve sistemler de Allah'ın emriyle hareket ederler. Tüm canlıların vücutlarında, organlarından hücrelerine, proteinlerinden moleküllerine kadar her zerrelerinde görülen şuur, Allah'ın yaratışının bir eseridir.
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.
(Haşr Suresi, 24)
1. Vücut kan dolaşımı, 2. Kılcal damarlar, 3. Kan damarı, 4. Vücut dokusu, 5. Oksijen taşıyan kan hücreleri
Organlardaki oksijen miktarı düştüğünde, dolaşım sistemine kan akışını hızlandırmasını emreden bir mesaj gelir. Bunun sonucunda dokulara ulaşan kan akımında belirgin bir artış olur ve böylece organların oksijen ihtiyacı karşılanır.