Evrimcilerin, ilk canlı hücresinin kökenini anlatan senaryolarına göre, canlılık "ilkel bir çorba"da, yani organik bazı moleküllerin birarada bulunduğu sıvı bir ortamda başlamıştı. Birçok evrimci bu ilkel çorbanın, okyanuslar veya göller olduğunu öne sürmektedir. Söz konusu senaryoda, ilkel çorbanın içindeki basit organik moleküller, amino asitleri oluşturmuşlar, daha sonra bunlar proteinleri oluşturarak kendi kendini kopyalayabilen moleküllere dönüşmüşlerdir. Yaklaşık 100 yıldır savunulan ve farklı versiyonlarla tekrar edilen bu "kimyasal evrim" hikayesinin hiçbir kanıtı yoktur. Hiçbir zaman böyle bir süreç gözlemlenmemiştir. Dahası, en basit yapı taşları olan amino asitlerin oluşumuna atmosferin genel yapısının uygun olmadığı, proteinlerin rastlantısal oluşumunun ise matematiksel olarak imkansız olduğu bilinmektedir. Ama, yaratılışı kabul etmek istemeyen evrimciler halen "kimyasal evrim"e inanmaya devam etmektedirler.
... hücreler rastgele evrimleşmeyecek kadar kompleks bir yapıya sahip... Darwin teorisi, en büyük güçlüğü hücrenin gelişimini açıklamya çalışırken yaşıyor. —Michael Behe |
Evrimcilerin hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu senaryosuna göre, ilkel hücrenin temelini oluşturan ilk molekülleri içine alarak koruyabilecek bir zarın, yani hücre zarının da, diğer hücre organelleri ve molekülleri ile eş zamanlı olarak tesadüfen oluşması gerekmektedir. Evrimcilerin bu konudaki taraflı yorumlarına bir örnek olarak ünlü evrimci biyolog Hoimar Von Ditfurth'un ifadelerine bakabiliriz:
Hücre Zarının Seçici-Geçirgen Özelliği, Hiçbir Tesadüfi Süreçle Açıklanamaz. Bu Özellik Sonsuz Akıl Ve İlim Sahibi Rabbimiz'in Her Varlıkta Tecelli Eden Kusursuz Sanatıdır. | |
Hücre zarının dış ortamı tanıması, hücrenin ihtiyaçlarını saptaması, hücreye girecek maddelerin zararlı olup olmadığını ayırt edebilmesi ve bu seçimlerde hiçbir hata yapmaması canlılık açısından bir zorunluluktur. Kimyasal reaksiyonların, fizik kanunlarının tesadüf eseri, şuursuz yağ ve proteinlerden oluşan bu incecik zara, böyle şuurlu bir seçicilik kazandırmayacağı açıktır. | |
... hücrenin bir yanda kendisini dış dünyaya kapama ama öte yanda gene bu dünyaya açık tutma zorunluluğu bulunmaktadır... Dışa hem açık hem kapalı bir sınır oluşturabilmenin yolu, alabildiğine "uzmanlaşmış", üstün yeteneklerle donanmış bir bağlantı oluşturabilmekten geçer. Seçici, ayıklayıcı işlevleri çok iyi yerine getirebilen bir bağlantı olmalıdır bu. Hücre için gerekli maddeler ve enerji miktarı hücreye kolaylıkla ulaşabilmeli, ama aynı zamanda cansız dış dünyanın istikrarsızlıkları, dalgalanmaları, hücre içindeki biyokimyasal süreçleri hiçbir şekilde etkilememeli, bunları bastırıp bozacak boyutlara ulaşmamalıdır. Başka deyişle: Hücre, dış dünyanın ve doğal çevrenin değişik ve çeşitli özelliklerini herhangi bir yoldan ayırt edebilecek ve onları seçebilecek durumda olmalıdır. Dış dünyanın etmenleri, ister doğrudan madde, isterse de enerji biçiminde olsunlar, hücrenin ayakta kalması için gerekli olan ihtiyaçlar listesinde yer almadıkları sürece, dışta bırakılabilmelidirler... Gerçekten de hücrenin (daha doğrusu evrimin) burada çözmek üzere önüne koymuş olduğu görev, paradoks bir ilişkiyi tanımlamaktadır. Ama bu görev halledilmeden de bildiğimiz kimyasal ve fiziksel nedenlerden ötürü, hayat diye bir şeyin var olması söz konusu olamazdı. Eh, bugün hayatta olduğumuza ve iş buralara kadar vardığına göre, demek ki evrim bu çelişik durumun da içinden çıkmayı becermiştir... Evrimin burada başvurduğu çözüm ya da daha doğrusu uzlaşma yolu, yarı-geçirgen diye çevirebileceğimiz "semipermeable" zarı, hücre kabuğu olarak geliştirmek olmuştur. Gerçi yarı-geçirgen teriminin, incecik hücre zarının o şaşırtıcı yetenek ve becerilerini yansıtmakta oldukça zayıf kaldığını da buradan söylemeden edemiyoruz...82
Hücredeki Kompleks Tasarimin Kör Tesadüfler Sonucu Oluştuğunu İspat Etme Çabalari, Boş Bir Uğraşidan, Vakit Kaybindan Başka Bir Şey Değildir... | |
Tesadüf iddialarını bilimsel yaklaşımın temeli kabul ederek, bilimin rotasını yanlış yönde belirleyen bilim adamları, bilimin insanlığa getireceği nice faydaların gecikmesine, bilgi, vakit ve maddi imkanların ise boş amaçlar uğruna harcanmasına sebep olmuşlardır. Yıllarca milli servetleri akıtarak "evrendeki mükemmel düzen tesadüfen oluşabilir mi?" sorusuna yanıt aramış, fakat her defasında tesadüf iddialarının imkansızlığını pekiştirecek yeni bir delil elde ederek Allah'ın yaratma sanatındaki harikalıklara daha yakından şahit olmuşlardır. |
Ünlü evrimci bir yandan hücre zarındaki kompleks, şuurlu seçim mekanizmasından bahsederken, bir yandan da zorlama evrim açıklamaları yapmaktadır. Hiçbir bilimsel delil öne sürmeden, "Eh, bugün hayatta olduğumuza ve iş buralara kadar vardığına göre, demek ki evrim bu çelişik durumun da içinden çıkmayı becermiştir..." gibi dogmatik bir yaklaşım sergilemektedir. Buradaki ifadeler evrimcilerin bilim anlayışları açısından da bir örnek teşkil etmektedir. Çünkü evrimciler bilimsel bulgular doğrultusunda sonuç çıkarmak yerine, evrimi tartışılmaz bir dogma kabul ederek yorumlarda bulunmaktadırlar. Eğer Ditfurth'un söylediklerini daha açık bir dille yazmak istersek, "eh, bugün hayatta olduğumuza ve evrim teorisi dışında da hiçbir açıklamayı kabul etmeyeceğimizi baştan belirlemiş olduğumuza göre" gibi bir cümle kurmamız gerekir. Bir kez daha ortaya çıkmaktadır ki, evrim teorisinin tek dayanağı, -bilimsel deliller değil- bu teoriye felsefi nedenlerden dolayı duyulan inançtır.
Evrimciler hücre zarı ile ilgili yaptıkları deneylerde de hücre zarının tesadüf eseri oluşabileceği hayalini taşımaktadırlar. Bilimsel verilerle uyuşmayan geçersiz deneylere rağmen, yine de evrimci yorumlar yapmaktan çekinmemektedirler. Bu amaçla yapılan deneylerden birinde, Charles Apel adlı üniversite mezunu bir öğrenci tarafından yönlendirilen Santa Cruz Califonia Üniversitesi'nden bir grup araştırmacı laboratuvar ortamında, tatlı su içinde, zar yapılı kabarcıklar elde ettiler ve bu yapıların, hayatın tatlı sularda kendiliğinden başladığına bir delil oluşturduğunu öne sürdüler.83 Ancak bu iddialar bilim dışıdır ve evrimcilerin ön yargıları ile öne sürdükleri taraflı yorumlardan başka bir şey değildir. İlerleyen sayfalarda bunun nedenlerini daha detaylı açıklayacağız.
Bugüne kadar evrimciler hayatın okyanuslarda, yani tuzlu suda oluştuğunu öne sürüyorlardı. Ne var ki, tuzlu sularda yapılan deneylerde bu zar oluşmuyordu. Söz konusu deneyde ise, tatlı su kullanıldı ve zarımsı bir yapısı olan kesecikler elde edildi.
Öncelikle, bu keseciklerin laboratuvarda elde edilmiş olmasının, DNA'nın, hücrenin, hücre içindeki organellerin ve proteinlerin bir su birikintisinde, kendiliğinden oluştuğu tezine bir destek sağlamayacağı açıktır. Bunun nedenlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1. Laboratuvarda elde edilen zar, hücre zarının özelliklerine sahip değildir. Elbette kimyasal ve fiziksel etkiler bazı molekülleri (hidrofobik veya hidrofilik olmalarına göre) su içinde yan yana getirebilir. Ama bu zarın hücre zarıyla benzerliği yoktur. Çünkü hücre zarının hayati olan yönü, -kitap boyunca çok detaylı incelediğimiz gibi- hücrenin içi ile dışı arasında seçici bir geçirgenlik yürütmesi, buna imkan sağlayan kompleks kapı sistemlerine sahip olmasıdır.
Evrimciler ise, hücre zarını ve DNA gibi molekülleri özellikle basit yapılar gibi göstermektedirler. Böylece bu yapıların tesadüfen oluştuğunu öne sürebileceklerini düşünürler. Bu nedenle laboratuvarda oluşturdukları son derece basit bir zarı da, bu çok kompleks yapıların ilk aşaması gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa, laboratuvarda elde edilen zarın, hücre zarına evrimleşmesi, hücre zarının sahip olduğu özellikleri zaman içinde, tesadüfler sonucunda elde etmesi imkansızdır. Bu imkansızlığı görebilmek için, hücre zarının sahip olduğu özelliklerden sadece birkaçını düşünmek bile yeterlidir.
◉ 1 mm'nin yüz binde biri kalınlığındaki hücre zarı, organellerdeki işlemlerin ve hücrenin yaşamının devam edebilmesi için hücrenin dışındaki ortamda bulunan sayısız kimyasal maddenin içinden, hücrenin ihtiyaç duyduklarını tanır ve yalnızca onları içeri alır. Yani olağanüstü bir tanıma yeteneği vardır.
◉ Son derece ekonomiktir; hücrenin ihtiyaç duyduğu miktardan fazlasını kesinlikle içeri almaz.
◉ Bu kadarla da kalmaz; bir yandan da hücrenin içindeki zararlı artıkları anında tespit eder ve hiç zaman kaybetmeden dışarı atar.
◉ Hücre zarından içeriye ve dışarıya bazen çok büyük moleküllerin transferi gerçekleşir. Böyle bir durumda, hücre zarı hiçbir zarara uğramadan bu geçişi sağlar. Hücre, kendi zarından kesecikler oluşturur. Bu kesecikler sayesinde depolama ve ulaştırma işleri yapılır. Örneğin pinositoz denilen işlemde hücre zarı bir miktar içeri gömülür, oluşan çukurun içine hücre dışında bulunan moleküller girer. Bu çukur içeri doğru iyice çekilerek hücre içine alınır ve bir kesecik oluşturulur. Bir anlamda hücre ihtiyacı olan maddeleri yutar.
◉ Ekzositoz denilen işlemde ise hücre, kendi içinde bir kesecik oluşturur. Artık maddelerle doldurduğu bu keseciği hücre zarından dışarı atar. Böylece keseciğin taşıdığı maddeler dış ortama bırakılmış olur.
İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah sizin Rabbinizdir; mülk O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, 'bir çekirdeğin incecik zarına' bile malik olamazlar. |
Yağ moleküllerinden oluşan hücre zarının bu işlemlerin hepsini yapabilmesi için, hücre içindeki bütün faaliyetleri ve gelişmeleri bilmesi, gerekli veya fazla olan maddelerin listesini çıkarması, stokları kontrol altında tutup, üstün bir hafıza ve karar verme yeteneğine sahip olması gerekir. Ayrıca, zarar görmeden büyük moleküllerin nasıl transfer edileceği ile ilgili yöntem geliştirmesi ve kendisini buna göre dizayn etmesi de gerekir. Tesadüflerin, şuursuz molekülleri bu şekilde kusursuzca organize etmeleri, olağanüstü kompleks bir sistem kurmaları ise imkansızdır. Bilinç ve bilgi sahibi bilim adamları dahi, milyonlarca dolarlık yatırımlarla ve son derece ileri bir teknoloji ile, hiçbir fonksiyonu olmayan, sadece içindeki molekülleri bir kılıf gibi sarma özelliğine sahip olan bir zar üretebilmektedirler. Bilim adamlarının başaramadığını, şuursuz moleküllerin ve tesadüflerin başardığını iddia etmek ise son derece mantıksızdır.
Evrimciler Darwin'in vasiyetlerine sadık kalarak canlılığın sözde ilkel bir hücreden kendi kendine geliştiğini ileri sürmeye devam ettiler. İlk hücrenin ise "ilkel çorba" olarak tarif ettikleri ortamda, bir su karmaşası içinden tesadüfen çıktığını varsaydılar. Bu dogmatik inançla uzun yıllar canlı bir hücre oluşturabilmek için sayısız deneyler yaptılar. Ancak tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü canlı bir hücrenin "tesadüfen" oluşması bir yana dursun, dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile hücrenin meydana getirilmesi mümkün olmadı. |
2. Evrimcilerin kesinlikle açıklama getiremedikleri konu, sadece hücre zarının oluşumu değildir. Evrimciler, ilkel çorbada ilk olarak sözde ilkel hücre zarının oluştuğunu, ardından da bu zarın içindeki moleküllerin, kendi kendini kopyalayabilen son derece kompleks moleküllere dönüştüğünü iddia etmektedirler. Ancak bunun nasıl gerçekleştiğine dair tek bir açıklamaları dahi bulunmamaktadır. Hatta önde gelen evrimciler dahi böyle bir evrimin mümkün olmadığını itiraf etmektedirler. Bunlardan biri olan California Salk Enstitüsü'nden evrimci biyokimyacı Dr. Leslie Orgel, şöyle demektedir:
İlkel çorbayı elde etmek kolaydır. Bizim bir sonraki aşamada, organik moleküllerden oluşan, içinde amino asitleri ve nükleotidleri oluşturan organik maddeleri içeren ilkel çorbanın nasıl olup da kendi kendini kopyalayabilen organizmalara evrimleştiğini açıklamamız gerekir. ... itiraf etmeliyim ki, bu evrimsel süreci tekrar oluşturmak için yapılan girişimler, hiçbir şekilde kesin sonuç vermemektedir.84
Hücreyi oluşturan yapıların ve organellerin her biri tek başına son derece kompleks özelliklere ve dizayna sahiptir. Bunlardan herhangi birinin tesadüfen oluşması ihtimali sıfırdır. Nitekim, bilim adamlarının on yıllardır süren çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmakta, hücrenin en küçük bir parçası dahi laboratuvarda taklit edilerek inşa edilememektedir.
Darwinistler, hücre zarının tesadüf eseri kendiliğinden oluşabilecek bir yapı olduğu iddiasıyla ortaya çıktılar. Ancak hücrenin zarı öylesine komplekstir ki, tesadüfen oluşmak bir yana, tüm çabalarına ve gelişmiş teknolojik imkanlarına rağmen, seçici-geçirgen hücre zarı benzeri bir yapıyı taklit dahi edememektedirler. Dolayısıyla bilim adamlarının yaptıkları tüm çalışmalar, bir yandan tesadüf iddilarını geçersiz kılarken, bir yandan da hücredeki yaratılışı gözler önüne sermektedir. |
"Hücre zarı üretildi" yanılgısına neden olan bir başka çalışma ise, NASA'nın AMES Araştırma Merkezi'nde bir grup araştırmacının yaptığı deneydir. NASA'da gerçekleştirilen araştırmanın sonucuna göre, bu yapıların "tüm canlılarda bulunan zarlı yapıların özelliklerine sahip" oldukları iddia edilmiştir. Ancak deneyin içeriği incelendiğinde, oluşan yapıların canlı hücrenin zarı ile hiçbir şekilde aynı özelliklere sahip olmadığı görülmektedir. Deney sonunda ortaya çıkan mikroskobik balonların, benzersiz bir tasarım ürünü olan hücre zarıyla, fiziki olarak çok farklı yapılar olduğu hemen fark edilmektedir.
Öncelikle, üretilen balonlar tek tabakadan oluşan yağ yapısındadır. Oysa her canlı hücrenin zarı, ortak bir tasarım ürünü olarak hep çift katmandan oluşan lipit yapısında olur. ABD Ulusal Bilimler Akademisi'nin PNAS adlı yayın organında yayınlanan, 30 Ocak 2001 tarihli makalenin orijinalinde üretilen kimyasal yapılar "tek katmandan oluşan sabun köpükleri" olarak tanımlanmışlardır.85 "Amfifilik" (iki farklı ortamı da seven) özelliklerinden dolayı bu şekilde tarif edilen deney ürünlerinin, canlı olduklarına dair bir iddiada dahi bulunulamamıştır.
Çünkü hücrenin canlılığını sağlayan fonksiyonları ve organelleri, hücreyi yakından tanıyan her biyoloğun bildiği gibi, olağanüstü derecede komplekstir ve insanlar tarafından üretilmeleri bir yana taklit edilmeleri dahi henüz mümkün değildir. Nitekim bu deney sayesinde de, hücre zarının eşsiz yapısı bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Hücre zarının, çift tabakadan oluşan lipit özelliğinin, onlarca bilim adamının bilgisi ve çabasıyla dahi taklit edilemediği ortaya çıkmıştır. Yakın bir zamana kadar Federal Alman Fizik ve Teknoloji Enstitüsü'nde profesör ve Bilgi Teknolojisi Bölüm Başkanı olan Prof. Werner Gitt hücredeki tasarım karşısında şunları ifade etmiştir:
Biyolojik enerji dönüşüm sistemi öylesine hayranlık verici ve akıllıca tasarlanmıştır ki, enerji mühendisleri bunu sadece büyülenmiş biçimde seyrederler. Şimdiye dek hiç kimse bu ileri derecede minyatür ve son derece verimli mekanizmayı taklit edememiştir.86
Bir molekül zincirine "canlılarda bulunan zarlı yapıların özelliklerine sahip" denebilmesi için, öncelikle hücrenin seçici-geçirgen fonksiyonlarını yerine getiriyor olması şarttır. Ancak laboratuvar koşulları altında büyük bir bütçe harcanarak, insan gücü ve bilgisi kullanılarak elde edilen sonuç yalnızca "keseciğe benzer balon" yapılardır.
Evrimciler, kökenini hiçbir şekilde açıklayamadıkları hücrenin tasarımı karşısında, bu kompleksliği gündemden çıkarmak ve hücreyi elden geldiğince "basit" göstermek çabasındadırlar. Ama bu çabalar sonuçsuzdur. W. H. Thorpe, tanınmış bir evrimci olmasına rağmen, "canlı hücrelerinin en basitinin sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha komplekstir" diyerek hücrenin basit olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.87
Hücre zarının görevi sadece hücreyi sarıp kuşatmak değildir. Benzersiz hayati fonksiyonlarıyla hücreye canlı özelliği kazandıran bu zar, sahip olduğu üstün yetenek, hafıza ve sergilediği akıl yüzünden hücrenin beyni olarak kabul edilir. Önceki bölümlerde detaylı değindiğimiz gibi bu zar çift taraflı, hem içe hem dışa doğru dönük yağ moleküllerinden oluşan bir duvara benzer. Bu yağ parçacıklarının arasında hücreye girişi ve çıkışı sağlayan kapılar ve zarın dış ortamı tanımasını sağlayan algılayıcılar vardır. Bu kapılar ve algılayıcılar protein moleküllerinden yapılmıştır. Hücre duvarının içinde yer alırlar ve hücreye yapılan tüm giriş ve çıkışları titiz bir biçimde denetlerler.
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. >(Yine) Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Sizin Allah'tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur. |
Evrimciler, canlı yapıların tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmek için, canlılığı önce basit göstermek durumundadırlar. Oysa canlılık bilimin gösterdiği veriler ışığında son derece komplekstir; basitlikle hiç ilgisi yoktur. Yaptıkları deneyler canlılığın, değil tesadüfen oluşması, bilinçli olarak ve en üstün teknoloji kullanılarak bile taklit edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. NASA laboratuvarlarında yapılan bu deney de dahil olmak üzere, bilimsel bulgular, hayatı bir tesadüf ürünü sayan evrim teorisini yalanlamakta ve yaratılışı doğrulamaktadır: Küçük bir hücreden insana kadar, var olan tüm canlıları, sonsuz bir güç, akıl ve bilgi sahibi olan Yüce Allah yaratmıştır. Allah bir ayetinde şöyle bildirir:
De ki: "Gördünüz mü haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, yerden neyi yaratmışlar, bana gösterin?.. (Ahkaf Suresi, 4)
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. |
Hücre zarını yapay olarak elde edemeyen evrimci bilim adamları, çareyi uzaya başvurmakta görmüşlerdir. Bir kısım evrimciler hücre zarının yapısını oluşturan çift katlı bileşiklerin kaynağını açıklamak için "dünya dışından maddelerin geldiği" görüşünü ortaya atmışlardır.88 Başlangıçta gök taşı gibi karbon içerikli meteorların uzun hidrokarbon zincirlerinden oluşan bileşiklere sahip oldukları tespit edilmişti. Söz konusu iddiaların sahipleri bunun iddialarına bir delil olabileceğini düşünmüşlerdi. Ancak daha sonra yapılan analizler sonucunda bu bileşiklerin dünya ile temas neticesinde oluştuğu ortaya çıkmıştır. Yakın zamanda yapılan laboratuvar deneyleri de yeryüzündeki amfifilik maddelerin dünya kaynaklı olduğu görüşüne destek vermektedir.89
Evrimci araştırmacılar bu bileşiklerin ilk hücre zarı bileşenleri olabileceğini ve doğru bileşenler ortaya çıktığında çift katlı zarların kendiliğinden bir anda oluşabileceğini iddia ederler. Sözde ilkel zarlar oluştuktan sonra da, bunların fosfolipitlerden oluşan çift katlı zarlara dönüştüğünü farz ederler. Biyolojik zarların kökeni hakkında ortaya atılan bu evrimci modeller abartılı şekilde basitleştirilmiş anlatımlar içermektedir. Evrimci araştırmacılar, sözde ilk hücrelere ait ilkel hücre zarlarının oktanoik ve nonanoik asitlerle karışmış aromatik hidrokarbonlardan oluştuğunu iddia ederler. Fakat bu görüşler yanıltıcıdır. Çünkü oktanoik ve nonanoik asitler yalnızca oldukça yüksek yoğunlukta bulunduklarında çift katlı tabakalar oluşturabilirler.90 Fakat bu, evrimcilerin varsaydığı ilkel ortam senaryoları ile bağdaşmayan bir durumdur. Kaldı ki, oktanoik ve nonanoik asitlerin çift katlı zarları oluşturabilmeleri için güç çevre koşullarına gerek vardır. Her iki bileşik sadece belirli pH seviyelerinde çift katlı zarlar oluşturabilirler.91 Eğer çözeltinin pH seviyesi nötr değerlerden saparsa oktanoik ve nonanoik çift katlı zarlar kararsız olur. Çözeltinin sıcaklığı da çift katlı tabakanın kararlı olması için büyük önem taşır. 92 Bunlardan başka oktanoik ve nonanoik çift katlı tabakanın kararlılığı, doğru moleküler yapıdaki maddelerin varlığına da bağlıdır. Örneğin nonanol maddesinin belirli bir aşamada dahil edilmesi durumunda, nonanoik asit çift katlı zarı kararlı hale getirir. 93
1. ISI | |
Hücre zarının fosfolipit yapısı birkaç derecelik ısı değişikliğinde dahi hemen değişime uğrar. Bu değişim bir kısım hücreler için bozulma anlamına gelir. Hücrenin canlılığının devamı için, ısı, sayısız koşuldan sadece bir tanesidir. Canlılık için böylesine hassas ayarların söz konusu olduğu düşünülürse, tesadüf iddialarının mantıksızlığı daha da net görülecektir. | |
Çift katlı zarın oluşumu için ihtiyaç duyulan bu katı gereklilikler, meteorlar ya da kuyruklu yıldızlar yoluyla yeryüzüne geldiği iddia edilen amfifilik bileşiklerin ilk hücre zarını oluşturduğu yönündeki beklentileri bir hayal kılmaktadır. Nonanoik asitten çift katlı zarların oluşumu (ya da herhangi bir amfifil ile tek hidrokarbon zincirinden oluşan çift katlı zarlar) dağın tepesine doğru akan bir nehir kadar imkansızdır. Bunun nedeni çeşitli koşulların aynı anda bulunması gerekliliğidir. Eğer çift katlı bir yapı oluşursa, çevre koşullarındaki çok küçük değişiklikler onların kararlılıklarını yitirmelerine ve biyolojik açıdan hiçbir önemi olmayan misellere (çözeltide dağılmış en küçük molekül kümesi) dönmelerine neden olabilir.
Kaldı ki ilk fosfolipit ortaya çıktıktan sonra, hücre zarı sistemleri mutlaka kendiliğinden biraraya gelmezler. Bazı fosfolipitler laboratuvar koşulları altında yalnız araştırmacıların müdahalesi ve denetimi ile çift katlı tek bir zardan oluşan yapılar meydana getirirler. Bu şekilde oluşturulduklarında çift katlı tekli zar yığınları lipozom adı verilen içi boş küresel yapılar şeklinde düzenlenirler. Lipozomlar ise sadece kısa bir süre varlıklarını devam ettirirler. Bunların kararlılığı geçicidir ve zamanla eriyerek birleşirler.94
Rabbin, dilediğini |
Örneğin insanlardaki alyuvar hücreleri 37° C (normal insan vücut ısısı) üzerinde tutulduğunda bozulmaya uğrarlar. Hücre zarındaki fosfolipit bileşimin değişmesi sonucunda da hastalıklı dokular meydana gelir. 1980'li ve 90'lı yıllarda Milli Sağlık Enstitüsü'nde (NIH) araştırmacı olan Prof. Norman Gershfeld, hücre zarlarının oluşması ve yapılarını korumalarının sadece belirli koşullar altında mümkün olduğunu, söz konusu fiziksel ve kimyasal koşulların son derece hassasiyetle ayarlanması gerektiğini keşfetmiştir.95 Dünyanın ilk oluştuğu dönemlerde faaliyet gösteren kimyasal ve fiziksel süreçlerin, hücre zarının kararlı yapısını oluşturabilmesi mümkün değildir. Tesadüfi etkiler "doğru" fosfolipit bileşimi oluştursalar bile, sıcaklık ya da hücre zarı bileşimindeki herhangi bir dalgalanma bu zar yapısını bozacaktır. Bu yapının kaybedilmesiyle de ilk hücre ortadan kaybolacaktır.
Görüldüğü gibi hücre zarı yapısının hassasiyeti, hayatın başlangıcı hakkında ortaya atılan senaryoları geçersiz kılmakta ve canlılığın her aşamasında Allah'ın yaratış delilleri gözler önüne serilmektedir. Biyolojik zarların oluşması ve korunması için ihtiyaç duyulan mutlak koşullar, bu yapıların doğal süreçlerle meydana gelmesinin imkansız olduğu sonucunu vermektedir.
Hiçbir bilim adamı ilk hücreyi cansız maddelerden üretebilecek herhangi bir yol bulmuş değildir. Hayatın kökeni hakkında araştırmaları olan Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose de bu sorunu şöyle ifade etmiştir:
Yaşamın kökeni konusunda kimyasal ve moleküler evrim alanlarında otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir açmaz içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar. Yeni düşünce ve deneysel hareket tarzları denenmelidir... Bilim adamları arasında detaylı evrimsel aşamalara ilişkin oldukça büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Problem, prebiyotik (yaşam öncesi) moleküllerden progenotlara geçişi sağlayan temel evrimsel süreçlerin delillerle ispatlanmamış olmaları ve bu süreçlerin oluştuğu çevresel koşulların bilinmemesidir. Dahası, tüm canlı hücrelerin oluşumuna neden olan genetik bilginin nerede olduğunu, ilk kopyalanabilir polinükleotidlerin (çoklu nükleik asitler, ilk DNA) nasıl evrimleştiğini ya da modern hücreler içerisindeki aşırı derece karmaşıklıktaki yapısal işlev ilişkilerinin nasıl oluştuğunu gerçekte bilmiyoruz... Öyle görünüyor ki bu alan artık bir açmaza, varsayımların deneyler ya da gözlemlerle temellendirilmiş olgular üzerinde baskın oldukları bir konuma ulaşmıştır.96
Görüldüğü gibi, ilk hücrenin oluşumunu imkansız kılan tek nokta Dünya'nın ilk halindeki koşulların yetersizliği değil, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip olması ve böyle bir yapının tesadüfler sonucunda oluşmasının imkansız oluşudur. Dolayısıyla, dünyada gerçekleşemeyen bir imkansızlığın, uzayda gerçekleşmesi için hiçbir neden yoktur.
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır. |
82. Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi, 2. baskı, Alan Yayıncılık, cilt 3, İstanbul, 1997, ss. 36-37.
83. http://astrobiology.arc.nasa.gov/news/expandnews.cfm?id=1368; Daily inScight, Academic Press, 17 Nisan 2002.
84. Leslie E. Orgel, "Darwinism at the very beginning of life", New Scientist, 15 Nisan 1982, s. 150.
85. Jason P. Dworkin, David W. Deamer, Scott A. Sandford, Louis J. Allamandola, "Self-assembling amphiphilic molecules: Synthesis in simulated interstellar/precometary ices", Proceedings of the National Academy of Sciences, no. 93(3), ABD, 30 Ocak 2001, ss. 815–819.
86. Werner Gitt, In the Beginning Was Information, CLV, Bielefeld, Germany, 1997, s. 236.
87. W. Thorpe, "Reductionism in Biology," Studies in the Philosophy of Biology,1974, ss. 116-117.
88. David W. Deamer, Elizabeth H. Mahon, Giovanni Bosco, "Self-Assembling and Function of Primitive Membrane Structures", Early Life on Earth: Nobel Symposium, ed. Stefan Bengtson, no. 84, Columbia University Press, New York, 1994, ss. 107-123; David W. Deamer, "Membrane Compartments in Prebiotic Evolution," The Molecular Origins of Life: Assembling the Pieces of the Puzzle, ed. André Brock, Cambridge University Press, Cambridge, 1998, ss. 189-205.
89. Jason P. Dworkin, David W. Deamer, Scott A. Sandford, Louis J. Allamandola, "Self-assembling amphiphilic molecules: Synthesis in simulated interstellar/precometary ices", Proceedings of the National Academy of Sciences, no. 93(3), ABD, 30 Ocak 2001, ss. 815–819; Ron Cowen, "Life's Housing May Come from Space," Science News, vol. 159, no. 5, 3 Şubat 2001, s. 68.
90. David W. Deamer, Elizabeth H. Mahon, Giovanni Bosco, "Self-Assembling and Function of Primitive Membrane Structures", Early Life on Earth: Nobel Symposium, ed. Stefan Bengtson, no. 84, Columbia University Press, New York, 1994, ss. 107-123.
91. David W. Deamer, Elizabeth H. Mahon, Giovanni Bosco, "Self-Assembling and Function of Primitive Membrane Structures", Early Life on Earth: Nobel Symposium, ed. Stefan Bengtson, no. 84, Columbia University Press, New York, 1994, ss. 107-123.
92. William R. Hargreaves, David W. Deamer, "Liposomes from Ionic, Single-Chain Amphiphiles," Biochemistry, no. 17, 1978, ss. 3759-3768.
93. Charles L. Apel et al., "Self-Assembled Vesicles of Monocarboxylic Acids and Alcohols: Conditions for Stability and for the Encapsulation of Biopolymers," Biochimica et Biophysica Acta, 2001.
94. Barry L. Lentz et al., "Spontaneous Fusion of Phosphatidylcholine Small Unilamellar Vesicles in the Fluid Phase," Biochemistry, no. 26, 1987, ss. 5389-5397.
95. N. L. Gershfeld, "The Critical Unilamellar Lipid State: A Perspective for Membrane Bilayer Assembly", Biochimica et Biophysica Acta, no. 988,1989, ss. 335-350.
96. Klaus Dose, "The Origin Of Life: More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science Reviews, vol. 13, no.4, 1988, ss. 348-349.