CANLILAR ARASINDAKİ FARKLILIK
Doğa tarihi kavramı, bazı insanlara evrim teorisini çağrıştırır. Bunun nedeni, bu yönde yapılan yoğun propagandadır. Çoğu ülkede doğa tarihi müzeleri, materyalist evrimci biyologların denetimindedir ve bu müzelerdeki malzemeler de onlar tarafından yorumlanır. Tarih öncesi devirlerde yaşamış canlılar ve bu canlılara ait fosil izleri, hep Darwinist kavramlarla birlikte anılır. Bunun bir sonucu olarak da çoğu insan, doğa tarihini incelediğinde "evrim" denen kavramla karşılaşacağını sanır.
Oysa gerçekler çok farklıdır. Doğa tarihi, bizlere farklı canlı sınıflamalarının yeryüzünde hiçbir "evrim" olmadan, bir anda ve kompleks yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Farklı canlı türleri, birbirlerinden bağımsız bir biçimde, aralarında hiçbir "ara form" olmadan belirmişlerdir.
Bu bölümde fosil kayıtlarını temel alarak doğanın gerçek tarihini inceleyeceğiz.
Canlılar biyologlar tarafından belirli sınıflandırmalara ayrılırlar. "Taksonomi" ya da "sistematik" olarak da bilinen bu sınıflandırma, Linneaus olarak tanınan 18. yüzyıl İsveçli bilim adamı Carl von Linneaus'a kadar uzanır. Linneaus'un kurduğu sınıflandırma sistemi günümüze kadar geliştirilerek devam etmiştir.
Bu sınıflama içinde hiyerarşik kategoriler vardır. Canlılar ilk önce "alem"lere ayrılırlar; bitkiler ya da hayvanlar alemi gibi. Sonra bu alemler kendi içlerinde filumlara ("şubelere") bölünür. Filumlar da daha alt gruplara ayrılırlar. Sınıflama yukarıdan aşağı şu şekildedir:
Alem (Kingdom)
Filum (Phylum, çoğulu Phyla)
Sınıf (Class)
Takım (Order)
Aile (Family)
Cins (Genus, çoğulu Genera)
Species (Tür)
Bugün biyologların çoğunluğu, beş (veya altı) ayrı alem olduğunu kabul eder. Bitkiler ve hayvanların yanında, mantarlar, protista (algler ve amip gibi hücre çekirdeği olan tek hücreliler) ve monera (bakteriler gibi hücre çekirdeği olmayan tek hücreliler) ayrı birer alem sayılır. Bazen bakteriler, öbakteri ve arkebakteri olarak iki alt gruba ayrılırlar; bazen de öbakteri, arkebakteri ve ökaryot olarak üç aleme ayrılırlar. Bu alemlerin en önemlisi, kuşkusuz hayvanlar alemidir. Hayvanlar aleminin kendi içindeki en büyük bölünme ise, başta belirttiğimiz gibi, farklı filumlardır. Bu filumlar belirlenirken, her birinin tamamen farklı vücut planlarına sahip oldukları göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin Artropodlar (böcekler, örümcekler ve diğer eklem bacaklılar) kendilerine has bir filumdur ve filuma dahil edilen tüm canlılar temelde benzer bir vücut planına sahiptirler. Chordata olarak adlandırılan filum ise, notochord (embriyonun sırt tarafında omurgayı oluşturacak olan hücre kümesinin oluşturduğu uzun kordon) veya daha çok omuriliğe sahip olan canlıları barındırır. Bizim için tanıdık olan balıklar, kuşlar, sürüngenler, memeliler gibi omuriliğe sahip olan hayvanların tümü, Chordata'nın bir alt sınıfı olan omurgalılar kategorisine dahildir.
Yaklaşık 35 farklı hayvan filumu arasında, ahtapotlar gibi yumuşak bedenli canlıları barından Molluska filumu ya da yuvarlak solucanları barındıran Nemotada filumu gibi çok farklı kategoriler vardır. Bu kategorilerin en önemli özelliği ise, başta da belirttiğimiz gibi tamamen farklı vücut planlarına sahip olmalarıdır. Filumların altındaki kategoriler, temelde benzer vücut planlarına sahiptir, ama filumlar birbirlerinden çok farklıdır.
Biyolojik sınıflandırma hakkındaki bu genel bilgiden sonra, şimdi bu filumların nasıl ve ne zaman yeryüzünde ortaya çıktıkları sorusuna bakalım.
Evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 1866 yılında çizilen sözde "hayat ağacı".
Önce Darwinizm'in bu konudaki varsayımını ele alalım. Bilindiği gibi Darwinizm, canlılığın tek bir ortak atadan geldiğini ve küçük değişimlerle farklılaştığını öne sürmektedir. Bu durumda, canlılığın, ilk başta birbirine çok benzer ve basit formlarda ortaya çıkmış olması gerekir. Yine aynı iddiaya göre, canlıların birbirlerinden farklılaşmaları ve kompleksliklerinin artması da, zamanın akışına paralel olmalıdır.
Kısacası, Darwinizm'e göre, canlılık tek bir kökten gelen, ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve "hayat ağacı" (tree of life) kavramı sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, canlılar arasındaki en temel sınıflandırma birimi olan filumların da, soldaki şemada görüldüğü gibi, kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir.
Darwinizm'e göre önce tek bir filum oluşmalı, sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş belirmelidir. Darwinizm'in bu varsayımına göre, hayvan filumlarının sayısında da kademeli bir artış yaşanmış olmadır. Yandaki çizim, Darwinist varsayımlara göre hayvan filumlarında beklenen kademeli sayı artışını göstermektedir.
Darwinizm'e göre canlılık bu şekilde gelişmiş olmalıdır. Peki ama gerçekten de böyle mi olmuştur?
Kesinlikle hayır. Aksine havyanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren çok farklı ve çok komplekstirler. Bugün bilinen tüm hayvan filumları, yeryüzünde aynı anda, Kambriyen Devir olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Kambriyen Devir, yaşı 570-505 milyon yıl olarak hesaplanan 65 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir.
Ana hayvan gruplarının ani ortaya çıkış süresi Kambriyen Dönemi'nin, genellikle "Kambriyen patlaması" olarak bahsedilen daha da kısa bir dönemine rastlamaktadır. Stephen C. Meyer, Paul A. Nelson ve Paul Chien detaylı bir literatür araştırmasına dayanan, 2001 tarihli makalelerinde, "Kambriyen patlaması jeolojik zamanın, 5 milyon yıldan fazla sürmeyen, fazlasıyla dar bir zaman aralığında oluşmuştur." demektedirler.56
Bu devirden önceki fosil kayıtlarında, tek hücreli canlılar ve çok basit birkaç çok hücreli dışında hiçbir canlının izine rastlanmaz. Kambriyen Devir gibi son derece kısa bir dönem içinde ise (5 milyon yıl, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir.) bütün hayvan filumları, tek bir eksik bile olmadan bir anda ortaya çıkmışlardır!
FOSİL KAYITLARI EVRİM TEORİSİNE KARŞI
EVRİM TEORİSİNE GÖRE YAŞANMIŞ OLMASI GEREKEN DOĞA TARİHİ
FOSİL KAYITLARININ ORTAYA KOYDUĞU GERÇEK DOĞA TARİHİ
Evrim teorisi, temel canlı gruplarının (filumların) tek bir ortak atadan doğup, zaman içinde farklılaşıp geliştiklerini iddia eder. Üstteki şema bu iddiayı ifade etmektedir: Darwinizm'e göre canlılar giderek dallanan bir ağaç gibi birbirlerinden farklılaşmış olmalıdırlar.
Fosil kayıtları ise bunun tam aksini göstermektedir. Alttaki şemada görüldüğü gibi, farklı canlı grupları yeryüzünde bir anda ve farklı yapılarıyla ortaya çıkmıştır. Kambriyen Devri'nde 100'e yakın temel canlı sınıfı (filum) bir anda belirmiştir. Daha sonra da bu canlı sınıflarının sayısı artmamış, aksine azalmıştır. (Çünkü bazı canlı sınıflarının soyu tükenmiştir.)
Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, deniz anaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi çok farklı canlılara aittir. Bu tabakadaki canlıların çoğunda, günümüzde yaşayan örneklerinden hiçbir farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunur. Bu yapılar hem çok kompleks hem de çok farklıdır. Science News dergisinin yazarlarından Richard Monestarsky, Kambriyen patlaması hakkında şu bilgileri vermektedir:
Bu illüstrasyon, Kambriyen Devri'ndeki kompleks yapılara sahip canlıları tasvir ediyor. Bu denli farklı canlıların hiçbir ataları olmadan bir anda ortaya çıkmış olmaları, Darwinist teoriyi en baştan geçersiz kılmaktadır.
Burgess Shale fosil yatağında bulunan ilginç fosil canlılardan biri: Marrella.
Yarım milyar yıl önce... Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, 550 milyon yıl önce, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki, denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen Devri'nde zaten vardır ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.57
Aynı makalede Çin'deki, Chengjiang bölgesinde yer alan Kambriyen tabakalarını inceleyen paleontolog Jan Bergström'ün şu sözleri aktarılmaktadır: "Chengjiang faunası, günümüzdeki büyük hayvan filumlarının erken Kambriyen Devri'nde zaten olduklarını ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklı olduklarını ortaya koymaktadır."58
Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire birbirlerinden çok farklı filumlarla dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan farklı canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrim teorisine göre asla cevaplandırılamayan bir sorudur. Darwinizm'in dünya çapındaki en önde gelen savunucularından biri olan İngiliz biyolog Richard Dawkins, bu gerçek hakkında şunları söylemektedir:
... Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler.59
Kambriyen Devrine Ait Bir Fosil
Darwinizm'in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley, California Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
Darwinist teori, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk havyan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.60
Philip Johnson'ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar, hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir. 53. sayfadaki grafikler, fosil kayıtlarının filumların kökeni hakkında ortaya koyduğu bu gerçeği göstermektedir:
Görüldüğü gibi, Kambriyen öncesi (Prekambriyen) dönemde sadece tek hücreli canlıların oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyende ise, 60-100 arasında farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen dönemde ise bu filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar sadece bazı filumlar ulaşmıştır.
Bilim yazarı Roger Lewin, Darwinizm'in, hayatın tarihi hakkındaki tüm varsayımlarını çökerten bu olağanüstü durumdan şöyle söz eder:
"Hayvanların tüm tarihindeki en önemli evrimsel olay" olarak tanımlanan Kambriyen patlaması, daha sonra da varlıklarını koruyacak olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya koymuştur. Bunların bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı tahminler, şu anda var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında, Kambriyen patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı yönündedir.61
İLGİNÇ DİKENLER:
Kambriyen Devri'nde bir anda ortaya çıkan canlılardan biri, sol üstteki Hallucigenia'dır. Bunlar gibi diğer pek çok Kambriyen canlısının fosilinde, saldırılara karşı korunma sağlayan dikenler ya da sert kabuklar yer alır. Evrimcilerin açıklayamadıkları bir konu da, ortada hiçbir "avcı" canlının bulunmadığı bu devirde bu hayvanların nasıl bu kadar iyi bir korunmaya sahip olduklarıdır. Ortada avcı hayvanların bulunmayışı, bu konuyu "doğal seleksiyon"la açıklamayı imkansız kılmaktadır.
Lewin, Darwinizm'e duyduğu sadakat adına Kambriyen Devri'ndeki bu olağanüstü olayı "evrimsel olay" olarak tanımlamaya devam etmektedir, ama eldeki bulguların hiçbir evrimci yaklaşımla açıklanamayacağı açıktır. İşin ilginç yanı, yeni fosil bulgularının evrim teorisinin Kambriyen sorununu giderek daha da büyütmesidir. Ünlü bilim dergisi Trends in Genetics (TIG), Şubat 1999 tarihli sayısında bu konuyu ele almıştır. Kanada'nın British Columbia eyaletinde yer alan Burgess Shale adlı fosil yatağındaki Kambriyen Dönemi fosillerinin konu edildiği yazıda, bu bölgedeki fosil bulgularının evrim teorisine göre bir türlü açıklanamadığı kabul edilmektedir.
Burgess Shale'deki söz konusu fosil yatağı, çağımızın önemli paleontolojik bulgularından biri sayılmaktadır. Kambriyen devre ait bu fosil canlıların özelliği, çok farklı filumlara ait olmaları ve önceki tabakalarda hiçbir ataları olmadan, bir anda ortaya çıkmalarıdır. TIG dergisi, Darwinizm'in önündeki bu büyük paleontolojik sorunu şöyle ifade etmektedir:
Küçük bir mekanda bulunmuş olan bu fosillerin, evrim biyolojisindeki bu büyük sorunla ilgili hararetli tartışmanın tam merkezinde yer alması oldukça garip gözükebilir. Fakat bu tartışmalara neden olan şey, Kambriyen Devri'nde yaşayan hayvanların fosil kayıtlarında şaşırtıcı bir bollukta ve birdenbire belirmeleridir. Radyometrik tarihlendirmelerin daha kesin sonuçları ya da giderek artan yeni fosil bulguları ise, sadece bu biyolojik devrimin aniliğini ve alanını keskinleştirmiştir. Yeryüzünün yaşam potasındaki bu değişimin büyüklüğü bir açıklama gerektirmektedir. Şu ana kadar birçok tez ileri sürülmüş olsa da, genel fikir hiçbirinin ikna edici olmadığıdır.62
"Hiçbiri ikna edici olmayan" bu fikirler, evrimci paleontologlara aittir. TIG dergisi bu konuda iki ünlü otoriteden söz etmektedir: Stephen J. Gould ve Simon Conway Morris. Her ikisi de Burgess Shale'deki "aniden ortaya çıkış"ı evrime göre açıklayabilmek için birer kitap yazmıştır. Gould'un kitabı Wonderful Life, Morris'inki ise The Crucible of Creation:The Burgess Shale and the Rise of Animals adını taşımaktadır. Ancak bu iki otorite de, TIG dergisinin vurguladığı gibi, ne Burgess Shale fosillerini ne de genel olarak Kambriyen devre ait diğer fosil kayıtlarını bir türlü açıklayamamaktadır.
Kambriyen patlaması incelendikçe, bunun evrim teorisi için ne kadar büyük bir çıkmaz olduğu daha açık ortaya çıkmaktadır. Son yılların bulguları, en temel hayvan sınıflamaları olan filumların neredeyse tamamının Kambriyen Devri'nde aniden ortaya çıktıklarını göstermektedir. Science dergisinde yayınlanan 2001 yılına ait bir makalede, "Yaklaşık 545 milyon yıl önce yaşanan Kambriyen Devri'nin başlangıcı, bugün hala canlı dünyaya hakim olan neredeyse tüm hayvan tiplerinin (filumların) fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkışına sahne oldu." denilmektedir.63 Aynı makalede, böylesine kompleks ve birbirinden tamamen farklı canlı gruplarının evrim teorisine göre açıklanabilmesi için, önceki devirlere ait çok zengin ve aşamalı bir gelişimi gösteren fosil yatakları bulunması gerektiği, ama bunun söz konusu olmadığı şöyle açıklanmaktadır: "Bu farklılaşmalı evrim ve yayılış da, kendisinden daha önce yaşamış olması gereken bir grubun varlığını gerektirir, ama buna dair bir fosil kanıtı yoktur."64
Kambriyen Devri fosillerinin ortaya koyduğu bu tablo, evrim teorisinin varsayımlarını reddederken, bir yandan da, doğaüstü bir yaratılışla var olduklarını gösteren çok önemli bir delildir. Evrimci biyolog,, Douglas Futuyma, bu gerçeği şöyle açıklar:
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir Akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.65
Bu illüstrasyon, Kambriyen Devri'ndeki kompleks yapılara sahip canlıları tasvir ediyor. Bu denli farklı canlıların hiçbir ataları olmadan bir anda ortaya çıkmış olmaları, Darwinist teoriyi en baştan geçersiz kılmaktadır.
Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların, evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediklerini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bu ise, canlılığın bilinçsiz doğal süreçlerle değil, bilinçli bir yaratılışla var olduğuna kanıt oluşturmaktadır. New York State Üniversitesi'nden Ekoloji ve Evrim Profesörü Jeffrey S. Levinton, Scientific American dergisine yazdığı "Hayvan Evriminin Big Bang'i" başlıklı bir makalesinde bu gerçeği istemeden de olsa kabul etmekte ve "Kambriyen Devri'nde çok özel ve gizemli bir yaratıcı gücün varlığını görüyoruz" demektedir.66
Evrim teorisini Kambriyen patlaması konusunda giderek daha fazla açmaza sokan bir diğer gerçek, farklı canlı kategorileri arasında yapılan genetik karşılaştırmalardır. Bu karşılaştırmaların sonuçları, evrimci biyologların yakın zamana kadar "yakın akraba" saydıkları hayvan kategorilerinin genetik olarak çok farklı olduklarını ortaya koymakta, böylece zaten sadece teoride var olan "ara form" varsayımlarını temelden çökertmektedir. Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde 6 ayrı bilim adamının imzasıyla yayınlanan 2000 tarihli bir makalede, DNA analizlerinin "eskiden ara form sayılan" kategorileri bu durumdan çıkardığı şöyle açıklanmaktadır:
DNA sekans analizleri, filogenetik ağaçlar için yeni yorumlar gerektirmektedir. Metazoa (çok hücreli canlılar) ağacının tabanında yer alan ve daha önceden birbirini izleyen komplekslik derecelerini temsil ettikleri düşünülen canlı sınıflamaları, yer değiştirmekte ve ağacın çok daha üst kısımlarına taşınmaktadır. Bu, geriye hiçbir evrimsel "ara form" bırakmamaktadır ve bizi Bilateria (simetrik vücuda sahip canlılar)ın kompleksliğinin kökeni hakkında yeniden düşünmeye zorlamaktadır.67
Yine aynı makalede, evrimci yazarlar, daha önceden süngerler, cnidarianlar, ctenophorlar gibi omurgasız deniz canlıları grupları arasında "ara form" saydıkları bazı kategorilerin, yeni genetik bulgular nedeniyle artık böyle sayılamayacaklarını belirtmekte ve bu gibi evrim ağaçları kurgulama konusunda artık "ümitlerini yitirdiklerini" şöyle ifade etmektedirler:
Yeni moleküler temelli filogeninin bazı önemli sonuçları vardır. Bunların en önemlisi, süngerler, cnidarians ve ctenophores arasındaki "ara form" sınıflamaların ve bilateryen canlıların son ortak atasının, yani "urbilateria"nın ortadan kalkmasıdır... Bunun doğal sonucu olarak, urbilateria'ya giden soy ağacında çok büyük bir boşluğumuz var... Kademeli bir biçimde giderek artan bir komplekslik senaryosu yoluyla, "boşluktaki atayı" yeniden inşa etme yönündeki umudumuzu -ki bu eski evrimsel mantık yürütmede çok yaygındır- kaybetmiş bulunuyoruz.68
Kambriyen Devri'nde aniden ortaya çıkan farklı canlı gruplarının en ilginçlerinden biri, sonradan soyları tükenmiş olan trilobitlerdir. Artropodlar filumuna dahil olan trilobitler, sert kabukları, boğumlu vücutları ve kompleks organları ile çok karmaşık canlılardır. Fosil kayıtları, trilobitlerin gözleri hakkında dahi çok detaylı tespitler yapılmasını sağlamıştır. Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer alır. Bu göz yapısı tam bir yaratılış harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitler, 450 milyon yıl önce, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve hayal gücü son derece güçlü bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek kadar iyi bir tasarımı kullanıyorlardı." demektedir.69
İşte sadece trilobitlerin bu olağanüstü kompleks yapısı bile, Darwinizm'i tek başına geçersiz kılmaktadır. Çünkü daha önceki jeolojik devirlerde bu canlılara benzer hiçbir kompleks canlı yaşamamıştır ve bu da göstermektedir ki, trilobitler arkalarında hiçbir evrim süreci olmadan ortaya çıkmışlardır. Science dergisindeki 2001 tarihli bir makalede şöyle denir:
Artropod filogenilerinin kadistik analizleri (karşılaştırmalı anatomiye dayalı yöntemlerle yapılan analizler), trilobitlerin eucrustaceanlar gibi, artropod ağacındaki oldukça ilerlemiş "dallar" olduğunu göstermektedir. Bu iddia edilen gelişmiş artropod ataların varlığına dair ise bir fosil yoktur... (Trilobitlerin) Daha erken bir kökeni olduğu keşfedilse bile, yine de Kambriyen'in başlangıcındaki bu kısa zaman diliminde, neden bu kadar çok hayvanın vücut ölçüsü açısından büyüdüğünü ve kabuk edindiğini açıklamak bir sorun olarak kalacaktır.70
Kambriyen Devri'ndeki bu olağanüstü durum, Charles Darwin Türlerin Kökeni'ni kaleme alınırken de az çok biliniyordu. O devrin fosil kayıtlarında da, Kambriyen Devri'nde canlılığın birdenbire ortaya çıktığı gözlemlenmiş, trilobitlerin ve diğer bazı omurgasızların aniden belirdikleri tespit edilmişti. Bu yüzden Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında bu konuya değinmek durumunda kaldı. O sıralarda Kambriyen Devri "Siluryen Devri" olarak tanımlanıyordu. Darwin ise, "Bilinen Eski Fosil Kayıtlarında Farklı Türlerin Aniden Ortaya Çıkışı Üzerine" başlığı altında bu konuya değinmiş ve Siluryen Devri hakkında şöyle yazmıştı:
Trilobitlerin gözü, her biri çift mercek içeren yüzlerce küçük petekten oluşan bir "yaratılış harikası"dır.
Darwin, "eğer teorim doğruysa, trilobitlerden önceki devirler, bu canlıların atalarıyla dolup taşmalı" demişti. Ama Darwin'in hayal ettiği bu canlılardan tek bir tane bile bulunamadı.
Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen Devri'nde bugüne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise, verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.71
Darwin "eğer teorim doğruysa, dünya Siluryen (Kambriyen) Devri öncesinde yaşayan canlılarla dolup taşmış olmalı" demişti. Bu canlıların neden hiçbir fosili olmadığı sorusuna ise, tüm kitabı boyunca tekrarladığı "fosil kayıtları çok yetersiz" bahanesiyle cevap bulmaya çalışmıştı. Ama bugün fosil kayıtlarının yeterli olduğu ve Kambriyen Devri canlılarının bir ataları olmadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu ise Darwin'in, "eğer teorim doğruysa" diye başladığı cümlesini geri çevirmemizi gerektirmektedir; Darwin'in varsayımları tutmamıştır ve dolayısıyla teorisi doğru değildir.
Kambriyen Devri'ne ait kayıtlar, hem trilobitler gibi kompleks canlı vücutlarıyla, hem de çok farklı canlı vücutlarının aynı anda ortaya çıkmasıyla, Darwinizm'i yıkmaktadır. Darwin, kitabında "Eğer aynı sınıfa ait çok sayıdaki tür gerçekten yaşama bir anda ve birlikte başlamışsa, bu doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisine öldürücü bir darbe olurdu." diye yazmıştır.72 Kambriyen Devri'nde ise, başta da belirttiğimiz gibi, türler gibi benzer kategoriler bir yana, 60-100 arasında farklı havyan şubesi yaşama bir anda ve birlikte başlamıştır. Bu, tam olarak Darwin'in "öldürücü darbe" olarak tarif ettiği tabloyu ispatlamaktadır. Bu yüzden İsveçli paleontolog Stefan Bengston, Kambriyen Devri'nden söz ederken "Darwin'i şaşırtan ve utandıran bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır." der.73
Trilobitler hakkında belirtilmesi gereken bir diğer konu da, bu canlılardaki 530 milyon yıllık petek göz sisteminin, bugüne kadar hiç değişmeden gelmiş olmasıdır; arı ya da yusufçuk gibi günümüzdeki bazı böcekler de aynı göz yapısına sahiptir.74 Bu bulgu, evrim teorisinin canlıların ilkelden karmaşığa doğru geliştiği yönündeki iddiasına da yine "öldürücü bir darbe" indirmektedir.
Kambriyen Devri'nde aniden ortaya çıkan hayvan filumlarından biri, başta da belirttiğimiz gibi merkezi bir sinir ağına sahip olan Chordata filumudur. Chordata ya da Türkçe'de kullanılan karşılığıyla "kordalılar"ın bir alt sınıfı ise, omurgalılardır. Balıklar, amfibiyenler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gibi temel sınıflara ayrılan omurgalılar, kuşkusuz hayvanlar aleminin en önemli canlılarını oluştururlar.
Evrimci paleontologlar, her canlı filumunu bir başka filumun evrimsel devamı olarak görmeye çalıştıkları için, kordalıların bir başka omurgasız filumundan evrimleştiğini iddia ederler. Ancak tüm filumlar gibi Chordata filumunun üyelerinin de Kambriyen Devri'nde ortaya çıkmış olması, bu iddiayı ilk baştan tutarsız hale getirmektedir.
Bilinen en eski kordalı canlı olan Pikaia'nın fosili ve canlının tahmin edilen anatomisi
Önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi, 1999 yılında 530 milyon yıllık Kambriyen balıkları bulunmuştur ve bu çarpıcı bulgu evrim teorisinin bu konudaki tüm iddialarını yıkmaya yeterlidir.
Kambriyen Devri'nde belirlenen en eski kordalı ise, Pikaia adı verilen, uzun bir vücuda sahip ve ilk bakışta solucanları andıran deniz canlısıdır.75 Pikaia, atası olarak öne sürülebilecek tüm diğer filumlardaki türlerle aynı anda ve hiçbir ara form olmadan ortaya çıkmıştır. Evrimci biyolog Prof. Mustafa Kuru, Omurgalı Hayvanlar adlı kitabında bu ara form yokluğunu şöyle ifade eder:
Kordalıların omurgasız hayvanlardan oluştuğu konusunda kuşku yoktur. Yalnız omurgasızlarla, kordalılar arasındaki geçişi aydınlatacak bir fosilin bulunmaması, bu konuda birçok varsayımın ortaya atılmasına neden olmuştur.76
Eğer ortada bir ara geçiş formu yok ise, nasıl olur da "bu evrimin gerçekleştiği konusunda kuşku yoktur" denilebilir? Bir varsayımı, onu destekleyen delil olmadığı halde hiç kuşku duymadan kabul etmek, bilimsel değil dogmatik bir tavırdır. Nitekim Sayın Prof. Kuru, yukarıdaki ifadesinden sonra omurgalıların kökeni hakkındaki evrimci varsayımları uzun uzun anlattıktan sonra, ortada bir delil olmadığını bir kez daha kabul etmek durumunda kalmaktadır:
Kordalıların kökeni ve evrimi konusunda yukarıda belirtilen görüşler, herhangi bir fosil kaydına dayanmadığından, her zaman kuşku ile karşılanmıştır.77
Evrimci biyologlar kimi zaman "kordalıların ve diğer omurgalıların kökeni hakkında fosil kaydı bulunmayışının nedeni, omurgasız canlıların yumuşak dokulu olmaları ve dolayısıyla fosil izi bırakmamalarıdır" gibi bir açıklama öne sürerler. Oysa bu açıklama gerçekçi değildir, çünkü omurgasız canlılara ait de çok sayıda fosil kalıntısı vardır. Kambriyen Devri canlılarının hepsi omurgasızdır ve bu türlere ait on binlerce fosil örneği bulunmuştur. Örneğin Kanada'daki Burgess Shale yatağında yumuşak dokulu pek çok canlının fosili vardır; bilim adamları Burgess Shale gibi bölgelerde, canlıların oksijen oranı çok düşük çamur tabakaları ile aniden kaplandıklarını ve bu sayede yumuşak dokularının dağılmadan fosilleştiğini düşünmektedirler.78
BALIKLARIN KÖKENİ
Fosil kayıtları, diğer canlı sınıflamaları gibi balıkların da yeryüzünde aniden ve
farklı yapılarıyla ortaya çıktğını göstermektedir. Balıklar, arkalarında hiçbir "evrim"
süreci olmadan, kusursuz anatomileriyle bir anda yaratılmışlardır.
1) İskoçya'da bulunan ve Birkenia adı verilen balık fosili. Yaşı 420 milyon yıl olarak hesaplanan bu canlı, yaklaşık 4 cm boyundadır.
2)Mezozoik devre ait bir grup balık fosili
3)Stethacanthus türüne ait 330 milyon yıllık bir köpek balığı fosili
4)Devonyen devre ait, yaklaşık 360 milyon yıllık balık fosili. Osteolepis panderi adı verilen canlı yaklaşık 20 cm boyunda ve günümüzdeki balıklara çok benziyor.
Brezilya'daki Santana fosil yatağında bulunan 110 milyon
yıllık balık fosilleri
Evrim teorisi, Pikaia gibi ilk kordalıların da zamanla balıklara dönüştüğünü varsayar. Ancak "kordalıların evrimi" iddiasını destekleyecek herhangi bir ara form fosili bulunmadığı gibi, "balıkların evrimi" iddiasını destekleyecek bir fosil de yoktur. Aksine, tüm farklı balık kategorileri, fosil kayıtlarında bir anda ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıkarlar.
Robert Carroll evrimcilerin içinde bulundukları, erken dönem omurgalıları arasındaki çeşitli sınıfların kökenine ilişkin çıkmazı şöyle itiraf eder:
Halen sefalokordatlar ve kraniyatlar arasındaki geçişin doğasına ilişkin hiçbir delilimiz yoktur. En erken döneme ait yeterince bilinen omurgalılar zaten kraniyatların fosiller içinde saklamasını bekleyebileceğimiz tüm tanımlayıcı özellikleri sergilemektedir. Çeneli omurgalıların kökenini açığa çıkartabilecek bilinen hiçbir fosil yoktur.79
Bir başka evrimci paleontolog Gerald T. Todd, "Kemikli Balıkların Evrimi" başlıklı bir makalesinde bu gerçek karşısında şu çaresiz soruları sıralar:
Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur?80
Dört ayaklılar (tetrapodlar), karada yaşayan omurgalı canlıların geneline verilen isimdir. Bu sınıflama içinde amfibiyenler, sürüngenler ve memeliler yer alır. Evrim teorisinin dört ayaklıların kökeni hakkındaki varsayımı ise, bu canlıların suda yaşamakta olan balıklardan evrimleştiği yönündedir. Oysa bu iddia, hem fizyolojik ve anatomik yönlerden çelişkilidir, hem de fosil kayıtları yönünden temelsizdir.
Bir balığın karada yaşamaya uygun hale gelmesi için, solunum sistemi, boşaltım mekanizması, iskelet yapısı gibi farklı yönlerden çok büyük değişimler geçirmesi gerekir. Solungaçlar akciğere dönüşmeli, yüzgeçler vücut ağırlığını taşıyacak biçimde ayak özelliği kazanmalı, vücut artıklarını arıtmak için böbrekler oluşmalı, deri sıvı kaybetmeyi engelleyecek bir yapı kazanmalıdır. Tüm bu değişimler gerçekleşmediği sürece, bir balık karaya çıktığında en fazla birkaç dakika yaşayacaktır.
Peki kara canlılarının kökeni evrim teorisine göre nasıl açıklanır? Evrimci literatüre bakıldığında, bu konudaki bazı yüzeysel yorumların Lamarckist mantıklar taşıdığını görebiliriz. Örneğin yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi konusunda, "yüzgeçler, balıkların karada sürünmeye çalışmalarıyla birlikte yavaş yavaş ayak haline geldi" gibi yorumlar yapılmaktadır. Türkiye'nin önde gelen evrimci bilim adamlarından biri olan Prof. Ali Demirsoy şöyle yazmaktadır: "Belki çamurlu sularda sürüne sürüne bu akciğerli balıkların yüzgeçleri bir zaman sonra amfibi ayağı şeklinde gelişmiştir."81
Evrimci yayınlarda üsttekine benzer hayali çizimlerle savunulan "sudan karaya geçiş" senaryosu, gerçekte evrim teorisinin kendi kabulleriyle de çelişen Lamarckist mantıklara dayanmaktadır.
Bu yorumlar başta da belirttiğimiz gibi Lamarckist bir mantığa dayanmaktadır. Çünkü yorumun temelinde "kullanılan organın gelişmesi" ve bunun sonraki nesillere aktarılması kavramları vardır. Lamarck'ın bir asır önce bilimin dışına itilmiş olan teorisi, görünen odur ki, hala evrimci biyologların bilinçaltlarında büyük bir etkiye sahiptir.
Söz konusu Lamarckist ve dolayısıyla bilim dışı senaryoları bir kenara bırakırsak, doğal seleksiyon ve mutasyona dayalı olan senaryoları incelememiz gerekir. Bu mekanizmalarla düşündüğümüzde ise, sudan karaya geçiş iddiasının tümüyle çıkmaz içinde olduğunu görürüz.
Kurbağaların kökeninde de bir "evrim" süreci yoktur. Bilinen en eski kurbağalar, balıklardan tamamen farklı ve kendilerine has yapılarıyla ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki kurbağalarla da aynı özelliklere sahiptirler. Dominik Cumhuriyeti'nde bulunan üstteki amber içindeki kurbağa fosili ile yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur.
Sudan karaya çıkan bir balığın nasıl olup da karaya uygun hale gelebileceğini düşünelim: Eğer bu balık, solunum sistemi, boşaltım mekanizması, iskelet yapısı gibi farklı yönlerden çok hızlı bir biçimde değişim geçirmez ise, kaçınılmaz olarak ölecektir. Öyle bir mutasyon zinciri olmalıdır ki bu, balığa anında bir akciğer kazandırmalı, yüzgeçlerini ayaklara dönüştürmeli, ona bir böbrek eklemeli, derisini su tutacak bir yapıya sokmalıdır. Bu mutasyon zincirinin tek bir hayvanın yaşam süreci içinde gerçekleşmesi de zorunludur.
Böyle bir mutasyon zincirini hiçbir evrimci biyolog savunmaz, çünkü bu düşüncenin saçmalığı ve imkansızlığı ortadadır. Buna karşılık, evrimciler "ön-adaptasyon" (pre-adaptation) kavramından söz ederler. Bunun anlamı, balıkların, karada yaşamak için gerekli olan değişimleri, henüz suda yaşarken edindikleridir. Yani, bu teoriye göre, bir balık türü, henüz suda yaşarken ve hiç ihtiyaç duymazken, karada yaşamasını sağlayacak özellikleri kazanmıştır. "Hazır" hale gelince de karaya çıkıp burada yaşamaya başlamıştır.
Ancak böyle bir senaryonun evrim teorisinin kendi varsayımları içinde bile bir mantığı yoktur. Çünkü denizde yaşayan bir canlının karaya uygun özellikler kazanması, onun için bir avantaj oluşturmayacaktır. Dolayısıyla bu özelliklerin doğal seleksiyon tarafından seçilerek oluştuğunu ileri sürmenin hiçbir mantıklı temeli yoktur. Aksine, doğal seleksiyonun "ön-adaptasyon" geçiren bir canlıyı elemesi gerekir, çünkü bu canlı karada yaşamaya uygun özellikler kazandıkça denizde dezavantajlı hale gelecektir.
Kısacası, "denizden karaya geçiş" senaryosu tümüyle çıkmaz içindedir. Nature dergisinin editörü Henry Gee'nin bu senaryoyu bilimsel olmayan bir hikaye olarak görmesinin nedeni budur:
Evrimle ilgili "kayıp halkalara" ilişkin geleneksel hikayeler, kendi içlerinde test edilebilir değildir, çünkü olayların tek bir olası gidişatı vardır- hikaye tarafından ifade edilen. Eğer hikayeniz bir grup balığın nasıl karaya doğru emeklediği ve bacaklarının nasıl evrimleştiği ise, bunu yalnızca bir kez oluşabilecek bir olay olarak görmeye zorlanıyorsunuz, çünkü hikayenin gidiş yolu budur. Hikayeye itibar edersiniz ya da etmezsiniz –başka alternatifler yoktur.82
Sadece evrimin sözde mekanizmaları değil, fosil kayıtları ve yaşayan tetrapodlar üzerinde yapılan araştırmalar neticesinde elde edilen bulgular da, evrim teorisinin açmazda olduğunu açıkça göstermektedir. Robert Carroll, "Ne fosil kayıtları ne de modern familya cinslerindeki gelişmeler üzerindeki çalışmalar henüz tetrapodlardaki vücuda eklemlerle bağlanan organ çiftlerinin nasıl evrimleştiğine ilişkin tam bir resim sunamamaktadır." diye itiraf etmek zorunda kalır.83
Geç Devonyen devre ait Kanada'da bulunan bir Eusthenopteron foordi fosili
Balıklarla kara canlıları arasındaki geçişi gösterdiği iddia edilen canlılar ise, gerçekte çeşitli balık ve amfibiyen türleridir; bunların hiçbiri ara geçiş formu özelliği göstermemektedir.
Evrimci doğa tarihçileri dört ayaklıların atası olarak genellikle Rhipidistian ya da Cœlacanth sınıflarına ait balıkları sayarlar. Bunlar, Crossopterygian takımına ait balıklardır ve evrimcileri umutlandıran tek özellikleri, yüzgeçlerinin diğer balıklara göre "etli" oluşudur. Oysa bu balıklar birer ara form değildir ve amfibiyenlerle aralarında doldurulamaz anatomik ve fizyolojik uçurumlar vardır.
Balıkların amfibiyenlerin evrimsel atası sayılamamasının en önemli nedenlerinden biri, aralarındaki çok büyük anatomik farklılıklardır. Bunun iki örneği, tetrapodların kökenine ilişkin evrimsel senaryoların çoğunda kullanılan Eusthenopteron (soyu tükenmiş bir balık) ve Acanthostega (soyu tükenmiş bir amfibiyen)'dır. Robert Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution adlı kitabında aralarında evrimsel ilişki olduğu iddia edilen bu canlılar hakkında aşağıdaki yorumu yapmaktadır:
Eusthenopteron ve Acanthostega, balık ve amfibiyenler arasındaki geçişin son noktaları olarak alınabilir. Bu iki cins arasında karşılaştırması yapılabilecek 145 anatomik özellikten, 91'i karada yaşama adaptasyonla ilişkili değişiklikler göstermiştir... Bu, Paleozoik tetrapodların on beş temel grubunun kökeniyle ilgili geçişlerin herhangi birinde ortaya çıkan değişikliklerin sayısından çok daha fazladır.84
145 anatomik özelliğin üzerinde 91 değişiklik... Ve evrimciler bütün bunların yaklaşık 15 milyon yıllık bir süreç içinde, bir dizi rastgele mutasyon sonucunda oluştuğuna inanmaktadırlar.85 Böyle imkansız bir senaryoya inanmak evrim teorisini ayakta tutabilmek için gerekli olabilir, ancak bu bilime ve mantığa aykırı bir inançtır. Aynı durum diğer balık-amfibiyen senaryoları için de geçerlidir. Nature dergisinin editörü Henry Gee, Ichthyostega (Acanthostega'ya çok benzer özellikleri olan soyu tükenmiş bir amfibiyen) üzerine temellendirilmiş bir başka senaryo üzerinde şöyle bir yorum yapar:
Ichthyostega'nın balıklar ve daha sonraki dönem tetrapodları arasındaki kayıp halka olduğuna dair açıklama, üzerinde çalışıyor olmamız gereken canlıdan çok, ön yargılarımızı ortaya koymaktadır. Gerçek bizim hayal edebileceğimizden daha büyük, daha acayip ve daha farklı olduğu zaman, gerçeğin üzerine kendi sınırlı deneyimimizi temel alarak sınırlandırılmış bir görüşü ne denli empoze ettiğimizi gösterir.86
Amfibiyenlerin kökenine ilişkin bir başka dikkate değer özellik de, üç amfibiyen kategorisinin ani ortaya çıkışıdır. R. Carroll "Kurbağalar, caecilianlar ve semenderlerin en erken fosillerinin tümü Erken Jura Dönemi'nden Orta Jura Dönemi'ne kadar görülmektedir. Hepsi şu anda yaşayan torunlarının önemli özelliklerinden çoğunu taşımaktadır."87 der. Başka bir deyişle, bu hayvanlar aniden ortaya çıkmışlar ve o dönemden bu yana hiçbir "evrime" maruz kalmamışlardır.
Cœlacanth sınıfına dahil olan balıklar, bir zamanlar balıklar ve amfibiyenler arasında yer alan çok güçlü bir ara form delili sayılıyorlardı. Evrimci biyologlar, bu canlının fosillerinden yola çıkarak, canlının vücudunda ilkel (tam işlev görmeyen) bir akciğer bulunduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu pek çok bilimsel kaynakta anlatılıyor, hatta Cœlacanth'ı denizden karaya çıkarken gösteren çizimler yayınlanıyordu. Ve tüm bunlar, canlının soyu tükenmiş bir tür olduğu varsayımına dayanıyordu.
Elde, Coelacanth'ın sadece fosilleri varken, evrimci paleontologlar canlı hakkında pek çok Darwinist varsayım öne sürmüşlerdi. Ancak balığın canlısı bulunduğunda, tüm bu varsayımlar çöktü. Altta Coelacanth'ın canlı örnekleri yer alıyor. Sağdaki resim, 1998 yılı içinde Endonezya'da bulunan en son Coelacanth örneğine ait.
Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu'nda çok ilginç bir keşif yapıldı. 70 milyon yıl önce soyu tükenmiş bir ara geçiş formu olarak tanıtılan Cœlacanth ailesinin Latimeria türüne ait canlı bir üyesi okyanusun açıklarında ele geçti! Cœlacanth'ın "kanlı-canlı" bir örneğinin bulunması, evrimciler açısından büyük bir şoktu kuşkusuz. Evrimci paleontolog J. L. B. Smith, "Yolda dinozora rastlasaydım, daha çok şaşırmazdım." demişti.88 İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.
Bu balıkların yakalanmasıyla beraber, bu canlılar üzerinde yapılan spekülasyonların temelsizliği de anlaşılmış oldu. Cœlacanth, iddiaların aksine ne ilkel bir akciğere, ne de büyük bir beyne sahipti. Evrimci araştırmacıların ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapı, balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden başka bir şey değildi.89 Dahası, "sudan çıkmaya hazırlanan bir sürüngen adayı" olarak tanıtılan Cœlacanth'ın, gerçekte okyanusun en derin sularında yaşayan ve 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı olduğu anlaşıldı.90
YÜZGEÇ İLE AYAK ARASINDAKİ FARK
Evrimcilerin, Coelacanth ve benzeri balıkları "kara canlılarının atası" olarak hayal etmelerinin asıl nedeni, bu balıkların yüzgeçlerinin kemikli oluşudur. Bu kemiklerin zamanla ayaklara dönüştüğünü varsayarlar. Ancak bu balıkların kemikleri ile Ichthyostega gibi kara canlılarının ayakları arasında çok temel bir fark vardır: Coelacanth'da kemikler, 1 no.lu şekilde görüldüğü gibi canlının omurgasına bağlı değildir. Ancak Ichthyostega'da kemikler, 2 no.lu şekilde gösterildiği gibi doğrudan omurgaya bağlıdır. Dolayısıyla, bu yüzgeçlerin yavaş yavaş ayaklara dönüştükleri iddiası tamamen temelsizdir. Dahası, Coelacanth'ın yüzgeçlerindeki kemiklerin yapısı ile Ichthyostega'nın ayaklarındaki kemiklerin yapısı da, 3 ve 4 no.lu şekillerde görüldüğü gibi çok farklıdır.
Bunun üzerine, Cœlacanth'ın evrimci yayınlardaki popülaritesi bir anda yok oldu. Peter Forey adlı evrimci paleontolog, Nature dergisinde yayınlanan bir makalede bu konuda şunları söylüyor:
Cœlacanthlar'ın tetrapodların atasına yakın olduğuna dair görüş uzun süredir kabul gördüğü için, Latimeria'nın (canlısının) bulunmasıyla birlikte, balıklardan amfibiyenlere geçişi hakkında doğrudan bilgilerin elde edileceği ümit edilmişti... Ama Latimeria'nın anatomisi ve fizyolojisi üzerinde yapılan incelemeler, bu ilişki varsayımının sadece bir temenniden ibaret olduğunu ve Cœlacanth'ın bir "kayıp bağlantı" olarak gösterilmesinin bir dayanağının olmadığını ortaya koydu.91
Böylece balıklar ve amfibiyenler arasındaki tek ciddi ara form iddiası da geçersiz hale geldi.
Balıkların kara canlılarının atası olduğu iddiası, fosil bulguları kadar anatomik ve fizyolojik incelemeler tarafından da geçersiz kılınmaktadır. Deniz canlıları ile kara canlıları arasındaki büyük anatomik ve fizyolojik farkları incelediğimizde, bu farkların rastlantılara dayalı kademeli bir evrim süreci tarafından giderilmesinin mümkün olmadığını görürüz. Söz konusu farkların en belirginlerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Ağırlığın taşınması: Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar. Vücut yapıları da böyle bir işleve yönelik değildir. Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin %40'ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Kara yaşamına geçtiği iddia edilen bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilecek yeni kas ve iskelet yapısına gereksinim duyması kaçınılmazdır, fakat bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması da mümkün değildir.
Evrimcilerin, Cœlacanth ve benzeri balıkları "kara canlılarının atası" olarak hayal etmelerinin asıl nedeni ise, bu balıkların yüzgeçlerinin kemikli oluşudur. Bu kemiklerin zamanla ağırlık taşıyıcı ayaklara dönüştüğünü varsayarlar. Ancak bu balıkların kemikleri ile kara canlılarının ayakları arasında çok temel bir fark vardır: Balıklardaki kemikler, canlının omurgasına bağlı değildir. Omurgaya bağlı olmadıkları için de ağırlık taşıma gibi bir işlev üstlenemezler. Kara canlılarında ise kemikler doğrudan omurgaya bağlıdır. Dolayısıyla, bu yüzgeçlerin yavaş yavaş ayaklara dönüştükleri iddiası da temelsizdir.
2. Sıcaklığın korunması: Karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Oysa denizlerde ısı çok ağır değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar arasında olmaz. Denizlerdeki sabit sıcaklığa göre bir vücut sistemine sahip olan bir canlı, karada yaşayabilmek için, karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemini kazanmak zorundadır. Kuşkusuz balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böyle bir sisteme kavuştuklarını öne sürmek, son derece saçmadır.
3. Suyun kullanımı: Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir.
4. Böbrekler: Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Tatlı su balığında, nitrojen içeren atıkların çoğu (yüksek miktarlarda amonyak (NH3) dahil) solungaçlardan yayılma yoluyla çıkar.
1- Medülla piramidi, 2 - korteks, 3 - medülla, 4 - Böbrek atardamarı, 5 - Böbrek toplardamarı, 6 - Böbrek pelvisi, 7 - Üreter, 8 - Küçük kadeh, 9 - Fibröz kapsül, 10 - Böbrek papillası, 11 - Böbrek sinüsü, 12 - Nefron, 13 - Bowman kapsülü
BÖBREK ENGELİ
Balıklar bedenlerindeki zararlı maddeleri doğrudan suya bırakırlar. Kara canlılarının ise böbreklere ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla "sudan karaya geçiş" senaryosu, böbreklerin de tesadüfen oluşmasını gerektirir.
Oysa böbrekler son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Dahası bir böbreğin görevini yapabilmesi için eksiksiz ve kusursuz olması gerekir. Yalnızca %50'si veya %70'i, hatta %90'ı oluşmuş bir böbreğin hiçbir işlevi yoktur. Evrim teorisi "kullanılmayan organ atılır" varsayımına dayandığına göre, %50'si sağlam olan bir böbrek daha evriminin ilk aşamasında vücuttan atılacaktır.
Böbrekler, boşaltım sisteminin bir organı olmaktan çok, hayvanın su dengesini korumaya yarar. Deniz balıklarının iki türü vardır. Köpek balıkları, tırpana ve kedi balıkları kanlarında çok yüksek seviyede üre taşıyabilirler. Köpek balıklarının kanı diğer omurgalılarda %0.01-0.03 olan orana karşın %2.5 üre taşıyabilir. Diğer tür, örneğin kemikli balıklar çok daha farklıdır. Sürekli olarak su kaybederler, ancak deniz suyunu içtikten sonra tuzdan arındırarak kaybettikleri suyu karşılarlar. Vücutlarındaki atık maddeleri atmak için, kara omurgalılarınkinden farklı sistemlere sahiptirler. Bu nedenle sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmeleri gerekir.
5. Solunum sistemi: Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir.
Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise, elbette imkansızdır.
METAMORFOZ
Kurbağalar önce su içinde doğar, bir süre burada yaşar, daha sonra ise "metamorfoz" adı verilen değişimle birlikte karaya çıkarlar. Bazı insanlar ise, metamorfozu "evrim"in bir delili ya da örneği sanır. Oysa, gerçekte metamorfozun evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Evrim teorisinin öne sürdüğü tek gelişme mekanizması, mutasyonlardır. Metamorfoz ise, mutasyon gibi tesadüfi etkilerle gerçekleşmez. Aksine bu değişim, kurbağanın genetik bilgilerinde en baştan kayıtlıdır. Yani bir kurbağa ilk doğduğunda, onun bir süre sonra değişim geçirip karada yaşamaya uygun bir vücuda sahip olacağı bellidir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, metamorfoz sürecinin farklı genler tarafından kontrol edilen çok kompleks bir işlem olduğunu göstermektedir. Örneğin bu dönüşüm sırasında sırf kuyruğun kaybolması işlemi, Science News dergisindeki ifadeyle "bir düzineden fazla gen" tarafından yönetilmektedir. (Science News, 17 Haziran 1999, s. 43)
Evrimcilerin "sudan karaya geçiş" iddiası ise, tamamen suda yaşamak için yaratılmış bir genetik bilgiye sahip olan balıkların, rastgele mutasyonlar sonucunda, tesadüfen kara canlılarına dönüştüğü şeklindedir. Bu nedenle metamorfoz gerçekte evrimi destekleyen değil, çürüten bir delildir. Çünkü metamorfoz sürecine en ufak bir hata karışsa, canlı ölür ya da sakat kalır. Metamorfozun mutlaka kusursuz olarak tamamlanması şarttır. Bu denli kompleks ve hataya izin vermeyen bir sürecin, evrimin iddia ettiği gibi rastgele mutasyonlarla ortaya çıkması ise imkansızdır.Dinozor, kertenkele, kaplumbağa ya da timsah... Tüm bu canlılar, "sürüngenler" olarak bilinen aileye aittir. Dinozorlar gibi bazı sürüngenlerin soyu tükenmiştir, ama bazıları hala yaşamaktadır. Sürüngenlerin kendilerine has özellikleri vardır. Hepsinin vücudu, "pul" olarak adlandırılan sert kabuklarla kaplıdır. Soğukkanlıdırlar, yani kendi vücut ısılarını üretemezler. Bu yüzden de her gün güneşe çıkıp vücutlarını ısıtma ihtiyacı duyarlar. Yavrularını ise yumurtlayarak dünyaya getirirler.
YUMURTALARIN FARKI
Amfibiyen-sürüngen evrimi senaryosunun tutarsızlıklarından biri de, yumurtaların yapısıdır. Su içinde gelişen amfibiyen yumurtaları, jölemsi bir yapıya ve geçirgen bir zara sahiptir. Oysa sürüngen yumurtaları, sağdaki dinozor yumurtası rekonstrüksiyonunda görüldüğü gibi, kara şartlarına uygun sert ve su geçirmez bir yapıdadır. Bir amfibiyenin "sürüngenleşmesi" için yumurtalarının tesadüfen kusursuz bir sürüngen yumurtasına dönüşmesi gerekir. Oysa böyle bir dönüşüm sırasındaki en ufak bir hata, canlının neslinin tükenmesine yol açacaktır.
Bu canlıların kökeni ele alındığında, evrim teorisinin yine açmazda olduğu görülür. Bu konudaki Darwinist iddia, sürüngenlerin amfibiyenlerden evrimleştiği şeklindedir. Ama bu iddiayı destekleyecek hiçbir somut bulgu yoktur. Aksine, amfibiyenler ile sürüngenler arasında yapılabilecek bir inceleme, iki canlı grubu arasında çok büyük fizyolojik farklar bulunduğunu ve "yarı sürüngen-yarı amfibiyen" bir canlının yaşamasının mümkün olmadığını göstermektedir.
Bunun bir örneği, iki farklı canlı grubunun yumurta yapılarıdır. Amfibiyenler yumurtalarını suya bırakırlar. Yumurtalar su içindeki gelişimleri için uygun bir yapıdadırlar; son derece geçirgen ve şeffaf bir zar ve jölemsi bir kıvama sahiptirler. Oysa sürüngenler karada yumurtlarlar ve dolayısıyla yumurtaları da karadaki kuru iklime uygun olarak yaratılmıştır. "Amniotik yumurta" olarak da bilinen sürüngen yumurtasının sert kabuğu hava geçirir, ama su geçirmez. Bu sayede yavrunun ihtiyaç duyduğu sıvı, o yumurtadan çıkıncaya kadar saklanır.
Amfibiyen yumurtaları eğer karaya bırakılacak olsa, kısa zamanda kuruyacak ve içindeki embriyolar da ölecektir. Bu durum, sürüngenlerin kademeli olarak amfibiyenlerden evrimleştiklerini öne süren evrim teorisi açısından açıklanamayan bir sorundur. Çünkü karada yaşam başlayacaksa, amfibiyen yumurtasının tek bir nesil içinde amniotik yumurtaya dönüşmesi zorunludur. Bunun evrim mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon-mutasyon tarafından nasıl yapılmış olabileceği açıklanamamaktadır. Biyolog Michael Denton bu konudaki evrimci açmazın detaylarını şu şekilde açıklar:
Tüm evrim ders kitapları sürüngenlerin amfibiyenlerden evrimleştiğini ileri sürer, ancak hiçbiri sürüngenlerin temel ayırt edici adaptasyonu olan amniotik yumurtanın birbiri ardınca oluşarak biriken küçük değişikliklerin sonucu nasıl dereceli şekilde ortaya çıktığını açıklamaz. Sürüngenlerin amniotik yumurtası, amfibiyenlerinkinden büyük ölçüde daha kompleks ve tamamen farklıdır. Bütün hayvanlar aleminde birbirinden bu kadar farklı başka iki yumurta yoktur... Amniotik yumurtanın ve amfibiyen-sürüngen geçişinin kökeni, evrim şemalarında hiçbir zaman gösterilemeyen temel omurgalı bölümlerinden biridir. Örneğin bir amfibiyenin kalp ve aort damar kemerlerinin nasıl dereceli olarak sürüngen ve memeli koşullarına dönüştüğünü tasarlamak, kesinlikle korkunç problemler ortaya çıkartacaktır...92
Öte yandan, fosil kayıtları da sürüngenlerin kökenini evrimci bir açıklamadan yoksun bırakmaktadır.
Robert L. Carroll, "en erken sürüngenlerin, tüm amfibiyenlerden çok farklı olduklarını ve atalarının hala belirlenemediğini" kabul etmek zorunda kalır. Klasik çalışması Vertebrate Paleontology and Evolution adlı kitabında, "Erken dönem amniotları tüm Paleozoik Dönem amfibiyenlerinden yeterince farklıdır ve ataları belirlenmemiştir."93 diye yazmaktadır. 1997 yılında yayınlanan Patterns and Processes of Vertebrate Evolution adlı sonraki kitabında ise, "Modern amfibiyen türlerinin kökeni ve erken dönem tetrapodları arasındaki geçiş, diğer birçok temel grubun kökeniyle birlikte halen çok az bilinmektedir." diye itiraf etmektedir.94
Aynı gerçek Stephen Jay Gould tarafından da kabul edilmekte ve Gould, "Hiçbir fosil amfibiyen, tümüyle karada yaşayan omurgalıların (sürüngen, kuş ve memelilerin) atası olarak görünmüyor." demektedir.95
SEYMOURIA YANILGISI
Evrimciler bir zamanlar yukarıda fosili yer alan Seymouria adlı canlının, amfibiyen ile sürüngen arası bir geçiş formu olduğunu iddia etmişlerdi. Bu senaryoya göre, Seymouria "sürüngenlerin ilkel atası" idi. Ancak sonraki fosil bulguları, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin yaşadığını gösterdi. Bu durum karşısında, evrimciler, Seymouria hakkındaki yorumlarını sona erdirmek zorunda kaldılar.
Şimdiye dek "sürüngenlerin atası" olarak gösterilmeye çalışılan en önemli canlı ise, Seymouria adlı amfibiyen türü olmuştur. Oysa Seymouria'nın bir ara form olamayacağı, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin yaşamış olmasının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani bundan 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa bilinen en eski sürüngen türleri olan Hylonomus ve Paleothyris, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.96 "Sürüngenlerin atası"nın sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması, elbette imkansızdır.
Kısacası bilimsel bulgular, sürüngenlerin yeryüzünde evrim teorisinin öne sürdüğü gibi kademeli bir gelişimle değil, hiçbir ataları olmadan bir anda ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Yaklaşık 50 milyon yıllık piton yılanı fosili. Tür ismi; Palaeopython
Öte yandan yılan, timsah, dinozor ya da kertenkele gibi çok farklı sürüngen sınıflamaları arasında da aşılmaz sınırlar vardır. Bu farklı sınıflamaların her biri, fosil kayıtlarında birbirlerinden çok farklı yapılarıyla ve birdenbire belirir. Evrimciler, bu farklı gruplar arasında, yapılarına bakarak evrimsel süreçler hayal ederler. Ama bu varsayımların fosil kayıtlarında bir karşılığı yoktur. Örneğin yaygın bir evrimci varsayım, yılanların, ayaklarını kademeli olarak yitiren kertenkelelerden evrimleştiği yönündedir. Ancak ayaklarını mutasyon sonucunda kaybetmeye başlayan bir kertenkelenin nasıl olup da daha "avantajlı" hale gelebileceği ve doğal seleksiyon tarafından "seçileceği" sorusu cevapsızdır.
Kaldı ki, fosil kayıtlarında bulunan en eski yılanlar da, hiçbir "ara form" özelliği taşımayan ve günümüzdeki örneklerinden farksız canlılardır. Bilinen en eski yılan fosili, Güney Amerika'da Üst Cretaceous Devri'ne ait kayalıklarda bulunmuş olan Dinilysia'dır. Robert Carrol, bu canlının "son derece ilerlemiş bir evrim düzeyinde olduğunu", yani yılanların karakteristik özelliklerine zaten sahip olduğunu kabul etmektedir.97
Bir diğer sürüngen sınıfı olan kaplumbağalar da, fosil kayıtlarında kendilerine özgü kabuklarıyla birlikte bir anda belirir. Evrimci bir kaynakta kaplumbağaların kökeni hakkında şu ifadelere yer verilmektedir:
Maalesef, kaplumbağalar diğer omurgalılardan çok daha fazla ve iyi korunmuş fosiller bırakmasına rağmen, bu oldukça başarılı cinsin kökeni erken dönem fosillerinin eksikliğinden dolayı bulanıklaşmıştır. Triassic Dönemi'nin (yaklaşık 200 milyon yıl önce) ortalarına doğru kaplumbağalar sayısızdı ve temel kaplumbağa özelliklerine sahipti... Kaplumbağalar ile muhtemelen kurbağaların evrimleşmiş olduğu ilkel sürüngenler olan cotylosaurlar arasındaki geçiş tamamen eksiktir.98
Robert Carroll da, kaplumbağaların kökenini "halen çok az bilinen önemli geçişler" arasında saymak zorunda kalmıştır.99
Tüm bu söz konusu canlı sınıflamaları, yeryüzünde bir anda ve ayrı ayrı ortaya çıkmışlardır. Bu durum, yaratılmış olduklarının bilimsel bir kanıtıdır.
Pterodactylus kochi türüne ait bir uçan sürüngen fosili. Bavyera bölgesinde bulunan bu örnek, yaklaşık 240 milyon yıl yaşında.
Sürüngenler sınıfı içinde yer alan ilginç bir canlı grubu, uçan sürüngenlerdir. Bunlar, yaklaşık 200 milyon yıl önce Üst Triasik Devri'nde ilk kez ortaya çıkmış ve daha sonra ise soyları tükenmiş bir canlı grubudur. Bu canlılar birer sürüngendirler, çünkü sürüngen sınıfının temel özelliklerine sahiptirler: Metabolizmaları soğukkanlıdır (ısı üretemezler) ve vücutları pullarla kaplıdır. Ancak güçlü kanatlara sahiptirler ve bu kanatlar sayesinde uçabildikleri düşünülmektedir.
Uçan sürüngenler bazı popüler evrimci yayınlarda Darwinizm'i destekleyen paleontolojik bir bulgu olarak gösterilir, ya da en azından böyle bir imaj oluşturulur. Oysa aksine, uçan sürüngenlerin kökeni evrim teorisi adına ciddi bir sorundur. Bunun en açık göstergesi de, uçan sürüngenlerin, kara sürüngenleriyle aralarında hiçbir geçiş türü olmadan, bir anda ve eksiksiz olarak ortaya çıkmalarıdır. Uçan sürüngenler, kusursuzca yaratılmış kanatlara sahiptir ve bu organlar hiçbir kara sürüngeninde yoktur. "Yarım kanatlı" herhangi bir canlıya ise, fosil kayıtlarında rastlanmamaktadır.
Nitekim "yarım kanatlı" canlıların yaşamış olması da mümkün değildir. Çünkü bu tür hayali canlılar, eğer yaşamış olsalardı, ön ayaklarını kaybettikleri, ama henüz uçacak durumda da olmadıkları için diğer sürüngenlere göre dezavantajlı hale geleceklerdi. Bu durumda ise, evrimin kendi kabulüne göre elenip soylarının tükenmesi gerekirdi.
Nitekim uçan sürüngenlerin kanatlarının yapısı incelendiğinde, bunun asla evrimle açıklanamayacak kadar kusursuz bir yaratılışa sahip olduğu görülür. Uçan sürüngenlerin kanatları üzerinde diğer sürüngenlerin ön ayakları gibi beş tane parmakları vardır. Ancak dördüncü parmak, diğer parmaklardan ortalama 20 kat daha uzundur ve kanat da bu parmağın altında uzanır. Eğer kara sürüngenleri uçan sürüngenlere evrimleşmişlerse, o halde söz konusu dördüncü parmak da yavaş yavaş, kademe kademe uzamış olmalıdır. Sadece dördüncü parmak değil, tüm kanat yapısı, rastlantısal mutasyonlarla gelişmeli ve tüm bu süreç de canlıya avantaj kazandırmalıdır. Evrim teorisinin paleontolojik düzeydeki önde gelen eleştirmenlerinden biri olan Duane T. Gish, bu noktada şu yorumu yapar:
En eski uçan sürüngen türlerinden biri olan Eudimorphodon'un fosili. Kuzey İtalya'da bulunan bu örnek, yaklaşık 220 milyon yıl yaşında.
Bir kara sürüngeninin kademeli bir biçimde bir uçan sürüngene dönüşebileceği varsayımı tümüyle tutarsızdır. Böyle bir dönüşüm sırasında ortaya çıkacak olan yarım, tamamlanmamış yapılar, canlıya bir avantaj kazandırmak bir yana, onu tümüyle dezavantajlı hale getirecektir. Örneğin evrimciler, bazı mutasyonların sadece dördüncü parmağı etkilediğini ve onu zaman içinde yavaş yavaş uzattığını varsayarlar. Elbette, diğer bazı rastlantısal mutasyonların da, her ne kadar inanılmaz gözükse de, bu yönde tam bir iş birliği yaparak, kanat zarının, uçuş kaslarının, tendonların, sinirlerin, kan damarlarının ve kanat için gereken diğer yapıların kademeli olarak evrimleşmesini sağlamaları gerekmektedir. Belirli bir aşamada, gelişmekte olan bu uçan sürüngen %25'lik bir kanat dokusuna sahip olacaktır. Ancak bu garip yaratık hiçbir şekilde yaşayamayacaktır. %25'lik bir kanat dokusu ona ne avantaj sağlayabilir? Açıktır ki, bu canlı uçamayacaktır ve artık eskisi gibi koşamayacaktır da.100
Kısacası uçan sürüngenlerin kökeninin Darwinist evrim mekanizmalarıyla açıklanması imkansızdır. Nitekim fosil kayıtları da böyle bir evrimin yaşanmamış olduğunu ortaya koyar. Fosil katmanlarında, sadece bugün tanıdığımız gibi kara sürüngenleri ve kusursuz uçan sürüngenler vardır. Hiçbir ara form yoktur. R. Carroll, bir evrimci olmasına karşın bu konuda şu itirafta bulunur:
Triasik Devir'de ortaya çıkan tüm uçan sürüngenler (pterosaurlar) uçuş için çok özelleşmiş yapıya sahiptir... Atalarının ne olduğu konusunda ve uçuşlarının kökeninin ilk aşamaları hakkında ise hiçbir bulgu yoktur.101
Carroll, daha sonra, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution adlı çalışmasında pterosaurları hakkında fazla bir şey bilinmeyen önemli geçiş türleri arasında saymaktadır.102
Uçan sürüngenlerin kanatları, diğer parmaklardan ortalama 20 kat daha uzun olan "dördüncü parmak" boyunca uzanır. Önemli olan nokta, bu ilginç kanat yapısının fosil kayıtlarında bir anda ve kusursuz şekliyle ortaya çıkmasıdır. "Dördüncü parmak"ın kademeli bir biçimde, yani evrimle uzadığını gösterebilecek ara form örneği yoktur.
Görüldüğü gibi, uçan sürüngenlerin evrime delil oluşturan hiçbir yönü yoktur. Ancak sürüngen terimi çoğu insan için sadece karada yaşayan canlıları ifade ettiği için, popüler evrimci yayınlar, "uçan sürüngen" kavramıyla "sürüngenlerin kanatlanıp uçması" imajı vermeye uğraşırlar. Oysa kara sürüngenleri ile uçan sürüngenler, aralarında hiçbir evrimsel ilişki olmadan ortaya çıkmışlardır.
Sürüngenler sınıflamasının bir diğer ilginç kategorisi ise, deniz sürüngenleridir. Bu canlıların büyük bölümünün soyları tükenmiştir; deniz kaplumbağaları ise bu grubun halen yaşayan bir cinsidir. Deniz sürüngenlerinin kökeni, aynı uçan sürüngenler gibi, evrimci bir yaklaşımla açıklanamaz durumdadır. Bilinen en önemli deniz sürüngeni, Ichthyosaur olarak bilinen canlıdır. Edwin H. Colbert ve Michael Morales, Evolution of the Vertebrates adlı kitaplarında bu canlıların kökeni hakkında evrimci bir yorum yapılamayışını şöyle kabul ederler:
Stenopterygius türüne ait bir Ichthyosaur fosili; yaklaşık 250 milyon yıllık.
Deniz memelilerinin pek çok yönden en özelleşmiş türü olan Ichthyosaur, erken Triasik Devri'nde ortaya çıkmıştır. Sürüngenlerin jeoloji tarihine girişleri son derece ani ve dramatik bir şekilde olmuştur; Triasik öncesi devirlere ait fosil yataklarında, Ichthyosaurlar'ın muhtemel atalarına ait hiçbir iz yoktur... Ichthyosaur ilişkileri hakkındaki en temel sorun, bu sürüngenleri bilinen başka herhangi bir sürüngen takımına bağlayabilecek hiçbir sonuca götürücü delilin bulunamayışıdır.103
Yaklaşık 200 milyon yıllık bir Ichthyosaur fosili
Bir başka omurgalı tarihi uzmanı Alfred S. Romer ise şöyle yazmaktadır:
(Ichthyosaur hakkında) hiçbir ilkel form bilinmemektedir. Ichthyosaur yapısının kendine özgü özellikleri, gelişmek için çok uzun bir zaman dilimi gerektirmektedir ve dolayısıyla bu canlıların çok eski bir kökene sahip olmalarını gerektirir. Ama bu canlıların atası olarak kabul edilebilecek hiçbir Permiyen Devri sürüngeni bilinmemektedir.104
Carroll, Ichthyosaurlar ve Nothosaurlar'ın (bir başka deniz sürüngeni ailesi) kökeninin evrimciler için "çok fazla bilinmeyen" birçok durumdan biri olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır.105
Sonuç olarak, sürüngenler sınıflaması içinde yer alan farklı canlılar, aralarında evrimsel bir ilişki olmadan yeryüzünde ortaya çıkmıştır. Aynı durum, ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz gibi, memeliler için de geçerlidir. Uçan memeliler vardır (yarasa) ve deniz memelileri vardır. (yunuslar ve balinalar) Bu farklı sınıflamalar ise evrime bir kanıt değil, aksine evrim için açıklanamayan büyük birer sorundur. Çünkü tüm farklı sınıflamalar, aralarında hiçbir geçiş formu bulunmadan ve tümüyle farklı yapılarıyla yeryüzünde aniden belirmiştir.
Bu ise, tüm bu canlıların yaratılmış olduklarının çok açık bir bilimsel kanıtını oluşturmaktadır.
56 Stephen C. Meyer, P. A. Nelson and Paul Chien, The Cambrian Explosion: Biology's Big Bang, 2001, p. 2.
57 Richard Monestarsky, "Mysteries of the Orient", Discover, Nisan 1993, s. 40.
58 Richard Monastersky, "Mysteries of the Orient", Discover, Nisan 1993, s. 40.
59 Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton 1986, s. 229.
60 Phillip E. Johnson, "Darwinism's Rules of Reasoning", Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12.
61 R. Lewin, Science, vol. 241, 15 July 1988, s. 291.
62 Gregory A. Wray, "The Grand Scheme of Life", Review of The Crucible Creation: The Burgess Shale and the Rise of Animals by Simon Conway Morris, Trends in Genetics, February 1999, vol. 15, no. 2.
63 Richard Fortey, "The Cambrian Explosion Exploded?", Science, vol. 293, no. 5529, 20 July 2001, p. 438-439.
64 Richard Fortey, "The Cambrian Explosion Exploded?", Science, cilt 293, no. 5529, 20 Temmuz 2001, s. 438-439.
65 Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983, s. 197.
66 Levinton, Jeffrey S.; "The Big Bang of Animal Evolution", Scientific American, 267:84, Kasım 1992.
67 André Adoutte, Guillaume Balavoine, Nicolas Lartillot, Olivier Lespinet, Benjamin Prud'homme ve Renaud de Rosa, "The New Animal Phylogeny: Reliability And Implications", Proceedings of the National Academy of Sciences, 25 Nisan 2000, vol 97, no. 9, s. 4453-4456.
68 André Adoutte, Guillaume Balavoine, Nicolas Lartillot, Olivier Lespinet, Benjamin Prud'homme ve Renaud de Rosa, "The New Animal Phylogeny: Reliability And Implications", Proceedings of the National Academy of Sciences, 25 Nisan 2000, vol 97, no. 9, s. 4453-4456.
69 David Raup, "Conflicts Between Darwin and Paleontology", Bulletin, Field Museum of Natural History, cilt 50, Ocak 1979, s. 24.
70 Richard Fortey, "The Cambrian Explosion Exploded?", Science, cilt 293, no. 5529, 20 Temmuz 2001, s. 438-439.
71 Charles Darwin, The Origin of Species, 1859, s. 313-314.
72 Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 302.
73 Stefan Bengston, Nature, vol. 345, 1990, s. 765.
74 R. L. Gregory, Eye and Brain: The Physiology of Seeing, Oxford University Press, 1995, s. 31.
75 Douglas Palmer, The Atlas of the Prehistoric World, Dicovery Channel, Marshall Publishing, London, 1999, s. 66.
76 Mustafa Kuru, Omurgalı Hayvanlar, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1996, s. 21.
77 Mustafa Kuru, Omurgalı Hayvanlar, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1996, s. 27.
78 Douglas Palmer, The Atlas of the Prehistoric World, Dicovery Channel, Marshall Publishing, London, 1999, s. 64.
79 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 296.
80 Gerald T. Todd, "Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship", American Zoologist, cilt 26, no. 4, 1980, s. 757.
81 Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 496.
82 Henry Gee, In Search Of Deep Time: Going Beyond The Fossil Record To A Revolutionary Understanding of the History Of Life, The Free Press, A Division of Simon & Schuster Inc., 1999, s. 7.
83 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 230.
84 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 301.
85 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 304.
86 Henry Gee, In Search Of Deep Time: Going Beyond The Fossil Record To A Revolutionary Understanding of the History Of Life, The Free Press, A Division of Simon & Schuster, Inc., 1999, s. 54.
87 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 292-93.
88 Jean-Jacques Hublin, The Hamlyn Encyclopædia of Prehistoric Animals, New York: The Hamlyn Publishing Group Ltd., 1984, s. 120.
89 www.ksu.edu/fishecology/relict.htm
90 Bilim ve Teknik Dergisi, Kasım 1998, Sayı 372, s. 21; http://www.cnn.com/TECH/ Science /9809/23/living.fossil/index.html
91 P. L. Forey, Nature, vol 336, 1988. s. 729.
92 Michael Denton, Evolution: A Theory In Crisis, Adler and Adler, 1986, s. 218-219.
93 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 198.
94 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 296-97.
95 Stephen Jay Gould, Eight (or Fewer) Little Piggies, Natural History, no. 1., Jan 1991, vol. 100, s. 25.
96 Stephen Jay Gould, Eight (or Fewer) Little Piggies, Natural History, no. 1., Jan 1991, vol. 100, s. 25.
97 Robert Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, s. 235.
98 Encyclopaedia Britannica Online, "Turtle – Origin and Evolution."
99 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 296-97.
100 Duane T. Gish, Evolution: The Fossils Still Say No, ICR, San Diego, 1998, s. 103.
101 Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, s. 336.
102 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 296-97.
103 E. H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York, John Wiley and Sons, 1991, s. 193.
104 A. S Romer, Vertebrate Paleontology, 3rd ed., Chicago, Chicago University Press, 1966, s.120.
105 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 296-97.