Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir. (Zümer Suresi, 18)
Dünyada yaşanan hayat, insanlardan hangilerinin iyi, hangilerinin kötü davranışlarda bulunduklarının belirlenmesi için Allah tarafından yaratılmış bir deneme süresidir. Bu süre boyunca insanlar pek çok hata yapabilir, kusurlu davranışlarda bulunabilirler. İman eden insanların amacı bu hatalarından, kusurlarından, eksikliklerinden bir an önce arınarak Allah'ın rızasını kazanmak ve cennete yakışır bir ahlaka ulaşmaktır.
Samimi ve vicdanlı insanlar her türlü kötülükten ve eksiklikten arınmayı içten arzu ettikleri için kendilerini Allah'a yaklaştıracak her öğüdü canı gönülden dinlerler. Müminler için güzel söze uyup uymamak bir tercih konusu değildir. Çünkü bu tercihte bir yanda cennetle diğer yanda cehennemle sonlanabilecek ebedi bir hayat söz konusudur. Bundan haberdar olan ve Allah'tan korkan, ahirete kesin bilgiyle iman eden müminler sonsuz ahiret hayatlarını tehlikeye sokabilecek her türlü tavır ve sözden şiddetle sakınır, ahiret gününde kendilerine fayda sağlayacak tüm öğüt ve hatırlatmalara hemen uyarlar. Müslümanların bu özelliği Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır.(Furkan Suresi, 73)
Kendilerine yapılan hatırlatmalara ve verilen öğütlere karşı gurur yapmak, büyüklenmek, karşı çıkmak inkarcılara has bir tavırdır. Müminler ise yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi, Allah'ın ayetleri doğrultusunda yapılan bir hatırlatmayı işittiklerinde dikkatle dinler ve hemen itaat ederler. İman eden bir insan kendisine ulaşan her hatırlatmanın, kendisini sonsuz cehennem azabından korumak için yapıldığını düşünerek tam bir teslimiyetle karşılık verir. Müminlerin bu teslimiyetlerini ifade eden sözleri, Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
"Rabbimiz, biz: "Rabbinize iman edin" diye imana çağrıda bulunan bir çağırıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür."(Al-i İmran Suresi, 193)
Ayette açıkça görüldüğü gibi, asla gurur yapmadan kendilerine söylenen her güzel söze uyanlar, samimi ve vicdanlı müminlerdir. Allah "Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, müminlere yarar sağlar." (Zariyat Suresi, 55) ayetiyle de bu gerçeği haber vermiştir. Öğüt ve hatırlatmanın kimlere fayda sağlayıp, kimlerin inkarını artıracağı başka ayetlerde de şu şekilde bildirilir:
Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa, 'öğüt verip hatırlat.' Allah'tan 'İçi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. Ki o, en büyük ateşe yollanacaktır. Sonra onun içinde o, ne ölür, ne yaşar. Doğrusu, temizlenip arınan felah bulmuştur; Ve Rabbinin ismini zikredip namaz kılan. (A'la Suresi, 9-15)
Naziat Suresi'nde ise ancak hesap gününden korkan kişilerin uyarıları dinleyeceği, "Sen, yalnızca ondan 'içi titreyerek korkanlar' için bir uyarıcısın." (Naziat Suresi, 45) ayetiyle bildirilmiştir. Buradan da anlıyoruz ki, müminlerin gösterdikleri tevazulu ve teslimiyetli tavrın temelinde, Allah'a ve ahirete olan iman yatar. Müminler ahireti yaşamlarının her anında düşünür, orada ortaya çıkacak bir hatanın insanı Allah'ın huzurunda utandıracağını ve telafisi olmayan bir pişmanlığa sürükleyeceğini unutmazlar. Kuran ayetlerinden cehennem azabının şiddetini öğrendikleri için Allah'ın rızasına ters düşecek, O'nun azabını hak edecek her tavırdan şiddetle kaçınır, hata ve eksikliklerinden hızla kurtulmak isterler. Allah'ın Kuran'da bildirdiği mümin ahlakını en güzel ve en eksiksiz şekilde yaşayabilmek için müthiş bir şevkle çaba içindedirler. Allah bir ayetinde, bu şevkle kendilerine verilen her öğüt üzerinde düşünen ve güzel söze hemen uyan müminleri temiz akıl sahipleri olarak nitelendirmiştir:
"Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir."(Zümer Suresi, 18)
Ayette de görüldüğü gibi, müminlerin en belirgin özelliklerinden biri, hak olanı fark ettikleri anda hemen ona yönelmeleridir. Kuşkusuz bu, bir öğüt ve hatırlatma karşısında verilebilecek en güzel tepkidir. Salih müminler de peygamberlerin çağrılarına hemen icabet etmişler ve bu tavırlarıyla örnek olmuşlardır.
Örneğin Peygamber Efendimiz (sav) döneminde mümin kadınlar Allah’ın tesettür konusundaki emrini büyük bir şevk ve istekle karşılamışlar, hemen itaat etmişlerdi. Tesettürle ilgili ayetlerin indiği dönemde Müslüman kadınların güzel tavırlarıyla ilgili olarak şunlar rivayet edilir:
Hz. Ayşe (ra)'dan rivayet edilmiştir: “Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar” ayetini inzal edince harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmüşlerdir.”(İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s. 5880)
Onlardan sonra gelen Müslümanlar da aynı şevk ve kararlılıkla bu emri yerine getirmişlerdir. Kendisine hatırlatılanlar üzerinde düşünen ve teslimiyet gösteren bir kişinin bu tavrının açık bir üstünlük olduğunu Allah, "Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (a'ma) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünebilirler." (Rad Suresi, 19) ayetiyle de haber vermiştir. Ayetten anlaşıldığı gibi, doğruları görüp öğüt alabilen insanlar görebilen kişiler, doğruyu göremeyenler ise körler olarak nitelendirilmiştir. Kuşkusuz görebilen insan olmak varken -manevi anlamda- kör olanlardan olmayı hiç kimse istemez.
İşte bu yüzden vicdanlı bir insan için, hatasının dünyadayken uyarılması ve üstelik bunun Allah'ın ayetleriyle konuşan ve öğüt veren bir mümin tarafından yapılması çok büyük bir nimettir. Vicdanlı insan buna karşılık hiçbir mazeret öne sürmez ya da nefsini temize çıkarmaya çalışmaz. Çünkü, "… nefis -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir." (Yusuf Suresi, 53) ayetinde bildirildiği gibi, nefsinin arınmasını istemeyeceğinin farkındadır.
Günlük hayatta insanlar bu konuyla ilgili pek çok örnekle karşılaşırlar. Örneğin bir kişi hataya düşerek, bir olayda karşısındaki kişiyi kırıcı ve sert bir tavır gösterebilir ve yanındaki bir mümin ona bu tavrının güzel olmadığını, her ne şart altında olursa olsun güzel bir tavır göstermesinin Allah'ın emri olduğunu hatırlatabilir. İşte bu durumda nefis devreye girip öğüt verilen kişiye aslında gösterdiği tavrın doğru olduğunu söyleyebilir veya benzeri telkinlerde bulunabilir. İşte böyle bir durumda Allah'a iman eden bir insan, nefsinin bu özelliğini bildiği için onun öne sürdüğü bahanelerin hiçbirine kulak vermez. Daima vicdanına başvurarak doğruyu görür ve bu doğruya uyar. Hatta kendisi haklı bile olsa, nefsine sahip çıkmaz, onu korumaya çalışmaz. Gösterdiği tavrın çok daha güzeli, çok daha mükemmeli olduğunu düşünür ve bir dahaki sefere daha iyisini yapmaya niyet eder. İman eden bir insan, ahirette nefsin öne sürdüğü mazeretlerin hiçbir geçerliliği olmayacağını; her zaman nefsi bir kenara bırakarak verilen güzel öğüde icabet etmenin kazanç sağlayacağını çok iyi bilir. Çünkü hesap günü Kuran'da bildirildiği gibi, "Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün" (Mümin Suresi, 52) dür.
Müminler bu sayede, yani hesap gününden çekinip birbirlerinin sözüne uymaları sayesinde, her konuda hem birbirlerinin eksiklerini tamamlar, hem de çok büyük bir hızla gelişir, mükemmel bir ahlak ve tavır bütünlüğüne doğru yol alırlar. Bir müminin fark etmediğini diğeri görür ve tamamlar. En önemlisi ise hiçbir müminin kendisine hatırlatılan konularda en ufak bir direnç göstermemesidir. Kuran'da bildirildiği gibi müminler, "... yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir." (Al-i İmran Suresi, 135)
İman eden insan bir öğütle karşılaştığında, cahiliye insanlarında görülen kibir, gurur gibi nefisten kaynaklanan engelleri araya sokmaz. İyiliği emreden de buna uyan da, Allah'ın rızasını aradıkları, O'ndan korkup sakındıkları için tereddüt etmeden güzel söze teslimiyet gösterirler. Bu üstün ahlak, Allah'ın yalnız tevazulu, yumuşak başlı, itaatkar bir ahlaka sahip olan mümin kullarına nasip ettiği bir nimettir. Müminler de bu karşılıklı dostluk ve kardeşliğin, tevazu ve ihlasın getirdiği nimetlerden sonuna kadar faydalanırlar.
Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, müminler birbirlerine yalnızca eksik ya da hatalı oldukları konularda hatırlatmada bulunmazlar. Ortak hedefleri Rabbimiz'in rızasının en fazlasını kazanmaktır. Ahlakları, manevi derinlikleri, ihlasları zaten güzeldir; ancak onlar yalnızca güzelle yetinmez, daha iyisinin, daha güzelinin olması için çaba harcar ve birbirlerini de bu şekilde yönlendirirler. Ve bir mümin her ne konuda olursa olsun bir öğütle karşılaştığında mutlaka karşısındaki kişinin sözüne tam bir teslimiyetle uyar. Çünkü müminlerin her teşhislerinin ve gösterdikleri her çözümün Kuran'a dayalı olduğunu ve kendi cenneti için bir kazanç olacağını bilir.
Müminlerin bu konuda diğer kişilere faydalı olmalarını sağlayan en büyük etkenlerden birisi de, baştan beri söz ettiğimiz gibi birbirlerinin rızasını değil, daima Allah'ın rızasını aramaları ve hakkı açıklıkla söylemekten çekinmemeleridir. Bu, daha önce belirttiğimiz gibi karşılarındaki kişinin nefsine ters düşecek bir konu da olsa böyledir. Önemli olan söyleyecekleri şeyin o kişiye fayda vermesi, hatasını düzeltmesine, Allah'a yakınlaşmasına vesile olmasıdır. Ahireti açısından ne hayırlı ise onu çekinmeden açık sözlülükle dile getirirler. Fakat bununla birlikte bu açık sözlülüğün ardında son derece ince düşünceli, karşısındakine saygılı, sevgi ve şefkat dolu bir anlayış da vardır. Örneğin bir kişinin Kuran'a göre eksik ya da hatalı bir yönünü uyarmadan önce nasıl söylerlerse daha etkili ve yapıcı olabileceklerini düşünürler. Kişinin şevkini arttırıcı bir konuşma yapmayı, ama bunun yanında konunun ehemmiyetini de vurgulamayı unutmazlar. Kısaca karşılarındaki kişiyi "sözün en güzeli" ile uyarabilmek için önceden düşünüp, tasarlar ve ona fayda vermeye çok büyük bir titizlik gösterirler.
Kuşkusuz böyle bir hassasiyeti ve içten çabayı Allah'ın rızasını arayan müminlerden başka hiç kimse göstermez. Örneğin cahiliye insanları şahsi çıkarları söz konusu olmadığı sürece asla karşılarındaki kişinin bir kusurunu, eksiğini düzeltmeye çalışmazlar. Diğer insanların eksikleri, kusurları, ahirette bunlardan dolayı duyacakları utanç ve pişmanlık onları hiç ilgilendirmez. Çünkü onlar yalnızca kendi dünyevi menfaatlerinin peşindedirler. Eğer herhangi bir nedenle birine öğüt vermeleri gerekirse de genellikle yapıcı olma, güzel söz söyleme konusunda bir çaba sarf etmez; ağızlarına geldiği gibi konuşarak karşı tarafa sıkıntı verirler. Ama çoğunlukla da pek kimseye karışmamayı tercih ederler. Çünkü bir insana eleştiri yapmak, ona öğüt vermek, yaptığı yanlışı bırakıp doğru olana uymasını söylemek aslında zor bir iştir, çünkü karşıdaki kişinin gösterebileceği muhtemel olumsuz tepkileri göze almak gerekir.
İşte müminler, önceki bölümlerde detaylandırdığımız gibi, her türlü zorluğu göze alarak ve hiçbir karşılık beklemeden, kendilerine Kuran'da emredildiği için iyiliği emreder ve kötülükten men ederler. Allah müminlerin bu yönünü Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz… (Al-i İmran Suresi, 110)
Buna karşılık Allah Kuran'a uyan insanlar için öğüt vermeyi kolaylaştırmış ve mümin kulları için bir nimet haline dönüştürmüştür. Allah bir ayetinde Peygamberimiz (sav)'e, müminlerin öğüt verme konusunda rahat olmaları gerektiğini ve zaten Kuran'ın bunun için indirildiğini bildirerek onları desteklemiştir:
(Bu,) Bir Kitap'tır ki onunla uyarman için ve mü'minlere bir öğüt olmak üzere sana indirildi. Öyleyse bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın.(Araf Suresi, 2)
Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.(Hac Suresi, 41)
İşte tüm bu ayetleri bilen müminler hiçbir karşılık beklemeden, yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için öğüt verdikleri gibi, kendilerine öğüt veren, onları doğruya davet eden Müslümanlara da en güzel şekilde icabet ederler.
İnkar edenler güzel söze, yani Allah'a ve O'nun hak kitabı Kuran'a, elçilerin yoluna çağrıldıklarında bu çağrıya uymazlar. Müminlerin Allah'a iman edip, güzel ahlak göstermeleri için yaptıkları davetlere "Onları hidayete çağırısanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, suskun dursanız da size karşı (tutumları) birdir." (Araf Suresi, 193) ayetinde de bildirildiği gibi, olumsuz karşılık verirler. Kendilerine söylenen her sözde, yapılan her davette hep bir kötülük ve art niyet ararlar. Daveti yapan kişinin bundan bir menfaati olduğunu düşünür, çoğu zaman inkarlarına mazeret olarak da bunu gösterirler.
Oysa önceki bölümde de üzerinde durduğumuz gibi, güzel söze davet eden Müslümanların bundan hiçbir dünyevi çıkarları yoktur; onların tek amacı Allah'ın tebliğ emrini yerine getirmektir. Böyle ihlaslı bir çağrıya olumsuz karşılık vermek yalnızca kişinin kendisine zarar verecek bir tutumdur. Ama inkarcılar bu gerçeği kavrayamaz, söz konusu olanın kendi sonsuz yaşamları olduğuna akıl erdiremezler. Hatta kendilerine yapılan çağrıları kabul etmemekle kazançta olduklarını düşünür, bundan sevinç duyarlar. Ama bu, son derece çarpık bir anlayıştır ve yapana zarar getirecektir. Bir ayette kendilerine yapılan uyarılara muhalefet edenlerin sonu şu şekilde bildirilir:
Kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..(Nisa Suresi, 115)
Peki neden insanlar kendilerini içinde bulundukları karanlık ruh halinden kurtararak dünyada ve ahirette güzel bir hayatla yaşatacak, hatalarından, eksiklerinden arındıracak, iyiliğe, güzelliğe ve hepsinden önemlisi Allah'ın rızasına iletecek sözlere uymazlar? Bununla ilgili birçok neden söyleyebiliriz. Öncelikle Allah ve ahiret korkularının olmaması, kendilerini eksikliklerden, hatalardan müstağni görmeleri, kibirleri, verilen öğütlerin "... Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi... " (Şura Suresi, 13) ayetinde de belirtildiği gibi, gururlarına ağır gelmesi...
İlerleyen sayfalarda inkar edenlerin Allah'a çağırıldıklarında neden icabet etmediklerinden biraz daha detaylı bahsedeceğiz.
ADNAN OKTAR: Eğer gerçekten Allah’ın ruhunu taşıyorsa bir insan, zaten aklı şuuru açık oluyor. Fakat insanların birçoğu ölü. Ölü olan kişilerden dolayı insanlar çok şaşırıyorlar. Mesela en makul bir şeyi bile anlatamıyor insanlar onlara. Mesela alenen, göz göre göre ahlaksızlık yapıyor, vicdansızlık yapıyor. İnsanlar da şaşırıyor, “Bu ne biçim adam?” diyor. Halbuki ölü olduğu için onu yapıyor o. Allah onlar için “gözleri görmez”, şeytandan Allah’a sığınırım, “Kulakları işitmez, kalp gözleri de kördür” diyor Allah. “Sen onları diri zannedersin onlar ölüdürler” diyor. Tam bir cesetten bahsediyor Allah. Muhkem ayet bunlar, açık, anlamı açık. Yani mahluk, anlamıyor. Allah kalp gözünü de kör etmiş. İnsanlar da onlardan insanlık adına, Allah adına, Kuran adına bir güzellik bekliyorlar. Hiç bir şekilde öyle bir şey çıkmaz. Mesela morarıyor anlatacağım diye onlara, derdini bir türlü anlatamıyor. Taşa anlatır gibi. Etkilenmez öyle insanlar, hiç bir şey olmaz.
SUNUCU: Evet. Neden peki kendimizi tanımaktan, daha doğrusu Allah’ı tanımaktan ya da Allah’ı bilmekten korkuyoruz?
ADNAN OKTAR: Aleyhine bir şey olacak zannediyor. Eğlencesi kaçacak, mutluluğu kaçacak, neşesi kaçacak zannediyor. Hâlbuki bilakis bir kere en büyük zevki elde eder. Derin sevmeyi elde eder. Dünyadaki en büyük zevktir. Nefs zevkidir. En büyük nefs zevkini kazanmış olur. Ne bu bir lokantada yemek yemeye benzer, ne bir turistik geziye benzer, ne bir müzik dinlemeye benzer; bütün zevklerin çok çok üstünde kıyaslanmayacak bir boyuttur. Zevk boyutudur. Bir altıncı histir. Bunu kazanır mümin. Ki bu zevki kazanan için 24 saat çok zevklidir, her şeyden çok zevk alır. Ufacık bir şey bile onda derin zevk meydana getirir. Ama öbür insanlar her şey var, parası da var, yiyeceği, içeceği var, zenginliği var ama bir türlü mutlu olmuyor. Yiyecekleri onu rahatsız eder yani onu ölüme götüren kolesterol yükleri olarak görür onları, öyle başına bela gibi görür. Evinin her an yanmasından, evinin elinden alınmasından, ekonomik yönden açmaza girip batmaktan… Bu tarz korkulardan bir türlü yakasını kurtaramaz. Çocuğunu okula gönderir mesela onun derdinde olur. Acaba arabamı çarptı? Bir şey mi oldu? Kendisinin bayağı dertleri olur. İşte gözüne bir şey olur; acaba gözümde kanser mi başladı? Dudağında bir şey meydana gelir; acaba kanser mi başladı? Bir yerine bakar ur mu acaba? Yok apandistim mi çıktı? Her gün bir endişe ve acı içerisindedir. Bir tek kendi adına değil, ailesi adına da acı ve korku içersindedir. Ve dolayısıyla sinirleri çok bozuk oluyor. Sürekli ya sigara içiyorlar yahut hırçın ve saldırgan oluyorlar veyahut uyuşturucuya başlıyorlar, bütün dünyada biliyorsunuz çok yaygın. Amerika’da ana konudur. Uyuşturucu içmeyen, kokain, esrar içmeyen insan çok çok nadirdir. Devlet yöneticilerinden tutun, halkın en zeminde uç kısımlarına kadar da bu yaygındır. (Sayın Adnan Oktar’ın Kanal 35’deki Röportajından, 14 Şubat 2009)
Çevrenizde gördüğünüz herhangi bir kişiye "Allah'tan korkuyor musun?" diye sorsanız, bu kişinin vereceği cevap büyük bir ihtimalle "evet" olacaktır. Fakat bir insanın Allah'tan korkup korkmadığının tam olarak anlaşılması için, bunu sadece sözle ifade etmesi yeterli değildir. Kişinin gerçekten korkup korkmadığını, yani kalbindekini bilen sadece Allah'tır. Ancak müminler de bunu onun hem sözlerinden hem de davranışlarından anlayabilirler. Bu nedenle söz konusu kişinin Allah'ı razı etmek için yaptıkları ile bu konuda söylediği sözlerinin doğru orantılı olması gerekir. Eğer bir kişi Allah'a olan kulluk görevlerini tam olarak yerine getirmiyorsa, O'nun sınırlarını aşmaktan çekinmiyorsa ya da kendisine Allah'ın ayetleri hatırlatıldığı zaman bunlara uymuyorsa, bu kişinin Allah'tan korktuğuna inanmak mümkün değildir.
Allah Kuran'da kendilerine verilen öğütten yüz çeviren insanların durumunu şöyle haber vermiştir:
Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çevirip duruyorlar? Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler;
Arslandan korkup-kaçmışlar. Hayır; her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister. Hayır; onlar şüphesiz ahiretten korkmuyorlar. Gerçek (şu ki), o (Kur'an,) elbette bir öğüttür. Artık kim dilerse, öğüt alıp-düşünür.(Müdessir Suresi, 49-55)
İşte yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, inkarcıların öğütten yüz çevirmelerinin, hatta kaçmalarının sebebi Allah'tan ve ahiretten korkmamalarıdır. Ancak bu insanlar şunu bilmelidirler: Yüz çevirdikleri her öğütten, duymazlıktan geldikleri her güzel sözden hesap günü sorulacaklar ve hayatlarında hiç karşılaşmadıkları bir azapla karşılık göreceklerdir. Kendilerine anlatılan gerçekleri her anlamazlıktan geldiklerinde, doğru yola yapılan çağrıya uymadıklarında cehenneme bir adım daha yaklaşmaktadırlar. Allah bu insanlara dünyada belirli bir süre tanır ve "belki öğüt alıp düşünürler" diye uyarıcılar gönderir. Bu süre, çoğu zaman Allah korkusu ve ahiret inancı olmayan insanları aldatır. Daha yaşayacak çok senelerinin olduğunu düşündükleri için kendilerine hatırlatılanlara uymazlar ve bunda da hiçbir sakınca görmezler. Hatta son derece saygısız ve isyankar ifadelerde bulunur, öyle ki "... söylediklerimizden dolayı Allah bize azap etse ya..." (Mücadele Suresi, 8) diyecek kadar ileri giderler. Bu sözleri sarf edecek kadar Allah korkusundan ve ahiret gerçeğinden uzak insanların müminlerin çağrılarına icabet etmeleri de zaten mümkün değildir.
Bu insanlar güzel söze uymamakla ne kadar büyük bir kayba uğradıklarını ancak ölümle birlikte anlayacaklardır. Ancak o zaman gerçek anlamda Allah korkusunu tüm benlikleriyle hissedeceklerdir. Cehennemin azabının şiddetini ise içine girip de onu tattıklarında öğrenmiş olacaklardır. Kuran'da bu insanlara cehennemde şöyle seslenileceği haber verilmiştir:
İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Bu gerçek değil miymiş" Onlar: "Rabbimiz'e andolsun, evet (öyledir)" derler. (Allah da:) "Öyleyse inkar ettiklerinizden dolayı azabı tadın" dedi.(Ahkaf Suresi, 34)
İnkar edenlerin Allah yoluna çağrıldıklarında, bu çağrıya icabet etmemelerinin nedenlerinden bir tanesi de vicdanlarını göz ardı edip nefislerine uyarak hareket etmeleridir. İnsan zor bir durumla karşı karşıya kaldığında, önemli bir karar vermesi ya da iyi ile kötü arasında bir seçim yapması gerektiğinde içinden iki ayrı sesin geldiğini hisseder. Bu seslerden bir tanesi ona güzeli ve doğruyu gösterirken, diğeri kötü ve yanlış olana yönlendirir. Her insan içinde bu sesi duymuştur. Örneğin ihtiyaç içinde olan bir kişiye yardım etmek gerektiğinde içinden bir ses elinden gelenin en fazlasını bu kişiye vermesini söylerken, diğer ses eğer ona bu yardımı yaparsa, kendisinin ihtiyaç içinde kalacağını, bunu yapmanın ona kalmadığını ve daha pek çok kuruntuyu kulağına fısıldamıştır. İşte bu seslerden doğruyu ve güzeli gösteren vicdandır ve vicdan Allah'ın sesidir. Nefis ise kötülükleri fısıldar ve şeytanın sesidir.
Allah Şems Suresi'nde kişinin, nefsin kötülüğü emreden yönünden sakınmasını şöyle emreder:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.(Şems Suresi, 7-10)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, Allah insana nefsin yanında, nefsin kötülüklerinden sakınma duygusunu da vermiştir. İşte vicdan aynı zamanda bu sakınma isteğidir ve kişiyi daima Allah'ın razı olacağı, beğeneceği tavırlara yöneltir. İnsan bu sese kulak verip uyduğu takdirde Allah'ın razı olacağı ve güzelliklerle dolu tertemiz bir hayat yaşar. Vicdan insana güzel söze uymasını, Allah'a teslim olmasını, Allah'ın sınırlarına titizlik göstermesini fısıldarken, nefis ise kötülükleri ve inkarı, öğütten yüz çevirmeyi emreder. Eğer bir insan vicdanına uymuyorsa nefsine uyuyor demektir ki, bu insan büyük bir ziyandadır. Çünkü Allah bir ayetinde nefsin kötülüğe yönelten yönünü Hz. Yusuf (as)'ın sözleriyle şöyle tanıtır:
"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir."(Yusuf Suresi, 53)
Vicdan, Allah'ın dünyada insana, nefsin kötülüklerinden sakınmak için bağışladığı en büyük nimetlerden birisidir. Çünkü insan tüm hayatı boyunca türlü denemelerden geçirilir. Karşısına çıkan olaylarda, yapılan çağrılarda, verilen öğütlerde, iyi ile kötü olanı ayırt etmek ve birtakım tercihler yapmak durumunda kalır. Yaptığı bu tercihler, verdiği tepkiler ve kararlar onun sonsuz ahiret hayatındaki yerini belirleyecektir. İşte vicdan, insan ne yaparsa yapsın, nerede olursa olsun, hangi durumla karşılaşırsa karşılaşsın kalsın her şart ve koşulda kendisine Allah'ın beğeneceği en doğru ve güzel olan tavrı göstermeyi emreder. Kişi istese de istemese de, hatta vicdanının sesini bastırmaya çalışsa da vicdan yine susmaz, mutlaka hakkı insana fısıldar. Kişiye düşen ise bu güzel sese uymak ve Allah'ın yoluna davet edenlere, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıranlara icabet ederek Allah'a teslim olmaktır.
Her insan Allah'ın doğru yoluna, güzel ahlaka, hak dine uymaya, ibadet etmeye, yalnızca Allah'ın rızasını aramaya, ahirete yönelik hazırlık yapmaya, dünyevi hırslardan sıyrılmaya davet edildiğinde bunun doğruluğunu vicdanen bilir. Ama dini inkar edenler büyük bir hata olarak vicdanlarının sesini duymazlıktan gelir, nefislerinin kendilerini sürüklediği kötülüklere uyarak yaşamlarını sürdürürler.
Örneğin Allah'ın varlığını inkar etme yanılgısına düşmüş, ateist bir insan düşünelim. İşte bu insan vicdanının sesine kulağını tıkamış, nefsinin oyununa gelmiş bir insandır. Çünkü her insan çevresindeki yaratılış delillerini görebilecek, evrende var olan hiçbir şeyin tesadüfen oluşamayacağını, tümünün üstün kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından var edildiğini anlayabilecek bir vicdana ve anlayışa sahiptir. Bu insana bir ağaç resmi göstersek ve "bu resim yere dökülen boyaların tesadüfen karışmasıyla oluştu, bilinçli bir şekilde yapılmadı" desek buna asla inanmaz. Ama belki aynı insan aklını, mantığını, vicdanını bir kenara bırakarak gerçek bir ağacın tesadüfen meydana geldiğini, yaratılmadığını iddia edebilmektedir. İşte bu, gerçekleri söyleyen vicdana uymamanın, nefsine uyarak inkarda diretmenin apaçık bir örneğidir.
Nitekim bugün çevremize baktığımızda bu çarpık mantığı ısrarla sürdüren birçok kişinin varlığı ile karşılaşırız. Bu insanlara iman etmeleri için yapılan çağrılar da sonuçsuz kalmaktadır. Kendilerine gösterilen delillere inanmamakta direten bu kişiler, vicdanlarını dinlemedikleri için güzel söze icabet etmemektedirler. Ama bu insanlar unutmamalıdır ki, hesap günü dünyadayken kendilerine yöneltilen çağrılara uymadıkları ve kendilerini yaratmış olan Allah'ın sonsuz kudretini takdir edemedikleri için büyük bir pişmanlığa kapılacaklardır.
SUNUCU: Evet. Peki nefislerden bahsettik şirk koşmaktan bahsettik. Nefis mücadelesini nasıl sağlıyoruz biz? Ya da nasıl sağlayamıyoruz? Nerede nefsimize müdahale edemiyoruz? Nerede ediyoruz?
ADNAN OKTAR: Evet insanın çıkarlarıyla, mantığıyla vicdanı çatıştığında eğer insan çıkarlarını tercih ederse, mantığını tercih ederse bu nefs demektir. Nefsini tercih ediyor demektir. Biz daima haktan yana doğrudan yana olmak durumundayız. Mesela bir insan var acı çekiyor ve rahatsız, bizim bunu kurtarma imkanımız var ama bu bize pahalıya mal olacak. İnsanlar bundan kaçınıyorlar. Mantık olarak düşünüyor “zaten az bir param var şimdi, gidip onu ona mı veriyim?” diyor. Ver tabi o paranı ona, Allah sana daha fazlasıyla verir. O adama o parayı vermiyor. Allah bu sefer o parayı ona hastane parası yaptırıyor. Kat kat fazlasını harcıyor. Hiç ummadığı yerlere harcar. Ve ahirette de nasibi olmaz. Yani her şeyde Allah’ın rızasının en çoğunu seçmek lazım. Dost seçerken, arkadaş seçerken, evlenirken, meslek seçerken, bir yere giderken, bir şey yaparken hep Allah’ın rızasının en çoğunu arayarak hareket etmek lazım. O zaman sürekli bir bereket ve güzellik olur. Aksinde bir uğursuzluk, bereketsizlik bir tersliktir gider. Ve dikkat ederseniz insanlar hep bir boğuşma içindedir hep “Tüh”, “Aksilik” “Battım”, “Yandım”, “Ölüyorum”, “Benden daha dertlisi var mı acaba?”, “Bütün ömrüm işte dertlerle belalarla geçiyor” der. Hakikaten de Allah süründürür. Ama dürüst samimi olan insanlar, hep Allah rızası için hareket edenlerin yolu hep açıktır, hep mutlu olurlar, hep güzel yolda gitmiş olurlar. (Sayın Adnan Oktar’ın Kanal 35’teki Röportajından, 14 Şubat 2009)
İnkarcı insanı güzel söze uymaktan ve iman edenlerin yolunu izlemekten alıkoyan en büyük engellerden biri gururu ve kibiridir. Allah'ın "Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler…" (Neml Suresi, 14) ayetinde de bildirdiği gibi kibir, inkarın en önemli nedenlerinden biridir. Gurur ve kibir deyince ise akla hemen şeytan gelmelidir. Zira şeytan Allah'ın huzurundan bu yüzden kovulmuştur. Allah bu olayı Kuran'da şöyle bildirir:
Andolsun, Biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da İblis'in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı.
(Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."
(Allah:) "Öyleyse ordan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin."(Araf Suresi, 11-13)
Ayetlerde görüldüğü gibi, Hz. Adem (as)'a secde etmek şeytanın kibirine ağır gelmiş ve büyük bir akılsızlıkla kendisinin Hz. Adem (as)'dan daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Cennetten kovulmasının nedeni budur. İşte dünyada da şeytanın yoluna uyan kişilerin durumu buna benzerdir; onlar da şeytanın telkinlerine açık oldukları için güzel söze uymazlar, çağırıldıkları şeylere kibirle ve küstahça karşılık verirler. Örneğin böyle bir kişiye hatalı bir tavrı hatırlatılarak, Kuran'a göre doğru olanın ne olduğu söylense, bu onun kibirine ağır gelecektir. Dolayısıyla da bu hatırlatmaya uymayacak, hatalı tavrını kesinlikle düzeltmeyecektir. Allah başka bir ayette büyüklük gururunun, yani enaniyetin insanları nasıl günaha sürüklediğini şöyle haber verir:
Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi, 206)
Bir başka ayetinde ise Allah bu insanlara çağrıldıkları şeylerin ağır geldiğini bildirir ki, bunun da temelinde aynı sebep yatmaktadır:
... Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.(Şura Suresi, 13)
Kuran'da inkarcıların doğru yola uymamak için öne sürdükleri mazeretlerden birinin de, kendilerine öğüt veren, iyiliği emreden kişilerin kendileri gibi etten kemikten insanlar olmaları olduğu haber verilmiştir. Bu zihniyet her dönemde yaşayan inkarcılar için geçerlidir. Allah inkarcıların bu ilkel mantığını pek çok ayetinde haber vermiştir:
Dediler ki: "Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahman (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz."(Yasin Suresi, 15)
Kavminden, ileri gelen inkarcılar: "Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz" dedi.(Hud Suresi, 27)
Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz."(Müminun Suresi, 24)
Ayetlerde de bildirilen bu sapkın anlayışa göre, bir kişinin diğer bir kişiyi imana davet edebilmesi için diğer insanlardan üstün bazı özelliklerinin olması, hatadan ve kusurdan münezzeh bir varlık olması gerekmektedir. İnkarcıların bu sapkın düşüncelerine karşılık elçilerin verdikleri cevap ise Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Resulleri onlara dediler ki: "Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz, ancak Allah kullarından dilediğine lütufta bulunur. Allah'ın izni olmaksızın size bir delil getirmemiz bizim için olacak şey değildir. Mü'minler, ancak Allah'a tevekkül etmelidirler."(İbrahim Suresi, 11)
Enaniyetin bir başka yönü ise karşı tarafın kendisinden daha akıllı olabileceğini, daha isabetli kararlar alabileceğini kabul etmemek, her zaman kendi aklının daha üstün olduğunu düşünmektir. "Aklını beğenmek" olarak nitelendirebileceğimiz bu kötü özelliğe sahip olan insanlar her zaman çok büyük bir kayıp içindedirler. Herşeyden evvel bu kişiler iyi ve güzel de olsa başka fikirlere kapalıdırlar. En ufak bir tavsiyeye, öğüde bile tahammülleri yoktur. Kendi akıllarını beğendikleri için hak olan her türlü çağrıya kulakları tıkalı ve de gözleri kapalıdır. Oysa Allah "... Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf Suresi, 76) ayetiyle insanları bu yanlış düşünceden sakındırmıştır.
İşte bu yüzden bir kişinin çevresindeki insanların kendisinden daha akıllı olabileceğini düşünerek her türlü fikre, eleştiriye, uyarı ya da tavsiyeye açık olması gerekir. Ancak burada söz konusu fikirler, uyarı ve tavsiyeler de muhakkak Kuran'a uygun olmalıdır. Çünkü cahiliye insanlarının birbirlerine yapacakları eleştiriler kendi batıl kıstasları ve kendi kötü ahlakları doğrultusunda olacak ve güzel yola iletmeyecektir. Ancak Allah'ın insanlara indirdiği yegane doğruluk kıstası olan Kuran'a uyan insanların çağrıları insana fayda verir. Çünkü müminler olayları Kuran ahlakıyla değerlendirebilen, temiz akıl sahibi insanlardır. Teşhisleri, olaylara bakış açıları ve yorumları hep Kuran mantığı üzerine kurulu olduğundan son derece isabetlidir. Aynı şekilde birbirlerine gösterdikleri çıkış yolları, problemler karşısında ürettikleri çözümler de öyledir. Bu durumda müminlerin her söylediğine, anlattıklarına, uyarı ya da tavsiyelerine rahatlıkla teslim olmak en akılcı hareket olacaktır.
Ancak kendi aklını yeterli gören ve içinde bulundukları durumdan memnun olan kişiler kendilerini geliştirme ihtiyacı hissetmezler. Bu nedenle doğruyu ve güzeli bulamaz, kendi kurdukları küçük bir dünya içinde, hataları, eksiklikleri ve kusurlarıyla yaşamayı kabullenirler. İşte bu insanlar gurur ve kibirleri yüzünden büyük bir kayba uğrarlar. İyi ve güzel olan, kendilerini mutlu edecek, rahat ettirecek gerçekleri, -üstelik vicdanları da kabul etmesine rağmen- sırf enaniyetleri nedeniyle kabul etmezler. Ancak cehennem azabını tadınca bu gurur ve kibirleri son bulur. Artık Allah'a boyun bükmüş, teslim olmuş olarak sonsuza dek yalvarırlar, ama orada kendilerine "(Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun." (Duhan Suresi, 49) şeklinde seslenilir.
Dediler ki: "Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acı bir azap dokunacaktır." Dediler ki: "Uğursuzluğunuz, sizinledir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Hayır, siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz."(Yasin Suresi, 18-19)
Yukarıdaki ayetlerde kendilerine uyarıp korkutmak için elçiler gönderilen bir şehir halkının kendilerine verilen öğütlere karşı gösterdikleri çirkin tepki haber verilmektedir. Bu örnekte görüldüğü gibi inkarcılar, kendilerini güzel sözle hak dine davet eden müminleri açıkça tehdit etmektedirler. Ve bu tehditlerinin tek sebebi, müminlerin kendilerini Allah'a ve O'nun dinine uymaya davet etmeleridir. Bundan dolayı büyük bir kin ve öfkeye kapılırlar. Öyle ki, bu kin ve öfkeleri kimi zaman bakışlarına dahi yansır. Allah Kuran'da inkarcıların bu hallerini şöyle haber verir:
O inkar edenler, zikri (Kur'an'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. "O, gerçekten bir delidir" diyorlar. Oysa o (Kur'an), alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir.(Kalem Suresi, 51-52)
Allah'ın yukarıdaki ayetlerde de bildirdiği gibi, inkarcılar, sırf kendilerini hak olana çağırdıkları, ahireti ve hesap gününü hatırlattıkları için Allah'ın elçilerine bu derece kinlenirler. Oysa bu ve benzeri tepkiler ancak onların hak karşısındaki acizliklerinin ve çaresizliklerinin bir göstergesidir. Hakka karşı getirebilecekleri hiçbir açıklama olmadığı için bu tür yöntemlerle müminleri susturmaya çalışırken, gerçekleri görmezden ve anlamazlıktan gelmeye çalışırlar. İnananlar ise bu tepkilerden hiçbir şekilde etkilenmez, Allah'ın kendilerine emrettiği şekilde aynı güzel üslupla dini tebliğ etmeye devam ederler.
Kuran'da bildirilen Hz. İbrahim (as)'ın, babasını Allah'a kulluk etmeye çağırışı ve babasının bu çağrıya uymak yerine vermiş olduğu tepki her iki tarafın üslubu arasındaki zıtlığı yansıtması açısından önemli bir örnektir:
Hani babasına demişti: "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? "Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım." "Babacığım, şeytana kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)a başkaldırandır." "Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun." (Babası) Demişti ki: "İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git." (İbrahim:) "Selam üzerine olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O, bana pek lütufkardır" dedi. "Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım."(Meryem Suresi, 42-48)
Hz. İbrahim (as) gibi üstün ahlaklı, Allah'ın Kuran'da yumuşak huylu olarak zikrettiği seçkin bir peygambere karşı, kendi babasının bu derece düşmanca bir tutum takınmasının tek bir sebebi vardır: Hz. İbrahim (as)'ın onu bir olan Allah'a kulluk etmeye çağırması, yani güzel söze uymaya davet etmesi... Hz. İbrahim (as) bunu yaparken babasına karşı son derece saygılı ve güzel hitaplar kullanmış, fakat buna karşılık babası öfke dolu cevaplarla ona karşılık vermiştir. Ama buna rağmen Hz. İbrahim (as)'ın üslubu hiç değişmemiş, Allah'ın emrettiği şekilde cahillik etmekte olan babasından güzellikle ayrılmıştır.
Önceki sayfalarda anlattığımız gibi, müminlerin sözüne uymayanlar arasında türlü tepkiler gösterenler, saldırgan bir üslup takınanlar, yüz çevirenler, kin ve öfkeye kapılıp şiddetle söylenenleri reddedenler olduğu gibi bir de tüm öğütleri duymazlıktan gelen, tepkisiz olanlar da vardır. Allah Kuran'da bu insanları da bize tanıtmıştır. Bunlar ayette bildirildiği gibi, "kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlar..."dır. (Hac Suresi, 53) Müminlerin samimi ve hikmetli anlatımları bu kişiler üzerinde hiçbir etki oluşturmaz. Bu tepkisizliklerinin nedenini ise Allah Kuran'da şöyle açıklamıştır:
... Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.(Araf Suresi, 179)
Onlardan seni dinleyecekler vardır. Ama hiç duymayan -sağırlara -üstelik hiç akılları ermiyorsa- sen mi duyuracaksın? Ve sana bakacak olanlar vardır. Ama kör olanları -üstelik basiretleri de yoksa- sen mi doğru yola ulaştıracaksın? Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.(Yunus Suresi, 42-44)
De ki: "Ben sizi yalnızca vahy ile uyarıp-korkutuyorum. Ancak sağır olanlar, uyarıldıklarında çağrıyı işitmezler."(Enbiya Suresi, 45)
Görünürde gözleri gören, kulakları işiten bu insanlar aslında Kuran'a göre bir anlamda kör ve sağırdırlar. Özellikle Allah "Yalnız gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir." (Hac Suresi, 46) ayetiyle bu insanların kalplerindeki manevi körlükten bahseder. Bu, aslında din ahlakını reddeden insanlara Allah'tan verilmiş çok büyük bir beladır. Büyüklenmelerine, inkarlarına karşılık olarak Allah bu kimselerin akıllarını ve anlayışlarını tamamen ellerinden almıştır. Bu yüzden kendilerine anlatılanları dinlemelerine rağmen bir türlü akıl erdiremezler. Allah inkarcıların bu hallerini bir başka ayette de şöyle bildirir:
Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar...(Enam Suresi, 25)
İşte bundan dolayı Allah ayetlerinde müminlerin, bu insanları güzel ahlaka çağırmalarının ölü bir insana çağrıda bulunmaktan pek bir farkının olmadığını haber verir:
Çünkü gerçekten sen, ölülere (söz) dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Ve sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin, işte Müslüman olanlar bunlardır.(Neml Suresi, 80-81)
Bir insanın baktığını görememesi, işittiği ve gördüğü şeyleri kavrayamaması, kısacası kalp gözünün kapalı olması başlı başına çok büyük bir karşılıktır. Ancak inkarcılar içinde oldukları bu durumun kendilerinin aleyhinde olduğunu kavrayamaz ve saldırgan, inkarda direten, enaniyetli üsluplarını sürdürürler. Kuran'da doğru yola davet edilen bu insanların büyük bir gaflet içinde büyüklenmeyi sürdürdükleri şöyle haber verilmiştir:
Dediler ki: "Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, (yapabileceğini) yap, biz de gerçekten yapıyoruz."(Fussilet Suresi, 5)
Kendilerini nasıl bir sonun beklediğinin şuuruna varmadan sarf ettikleri bu sözlerinde de görüldüğü gibi, inkar edenler gerçek anlamda bir körlük ve gaflet içindedirler. Kuşkusuz her insanın yukarıdaki ayetlerde haber verilen kişilerden olmaktan, onların durumuna düşmekten ciddi anlamda korkup sakınması gerekir. Çünkü bu duruma düşen insan büyük bir kavrayış eksikliği içinde hayatını sürdürecektir. Allah'ın ayetlerini dinleyip icabet etmediği için Kuran ahlakını yaşayamayacak, Allah'ın emir ve tavsiyelerini yerine getiremeyecektir. Yapılan hatırlatmalara, verilen öğütlere yüz çevirdiği için de inkar içindeyken bir gün ölümle karşılaşacaktır. İnkarcıların ölümle karşılaşma anlarındaki azapları ayetlerde şöyle tarif edilmektedir:
Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: "Yakıcı azabı tadın" diye o inkar edenlerin canlarını alırken görmelisin. Bu, ellerinizin önceden takdim ettiği işler yüzündendir. Yoksa şüphesiz Allah kullara zulmedici değildir.(Enfal Suresi, 50-51)
İnsanlar o günle karşılaşmadan önce hatırlamalıdırlar ki, hesap günü ortaya attıkları mazeretler kendilerini kurtaramayacaktır. Çünkü inkarda direnmeleri, şeytanın yoluna uymaları ve güzel söze uymamaları kendi seçimleridir. Yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi, Allah kullarına zulmedici değildir. Bu gerçek başka ayetlerde de şöyle bildirilmiştir:
Kendisi için bir uyarıcı olmaksızın, Biz hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz. (Onlara) Hatırlatma (yapılmıştır); Biz zulmedici değiliz.(Şuara Suresi, 208-209)
SUNUCU: Kalplerin mühürlenmesi ne demektir, kalbi mühürlenen insan iman etmek ya da etmemek ikileminde hangi noktada, hangi çizgide yer alır?
ADNAN OKTAR: O insanlar cehennemden getirilmiş insanlar. Cehennemden gelmiş insanlar. Peygamberimiz (sav) de çok tatlı ve çok sevimli, mübarek, öyle insanlarla karşılaşıyor. Onlara canı gönülden anlatıyor. Diyor ki Allah da, şeytandan Allah’a sığınırım, “Neredeyse kendini helak edeceksin, onlar iman etmiyorlar diye”, diyor. Peygamberimiz (sav) var gücüyle anlatıyor, iman etsinler diye. Onlar da boş boş bakıyorlar, böyle anlamsız gözlerle. Halbuki o zaten cehennemden gelmiş, iman etmeyecek, onun için Allah onu uyarıyor. Bak “Neredeyse kendini helak edeceksin” o kadar ruhu güzel ki, o kadar sevgi dolu ki, çok acı duyuyor onların iman etmemesinden, cehenneme gitmesinler diye, bu sefer de kendini geriyor. Çok üzüyor kendisini, o da sağlığını bozacak hale geliyor. Allah da neredeyse kendini helak edeceksin diyor Peygamberimiz (sav)'e. Onun için, öyle insanlar zaten özel yaratılmışlardır, cehennem için özel yaratılmış bir topluluk vardır, bunlar zaten oranın ekibi, yani oradaki toplantılarından geliyorlar bunlar. Orada zaten, faal halde onlar zaten şu an. Ve hiçbir şekilde anlamayacak şekilde yaratılmıştır. Gözü görmez, diyor Allah, kulakları işitmez diyor, onlar diyor hayvanlar gibidir, hatta hayvanlardan da aşağıdadırlar, diyor yani sözü anlamama yönünde. Bir de kalp gözleri de kördür diyor. Sen onları canlı zannedersin diyor Allah. Şeytandan Allah’a sığınırım, onlar ölüdür, diyor fakat Müslümanların bunu bilemeyeceğini, yani adam zombi gibi, ama yaşıyor zannediyor insanlar. Fakat ölü o, ben daha önce de söylemiştim. Ölü insan olur fakat fark etmezler. Yani birçok insan ölüdür aslında ölü insan vardır. Mesela, birçok insan da cindir, insanlar bilmezler. Şeytan da vardır. İnsanlar içinde gezer. “İns şeytan” insan şeklinde şeytan vardır, bilemezler. Ölü insanları da bilemiyorlar. Onun için ölüye anlatıyor, o da duvar gibi etkilenmiyor. (Sayın Adnan Oktar’ın Kanal 35’deki Röportajından, 7 Ocak 2009)
Önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi, Allah her dönemde mümin kulları aracılığı ile insanları Kuran ahlakına ve Kendi rızasına uymaya çağırmıştır. Fakat samimi olarak iman edenler dışında insanların büyük çoğunluğu bu çağrıya uymamış ve kendilerinin iyiliği için söylenen bu sözlere kötülükle, isyanla, inkarla ve alayla karşılık vermişlerdir. Bunun en açık örneklerini Kuran'da geçen peygamber kıssalarında ve müminlerle cahiliye insanları arasındaki konuşmalarda görmek mümkündür.
Burada önemli bir hususa dikkat çekmekte yarar vardır. Kuran'da haber verilenler geçmiş dönemlerde yaşamış inkarcıların verdikleri kötü tepkilerdir. Ancak onlarla ilgili bildirilenleri okurken bu tavırların geçmişte kaldığını, bir daha yaşanmayacağını düşünmek hata olur. Aynı tavır bozuklukları bugün de, geçmiştekilere benzer bir şekilde sürdürülmektedir ve gelecekte de sürdürülecektir. Bu yüzden geçmiş kavimlerle ilgili kıssaları okurken her insanın bunlardan kendisine de pay çıkarması, geçmişte yapılmış hataları tekrar etmemek için onların uğradıkları sondan ibret alması gerekmektedir.
Ayrıca kendisine verilen öğütlere uymayan bir kişi, geçmiş kavimlerle ilgili bildirilen ayetlerde örnek verilen ifadelere bakarak "ben bu sözleri söylemiyorum, demek ki Kuran'da bahsedilen bu insanlardan değilim" diye de düşünmemelidir. Çünkü asıl önemli olan söylenen sözlerin ardındaki bakış açısı ve düşünce şeklidir. Bugün insanlardan kimileri tıpatıp Kuran'da haberleri verilen kişilerle aynı sözleri sarf edebilirken, kimileri de farklı kelimeler ve farklı tavırlarla aynı zihniyeti sürdürülebilmektedir. Çünkü yaşanan dönem değişse de doğru yola uymayan, öğütten yüz çeviren, büyüklenen inkarcı zihniyet değişmemektedir. Aradan yüzyılların geçmesi Kuran'da bildirilen gerçekleri değiştirmez. Nitekim Kuran'da Nuh (as)’ın kavminin yalanlaması gibi, onların ardından gelen birçok kavmin de benzer bir tavrı sürdürdüğü şöyle bildirilmiştir:
Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, 'batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış? (Mümin Suresi, 5)
Oysa bu kavimlere gönderilen elçiler ve onlara uyan Müslümanlar, bu insanları alevli ateşin azabı ile açıkça uyarmışlardır. Kendi batıl dinlerini Allah'ın dinine tercih eden kişilerin hem dünyada hem de ahirette hüsrana ve azaba uğrayacaklarını haber vermişlerdir. Çünkü bu insanların uydukları yol Allah'ın yolu değil, şeytanın yoludur. Şeytan ise insanları kurtuluşa değil, cehennem ateşine çağırır. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirir:
Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır.(Fatır Suresi, 6)
Müminler bu insanları Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine çağırırken onlar kendilerine anlatılanlara uymamakla ve yüz çevirmekle zaten şeytanın bu davetine uymuş olurlar. Yoksa kime sorulsa "ben Kuran'a uymuyorum ve şeytanın çağrısına uyuyorum" şeklinde birşey elbette söylemez; hatta böyle birşeyi şiddetle reddeder. Ama inkarcılar kabul etseler de etmeseler de güzel söze uymamakla fiilen bu tercihi yapmış olurlar.
İnananların cennete ve Allah'ın mağfiretine çağırmasını dinlemeyip, şeytanın çağrısına uyanlar ve onun vaat ettiği uzun emellere aldananlar ise ahirette tam bir hüsrana uğrarlar. Peşinden gittikleri şeytan onları yarı yolda bırakacaktır. Allah şeytanın yoluna uyan insanların ahirette nasıl bir duruma düşeceklerini bir başka ayetinde şöyle haber verir:
İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtacak değilim, siz de beni kurtacak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azap vardır."(İbrahim Suresi, 22)
En başta belirttiğimiz imtihan ortamının bir gereği olarak her insan dünyada hem şeytanın hem de müminlerin çağrısı ile muhatap olur. Ama seçimini ne yönde yapacağı kişinin kendisine kalmıştır. İnsan unutmamalıdır ki, herkes sonsuz hayatını bu tercihine uygun bir şekilde yaşayacaktır. Şeytanın çağrısına uyanlar cehennem ehlinden olacak, güzel söze icabet edenler ise sonsuz cennetle karşılık göreceklerdir. Öğüt alıp düşünmek ve güzel söze uymak her insanın kendisine kalmıştır:
... Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Bakara Suresi, 221)