Göz beynin dış dünyaya açılmasını sağlayan bir penceredir. Ancak görme duyusunun oluşumunda göz yalnızca bir aracıdır. Görmenin gerçekleştiği yer ise çok daha derinde, beynin içinde gizlidir.
Önce görmenin hangi aşamalar sonucunda gerçekleştiğini hatırlayalım:
Göze gelen ışık ışınları korneadan, göz bebeğinden ve ardından da mercekten geçer. Saydam tabakanın bükümlü üst yüzeyi ve mercek, ışınları kırar ve nesnenin (resmin) görüntüsü ters çevrildikten sonra retinaya ulaşır. Işığa duyarlı hücreler (reseptörler; koni ve çubuk hücreler) ışığı elektrik sinyallerine çevirir ve sinir uçlarına uyarı olarak yollarlar. Retinadan gelen görüntü orijinaline göre başaşağı durumda ve terstir. Ancak beyin yorum yaparak görüntünün düz olmasını sağlar. Bu elektriksel uyarılar beyne nesnenin çeşidi, büyüklüğü, rengi, uzaklığı hakkında bilgi götürürler ve bu işlemler saniyenin onda biri kadarlık sürede gerçekleşir.16
Görme gerçekleşirken bir saniyede meydana gelen işlem sayısı şu an mevcut hiçbir bilgisayarın yapamayacağı kadar yüksektir. Bu kadar hızlı olmasının yanısıra görmenin en şaşırtıcı ve mucizevi yanı ağ tabakaya düşen ters görüntünün beynin optik merkezinde düzeltilmesidir.17
Lens tarafından retinada odaklanan görüntü elektrik sinyallerine dönüştürüldükten sonra saniyenin binde biri kadarlık zaman diliminde, optik sinirler aracılığıyla beyne ulaştırılır. Her iki gözden ayrı ayrı elde edilen sinyaller, bakılan cisme ait bütün özellikleri içerir. Beyin de iki gözden gelen görüntüleri tek görüntü halinde birleştirir. Nesnenin biçimini ve rengini ayırt eder, ne kadar uzakta olduğunu saptar. Kısacası nesneleri gören göz değil beyindir.18
Gözlerden gelen elektrik sinyalleri beynin arka kabuğunda yer alan primer görme alanına ulaşır. Bu merkez 2.5 milimetre kalınlığında ve birkaç santimetre genişliğindedir. Altı tabaka halinde yüz milyon nöron (sinir hücresi) içerir. Uyarı önce dördüncü tabakaya gelir, burada analiz edildikten sonra diğer tabakalara dağılır. Bu merkezde her nöron 1.000 kadar nörondan uyarı alır ve 1.000 kadar nörona uyarı gönderir. Şuursuz bir hücrenin doğuştan 1.000 farklı hücre ile bilgi alışverişi yapabilecek bağlantılara sahip olması ve işlem yapabilmesi elbette tesadüflerin sonucunda kazanılmış özellikler değildir. Hücreler bu özellikleri ile birlikte yaratılmışlardır.
Son derece gelişmiş bir bilgisayar gibi çalışan beyin aslında tıpkı diğer organlar gibi milyarlarca küçük hücreden oluşmuş bir canlılar topluluğudur. İnsan beyninin yüzeyinde her milimetrekarede 100.000 dolayında sinir hücresi bulunur. Beyinde toplam olarak yaklaşık 10.000.000.000 (10 milyar) sinir hücresi vardır. Yani beyin 10 milyar küçük canlının oluşturduğu bir organdır. Bu canlılardan bir kısmı gözden gelen mesajları yorumlayarak, birbirleri ile koordinasyon halinde görme olayını gerçekleştirirler.
Optik Sinirin Genel Görünüşü | |
1. Ön göz alanı | 12. Temporal lop |
İlerleyen sayfalarda görmenin daha detaylı teknik ayrıntılarına değinilecektir. Hangi tip hücrelerin gelen sinyalleri nerelere dağıttığı, görme merkezinde kaç hücre bulunduğu gibi bilgiler... Bu bilgiler beynin temel çalışma prensiplerini tarif eder.
Göz dibinde ışık ışınlarının odaklanması, bu ışınları elektrik sinyallerine çeviren mükemmel bir sistemin varolması, her iki gözde oluşturulan elektrik sinyallerinin beynin belirli bölümlerine aktarılması, her iki gözden gelen sinyallerin birbirleriyle çakıştırılması ve buna benzer pek çok kompleks ara işlem, görme olayının yalnızca fiziksel ve teknik yönünü oluşturur. Ancak bütün bu teknik ayrıntılar hiçbir zaman olayın metafizik sonucunu yani bu işlemlerin nasıl olup da "görüntü" denen soyut bir kavram olarak algılandığını, algılanan bu görüntünün "kim" tarafından bilinçli bir şekilde yorumlanıp anlam kazandığını açıklayamazlar. Ancak şuuru açık ve önyargısız düşünebilme kabiliyetine sahip olan bir kişi, görme olayında fiziğin sınırlarının çoktan aşıldığını ve metafizik bir boyuta girildiğini fark eder.
Çok önemli sırları gizleyen bu konuyu ilerleyen sayfalarda daha kapsamlı olarak inceleyeceğiz. Şimdi mevcut sistemin yaratılışı ve işleyişindeki mucizeleri incelemeye devam edelim. Yalnız bütün bu teknik ayrıntılar okunurken unutulmaması gereken, bu olağanüstü özelliklere sahip olmak için hiçbir şey yapmamış olmanızdır. Yine unutulmaması gereken, bu kusursuz sistemin anne karnındaki tek bir hücrenin bölünmesi sonucunda meydana gelmiş olması ve anlatılan bütün olayların siz bu yazıyı okurken de sizin kontrolünüz dışında süratle devam etmesidir. Detaylara inildikçe, böyle bir sistemin tesadüfen, kendisini yaratan bir akıl ve güç olmadan, kendi kendine oluşmasının imkansızlığını her insan hemen kavrar. Bu apaçık deliller karşısında gerçekleri gören kimselerin vicdanları kabul ettiği halde inkara sapmalarının psikolojisi ayetlerde şöyle açıklanmaktadır:
Ayetlerimiz onlara, gözler önünde sergilenmiş olarak gelince dediler ki: "Bu, apaçık olan bir büyüdür." Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 13-14)
Retinadan çıkan bir milyon hücreye sahip sinir demeti, görmeyle ilgili bilgiyi elektrik sinyali halinde yüz milyon hücreye sahip görme korteksine taşır. Bu demetteki her sinir uzantısı doğrudan doğruya ağ tabakadan başlamakla birlikte, ışığa duyarlı alana direkt bağlı değildir. Diğer bazı hücreler, görsel bilgilerin kaydedilip görme siniri üzerindeki hücrelere geçirilmesini sağlar.
Bu arada çok ilginç bir ayrıntı karşımıza çıkar. Beyinle göz arasında sinir lifleriyle doğrudan kurulan bağlantılarda kimi zaman kopukluklar yaşanmaktadır. Bunun nedeni bir milyon hatta, her saniye gelen on milyon sinyalden bazısının görme merkezine ulaşamadan beyinde farklı bir bölgeye gitmeleridir. Aslında bu durum görüntüde kopukluk olmasını gerektirir ancak böyle bir şey olmaz. Gözdeki kusursuz sistem sayesinde hiç kopukluk olmadan görmeye devam ederiz.
Dikkat çekici olan, yanlış adrese giden uyarıların, ulaştıkları yer ile görme merkezi arasındaki hücrelerin yaptıkları aracılık sayesinde tekrar görme merkezine taşınmasıdır. Acaba bu adreslere "yanlış" demek mümkün müdür?
Optik Sinirin Genel Görünüşü | |
A. GÖZ - KAMERA Kuştan yansıyan ışık dalgaları korneadan geçerler. İristeki kasların yardımıyla büzüşerek ve açılarak göze giren ışık miktarını ayarlayan göz bebeği geçildikten sonra ışınlar merceğe ulaşırlar. Merceğin şeklini değiştiren kasların kasılmasıyla, görüntü retina üzerine net bir şekilde odaklanır. | 1. Kornea |
B. RETİNA Kuştan çıkan ışık fotonlar retinaya ulaşınca buradaki fotoreseptörleri harekete geçirirler. Fotoreseptörler koni ve çubuk olarak iki çeşittir. Koniler görüntünün net ve renkçe zengin olmasını sağlarlar. Çubuklar ise karanlıkta görmemizi sağlarlar. Çubuk ve konilerden gelen bilgiler doğrultusunda, büyük gangliyon hücreleri kuşun haraket ve dış şekliyle ilgili bilgileri işlerken, küçük gangliyon hücreleri kuşun küçük ayrıntılarını ve rengini kodlarlar. Bu hücrelerden çıkan sinyaller gözü terk ederek optik sinirlere ulaşırlar. | 1. Fotonlar |
C. SOL VE SAĞ Optik sinirlerin belirli kanalları (sarı renkli) gözün retinasının sol yarısından gelen sinyalleri taşır. Diğer kanallar (kırmızı renkli) retinanın sağ yarısından gelen sinyalleri aktarırlar. Optik kiyazmada birbirlerinden ayrılan sinirler talamustaki genikulat hücrelerine bağlanırlar. Buradan itibaren görüntünün sinyalleri farklı bir yoldan beynin görme merkezine taşınırlar. Bu devre sayesinde tek gözümüz kapalıyken bile görüntü tam olarak oluşur. 1. Pupil | 3. Optik Sinir |
D. DEVRE PANELİ Genikulattaki alt sıra hücreleri sinirsel bilgiyi alır ve iletirler. Üstteki dört sıra hücre ise renk ve ince ayrıntılarla ilgili bilgileri iletirler.Aynı görüntüye ait farklı bilgiler birbirlerine paralel şekilde ayrı ayrı iletilirler. | 1. Büyük Akıntı |
E. BİRARAYA GETİRME Renk, hareket, derinlik ve şekilsel özellikler beynin farklı bölgelerinde oluşur. Bu bölgeler ve beynin daha ne işe yaradığı bilinmeyen bölgeleri arasında meydana gelen girişim ve çakışmalar sonucunda görüntü anlaşılır. Fakat bilim adamlarının izah edemedikleri ayrı ayrı oluşan görüntülerin (renk, hareket, derinlik ve şekil) nasıl olup da tek görüntü olarak algılandığıdır. | 1. Renk |
F. NE? NEREDE? Temporal korteks denilen bu bölge, görüntülerin tanınmasını, kıyaslanmasını ve anlaşılmasını sağlar. Bu bölgesi hasara uğramış kimseler yüzleri tanıma yeteneklerini kaybederler, hatta aynadaki kendi görüntülerini bile tanıyamazlar. | 1. Ne? |
Gerçekte mümkün değildir. Çünkü görünüşte yapılan bu hata bizlere son derece büyük bir mucizeyi gösterir. Şuursuz bazı hücreler görevleri olmadığı halde, görme sinyallerini beynin ilgili bölümüne gönderirler. Böyle bir sistemde normalde olması gereken, yanlış yere ulaşan sinyallerin beynin karanlıkları içinde kaybolup gitmesidir. Ama böyle olmaz, yerine ulaşamayan sinyal kaybolmaz. Ulaştığı yerdeki hücreler, sanki bu sinyalin bir görme sinyali olduğunu, gözden geldiğini, görme merkezine gitmesi gerektiğini bilir gibi hareket ederler. Hiçbir mecburiyetleri olmadığı halde gerekli bağlantı ve organizasyonu kurarak uyarının beyindeki görme merkezine gitmesini sağlarlar. Bu sayede, aslında kesik ve parça parça olması gereken görüntüde hiçbir bozulma olmaz.
Acaba aracılık yapan hücrelere bu eşsiz sorumluluk anlayışını kim vermiştir? Evrimcilerin tesadüfen oluştuğunu varsaydıkları bir organı oluşturan milyarlarca hücrenin her biri bu sorumluluk anlayışına yine tesadüfen mi sahip olmuştur? Dahası böyle bir sorumluluk örneği sergileyebilmek için herşeyden önce bu hücrelerin kendi esas görevlerinin haricinde vücutta süregiden diğer işlemlerden de haberdar olmaları, kendi sorumlulukları dışındaki gelişmeleri de an an takip ederek bunları telafi edecek bir kabiliyete sahip olmaları gerekir.
Buraya kadar anlatılanlar görme işlemlerinin birinci basamağını oluşturur. Bu evre birçok bilinmeyeni içerir. Diğer evrelere ait bilinmeyenler de gözönüne alındığında, görmenin gerçek anlamda çözümlenememiş hayret verici bir mekanizma olduğunu söylemek çok doğru olacaktır.
Görme üzerine 20 yıl araştırma yapmış olan David H. Hubel ile Torsten N. Wiesel yaptıkları çalışmaları anlattıkları bir makalede şöyle söylemişlerdir:
Şekil, renk ve hareket gibi özelliklerin şaşırtıcı şekilde beyindeki farklı bölgeler tarafından ele alınması tüm bilgilerin en son olarak nasıl bir araya getirildiği sorusunu akla getiriyor. Örneğin zıplayan kırmızı bir topu düşünün. Motor sinirler sadece yakalama hareketini işliyorsa, bilgilerin bir araya getirilmesi başka bir yerde oluyor olmalı. Bu nerede oluyor, hiçbir fikrimiz yok...19
Görüldüğü gibi insanın, beyni anlamak için yıllardır sürdürdüğü çaba "acıklı bir biçimde" yetersizdir. O halde tekrar düşünelim: Mevcut teknoloji ve bilgi birikimiyle, yapısını dahi çözemediğimiz, son derece kompleks ve muhteşem işler başaran beyin nasıl oluştu? Bu kadar üstün bir yapı kendi kendine, milyarlarca hücre ve bu hücreleri oluşturan trilyonlarca proteinin tesadüfen biraraya gelip her birinin özel anlamı olan trilyonlarca bağlantıyı rastlantılar sonucunda kurmaları ile mi oluştu? Bütün bu sorular evrim teorisi açısından adeta bir kördüğümdür.
Evrim için daha da içinden çıkılamayan problem, beyni oluşturan milyarlarca hücre ve bu hücreleri oluşturan milyonlarca proteinin tek bir tanesinin bile tesadüfen oluşma ihtimalinin bulunmamasıdır.
Evrim teorisinin iddiaları incelenirken aslında bir nokta çok önemlidir:
Darwinistler, zaten her iddialarında tamamen yenilgiye uğramış durumdadırlar fakat burada özellikle dile getirilmesi gereken ve ASIL DARWİNİSTLERİ FİKREN YERLE BİR EDEN husus, Darwinistlerin, bir canlının gözündeki küçük bir organelde var olan TEK BİR PROTEİNİ BİLE AÇIKLAYAMIYOR OLUŞLARIDIR. Darwinizm, İŞTE ASIL BU NOKTADA BİTER. Darwinistler istedikleri kadar sahte soyağaçları oluştursunlar, hayali yüzgeç ayaklar ya da uçmaya çalışan hayali dinozorlar hakkında spekülasyon yapsınlar, EVRİM ZATEN DAHA HAYATIN BAŞLANGICI AŞAMASINDA ÇÖKÜŞE UĞRAMIŞTIR.
Tek bir proteinin sentezindeki muhteşem indirgenemez kompleksliğe birkaç örnek:
◉ Bir hücrenin içindeki tek bir proteini bile yapmak için enzim olarak hareket eden altmış özel protein gereklidir.
◉ Protein sentezi için gerekli olan bu enzimlerden (proteinlerden) biri bile eksik olsa hücre proteinleri oluşturamaz.
◉ Bu nedenle protein sentezinde görevli olan proteinler vazgeçilmezdirler, tek bir proteini üretmek için her birinin var olması şarttır ve hep birlikte indirgenemez kompleks bir sistem oluştururlar.
◉ Dahası bu altmış enzimin aynı anda var olması yeterli değildir, ayrıca hepsinin hücre içinde aynı çok küçük bölgede var olmaları gereklidir.
◉ Hepsinin hücredeki doğru yerde koordine edilmesi ve hedeflendirilmesi şarttır.
◉ Ayrıca bunun için hücre içindeki bütün organellerin de yerli yerinde ve görevlerini tam olarak yapabiliyor olmaları gerekir. Çünkü protein sentezindeki tüm aşamalarda hücrenin tüm organelleri faaliyet halindedir. Eğer diğer organeller görevlerini tam olarak yerine getirmezlerse, önemli fonksiyonlar gerçekleştirilemeyeceği için protein sentezi de gerçekleştirilemez. (Kaynak: William Dembski, Jonathan Wells, How to be an intellectually fulfilled atheist (or not), Intercollegiate Studies Institute, 2008, s. 52)
Tek bir hücrenin içindeki tek bir proteinin bile oluşması, müthiş bir indirgenemez komplekslik sergiler. Ve Darwinistler, tek bir proteinin ortaya çıkması için gerçekleşen olayları dahi açıklamaktan acizdirler. Acizdirler, çünkü yaratılan tüm alemler, evrendeki dev gezegenlerden tek bir atomun zerresine kadar her biri, Allah’ın üstün kudretini, muhteşem yaratışını göstermektedir.
İnsanın doğumundan itibaren gördüğü her görüntü beynin içinde, karanlık ve ıslak bir ortamda bulunan görme merkezinde meydana gelir. Görme merkezi ise bir mercimek tanesi büyüklüğündedir. İnsanın hayatına ait herşey, çocukluğu, okuduğu okullar, evi, işi, ailesi, oturduğu semt, vatandaşı olduğu ülke, üzerinde yaşadığı dünya ve içinde bulunduğu evren, aynada gördüğü kendi vücuduna ait görüntü, hayat boyu gördüğü her ayrıntı, kısacası tüm hayatı bu mercimek büyüklüğündeki et parçası üzerinde oluşur.
Eğer görme alanı denilen bu küçücük et parçası olmasa insan bu sayılanlardan hiçbirisini göremez, bunların yapılarının nasıl olduğunu hayalinde bile canlandıramazdı. Gözün bütün mükemmel ayrıntıları ile var olması da görmeye yetmeyecek, beyin ve beyindeki görme merkezi olmasa, göz hiçbir işe yaramayan, anlamsız, su dolu bir top olarak duracaktı. Beyin ve görme merkezinin görme olayındaki kaçınılmaz rolleri dikkate alındığında gözün bunlar olmadan tek başına hiçbir anlamı ve fonksiyonu olmadığı daha iyi anlaşılır.
◉ Beynin görme ile ilgili yaptığı görevler incelendiğinde göz ile ne kadar uyumlu bir yapıda yaratıldığı daha iyi anlaşılır. Bu görevleri şöyle özetleyebiliriz:
◉ İki ayrı gözün retinasından gelen sinyallerin üstüste çakıştırılması.
◉ Bu görüntülerin karşılaştırılarak derinliğin algılanması.
◉ Çizgi ve sınırların fark edilmesi.
◉ Görme merkezinde renk analizi.
◉ Beyinde parlaklığın algılanması. (Beynin parlaklık düzeyini nasıl fark ettiği hakkında çok az şey bilinir. Bununla beraber bunun kısmen parlaklığın görme alanındaki çizgi, sınır, hareket eden cisimler ve zıt renklerin neden olduğu görme kontrastlarının şiddetini arttırmasından ileri geldiği sanılmaktadır.)
◉ Göz bebeği çapının kontrolü.
◉ Göz hareketlerinin kaslarla kontrolü.
◉ Retinadan gelen görüntünün parçalanıp tekrar birleştirilmesi ve görsel hafızayla tamamlanması.
◉ Görüntünün ters çevrilmesi.
◉ Kör noktaya düşen görüntünün, boşluk olarak kalmaması için doldurulması.
A. 1. Kafatası yan kemiği lobu |
8. Beyincik | B. 1. V3A | C. 1. Göz |
BEYİNDEKİ BÖLGELERİN KISA BİR ÖZETİ: V1. Ana görsel korteks; tüm görsel girdiyi alır. Renk, hareket ve şekilleri işlemeye başlar. Bu alandaki hücreler en küçük alıcı alanlara sahiptir. |
1. Üst dörtte birlik alanın sol görsel alanı | |
Görme sistemi, duysal sistemler içinde en kompleks olanıdır. İşitme siniri yaklaşık 30 bin lif içerirken, optik sinir 1 milyondan fazla lif içermektedir. Sağda görülen şematik anlatımda özetle beynin görmedeki rolünü üstlenen bölümler gösterilmektedir. Her geçen gün yeni bir özelliği keşfedilen beyin ve görme bağlantısı hayranlık uyandırıcı bir yaratılış harikasıdır. |
Korbinian Brodmann adlı bir Alman nörolog hücreyle ilgili incelemelerine dayanarak insan vücudundaki beyin kabuğunun bir haritasını çıkartmıştır. Bu harita Darwinizmin iddialarının ne kadar çürük olduğunu bir kere daha kanıtlar. Çünkü bu harita görmenin tesadüflerle oluşamayacak kadar karmaşık bir algı mekanizması olduğunu bize gösterir.
Brodmann haritası beyin fonksiyonlarında esas alınır. Örneğin görme ile ilgili bölgenin birincisi Brodmann'ın 17. alanıdır. Bu bölüme optik sinir vasıtası ile son bilgiler ulaşır. Bunun hemen önünde yer alan 18. ve 19. Brodmann alanlarında ise görme ile ilgili daha önceki bilgiler bulunur. Birincil görme alanı olan Brodmann'ın 17. alanına ulaşan bilgiler 18. ve 19. alanlarda işlenmeye devam eder. Görme alanının sağ üst bölümünden gelen görsel bilgiler sol yarım kürede, soldan gelenler ise sağ yarım kürede işlenir. Bu şekilde uyarılar çaprazlamaya uğradığından, beyin kabuğunun her yanı, karşıt görsel alandan gelen bilgileri işler.
Yaratılıştaki bu gibi deliller, Allah’ın sanatını ve harikalıkları gözler önüne serer. Buna rağmen Allah'ın apaçık mucizeleri karşısında kayıtsız kalan bazı insanların tutumları ve tersine işleyen mantıkları Kuran'da şöyle tarif edilir:
Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler (mucizeler, deliller), ancak Allah Katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz?" (En'am Suresi, 109)
Bilim adamları beyindeki mevcut sistemin yapısını keşfetmiş ve bunu detaylı olarak izah etmişlerdir. Bu sistemin keşfedilmesindeki her aşama o sistemin harikalığını, mükemmelliğini ve kendi başına, rastlantılar sonucu varolamayacağını yani yaratılışı açıkça gösterir. Bu da Allah'ın yaratmada hiçbir ortağının olmadığını anlamamıza vesile olur.
Bu yazıya bakıyor ve sayfayı tam olarak gördüğünüzü sanıyorsunuz. Ama hiç de öyle değil, sayfanın bir bölümü var ki o satırları göremiyorsunuz. O kelimelerin bulunduğu alan düşünüldüğünde, siz o alanı göremeyen bir körsünüz. Bu, deneylerle ispatlanmış bir gerçektir. Kaldı ki bu körlük yalnızca bu sayfa için değil, hayatınız boyunca gördüğünüz bütün görüntüler için geçerlidir. Bugüne kadar gördüğünüz görüntülerin her bir karesinde aslında bir bölgeyi görememiştiniz, çünkü az önce de belirtildiği gibi, gözünüz bir nokta için hep kördü.
Bu körlüğün sebebi, optik sinirlerin gözden çıktığı yerde koni ve çubuk hücrelerinin bulunmamasıdır. Bu yüzden burası ışığa duyarlı değildir ve retinanın bu bölgesinde görüntü okunmaz. Buraya her ne kadar 'kör nokta' dense de, aslında söz konusu alan bir noktadan çok daha fazladır.
Peki göz içinde böyle hiç de küçük olmayan kör bir bölge bulunduğu halde nasıl olur da etrafımızdaki herşeyi eksiksiz görürüz?
Bunun sebebi beynin tamamlayıcı özelliğidir. Optik sinir demeti yüzünden eksik kalan alan, çevresindeki fona uygun olarak tamamlanır. Yani beyin, bu alanı olabilecek en uygun renge boyayarak kamufle eder.20
Kör alanın varlığının farkına varılmaması ve görmede bir eksiklik olmamasının nedeni budur. Konuyu daha iyi kavrayabilmek için aşağıdaki testi yapabilirsiniz.
Sağ gözünüzü kapayın ve kitabı 50 cm.'lik mesafeden gözünüze doğru yakınlaştırın. Baştan itibaren gözünüzü sadece artıya odaklayın. Yakınlaştıkça belirli bir süre için soldaki kırmızı noktanın yok olduğunu ve yerinin fondaki desenle doldurulduğunu göreceksiniz. İşte o alanı aslında görmezsiniz fakat bunu hissetmezsiniz. Çünkü beyin kör alanı, orada olması gerektiğini düşündüğü en iyi tahminle, yani arkadaki fon ile doldurur. Bu tahminin nasıl oluşturulduğu ise psikologların ve nörologlarının çözmeye çalıştığı başlıca sorulardan biridir.
İki gözle bakıldığında kırmızı nokta tabii ki gözden kaçmaz. Her iki gözde de kör alan, görme eksenine göre farklı yerde bulunduğundan, iki gözle görmede, objeden gelen ışınlar, bir gözde kör alana düşerken, diğer gözde duyarlı tabakaya düşecektir. Ancak tek gözle baktığımızda nasıl eksiksiz görüyoruz sorusu yine cevapsız kalır.21
Buradan varılan sonuç gördüğünüz görüntülerin tamamiyle gerçek olmadığı, beynimizin elektrik sinyalleri olmasa da, gözden bağımsız olarak bir ortam gösterdiği gerçeğidir. Beynimiz bizi illüzyonlara maruz bırakmaktadır. Yani gerçek olduğuna inandığınız herhangi bir görüntü aslında orada durmuyor olmayabilir; tıpkı rüyanızda, gerçek sandığınız olayların ve içinde bulunduğunuz ortamın gerçek olmadığı, beyninizde yaratılmış hayali bir illüzyon olduğu gibi.
Aslında görmek için göze ihtiyaç yoktur. Gördüğümüz dünya retinada görünenin bir kopyası değil beynimizde üretilen bir algıdır.
Retina üzerinde oluşan görüntünün her parçası, kafatası içerisinde elektriksel şifreler olarak dolaşır. Görme siniri boyunca giden elektriksel uyarıların yorumu beynin arka tarafında bulunan, oksipital lobdaki görme korteksi tarafından gerçekleştirilir.
Başlangıçta çok açık seçik olan "ağ tabaka bilgileri", anlaşılmaz elektrik sinyalleri olarak görme merkezine ulaşır. Oradaki sinir hücreleri bu karmaşıklığı çözecek, bunlardan bir anlam çıkaracak ve her birimiz için belirgin üç boyutlu görüntüler haline getirecektir. Beynin görme alanı çok karmaşık şifreler çözen son derece gelişmiş bir bilgisayar gibi çalışır. Milyarlarca elektrik sinyali anında okunarak yorumlanır.
Beyin iki bölümlü bir organdır. Her bölümdeki oksipital lob, gözlerden sadece birinden bilgi alır. Görüş alanının sağ yanındaki bilgiler sol oksipital loba, sol yanındaki bilgiler de sağ oksipital loba gider.
Colin Blakemore adlı bilim adamı çalışma sistemi tam olarak anlaşılamamış bu sistem için şöyle demiştir:
"Beyin görsel bilgiyi aldıktan sonra parçalayıp ne yapar? Eğer daha sonra yeniden bunları biraraya getirip görüntüyü oluşturacaksa, hangi amaçla parçalar?"22
Gözün içindeki mekanizmalar, göz-beyin bağlantısı, sinir hücreleri ve elektrik sinyallerinden meydana gelen bu sistem insan aklının alamayacağı bir karmaşıklığa sahip olmasına rağmen herşey son derece düzenli işler, hiçbir kargaşa yaşanmaz.23 Çünkü vücudumuzda en basitinden en mükemmel komplekslikteki işleme kadar gereken herşeyin en kusursuz şekilde yapılmasını sağlayan bir tasarım vardır. Sonsuz bir kudret sahibi olan Allah'ın yarattığı bu sistem sayesinde yaşamımızı -hastalık durumları dışında- hiçbir sıkıntı çekmeden sürdürürüz.
İnsan hafızası gördüğü görüntülerin bir kısmını depolar. Depolardaki dosyalar daha sonra kullanılmak üzere sık sık açılır. Örneğin, bir çocuk ilk defa kalem gördüğünde hafızasında kaleme ait bir dosya açılır. Çocuk bir süre sonra tekrar kalem gördüğünde daha önce açılan kaleme ait dosyadan çıkarılan görüntü, otomatik olarak yeni görüntü ile kıyaslanır. Bu sayede çocuk gördüğünün kalem olduğunu anlar.
Aslında bu sistem sadece bebekler ya da çocuklar için geçerli değildir. Bütün insanların beyinleri -buna sizin beyniniz de dahil- günlük hayatta bu işlemleri otomatik olarak yapar. Bir görüntü ile karşılaşıldığında, bu görüntü hemen hafızadaki arşiv görüntülerle karşılaştırılır. Arşivdeki bilgilerle yapılan kıyas sonucunda yeni görüntünün ne olduğuna karar verilir. Eğer çağrışım alanındaki bu işlemler yapılmasaydı kendi çocuğunuzu bile tanıyamazdınız.
Çağrışım alanı hareket kavramının algılanmasını da sağlar. Hareket halinde bir cisim gördüğümüzde, hafıza işlemi devreye girerek o hareketi alıkoyar ve bir sonraki hareketle karşılaştırır.24 Tıpkı bir film şeridi gibi hareketler art arda kaydedilir ve bir fotoğraf serisi oluşur. Nesnenin bulunduğu yer bir an önceki bulunduğu yere göre kıyaslanarak hareket olgusu zihinde oluşturulur.
Buraya kadar anlatılan bilgileri gözden geçirelim. Hafızaya birtakım görüntülerin kaydedildiği, daha sonra bunların tekrar kullanılmak üzere geri çağırıldığından bahsedildi. Peki bu görüntüler nereye ve nasıl kaydedilirler? Daha sonra bu görüntüler nereden, kimin kontrolünde, nasıl çıkarılırlar?
Bilgisayar, hafızasına kaydedilecek bilgiyi bir disk üzerinde saklar ki bu, diskin kapasitesi ile sınırlıdır. Oysa beyin, böyle bir diske sahip olmadığı halde bir et parçasının içinde milyonlarca görüntüyü saklar. Daha da ilginci şu ana kadar beyinde bir hafıza merkezi de bulunamamıştır.
Bilgisayar diski, mühendisler tarafından tasarlanmış, fabrikalarda üretilmiş, her parçasında onu yapan insanların aklının görüldüğü bir parçadır. Biri ortaya çıkıp demirin, plastik ve camın kendi kendilerine birleşerek, tesadüfen son derece gelişmiş bir bilgisayar oluşturduklarını söylese, hatta bu bilgisayarın günümüz bilgisayarlarının atası olduğunu iddia etse ciddiye alınmaz bile. Oysa bilgisayardan çok daha üstün olan beynin ve kameralarla karşılaştırılamayacak kadar gelişmiş bir gözün varlığı, bazı insanlar tarafından tesadüfle izah edilmeye çalışılır. Ve gerçekte sadece bir aldatmacadan ibaret olan bu izahlar insanlara bilimsellik kılıfı altında sunulmaya çalışılır.
Her resim sabit olmasına rağmen hareket ediyor gibi ... |
Bunun tek bir sebebi vardır. Bilgisayarı yapan bir aklın olduğunu kabul etmek, bunun tesadüfen değil de, bir fabrikada, insanlar tarafından üretildiğini söylemek insana hiçbir yükümlülük getirmez. Ama beyni ve gözü yaratan bir gücün varlığı kabul edilirse, o zaman bir Yaratıcı’nın kesin varlığı ve O’nun koyduğu emir ve yasaklar, yani din de kayıtsız şartsız kabul edilecektir. Bu yüzden kurdukları din dışı sistemlerin devamını sağlamak isteyen birtakım çevreler, yaratılışa karşı her dönem evrim teorisi gibi hiçbir dayanağı olmayan ve bilimsellikten tamamen uzak bir varsayımı desteklemişlerdir. Yaptıkları propagandalar sonucunda, Darwinizm hakkında yeterli bilgisi olmayan kimseler evrimi kabul edilmiş bir gerçek olarak görürler. Oysa evrim teorisi, doğruluğu hiçbir şekilde ispatlanamadığı gibi tam tersine, geçersizliği ve tutarsızlığı bilimsel bulgularla defalarca kanıtlanmış bir ideoloji ve batıl bir inançtır.
1. Ortadaki turuncu nokta sabit büyüklükte olmasına rağmen sağda daha küçük görünüyor ama bu sadece bir yanılsama. |
Görme yani bakılan nesnenin algılanması sadece göz ve görme merkezi sayesinde gerçekleşen bir algı değildir. Beynin gördüğü nesneyi algılaması ve yorumunu yapabilmesi için hafızanın yardımına ihtiyacı vardır.25 Beynin bunu başarabilmesi için "görme asosiyasyon (ilişkilendirme) alanları"nın birlikte çalışmaları gereklidir. Asosiyasyon alanının görevi, algıların daha üst düzeyde yorumunu hafıza yardımıyla sağlamaktır.
Geçen yarım yüzyılda nörofizyoloji alanındaki birçok ilerlemeye karşın beynin belki de en önemli fonksiyonu olan hafıza henüz açıklanamamıştır. Bu konuda bilinenler, bilinmeyenler dağının yanında bir hiç kalır.
Görmenin "asosiyasyon" bölgesinin tahrip olması veya bu bölgede tümör bulunması körlüğe sebep olmaz. Birincil görme alanının impulslarıyla bu alan harekete geçer fakat kişinin gördüğü tanıdık nesneleri tanıma yeteneği önemli ölçüde azalır ya da tümüyle kaybolur; bu hastalığa “görsel agnozi” adı verilir.26
Sağlıklı bir insanın böyle bir rahatsızlığı kafasında canlandırması bile oldukça zordur. Bir cismi gördüğü halde ne işe yaradığını bilememek, üstelik bu problemle cismi her gördüğünde tekrar karşılaşmak insanı son derece aciz bir konuma sokar. Beynin küçücük bir bölümünün tahrip olmasının bile böylesine büyük bir acizliğe neden olacağı düşünüldüğünde, beynin yaratılışındaki kusursuz incelik daha iyi anlaşılır.
Her insan kendisini iki gözle doğmuş olarak bulur ama hiçbir zaman bunun nedenini merak etmez. Niçin herkes iki gözlüdür? İnsanlar tesadüfen mi iki göze sahip olmuşlardır? Yoksa bunun özel bir sebebi mi vardır?
Aslında her göz tek başına görebilir ve her birinde ayrı ayrı görüntü oluşur. Gözler arasındaki uzaklık 5 cm.'den biraz daha fazla olduğu için iki retinada oluşan görüntüler birbirlerinden farklıdır. Her gözden gelen görüntü iki boyutludur. İki gözden gelen bilgiler beyinde üç boyutlu tek bir görüntü haline getirilir. Bu sayede derinlik ve cisimler arasındaki mesafe algılanır.
İki gözün gördüğü görüntüler birbirinden farklıdır ancak birbirlerini tamamlarlar. Bu iki görüntü arasındaki küçük farklılıkları algılayıp yorumlamamız görüntünün üç boyutlu olmasını sağlar. Eğer iki gözde ayrı ayrı oluşan görüntüler beyinde tam olarak birleştirilmeseydi dünyayı çift ve iki boyutlu görecektik.
Görüntüler arasındaki fark çok basit bir deneyle ispatlanabilir. Bir ağacın dallarına önce iki gözünüzle sonra tek gözünüzle bir süre bakın. Daha sonra iki gözünüzü tekrar açın, dallar daha derin gözükecektir.
Bir başka deney daha yapabiliriz. Tek gözünüzü kapadıktan sonra bir dikiş iğnesine iplik geçirmeye çalışın. Göreceksiniz ki bunu başaramayacaksınız. Tek gözle derinlik algısı olmayacağı için, iğne ile iplik arasındaki küçük mesafe farkını algılayamayacak ve ipliği deliğe geçiremeyeceksiniz.
Cisimlerin gözümüze zaman zaman çift göründüğü de olur. Eğer insanlar çift görmenin farkına varamıyorlarsa, bunun nedeni dikkatin, bakılan cismin dışına yönelmemesidir. Örneğin, iki kalemi arka arkaya tutup, gözümüzü uzaktakine odaklarsak, yakındakini çift; yakındakine odaklarsak uzaktakini çift görürüz. Eğer gözün odaklama yeteneği olmasa, görüntü sürekli çift olacak ve sağlıklı görüntü oluşamayacaktı.
Birbirlerinden bağımsız olarak gören gözlerin görüntülerinin tek bir görüntü haline getirilmesi, bunu yaparken iki boyutlu görüntülere üçüncü bir boyut katılması ince hesaplamalar gerektiren işlemlerdir. Eğer gözler tesadüfen oluşmuş organlar olsalardı, bu derece büyük bir uyum nasıl gerçekleşirdi? Hangi tesadüf saniyede milyonlarca farklı şifreyi değerlendiren hatta bu şifreleri birbirleriyle birleştiren kusursuz bir mekanizma yaratabilir? Eğer gözler arasında bir uyumsuzluk olsaydı, gönderdikleri sinyaller birbirlerine karışacak ve karmakarışık bir görüntü ortaya çıkacaktı. Ama böyle bir karmaşa söz konusu değildir.
Birbirleriyle uyum içinde yaratılan iki gözün gönderdikleri sinyallerin, yine büyük bir uyum ile yaratılan beyin tarafından değerlendirilmesi sonucunda ortaya kusursuz bir görüntü çıkar. Böyle muhteşem bir sistemin varlığını tesadüflerle açıklamaya imkan yoktur. Allah'ın yaratışındaki kusursuzluk bir ayette şöyle ifade edilir:
O, biri diğeriyle "tam bir uyum" (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir "çelişki ve uygunsuzluk" göremezsin. İşte gözü çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? (Mülk Suresi, 3)
1. Kafatasının orta oksal düzlemi | |
2. Kör Bölüm |
Uzaklığın belirlenmesinde beyin özel bir yöntem kullanır. Boyutları daha önceden bilinen bir cismin uzaklığı, retina üzerine düşen görüntünün büyüklüğünden tespit edilir. Örneğin bir insanın retinadaki görüntüsünün büyüklüğünden ne kadar uzakta olduğu aşağı yukarı hesaplanır.
İnsan hiçbir zaman böyle hesapların kendi beyninde otomatik olarak yapıldığını fark etmez. O sadece baktığı cismin uzak ya da yakın olduğunu fark eder. Eğer böyle hızlı çalışan bir hesap sistemi olmasaydı, uzaklık-yakınlık kavramları devamlı karışacağı için, hayat son derece güçleşirdi. Hiçbir aracı kullanamaz, yolda bile yürüyemezdik. Dış dünya, perspektifi olmayan karmaşık şekiller yığını haline gelirdi.
Derinlik hissi paralaks etkisi ile oluşur. Her iki retinaya ulaşan görüntüler birbirinden biraz farklıdır. İki ayrı gözden, 3 boyutlu ortamda iki farklı açıdan elde edilmiş, anlık olarak birbirinden farklı 2 fotoğraf karesi beyne ulaşır. İki göz bebeği arasındaki uzaklık bu açısal farklılığın olması için yeterlidir. Derinlik algısı, bu iki boyutlu iki görüntünün beyinde karşılaştırılması ile oluşur. Buna ‘Paralaks etkisi’ denir.
A 1. Askılı bağ doku | B 1. Gözbebeğini kasıcı kas | C 1. Okülomotor çekirdek kompleksi Edinger-Westhpal çekirdeği Somatik motor çekirdeği |
Uzak mesafe görüşünde gözde çalışan bölümler ve yaşananlar: A. Büyük gözbebeği ve gevşemiş kirpiksi kas. |
Tek gözde oluşan görüntü ile de derinlik algısı oluşur. Burada ise gözlemcinin hareket etmesi gerekir. Buna ‘hareket paralaksı’ denir. Bu özellikle başlarını yukarı ve aşağı hareket ettirmek zorunda kalan güvercinlerde görülen bir özelliktir. Burada işleyen kurala göre, uzaktaki nesneler daha yavaş hareket ederken, daha yakındaki nesneler daha hızlı hareket ederler. Hareket halindeki görüntüleri izlemek uzaklıklarını yorumlamak için yeterli olurken, sabit görüntülerin uzaklıklarını başımızı hareket ettirerek anlayabiliriz. Tek gözü olan bir insan, örneğin trafikte, nesnelerin hafızasındaki büyüklüklerine göre uzaklık hesabı yapar, ya da hareket paralaksı yöntemini kullanarak, devamlı başını sağa ve sola hareket ettirerek görür.
Paralaks etkisi her ne kadar 3 boyut algısı oluştursa da, biz hep retina üzerindeki iki boyutlu görüntüler ile muhatap oluruz. Sonuç itibariyle derinlik iki boyutlu görüntülerden yola çıkılarak ulaşılan sanal bir gerçekliktir.
Bizim için her an yaratılan, dış dünyada var olan asıllarını göremediğimiz, mükemmel bir algılar dünyasında yaşadığımız açıktır. Bu ihtişamlı yaratışın sahibi Allah'tır:
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Buraya kadar gözün optik detaylarını ve elektrik sinyallerinin nasıl oluştuğunu anlattık. Ne var ki kompleks bir organ olarak göz ve retinanın varlığı, görüntünün oluşturulmasında makul bir sebep olmaktan uzaktır:
1. Retina farklı özelliklere sahip 10 ayrı katmandan oluşur. Işığa hassas hücrelerin önünde ise 8 katman bulunur. Yani fotonların koni ve çubuk hücrelerine ulaşabilmeleri direkt olarak mümkün değildir. Işığı algılayıcı hücre tabakasının önü başka hücreler tarafından kapalıdır. Fotonların bu 8 ayrı tabakayı geçip algılayıcı hücre tabakasına ulaştığı farzedilir. Bu hücre tabakalarının fotonları engellemesi beklenir. En azından retinanın hemen önündeki damarların ve sinir demetlerinin fotonları dağıtması kaçınılmaz bir fizik gerçektir. Aslında dünyayı kalın bir perdenin arkasından bulanık bir şekilde izliyor olmamız gerekirdi. Ancak tüm bu fiziki engellere rağmen herhangi bir görsel efekt hissetmeden berrak bir görüntü izlememiz hayret vericidir.
2. Hareketli bir kamerayı düşünelim. Kameramanın yürümesi ya da istemsiz el titremeleri direkt olarak video kaydında sarsılmalar ve görüntünün kayması ile sonuçlanır. Oysa gözlerimiz de devamlı hareket halindedir ama sarsıntılı bir görüntü akışı hiç olmaz. Yürüyüp koşmamız durumunda bile izlediğimiz dünya sallanmaz, görüntü sarsılmaz. Burada da beynin görüntüyü devamlı olarak düzelttiği kabul edilmektedir.
Buradan şu sonuca varmamız kaçınılmazdır; görme olayı sadece göz ile gerçekleşmez ve biz gözümüzle baktığımız dış dünya ile değil ancak beynimizin bize gösterdiği bir imajla karşı karşıyayızdır.
Bu kitabın birçok bölümünde gözün yapısından, birbirleriyle uyum içinde çalışan bölümlerden, her bölümün ne kadar özel bir yapıya ve göreve sahip olduğundan, beynin görmedeki rolünden, kurulu bir sistemin mükemmelliğinden ve kusursuzluğundan bahsedildi. Gerek parça parça ele alındığında, gerek bir bütün olarak düşünüldüğünde gözün ne kadar büyük bir mucize olduğuna değinildi. Buraya kadar hep mevcut bir sistemin işleyişi üzerinde duruldu. Bu bölümde ise gözün çalışması veya gözü oluşturan yapıları değil, bizzat gözün varlığı hakkında büyük bir mucizeyi inceleyeceğiz.
İnsan hayatı boyunca birçok gözle muhatap olur. Aynaya baktığında gördüğü kendi gözleri, anne babasının, kardeşlerinin, arkadaşlarının, eşinin gözleri... Peki bu gözlerin hepsi aynı mükemmellikte olacak şekilde nasıl oluştular?
Sizin, 'ben' diye nitelendirdiğiniz varlık, yani kendiniz ise, gözle görülemeyecek kadar küçük tek bir hücreden oluşuyordunuz. Derken bölündünüz iki hücre oldunuz, yine bölündünüz dört yeni hücre oldunuz. Bu bölünme milyonlarca kere tekrarlandı ve parmak büyüklüğünde bir et topu oldunuz. Derken bu etin üzerinde iki küçük siyah leke belirdi. Günler geçtikçe bu lekeler bir çukur oldu ve içinde eşsiz bir organ oluşmaya başladı. Bu çukurun içinde göz bebeğiniz, merceğiniz, korneanız, retinanız, göz akınız, irisiniz, üzerinde göz kapaklarınız, altında göz pınarlarınız, içinde besin taşıyan bir sıvı, bu sıvıyı üreten pınarlar, gerekli her noktaya kan götüren milyarlarca kılcal damarınız bir uyum içinde yoktan var oldu. Bir süre sonra bu yazıyı okumanızı sağlayan gözlerinizin yaratılması tamamlandı ve doğum sonrasında dünyaya gözlerinizi açtınız.
Gözün oluşumunu öğrenmek için öncelikle insan vücudunun gelişimine kısaca bir göz atalım:
Bilindiği gibi insan, tek bir hücrenin anne karnında bölünerek büyümesi sonucunda var olmuştur. Tek bir hücreden kusursuz işleyen bir bedene sahip bir insanın ortaya çıkmasının sırrı hücrelerin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekülde gizlidir. DNA'nın sahip olduğu şifrelere, insana ait bütün bilgiler kaydedilmiştir. Şifreler yalnızca hücrenin anlayabileceği bir dilde yazılmıştır. Bu bilgiler organların yapılarından, kişinin bütün fiziksel özelliklerine kadar vücudun bütün ayrıntılarını içerir. Anne karnındaki tek hücreden, bir insan oluşana kadar gerçekleşen bütün aşamalar DNA'daki bu bilgilere sadık kalmak suretiyle gelişir.
Normal şartlarda tek bir hücrenin bölünmesi sonucunda yine aynı tip bir hücre oluşmalıdır. Bu yüzden anne karnındaki tek bir hücrenin bölünmesi sonucunda da milyonlarca benzer hücrenin oluşturduğu bir et topu meydana gelmelidir. Fakat böyle olmaz. Bölünme sırasında birden hücreler arasında farklılaşma başlar. Bazı hücreler kemik hücrelerini, bazı hücreler göz hücrelerini, bazıları beyin hücrelerini oluşturur. Nasıl olur da iki hücre, üstelik DNA'ları birbirlerinin aynısıyken iki farklı hücre haline gelirler?
Hücrenin nasıl böyle bir karar aldığı bilimsel olarak henüz açıklanamamıştır. Bilinen tek şey göz hücresi olmak isteyen hücrenin milyonlarca basamaktan oluşan bilgilerin arasından yalnızca göze ait olanları kullanmaya başladığı, bu sayede göz hücresi olabildiğidir. Burada çeşitli sorular akla gelir: Bir hücre neden göz hücresi olmak ister? Göze ait bilgileri milyonlarca farklı bilgi arasından nasıl bulur?
Hücrelerde meydana gelen farklılaşma sonrasında müthiş bir olayla daha karşılaşırız. Değişik hücreler kendi aralarında organize olup son derece kompleks yapılara sahip organları meydana getirirler. Peki bu organizasyon nasıl sağlanır?
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümünden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır.
DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. DNA'daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler.
Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 100 milyar sinir hücresinin, beyin hücreleri arasındaki 1000 trilyon bağlantının, 97.000 kilometre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planı tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur. Eğer DNA'daki bu genetik bilgiyi kağıda dökmeye kalksak, yaklaşık 500'er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekir. Fakat, bu inanılmaz hacimdeki bilgi, milimetrenin yüzde biri büyüklüğündeki hücrenin, ondan çok daha küçük olan çekirdeğinde saklı bulunan DNA'nın genlerinde şifrelenmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir konu vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda yaklaşık 30 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin kesin-likle imkansız olduğu görülür.
Göz içiçe birçok farklı parçanın organizasyonundan meydana gelir. Bu parçaların mutlaka bir düzen ve uyum içinde oluşmaları gerekir. Her hücre ne zaman ne yapacağını bilmelidir. İris, kornea, göz bebeği, göz merceği ve retinanın her birini oluşturan hücreler birbirlerinden farklıdır. Buna karşın tabakalar arasında bir karışma olmaz. Yine birçok soru ile karşı karşıya kalırız:
◉ Bu hücreler kendi aralarında nasıl anlaşmışlardır?
◉ Bir tabakaya ait hücre nasıl olur da öteki tabakaya karışmaz?
◉ Hücreler nereye kadar bölünüp, ne zaman duracaklarını nasıl bilirler?
Hücreler arasında hayret verici bir zamanlama vardır. Farklı tabakalar bir uyum içinde oluşurlar. Bir parça oluşurken, aynı zamanda beraber çalışacağı diğer parça ve her ikisini birden besleyecek kan damarları da oluşur. Bağımsız parçalar birbirlerinin ne önüne geçer ne de geri kalırlar.
Çok kısaca tarif edilen bu gelişme sonucunda tek bir hücreden farklı organlar, bunları oluşturan farklı parçalar oluşurlar. İnsanın bu oluşumda hiçbir kontrolü yoktur. Bir zamanlar bir "hiç" iken kendisini kusursuz bir vücut ile doğmuş bulur. Unutmamanız gerekir ki aynanın karşısında gördüğünüz vücudunuzun oluşumunda sizin hiçbir hükmünüz olmadı. Hiçbir özelliğinizi kendiniz yaratmadınız. Kendinizi, gözleriniz, kulaklarınız, diğer organlarınız ve ruhunuzla birlikte yaratılmış buldunuz.
Çoğu insan evrim teorisini bilimsel olarak kesin kabul görmüş, doğruluğu tartışılmaz bir gerçek zanneder. Bunun nedeni evrimin belirli çevreler tarafından özellikle gündemde tutulmaya çalışılması ve dünya çapında etkin bir propaganda uygulanmasıdır.
Oysa zannedildiği gibi evrim, bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek değil, hile, sahtekarlık ve göz boyamalarla benimsetilmeye çalışılan bir inançtır. Evrimin temel mantığı, dünya üzerinde varolan mükemmel sistemin “bir Yaratıcı tarafından var edildiğini inkar etmek” üzerine kuruludur. İşte bu yüzden evrim teorisi canlıların tamamen tesadüflere dayanan bir süreç sonucunda kendi kendilerine oluştuklarını iddia etmektedir.
Darwin'in bu teoriyi öne sürmesinden sonraki yıllarda teknolojinin ilerlemesi ile birlikte fikirlerinin kabul edilemez olduğu bilimsel olarak ispatlandı. Ortam şartlarının değişmesi ile vücut hücrelerinin yeni özellikler kazanamayacakları, bir şekilde kazandıkları varsayılsa bile -ki bu olanaksızdır- bu özellikleri bir sonraki nesile aktaramayacakları anlaşıldı. Böylece evrim teorisi daha en başından çöktü. Ancak, dünya çapında kurulmaya çalışılan din dışı düzeni devam ettirmek için bu gerçek gözardı edildi. Bu batıl düzenin temel taşlarından biri olan evrim teorisi bütün yanlışlığına ve bilim dışılığına rağmen Yaratılış gerçeğinin inkar edilebilmesi için ayakta tutulacaktı.
1. 7 haftalık insan embriyosu | 2. 20 haftalık embriyo | 3. 9 haftalık embriyo | |
Gözlerin gelişimi hamileliğin ilk ayında başlar. Embriyo 4 haftalık olduğunda başının her iki tarafında birer oyuk oluşur. İnanması güçtür ama bu oyukların içine gözler inşa edilecektir. 6. haftada gözler oluşmaya başlar. Hücreler aylar boyunca akılalmaz bir plan içinde hareket eder ve gözün farklı bölümlerini teker teker oluştururlar. Bazı hücreler korneayı, bazı hücreler göz bebeğini, bazı hücreler de merceği yaparlar. Her hücre inşa ettiği bölümün bitiş sınırına geldiğinde durur. Her biri gözün ayrı bir parçasını oluşturur, sonra mükemmel bir şekilde birleşirler. Sıralamada bir karışıklık olmaz, gözbebeği yerine başka bir tabaka oluşmaz, kornea, göz kasları herşey yerli yerindedir. Bu işlemler sürekli devam eder ve farklı tabakalardan oluşan göz kusursuzca inşa edilir. Burada kendi kendimize bazı sorular sormamız gerekir: Bu hücreler farklı tabakalar inşa etmeleri gerektiğini nereden bilirler? Tabakaların başlangıç ve bitiş sınırlarına nasıl karar verirler? Bu soruların tek bir cevabı vardır. Hücreler Allah'ın ilhamıyla hareket ettikleri için bu şuurlu hareketleri yapabilirler. Yeryüzünün en büyük mucizelerinden biri olan gözlerimiz anne karnında yoktan var edilir. Kara bir nokta görünümündeki bir cismin zaman içinde renkli, üç boyutlu gören, üstelik estetik görünümlü gözler haline gelmesini sağlayan herşeyin hakimi olan Allah'tır. |
Evrim teorisini canlandıracak çare olarak yeni bir aldatmacaya başvuruldu: Neo-Darwinizm. Bu aldatmaca da elbette Darwin'in Allah'ı inkar mantığı üzerine kurulmuştu. Düzenin temel taşı olan yaratılışı inkar sürdürülüyor ama farklı bir yol izleniyordu. Yeni aldatmacaya göre mikro-mutasyonlar (küçük kalıtımsal değişiklikler), bir türün bir başka türe dönüşmesini sağlayacak tek mekanizmaydı. Çünkü, bir canlının sahip olduğu bütün fiziksel özellikler, canlının hücrelerinde bulunan genler tarafından belirlenmekteydi. Bu genlerde olumlu bir değişim olmadığı sürece türde kalıcı bir değişim beklenemezdi. Elbette ki mikro-mutasyon olarak isimlendirilen mekanizmanın böyle bir değişim gerçekleştirmesi mümkün değildir. Evrim büyük bir çıkmazın içine daha girmiştir.
Her mutasyon mutlaka canlı üzerinde bir zarara neden olur. Mevcut bir türün birçok mutasyona maruz kaldığı düşünüldüğünde sonuç evrim teorisyenlerinin iddiaları açısından son derece ümitsizdir. Zararlı mutasyonlar sonucunda birçok garip görünümlü canlı ortaya çıkar hatta var olan canlı türleri de yok olur. Evrimciler açısından en trajik olanı da ellerinde mutasyonlarla ortaya çıktığı varsayılan ara türlere ait hiçbir fosil bulunmamasıdır.
• Mutasyonlar her zaman zararlıdır: Mutasyon rastgele meydana geldiği için, hemen her zaman mutasyon geçiren canlıya zarar verir. Mantık gereği, mükemmel ve kompleks olan bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez, aksine tahrip eder. Nitekim hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.
• Mutasyon sonucunda DNA'ya yeni bilgi eklenmez: Genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar.
• Mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için, mutlaka üreme hücrelerinde meydana gelmesi gerekir: Vücudun herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle aktarılmaz. Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona uğrayıp orijinal formundan farklılaşabilir, ama bu kendisinden sonraki nesillere geçmeyecektir.
Canlıların DNA'larında muazzam derecede kapsamlı bir bilgi vardır. Bu milimetrenin yüz binde biri kadar küçük bir yerde, bir canlı bedeninin bütün fiziksel detaylarını tarif eden adeta bir "bilgi bankası" demektir. Dahası canlı vücudunda bir de bu bilgiyi okuyan, yorumlayan ve buna göre "üretim" yapan bir sistem bulunur. Bütün canlı hücrelerinde, DNA'da bulunan bilgi, çeşitli enzimler tarafından "okunur" ve bu bilgiye göre protein üretilir.
Vücudumuzda her saniye gereken yerler için gerekli türde milyonlarca protein üretilmesi işte bu sistemle gerçekleşir. Bu sistem sayesinde, ölen göz hücrelerimiz yine göz hücreleri, kan hücrelerimiz yine kan hücreleri ile yenilenirler.
Eğer bir madde bilgi içeriyorsa, o zaman o maddeyi düzenleyen üstün bilgi sahibi bir Akıl vardır. Tüm evrendeki kusursuz tasarımı var eden Yüce Rabbimiz olan Allah'tır, işte bu Allah’ın ihtişamlı yaratmasıdır.
Embriyoda gözün oluşumu özetle yanda görüldüğü gibidir. Ön beyinden dışarı doğru bir çıkıntı oluşur. Bu çukurun en dıştaki hücre tabakasına (ektoderme) değdikleri noktalarda burada içe doğru çöküntüler meydana gelir. Optik çukur denilen bu çöküntüler zamanla gözü oluşturur. 1. Embriyonik başın yüzey epitelyumu ile optik kesecik denen önbeynin öne doğru çıkıntısı arasındaki etkileşim sonucu göz oluşur. 2. Erken gelişme döneminde bir dizi iletişim sayesinde baş ektoderm lens oluşumuna elverişli hale gelir. 3. Optik kesecik baş ektodermi ile iletişime geçtiğinde endüktif sinyaller göndererek epitelyumun katmansı hale gelmesini ve bir plakod oluşturmasını sağlar. 4. Lens plakod içe doğru büzüşerek yüzeyden dışarı doğru bir çıkıntı oluşturur ve lens olarak ayrı bir yapı haline gelir. Optik kesecik çevresinde kıvrılarak çif katmanlı optik çanağı oluşturur. 5. Optik çanağın dış katmanı ayrışarak retinal pigment epitelyumu (RPE) oluşturur. İç katman bir dizi aşamadan geçerek nöronal retinanın tüm hücrelerini (fotoreseptörler, bipolar, amakrin, yatay hücreler ve gangliyon hücreleri) meydana getirir. 6. İris ve siliyer kütle retinanın distal ucundan gelişir. 7. Nörol kabuk menşeli Mesenchymal hücreleri RPE çevresinde yoğunlaşarak gözakını oluşturur. Ayrıca bu hücreler yüzel epitelyum altına gelerek korneal stroma, endotelyum, iris stroma ve trabeküler ağörgüsünü oluşturur. 8. Lens; kornea, iris ve siliger kütlenin gelişimini tetikleme ve düzenlenmesinden sorumludur. Gözün gelişimi embriyonun yaratılışından ancak aylar sonra biter. | 1.Konjunktiva |
Evrim bir türlü dirilemiyordu. Bunun bir başka sebebi evrim mekanizmalarından biri gibi gösterilmeye çalışılan mutasyonların canlılar için zararlı olması ve tabi ki hiçbir zaman için bir canlıda yeni bir organ, yeni bir yapı (yani apayrı bir genetik şifre) ortaya çıkaramamalarıydı. Mutasyonlar sadece var olan genetik yapıyı olumsuz anlamda değiştirebilirler. Yeni bir genetik bilgi ilave etmezler. Genetik yapıya rastgele yapılacak bir müdahalenin sonucu ise her zaman için zararlıdır. Tıpkı depremin bir şehir imar edemeyeceği, var olan yapıları yıkacağı gibi.
Öyleyse yeni bir yapının inşası için gerekli olan neydi? Bunun sırrı hücrenin DNA'sındadır. Yeni bir organın varolması için, o organa ait genetik bilginin bir bütün olarak hücrelerin DNA'sına eklenmesi gerekir. Örneğin karaciğer birden ortaya çıkacaksa, karaciğere ait 2.309 genin, bir göz için 1.794 genin, bir akciğer için 11.581 genin ve bu genlerin içindeki milyonlarca basamak genetik şifrenin bir anda hatasız ve eksiksiz olarak hücreye eklenmesi gerekir ki, bu organlar bir sonraki nesilde de ortaya çıksın. Özetle mevcut bir organın zaman içinde, basamak basamak gelişmesine imkan yoktur.
Her ne kadar imkansız olsa da, mikro-mutasyonlar sonucu genetik programa ilaveler olduğunu varsayalım ve yine varsayalım ki, zamanla meydana gelen gelişmeler sırayla ortaya çıksın ve eklenerek üstüste biriksin ve yok olmasın. Bu güçlü bir hayal gücünden ibaret varsayımlar bile kompleks organ ve sistemleri (gözler, kanatlar, solunum sistemi vb.) açıklamaya yetmemektedir. Darwinistler eksik parçaların zamanla tamamlanmasını beklerler ama kompleks sistemlerde bütün parçalar aynı anda var olmadan sistem çalışmaz yani canlı yaşayamaz. Dolayısıyla önceden tamamlanmış kısımlar hiçbir işe yaramayacağı için, bulunmaları anlamsız olur ve kullanılmadıkları için de evrim teorisinin iddiasına göre körelmeleri ve yok olmaları beklenir.
1.Retina | 11. Santral retinal arter | 21. Lens korteksi | |
Gözün mevcut yapısı. Şekilde görülen her detayın özel bir görevi vardır. Mutasyon bu yapıya herhangi bir özellik kazandırmaz, tam aksine mevcut düzeni bozar. Bu da gözün görevini yapamaması anlamına gelir. Dahası gözün çalışabilmesi için yukarıda görülen bütün parçalar, sinir ve damar bağlantılarının aynı anda var olmaları gerekir.Yukarıda görülen şekilde numaralarla gösterilmiş yapının farklı bir görevi vardır. Bu kadar özel bir yapının, şuursuz tesadüfler sonucunda, zamanla, kendi kendine ortaya çıktığını öne sürmek, akıldışı bir mantıktır. |
Göz değişik görevleri olan birçok farklı tabaka ve bölümden oluşur ve bir bütün olarak çalışır. Tek bir tabakanın veya bölümün eksik olması gözü işe yaramaz bir et ve yağ yığını haline getirir. Kornea, iris, göz merceği, retina, gözbebeği etrafındaki kaslar, göz içinde bulunan pigmentler, gözyaşı bezleri, gözyaşının içinde bulunan dezenfektan maddeler, retinayı oluşturan koni ve çubuk hücreleri, bu hücrelerden çıkan sinyalleri beyne ileten sinir ağları, beyinde bulunan son derece gelişmiş görme merkezi gibi birbirleriyle uyum içinde çalışan mekanizmalara aynı anda ihtiyaç vardır.
Bilim ve Teknik dergisinde yayımlanan bir yazıda bu durum şöyle ifade edilmiştir:
Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak bütünüyle gelişmiş bulundukları takdirde vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Bir başka deyişle eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz.27
Trilobit Fosili Trilobit, Kambriyen döneminde yaşamış son derece kompleks özelliklerde ve eksiksiz bir canlıdır. O dönemin dünyasını mükemmel gözleri ile görebilmiş, mükemmel yapısı ile yeryüzüne yayılmıştır. Canlıların en kompleks organlarından "göz", hiçbir ara aşama geçirmeden, hiçbir hayali "ilkel forma" sahip olmadan aniden ortaya çıkmıştır. Bu canlının, sahip olduğu mükemmel gözün de bir evrimsel kökeni yoktur, çünkü bu canlı da, onun binlerce merceğe sahip petek gözleri de evrim geçirmemiştir. Trilobit sahip olduğu tüm mükemmellikler, tüm kompleks yapılar, hayranlık uyandırıcı gözler ve şu anda göremediğimiz renkleriyle bundan tam 530 milyon yıl önce yaratılmıştır. |
Gerçekten de insan gözünü incelediğimiz zaman, bu organın işlevlerini yerine getirebilmesi için gözyaşı bezlerinin düzenli şekilde çalışıp gözü temiz tutmaları gerektiğini anlarız. Ayrıca koruyucu bir tabaka olan korneadan geçen ışığın göz bebeği (pupilla) tarafından uygun şiddette ayarlanması ve göz merceğinden geçerek ışık ve renge duyarlı 130 milyon civarındaki ağ tabaka hücresine düşmesi de gerekir ki bunlar gözün fonksiyonlarından sadece birkaç tanesidir.
Mevcut fosiller de gözlerin bir değişime uğramadan bugünkü eksiksiz ve mükemmel yapılarında yaratıldıklarını gösterirler. Çeşitli canlıların göz yapıları incelendiğinde, kafadanbacaklıların (sefalopod) dahi milyonlarca yıldır aynı görme organlarına sahip oldukları, bir değişimin olmadığı görülecektir.28
Sağda görülen ateş böceği fosilinin mikroskop altında çekilmiş bu fotoğrafı, bize 50 milyon yıl öncesine dayanan sayısız bilimsel veri sunmaktadır. İlk olarak böceğin duyargalarının, bacaklarının, eklem yapısının, petek gözlerinin, kanat yapısının kısacası her uzvunun tam yerli yerinde, muntazam düzgünlükte ve eksiksiz olduğunu görürürz. İkincisi, evrimcilerin iddia ettiği gibi, böcekte evrimleşmek üzere olan hiç bir yarım organ veya yapıya rastlamayız. Geçen 50 milyon yıl boyunca bu böcek hiç değişim geçirmemiştir. Ateş böcekleri, harika kanat yapıları, kendi bedenlerinde ışık üretebilmelerini sağlayan sistemleri ve kompleks petek göz yapılarıyla, mükemmel bir yaratılış harikasıdır. Kısacası bu muhteşem canlı bize "evrim yoktur" demektedir. |
Evrimci bilim adamları da gözü evrim teorisi içinde bir yere oturtamazlar. Çaresizlik içinde "evrimin mucizesi" gibi komik bir ifadeye başvururlar. Türkiye'nin tanınmış evrimci bilim adamlarından Prof. Dr. Ali Demirsoy şöyle der:
Fakat tam oluşmuş bir gözün meydana gelmesi (memeli gözü gibi) birkaç yüz milyon yıldan eskiye uzanmaz. Bu karmaşık bir organın bu kadar kısa sürede oluşması evrimsel bir mucize kabul edilmektedir. 29
Mucizenin tanımı ise bir kaynakta şu şekildedir: "Mucize insan aklının ölçülerini aşan tabiat yasalarının dışına çıkan, düşünce değil de dini inanca dayanan oluştur".30
Mucize "doğaüstü" olaylara verilen isimdir. Bu durumda "doğanın" kendisinden "doğaüstü" bir olay beklemek hiç de mantıklı bir düşünce değildir. İnsan vücudunda göz kadar mükemmel yüzlerce mekanizma olduğu bilindiğine göre bizzat insanın bir mucize olduğu kabul edilmiş olmaktadır.
Gözün bir bütün olarak işlevini yapabilmesi ve zamanla gelişemeyecek kadar birbirine bağımlı kısımlardan meydana gelmesi evrimci bilim adamlarını çok zor durumda bırakmıştır. Prof. Ali Demirsoy bu durumu aynı eserinde şöyle ifade eder:
Üçüncü bir itiraza cevap vermek oldukça zordur... Karmaşık bir organ yarar sağlasa da birden nasıl oluşmuştur? Örneğin, omurgalılardaki gözün merceği, retinası, optik sinirleri ve görmek için etkili olan diğer kısımları birden nasıl oluşur? Çünkü doğal seçme, sinirinden ayrı olarak retina üzerinde seçici olamaz. Mercek oluşsa dahi retina olmadan anlam taşımaz, görme için tüm yapıların beraberce gelişmesi kaçınılmazdır. Ayrı ayrı geliştirilen kısımlar kullanılmayacağı için hem anlamsız olacak hem de belki zamanla ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda hepsini birden geliştirmek tahmin edilemeyecek kadar küçük ihtimallerin biraraya gelmesini gerektirmektedir.31
Prof. Demirsoy'un "tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıklar" sözüyle ifade ettiği gerçek, aslında "imkansızlık"tır. Gözün rastlantıların bir ürünü olması, açıkça imkansızdır. Darwin de bu gerçek karşısında büyük bir sıkıntı çekmiş ve hatta bu nedenle bir mektubunda, "Gözleri düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu." itirafında bulunmuştur. 32
Darwin “Türlerin Kökeni” kitabında gözün kompleks yaratılışı karşısında ciddi bir zorluk çekmiş, tek çözüm olarak da bazı canlıların daha basit, bazılarının ise daha kompleks göz yapıları olduğuna atıfta bulunmuştur. Daha kompleks gözlerin, daha basit gözlerden evrimleştiğini iddia etmiştir. Ancak bu iddia da gerçeklere uygun değildir. Paleontoloji, canlıların yeryüzünde son derece kompleks yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bilinen en eski görme sistemi, trilobit gözüdür. Trilobitlerdeki 530 milyon yıllık bu petek göz yapısı, çift mercek sistemiyle çalışan bir "optik harika"dır. Bu durum, Darwin'in "kompleks gözler ilkel gözlerden evrimleşti" varsayımını da tümüyle geçersiz kılmaktadır.
Kaldı ki, Darwin'in "ilkel göz" olarak sözünü ettiği organlar da, asla rastlantılarla açıklanamayan kompleks ve indirgenemez bir yapıya sahiptirler. En basit şekliyle dahi olsa, "görme"nin oluşabilmesi için, bir canlının bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi, bu duyarlılığı elektriksel sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu hücrelerden beyne gidecek olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu bilgiyi değerlendirecek bir "görme merkezi"nin meydana gelmesi gerekir. Tüm bunların rastlantısal olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne sürmek ise akıl dışıdır.
Sorun evrim teorisi açısından o kadar büyüktür ki, ne kadar detaya girilirse, o kadar içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Bu noktada incelenmesi gereken önemli bir "detay" da, "ışığa duyarlı hale gelen hücre" hikayesidir. Acaba Darwin'in ve diğer evrimcilerin "görme, tek bir hücrenin ışığa duyarlı hale gelmesiyle başlamış olabilir" derken geçiştirdikleri bu yapı, nasıl bir tasarıma sahiptir?
Michael Behe, Darwin's Black Box adlı kitabında, canlı hücresi yapısının ve tüm diğer biyokimyasal sistemlerin Darwin ve çağdaşları için bilinmeyen bir "kara kutu" olduğunu vurgular. Darwin, bu kara kutuların çok basit yapılara sahip olduklarını ve rastlantılarla oluşabileceklerini varsaymıştır. Oysa modern biyokimya, bu kara kutuları açmıştır ve canlılığın indirgenemez kompleks yapısını gözler önüne sermiştir. Behe, Darwin'in gözün oluşumu hakkındaki yorumlarının da, 19. yüzyılın söz konusu ilkel bilim düzeyi nedeniyle bazılarına "ikna edici" göründüğünü belirtmektedir:
Darwin dünyanın büyük bir kısmını modern gözün basit bir yapıdan yavaş yavaş meydana geldiğine ikna etmiş görünüyordu, ama görme olayının başlama noktasının nereden geldiğini açıklamayı denememişti bile. Aksine Darwin, bu basit ışığa hassas noktanın yani gözün kökeni sorusunu bilerek göz ardı etmişti... Bu soruyu göz ardı etmek için de mükemmel bir bahanesi vardı: Bu tamamen on dokuzuncu yüzyıl bilimini aşmaktaydı. Gözün nasıl çalıştığı -yani, ışık fotonları retinaya ilk düştüğünde neler olduğu- o dönemde açıklanamazdı.33
Peki Darwin'in basit bir yapı olarak görüp geçiştirdiği bu sistem gerçekte nasıl çalışır? Gözün retina takabasındaki hücreler, üzerlerine gelen ışık parçacıklarını nasıl algılarlar?
Sorunun cevabı oldukça kompleks bir işlemler zinciridir.. Fotonlar retinadaki hücrelere çarptıklarında, adeta birbiri ardına ustaca dizilmiş domino taşlarını harekete geçirirler. Bu domino taşlarının ilki, "11-cis-retinal" ismi verilen ve fotonlardan etkilenen bir moleküldür. Kendisine foton isabet ettiği anda 11-cis-retinal molekülü şekil değiştirir. Bu şekil değişikliği, 11-cis-retinal'e bağlı olan "rodopsin" adlı proteinin de şeklini değiştirir. Rodopsin, bu sayede, daha önce hücre içinde yer alan ama şeklinin uyumsuzluğu nedeniyle etkileşim içine giremediği "transdusin" adlı bir başka proteinle birleşebilecek hale gelir.
Transdusin, rodopsinle tepkimeye girmeden önce GDP isimli bir başka moleküle bağlıdır. Rodopsin'e bağlandığı anda, GDP'den ayrılır ve GTP isimli yeni bir moleküle bağlanır. Artık 2 protein (rodopsin ve transdusin) ve 1 kimyasal molekül (GTP) birbirine bağlanmış durumdadır. Bu yeni yapının tümüne "GTP-transdusinrodopsin" ismi verilir.
Ancak daha işlem yeni başlamıştır. GTP-transdusinrodopsin adlı yeni birleşim, hücrenin içinde önceden beri var olan "fosfodiesteraz" adlı bir başka proteinle bağlanmaya uygun bir yapıdadır. Bu bağlanma zaman geçirilmeden hemen yapılır. Bu bağlanmanın sonucunda ise fosfodiesteraz proteini, yine daha önceden hücre içinde var olan cGMP isimli bir molekülü parçalama özelliği kazanır. Bu işlem birkaç tane değil, milyonlarca protein tarafından gerçekleştirildiği için, hücrenin içindeki cGMP oranı hızla düşer.
Peki tüm bunların görmeyle ilgisi nedir? Bu sorunun cevabını bulmak için, bu ilginç kimyasal reaksiyon zincirinin son aşamasına bakalım:
Hücrenin içindeki cGMP yoğunluğunun düşmesi, hücrenin içindeki "iyon kanalları"nı etkileyecektir. İyon kanalları dediğimiz şey, hücre içindeki sodyum iyonlarının sayısını düzenleyen proteinlerdir. Normalde cGMP molekülleri, hücreye dışarıdan sodyum iyonları taşımakta, bir başka molekül de fazla iyonları dışarı atmakta ve böylece denge sağlanmaktadır. Ancak cGMP moleküllerinin sayısı azalınca, hücredeki sodyum iyonlarının da sayısı azalır. Bu sayı azalması, hücre içinde elektriksel bir dengesizlik meydana getirir. Bu elektriksel dengesizlik, hücreye bağlı olan sinir hücrelerini etkiler ve bizim "elektrik uyarısı" dediğimiz şey oluşur. Sinirler bunları beyne aktarır ve orada da "görme" dediğimiz işlem yaşanır. 34
Kısacası tek bir foton, retinadaki hücrelerin tek birisine çarpmış ve birbirini izleyen zincirleme reaksiyonlar sayesinde hücrenin bir elektrik uyarısı üretmesini sağlamıştır. Bu uyarı, fotonun enerjisine göre değişir, böylece bizim "güçlü ışık", "zayıf ışık" dediğimiz kavramlar oluşur. Mekanizmanın en mükemmel yönlerinden birisi, üstte anlattığımız tüm bu kompleks reaksiyonların, saniyenin en fazla binde biri kadarlık kısa bir sürede olup bitmesidir. Daha da ilginç olan durum, bu zincirleme reaksiyon tamamlandığı anda, hücre içindeki özel bazı proteinlerin, 11-cis-retinal, rodopsin, transdusin gibi unsurları tekrar eski hallerine döndürmüş olmasıdır. Çünkü göze her an yeni fotonlar çarpmaktadır ve hücredeki zincirleme sistem, bu fotonların her birini yeniden algılamalıdır.
Burada kısaca özetlediğimiz bu görme işleminin aslında çok daha kompleks detayları vardır. Ancak bu özet bile, ne kadar muhteşem bir sistemle karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeter. Gözün içinde öylesine kompleks, öylesine iyi hesaplanmış bir sistem vardır ki, bu sistemin rastlantılarla ortaya çıkabileceğini iddia etmek, açıkça akıl dışıdır. Sistem, tümüyle indirgenemez kompleks bir yapıya sahiptir. Eğer birbirleri ile zincirleme reaksiyona giren çok sayıda moleküler parçanın tek biri eksik olsa, ya da uygun yapıya sahip olmasa, sistem hiçbir şekilde işlev görmeyecektir.
Bu sistemin Darwinizm'in canlılığa getirdiği "tesadüf" açıklamasına büyük bir darbe indirdiği açıktır. Michael Behe, gözün kimyası ve evrim teorisi hakkında şu yorumu yapmaktadır:
Darwin'in 19. yüzyılda açıklayamadığı görme olayı ve gözün anatomik yapısı, gerçekten de hiçbir evrimci mantıkla açıklanamaz. Evrim teorisinin öne sürdüğü açıklamalar o kadar basittir ki, gözde yaşanan ve kağıda dökülmesi bile zor olan inanılmaz derecedeki kompleks işlemleri asla açıklayamaz. 35
Gözün indirgenemez kompleks yapısı, bir yandan evrim teorisini, Darwin'in deyimiyle "kesinlikle yıkarken", bir yandan da canlılığı üstün akıl ve kudret sahibi Allah'ın yarattığını göstermektedir.
Memelilerin gözleri için yapılan bu bilimsel açıklamalardan sonra ahtapotlardaki gözün nasıl ortaya çıktığını yine Ali Demirsoy’un kitabından incelemeye devam edelim:
Evrimsel gelişme süreci içerisinde birbirine bağımlı olmadan gelişen ve özünde aralarında evrimsel bir ilişkinin olmadığı organlar da vardır. Örneğin ahtapotun gözleri ve memeli gözü hemen hemen aynı yapıda ve aynı işleri görmelerine karşın meydana geldikleri embriyolojik tabakalar farklı oldukları için analog organ sayılır.36
Yani evrimciler ahtapotun gözleri ile memeli gözünün arasında evrimsel bir ilişkinin bulunmadığını ve bunların birbirlerinden tamamen bağımsız olarak ayrı ayrı geliştiklerini ifade ediyorlar. Bu durumda memeli gözü için meydana gelen mucizenin yukarıda da ifade edildiği gibi, bir benzeri ahtapotta, bir diğeri böcek gözlerinde ve bir başkası da balık gözlerinde tekrarlanmış olmalıdır.
Bütün imkansızlığına rağmen, evrimin var olduğu düşünülse bile üç ayrı gözün (böceklerde, mürekkep balıklarında, omurgalılarda) birbirinden bağımsız evrimleşmiş olmaları gerekir. Aynı imkansız gelişim, farklı canlılarda, aynı süreçte gerçekleşmek zorundadır. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu önemli gerçeği şöyle dile getirmiştir:
Benim son şüphem paralel evrim hakkındadır... Göz kadar kompleks bir organ bile muhtelif zamanlarda ayrı ayrı ortaya çıkmıştır. Mesela mürekkep balığında, omurgalılarda ve antropodlarda. Bunların bir defada ortaya çıktıklarını izah etmek yeteri kadar problem teşkil ederken modern sentetik teoriye göre, muhtelif defalar ayrı ayrı meydana geldikleri düşüncesi başımı ağrıtmaktadır.37
Gerçekten de evrimin hayali mekanizmalarıyla açıklanması imkansız olan gözler, kanatlar, akciğerler vb. kompleks organların varlığı, Darwin'in de itiraf ettiği üzere teorisini kesinlikle yıkmaktadır:
Eğer çok sayıda birbirini takip eden küçük değişikliklerle kompleks bir organın meydana gelmesinin imkansız olduğu gösterilseydi teorim kesinlikle yıkılmış olacaktı.38
Darwin'in teoriyi ilk ortaya attığı yıllarda izah edemediği ve canlıların sahip olduğu "gözleri düşünmek beni bu teoriden soğuttu" dediği gözlerin ortaya çıkışı, aradan geçen 100 yıla rağmen evrimciler tarafından hala izah edilememektedir. Çünkü burada sözkonusu olan kuşkusuz ki “evrimsel bir mucize” değil, kusursuz bir yaratılış, Allah'ın herşeyi birbiriyle uyum içinde yaratışının örneklerinden biridir.
Yeni doğmuş bebekler görme organları olduğu halde çevrelerini net olarak göremezler. Gerçekten de yeni doğmuş çocuğun görme organı bir ışık alıcısından başka bir şey değildir, sadece ışığı ve karanlığı ayırt edebilir. Bu yüzden de çocuğun durumu oldukça uzun bir süre tıpkı dilini bilmediği bir ülkede yaşayan insanın durumuna benzer. Bilmediğimiz bir dili konuşan insanların arasında yaşarken kulağımız önceleri bize tamamıyla anlamsız gelen birtakım sesleri algılar, sonradan bu sesler yavaş yavaş bir anlam kazanmaya başlar. Zaman geçtikçe bu seslerle bazı olaylar arasında çağrışım yapmaya alışırız.
İşte yeni doğmuş çocuk da aynı şekilde görmeyi zamanla öğrenir. Bu öğrenme sürecinin ilk aşaması nesneleri gözleriyle takip etmesidir. Doğduktan çok kısa süre sonra gözlerinin önünde hareket ettirilen bir ışığı izleyebilir. Bir kaç haftalık olduğunda göz merceği uyum yapmaya başladığı için görüşü netleşir. Gördüğü şeyleri eliyle de tutabileceğini fark ettikten sonra, yakınındaki nesneleri izleyebilmek için gözlerini hafifçe sağa sola oynatmasının yeterli olduğunu, buna karşılık daha uzaktaki nesneler için gözlerini iyice döndürmesi gerektiğini kavrar. Ardından da, gözlerini yukarı ve aşağı doğru kaydırmak gibi biraz daha güç olan hareketleri öğrenerek yüksekteki nesneleri de gözleri ile izlemeyi başarır. Böylece cisimleri genişlik, uzunluk ve derinlikleriyle 3 boyutlu olarak görmeye başlar. Cisimlerin boyutlarını öğrendikçe, bu bilgilerin ışığında mukayese yaparak uzaklıkları değerlendirmeyi öğrenir.39 Öğrenme süresi oldukça uzundur ve sistem ancak üç yaşına doğru tam anlamıyla oturmaya başlar.
Acaba şuursuz ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir varlık tek başına kendi iradesiyle tüm bunları nasıl öğrenir? Cevap insanları da, insanların sahip oldukları gözlerini de yaratan Allah'ın Kitabı’nda yer alır. Bir Kuran ayetinde insanların anne karnından hiçbir şey bilmeden çıkarıldığı ve görme, işitme duyularının ve gönüllerin insana şükretmesi için verildiğinden bahsedilir:
Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
Işık dünyayı insanın gözlerine taşıyan bir aracıdır. Fakat gerek yapısı gerekse de teknik özellikleri halen çözülememiştir. Işığın tanımının net olarak yapılamamasının nedeni; kütlesinin ve hacminin olmamasıdır. Işık hakkında yapılmış araştırmaları biraraya getirmeye kalksak ciltler dolusu kitap yazmamız gerekir. Üstelik elde edeceğimiz eser de bir fizik kitabından öteye geçemeyecektir. Bu yazının esas amacı ise her an iç içe olduğumuz ışığın mucizevi yönü hakkında düşünülmesini sağlamaktır.
Dış dünyayla en önemli bağlantımızı sağlayan duyunun görme duyumuz olduğunu biliyoruz. Fakat insanların çoğu gördükleri görüntünün aslında çok kısıtlı olduğunu bilmezler. Öyle ki göze giren ışığın ancak %10'u alıcı hücrelere ulaşır. Çoğu yansıtılır veya gözün diğer kısımlarında emilir.40
İnsanın göremediği, farklı dalga boyları olan farklı ışık çeşitleri de vardır. Uzayın derinliklerinden gelen kozmik ışınlar, X ışınları, gamma ışınları, insan vücudundan çıkan radyasyon, mor ötesi ışınlar, kızıl ötesi ışınlar insan gözü tarafından algılanamazlar. Çünkü insan gözü sadece belirli dalga boyları arasındaki ışığı algılayabilir. Görülebilen ışık, mor ötesi ile kızıl ötesi dalga boylarının arasında kalan bölümdür.
İnfrared kelime olarak "kırmızı ötesi" demektir. Gözün gördüğü kırmızı ışınlardan daha uzun dalga boylarına sahip olanlara bu isim verilir. Her cisim kendi sıcaklığıyla orantılı olarak bir ışın enerjisi yayar. Sobadan, vücudumuzdan, dünyadan hatta yıldızlardan yayılan enerjinin temeli olan kızıl ötesi dalgalarını göremediğimizi tekrar belirtmeliyiz. Çevremizdeki kızıl ötesi ışınları algılayabiliyor olsaydık gördüklerimiz sıcaklığa ayarlı olacaktı.
Mor ötesi ve daha kısa dalga boylarına sahip X ışınları da insan gözü tarafından görülemez. Yüksek enerjili ve son derece kısa dalga boyuna sahip bu ışınlar, insan için öldürücü olabilecek kadar tehlikelidir.
Şu anda bulunduğunuz ortamda gözlerinizin görmediği, dolayısıyla hiç farkında olmadığınız binlerce ışınla iç içesiniz. Ama gözleriniz bunları görmez. Halbuki göz bütün ışık çeşitlerini algılayacak olsa dış dünya son derece karmaşık ve anlaşılmaz olurdu. Dünyaya inen bütün kozmik ışınlardan göz gözü görmeyecek, dahası insanlar ve cisimler farklı sıcaklıklara göre değişik zamanlarda farklı renklerde gözükeceklerdi.
Etrafımızı X ışınları gibi görmüş olsaydık tüm çevremizdeki görüntüler iskelet şeklinde olurdu. Böyle bir görüntünün de insana hiç zevk vermeyeceğini herkes tahmin edebilir. Allah insanları yaratırken iskeletlerinin üzerine tam uyacak ve vücudu kaplayacak şekilde bir et ve deri yaratmıştır. Ama insan hiçbir zaman karşısındaki insanın kemik yapısını, kan dolaşımını, iç organlarını görmez. Allah, bütün bu rahatsızlık verici detayları insana algılatmaz ve karşısındaki varlıkları ve cisimleri olabilecek en güzel haliyle gösterir.
...Sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı... (Mümin Suresi, 64)
İnsan, yaşamı boyunca milyonlarca görüntüyle karşılaşır. Bu görüntülerden göze hoş gelenler genellikle bol renkli olanlarıdır.
Bir manzaraya bakıldığında renklerin uyumu, güzelliği insanın hoşuna gider. Örneğin bir çiçek tarlasındaki o muazzam renklilik, renkler arasındaki uyum insanın içini ferahlatır. Gökyüzünün, denizin gözalıcı tonları, çiçeklerdeki muhteşem sanat ve daha nice estetik görüntü renkler sayesinde vardır.
Eğer yeryüzünde yeşil diye bir renk olmasaydı, hiç kimse yeşilin nasıl birşey olduğunu kafasında canlandıramazdı. Tıpkı şu anki renk çeşitlerinin dışında bir rengin hayal edilemediği gibi.
1. 400 Nano Metre | 11. Radyo Dalgaları | 21. Kırmızı |
Dışarıda var olan asıl dünyada renk diye birşey yoktur. İnsanın renk olarak algıladığı, farklı dalga boylarındaki fotonların beyindeki yorumlarıdır. Kırmızı bir çiçek ile mavi bir araba arasındaki renk farkı, yalnızca bu cisimlerden göze gelen ışınların dalga boyları arasındaki farktır. Belirli dalga boylarındaki fotonlar belirli koni hücrelerini farklı şiddetlerde uyarırlar. Bu uyarılar beyne geldiklerinde farklı renkler olarak tanımlanır.
Eğer renk diye bir kavram olmasa, herşey grinin tonlarında görünse dünya son derece sıkıcı bir hal alırdı. Denizden, ağaçlardan, giyimden hatta yiyeceklerden alınan zevk büyük oranda azalırdı. Oysa doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek şekilde yaratılmıştır.
Tek başına renk diye bir kavramın var olması büyük bir mucize iken, doğada bulunan renklerin en güzel ve uyumlu bir şekilde kullanılmış olması Allah'ın insanlara lütfettiği büyük bir nimettir.
Dünya ve üzerindekiler, çiçekler, meyveler, kuşlar, engin denizler ve içinde yaşayan rengarenk canlılar; balıklar, mercanlar, yosunlar kısacası farklı renk, desen ve şekillerde milyarlarca varlığın, tesadüfler sonucu oluşmalarına imkan yoktur. Tesadüfler nasıl olur da bir kuşun tüylerindeki veya bir balığın sırtındaki renk ahengini yaratabilir? Nedir bu varlıkları insana bu kadar estetik gösteren? Tavus kuşunun tüylerindeki veya bir kaplanın sırtındaki ya da bir mercan denizindeki balığın pullarındaki desenleri ve renkleri yaratan nedir?
Arkeolojik kazılar sırasında bulunan bir sandığın içinden son derece güzel, hatta bir sanat harikası sayılabilecek yağlıboya bir tablo çıktığını düşünelim. Hiç kimse tabloda kullanılan boyaların tesadüfen kendi kendilerine birleşerek bir kompozisyon oluşturduklarını söyleyemez. Tablonun bir ressam tarafından özenle yapıldığı ve o ressamın vermek istediği kompozisyonu yansıttığı apaçık ortadadır.
Aynı şekilde yeryüzü, gökyüzü, çiçekler, meyveler, diğer bitkiler ve hayvanlardaki renklerin ve estetiğin bir Yaratıcısı olduğu yani Allah tarafından en güzel şekilde yaratıldığı apaçıktır.
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda "göz alıcı ve iç açıcı" her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar) "içten Allah'a yönelen" her kul için "hikmetle bakan bir iç göz" ve bir zikirdir. (Kaf Suresi, 6-8)
16. “The whirling dance of Working Memory,” Bernard J. Baars, Science and Consciousness Review, August 2002; http://psych.pomona.edu/scr/news/articles/20020803.html
17. Arthur C. Guyton, Textbook of Medical Physiology, Harcourt International Edition, 10th edition, 2000, s. 570
18. “Disturbed Vision,” Dr. A. Vincent Thamburaj; http://www.thamburaj.com/disturbedvision.htm
19. John Horgan, The Undiscovered Mind: How the Brain Defies Explanation, [1999], Phoenix, London, 2000, s. 23;
20. Meliha Terzioğlu, Fizyoloji Ders Kitabı (Textbook of Physiology), vol. 1, s. 494
21. Meliha Terzioğlu, Fizyoloji Ders Kitabı (Textbook of Physiology), Volume I, s. 494
22. Anthony Smith, İnsan Beyni ve Yaşamı, Inkilap Kitabevi, Istanbul, s. 227
23. Anthony Smith, İnsan Beyni ve Yaşamı, s. 224
24. Lennart Nilsson, Jan Lindberg Little, Behold Man, Boston: Brown and Company, s. 190
25. Anthony Smith, İnsan Beyni ve Yaşamı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, s. 227
26. http://rarediseases.org/rare-diseases/primary-visual-agnosia/
27. Engin Korur, “Gozlerin ve Kanatlarin Sirri” (The Mystery of the Eyes and the Wings), Bilim ve Teknik (Sci-ence and Technology Journal), no. 203, October 1984, s. 25
28. “Were you right?,” Oxford University Museum of Natural History Timescales; http://www.oum.ox.ac.uk/children/fossils/juocto.htm
29. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalitim ve Evrim (Inheritance and Evolution), Meteksan Publications, Ankara, 1984, s. 16
30. Encarta Reference Library 2003. 1993-2002 Microsoft Corporation
31. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalitim ve Evrim (Inheritance and Evolution), Meteksan Publications, Ankara, 1984, s. 475
32. Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston: Gambit, 1971, s. 101
33. Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 18
34. Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 18-21
35. Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996. s. 31
36. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim (Inheritance and Evolution), Meteksan Publications, Ankara, 1984, s. 523
37. Frank Salisbury, “Doubt about the modern synthetic theory of Evolution,” American Biology Teacher, Sep-tember 1971, s. 338
38. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
39. “Your Baby's Developing Sight,” http://www.preventblindness.org/children/baby_developing.html
40. “The speed of human sight, second champ migrant, how terns fly farther,” April Holladay, USA TODAY, January 18, 2003