Kitabın başından bu yana, bazı insanların imanı kabul ettiklerini söyledikleri halde yine de mutlak huzur ve mutluluğu yaşayamamalarının nedeninin samimiyetsizlik olduğundan bahsettik. Allah'ın Kuran'da, "Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol bulamazsın." (Nisa Suresi, 143) ayetiyle de bildirdiği gibi, bu kimseler vicdanen herşeyi bildikleri halde, hala cahiliye ahlakı ile Kuran ahlakı arasında bocalamaktadırlar. İman ettikleri halde bile bile böyle bir ahlakta kararlılık göstermeleri, bu kimselerin gizli azaplar çekerek yaşamalarına neden olur.
Çoğu insan ise yaşadığı bu sıkıntı ve azabın, içinde saklı tuttuğu samimiyetsizliklerine bir karşılık olarak yaratıldığının farkında değildir. Onlar tüm bunların 'hayatın gerçekleri', yani az çok her insanın yaşamak zorunda kaldığı yaşamın birer parçası olduğunu sanırlar. Oysaki kendileri için birer azaba dönüşen bu tavırların hiçbiri hayatın değişmez bir gerçeği değildir.
Bu tip insanlar, Allah'ın "Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik." (İbrahim Suresi, 1) ayetiyle bildirdiği, insanları 'karanlıklardan' kurtaracak olan din ahlakından yüz çevirdikleri ya da din ahlakını gereği gibi yaşamadıkları için sıkıntı ve azabı tatmaktadırlar.
Peki hangi düşünceler, bozuk mantık örgüleri ve inanışlar insanları din ahlakından uzaklaştırmakta ve cahiliye tavırları sergilemelerine neden olmaktadır? İşte ilerleyen satırlarda bu soruların yanıtlarını verecek ve insanlara mutsuzlukla geri dönen çirkin tavırlara değineceğiz.
Bazı insanların iman ettiklerini söyledikleri halde, halen gizliden gizliye cahiliye hayatının azaplarını çekmelerinin başlıca nedeni, bu kimselerin Kuran'da gösterilen yola tam olarak uymamalarıdır. Allah, ayetlerinde inananları dünyada 'güzel bir hayatla' müjdelemiştir. Ama bunun için insanların Allah'ın emirlerine kayıtsız şartsız uymaları, O'nun beğendiği ahlakı eksiksiz şekilde yaşamaları gerekmektedir. Kişi bir yandan din ahlakını yaşarken, bir yandan da bir parça olsun cahiliye ahlakının etkisiyle hareket ediyorsa, bu durumda Kuran'da bahsedilen güzel hayat tam anlamıyla oluşmaz. İnsanların dünya hayatını Kuran'da vaat edildiği şekilde yaşayabilmeleri için öncelikle Kuran ahlakı dışında insanın fıtratına uygun bir başka yaşam şekli olmadığını anlamaları gerekmektedir.
Kibir Allah'ın beğenmediği bir ahlak özelliğidir. Kibirli insan büyüklenme hastalığına tutulmuş demektir. Büyüklenmenin nedeni ise, kişinin kendisine müstakil bir benlik vermesi, hem kendini hem de çevresindekileri Allah'tan bağımsız varlıklar olarak görmesidir. (Allah’ı tenzih ederiz.) Böyle bir insan, yaptığı ve sahip olduğu herşeyi kendisinden bilir. Örneğin bir başarı elde ettiğinde bununla kibirlenir, gösteriş yapar, kendisini en üstün insan olarak görür. Oysa, o başarıyı ona lütfeden Allah'tır. Bu gerçeği göremediği için büyüklenme içine girer. Böyle bir insan her olayda, her konuda üstünlüğünü ve büyüklüğünü çevresine de hissettirmek ister.
Oysa böyle insanlar hiçbir zaman peşinde oldukları gerçek onur ve üstünlüğü elde edemezler. Çünkü onur ve şeref ancak Kuran'a uymakla kazanılır. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Mü'minun Suresi, 71)
İnsan, Kuran'a uymadığında ise, Allah'ın ayetinde bildirdiği gibi, herşey bozulmaya uğrar. Allah Kuran'ın bir diğer ayetinde de insanların sık sık bu yanılgıya kapıldıklarına ve onur ve şerefi insanlara büyüklük taslamakta aradıklarına dikkat çekmektedir:
Derler ki, "Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır." Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resûlü'nün ve mü'minlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar. (Münafikun Suresi, 8)
Ayette de belirtildiği gibi, onur ve izzet Allah'ındır. Ve Allah bu üstünlüğü sadece Kuran'a uyan, güzel ahlak gösteren kullarına vermektedir.
İşte kimi insanlar da iman ettiklerini söyledikleri halde, hala cahiliye hayatlarında almış oldukları telkinlerin etkisi altında kalarak, kibirlerini terk etmeye yanaşmazlar. Oysaki insanları azaba sürükleyen konuların başında kibir ve büyüklenme gelmektedir.
Kibir aynı zamanda insanı günaha sürükleyen, insana Kuran'a uymayan birçok ahlaksızlığı ve kötülüğü yaptıran bir ahlak bozukluğudur:
Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi, 206)
Kibirli bir insan kendini herkesten daha çok sever. Bu nedenle çıkarıyla ters düşen herşeyde, Allah'ın rızasını ve vicdanını değil, kendi tutku ve isteklerini önde tutar. Bu ise, onu hep günaha ve kötü ahlaka yöneltir.
Kibirli insan, kendini herşeyin üstünde görüp, hep nefsini kolladığı halde aradığı mutluluk ve huzuru da bulamaz.
Herşeyden önce enaniyetli insanlar, gerçek müminlerin yaşadığı pek çok güzelliğin tadını hiçbir zaman için alamazlar. Örneğin hiçbir zaman gerçek sevgiyi yaşayamazlar. Hayatta herkesten ve herşeyden çok kendilerini sevdikleri için, başkalarını gereği gibi sevemezler. Sevgi duydukları bir insana bunu açık açık söyleyemez, iltifat edemez, sevginin gerektirdiği sıcaklığı, samimiyeti ve dostluğu gösteremezler. Ortaya koydukları bu soğuk ve resmi karakterden dolayı karşılarındaki insan tarafından da istedikleri gibi sevilemezler.
Kibirli insanlar, nefislerine ağır geldiği için hiçbir zaman bir konuda altta kalmayı kabul edemez, hep dostluğu zedeleyecek, gerginliğe ve huzursuzluğa neden olacak tavırlar sergilerler. Hoşgörülü, sabırlı, alttan alan, affedici, uzlaşmacı bir karakter gösteremezler. Her zaman hep kendi dediklerinin kabul edilmesini isterler. Ortada bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda kendilerinden hiçbir zaman ödün vermedikleri için inatçı, dik başlı bir tavır gösterirler. Kendi istedikleri yapılmadığında ise terslik yaparlar. Ve tüm bunlar bu kimseleri 'zor ve geçimsiz insanlar' haline getirir. Onlarla arkadaşlık etmek, konuşup sohbet etmek, sevgiyi, dostluğu, güzel ahlakı yaşamak çok zordur. Bu da çevreleri tarafından sevilmeyen, yanlarında rahat edilemeyen kimseler haline gelmelerine neden olur ki, bu da onlar için büyük bir kayıptır.
Bu güzellikleri yaşayamamak bu kimselerde gizliden gizliye büyük bir azaba dönüşür. Çünkü ruhlarında sevmeyi, sevilmeyi, dostluğu, insanlarla karşılıklı olarak güzel ahlakı yaşamayı fazlasıyla istedikleri ve buna karşı büyük bir ihtiyaç duydukları halde, sadece gururları ve kibirleri nedeniyle bunlardan mahrum kalmaktadırlar. İçin için bunlara özlem duyup, bir türlü elde edememek de onların sürekli gizli bir azap çekmelerine neden olur.
Kibirin neden olduğu bir başka azap şekli de, bu tip insanların 'hata yapma korkuları'dır. Üstünlük ve büyüklük iddiası içerisinde oldukları için, hatasızlık iddiasındadırlar. Bu nedenle hata yaptıklarında büyük bir sıkıntı çekerler. Allah'ın rızasını kazanmak yerine, insanların gözündeki prestijlerini korumayı amaçlarlar.
Bir başkasının, hatalarını veya eksiklerini kendilerine hatırlatması gururlarına çok ağır gelir. Böyle bir durumda küçük düştüklerini, insanların gözündeki itibarlarını kaybettiklerini düşünerek sarsılırlar. Bu nedenle, içten içe sürekli bu korku ve tedirginlikle yaşarlar; içlerinden geldiği gibi hareket edemez, doğal bir hayat yaşayamazlar. Her zaman akıllarının bir yerinde bunların hesabını yapar, içlerinden geldiği gibi samimi davranmak yerine, bu hesaba uygun olan ne ise onu uygularlar. Bundan dolayı da sürekli olarak kendilerini kasmak ve yapmacık hareket etmek zorunda kalırlar.
Örneğin herkesin eğlendiği bir yerde, kibirli kimseler herkesin tersine azap çekerler. Bir yandan ruhlarında eğlenceye katılmak için büyük bir istek duyar, bir yandan da kusursuz tavırlar gösteremeyecekleri takdirde küçük düşecekleri korkusu ile bundan uzak dururlar.
İşte bu insanlar ortaya koydukları bu ahlaktan dolayı yalnız ve soğuk bir dünyada enaniyetleriyle baş başa bir hayat yaşamak zorunda kalırlar. Oysaki bunun yerine mütevazi, Allah'a ve müminlere karşı boyun eğici bir karakter göstermiş olsalar tüm bu sıkıntıları sona erecektir.
Tevazu ile birlikte, azabın yerini neşe, huzur ve mutluluk alacaktır. Çünkü tevazulu insan hata yapma korkusu içerisinde olmaz. Bir hata yaptığı kendisine hatırlatıldığında hemen Allah'a yönelir, Allah'tan bağışlanma diler, niyet ve tavrını düzeltir. Ayrıca, tevekkülü ile, bu hatayı kendisi için bir hayır olarak görür, kendisini daha geliştirmesine vesile olduğunu düşünerek sevinir. İnsanların kendisi için ne düşündüğünü değil, Allah'ın rızasını önemser. Böyle düşünen bir insanla, kibirinden gerginlik ve huzursuzluk yaşayan bir insanın ruh halinin ve hayatının ne kadar farklı olacağı açıktır.
Bunun yanında unutulmamalıdır ki kibir şeytanın en temel özelliğidir. Büyüklenmesi, onun cennetten kovulmasına, Allah'ın lanetini üzerine almasına ve cehennem azabını hak etmesine neden olmuştur. Bu nedenle Allah'ın gücü karşısındaki aczini unutan, haksız bir büyüklenme ile insanlarla yarışa giren kimseler de şeytan ile aynı karşılığı almaktan korkmalıdırlar. Zira Allah bir ayetinde, cahiliye toplumunun değer yargılarından kurtulamayarak, onur adı altında enaniyetlerini sürdüren kimseler için ahirette acı bir azap olabileceğini hatırlatmaktadır. Allah dünyada büyüklük taslayanlara o gün şöyle seslenileceğini bildirmektedir:
(Azabı) Tat; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun. (Duhan Suresi, 49)
Gerçek onur ve üstünlük ise dünyada iken boyun eğici, mazlum ve yumuşak başlı bir tavır içerisinde olan kimseler içindir.
Allah iman edenleri şöyle müjdelemiştir:
Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi 'onurlu-üstün' bir makama sokarız. (Nisa Suresi, 31)
Allah Kuran'ın bir ayetinde "... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216) diye bildirmektedir. İnsanlar yaşamları içerisinde kimi zaman ummadıkları, istemedikleri ya da hoşlanmadıkları olaylarla karşılaşabilirler. Bunların her biri de "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle bildirildiği gibi, insanların denenmesi için özel olarak yaratılan durumlardır. İnsanın yapması gereken ise, başına gelen olay her ne kadar zor ya da olumsuz gibi görünse de, Allah'a güvenmek ve Rabbimiz'in bu olayda bir hayır takdir ettiğini bilmektir. Mümin bir kişi, kalbinde yaşadığı bu güven ve teslimiyeti ahlakına da hakim eder. İşte bu, Allah'ın Kuran ile insanlara emrettiği tevekküllü tavırdır.
Tevekkül, insanlar için Allah'tan bir rahmet ve büyük bir kolaylıktır. Allah'ın "… Size isabet eden Allah'ın izni ile idi…" (Al-i İmran Suresi, 166) ayetiyle bildirdiği gerçeği anlayan insanlar, Allah'ın aklına teslim olurlar. Böylece hem hayatlarının her anını, güzellikleri ve hayırları görerek geçirmiş, hem de gösterdikleri ahlak ile Allah'a olan imanlarını ve güvenlerini ortaya koymuş olurlar. İşte Allah bu ahlaka karşılık olarak "...Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir." (Talak Suresi, 4) ayetiyle bildirildiği gibi, onlara Katından bir kolaylık sağlar. Allah'ın "Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye, 'güven duygusu ve huzur' indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır: Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Fetih Suresi, 4) ayetinde buyurduğu gibi, gösterdikleri tevekküle karşılık Allah zorluklar karşısında müminlerin kalplerine ferahlık katar ve onlara huzur ve güven duygusu verir.
Kuran'da, Allah'ın hayır ya da şer olarak görünen tüm olayları samimi kullarının hayrına çevireceğini bilen müminlerin, Allah'a olan tevekküllerini şu sözlerle dile getirdikleri haber verilir:
Bize ne oluyor ki, Allah'a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermiştir. Ve elbette bize yaptığınız işkencelere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler Allah'a tevekkül etmelidirler. (İbrahim Suresi, 12)
Allah'a güvenip dayanan bir insan herhangi bir hüzün ve mahzunluk yaşamaz. Bu, Allah'ın mütevekkil kullarına bir vaadidir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13)
Görüldüğü gibi tevekkül edildiğinde, Allah'ın izniyle herşey çok kolaylaşır. Tevekkülsüzlükte ise, hayatın her detayı insanlar için ayrı bir zorluk, ayrı bir sıkıntı ve ayrı bir azaba dönüşür. Her iş karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alır. En basit, en sıradan ve çözümü en kolay olan olaylar bile tevekkülsüz insanların gözünde büyür. Bu insanlar Allah'a iman ettiklerini söyledikleri halde, kimi zaman kaderin nasıl mükemmel bir düzen içerisinde işlediğini unutabilir ve olayların Allah'tan bağımsız olarak geliştiği düşüncesine kapılabilirler. (Allah’ı tenzih ederiz.) Bundan dolayı başlarına gelenlere hayır gözüyle bakamaz, olaylardaki hikmetleri göremezler. Sürekli korku ve endişe içerisinde yaşarlar. Daha ortada hiçbir şey yokken bile olabilecek olumsuz ihtimalleri düşünerek tevekkülsüzlüğün getirdiği tedirginliği yaşarlar. Aynı şekilde en olumlu ve en yolunda giden olaylarda bile, yine hep aksilik olarak nitelendirecek bir şeyler bulurlar.
Bunun yanında başlarına gelen olayların Allah'tan olduğunu düşünmedikleri için, karşılarına çıkan tüm aksaklıkları ve sorunları kendilerinin çözeceklerini sanarak müthiş bir sıkıntıya girerler. Oysaki her ne yaparlarsa yapsınlar, Allah dilemedikçe hiçbir konuya çözüm getirmeleri mümkün olmaz. Çözüm bulduklarında, bu da yine ancak Allah'ın emri ile gerçekleşir. Bu nedenle tevekküllü bir insan, tüm çözümleri dener, elinden gelen tüm gayreti gösterir, ancak sonucu yaratacak olanın Allah olduğunu bildiği için, bunları huzur ve rahatlık içerisinde yapar.
Tevekkülsüz insanların yaşadıkları sıkıntılara günlük hayatta sıkça rastlamak mümkündür. Örneğin işe gitmek üzere bineceği otobüsü kaçıran bir insanın, otobüsün ardından öfke ile söylendiğine pek çok defa rastlamışsınızdır. Bundan dolayı dakikalarca kendine gelemez, hatta bir başka yolla işine vaktinde ulaşmayı başarsa bile, gün boyu bu olayın etkisinden kurtulamaz. Güne aksilikle başladığını, dolayısıyla da gün boyunca tüm işlerinin ters gideceğini düşünerek, kendi kendine strese girip azap çeker. Bunun yerine Allah'ın bu olay ile takdir etmiş olabileceği hayırları düşünmüş olsa, hem hiç böyle bir sıkıntıya girmeyecek, hem de ters gitmiş gibi görünen bir olayda Allah'a teslim olduğu için Allah'ın rızasını kazanmış olmayı umacaktır.
Aynı şekilde, geçirdiği bir trafik kazasıyla yaralanan bir kimse, başına gelen bu olaya tevekkülsüz bir tavır gösterdiğinde içine düştüğü üzüntüden kurtulamaz. Bunu yaratanın Allah olduğunu unuttuğu için, hatayı arabayı kullanan şoförde ya da kendinde arayarak öfkelenir. Oysa bu sıkıntısı tümüyle yersizdir. Bu kaza Allah dilediği için olmuştur. Böyle bir durumda olayın sadece tek bir hayrını düşünmesi bile kişiyi içine düştüğü bu çözümsüz azaptan kurtarmaya yetecektir. Örneğin yaralanmak yerine ölümle karşılaşmış olabileceğini düşünmesi bile, Allah'a şükretmesine ve huzur ve neşe kazanmasına neden olacaktır. Ya da yaralanmasının ölümü ve ahireti düşünmesine vesile olduğunu, bu nedenle Allah'a daha çok yakınlaştığını, Allah korkusunun daha çok arttığını düşünerek sevinmelidir. Belki bu sayede kibirden, büyüklenmekten kurtulacak, tevazusu ise Allah'ın ondan hoşnut olmasına neden olacaktır. Bu ise ahireti için ona büyük bir hayır ve kazanç getirecektir. Dolayısıyla Allah'a ve ahiret gününe kesin bir bilgi ile iman eden bir kimse, her türlü koşulda Allah'ın yarattığı hayır ve hikmetleri görebilir.
İmanı yüzeysel anlamda yaşayan insanlar sık sık tevekkülsüz bir tavır içerisine girebilmekte ve bundan dolayı müminlerin aksine hayatı sıkıntı ve azap içerisinde yaşamaktadırlar. Bunun yerine söz konusu insanlar, Kuran'da "Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir." (Al-i İmran Suresi, 173) ayetiyle bildirilen müminler gibi Allah'a tevekkül etmiş olsalar, çektikleri tüm azaplar son bulacaktır.
ADNAN OKTAR: Allah’la bağlantının hiç kesilmemesi lazım. Allah’la bağlantı kesilirse insan tevekkülünü kaybeder. Tevekkülünü kaybedince de çok sinirli, gergin ve huzursuz olabilir. Tevekkül bir saniye bile unutulmaması gereken büyük bir nimettir. Dünyadaki en büyük nimetlerdendir, Allah’a tevekkül etmek. İman etmek ve tevekkül etmek. (Adnan Oktar’ın 15 mayıs 2014 tarihli A9 TV röportajından)
Allah Kuran'da, "... Gerçek şu ki, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir" (Şura Suresi, 48) ayetiyle, birçok insanın sahip olduğu kötü bir ahlak özelliğine dikkat çekmektedir. Gerçekten de bazı insanlar, içerisinde yaşadıkları sayısız nimete rağmen, Allah'a karşı nankörlük edebilmektedirler. Oysa belki hiç düşünmemiş olabilirler ama mutsuz bir hayat yaşamalarının başlıca nedenlerinden biri, Allah'a karşı gösterdikleri bu ahlaktır. Çünkü Allah, "Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin." (Bakara Suresi, 152) ayetiyle, insanlara nankörlükten kaçınmalarını emretmektedir. İman ettikleri halde Allah'ın rahmetini ve kendilerine verilen onca güzelliği takdir edememeleri, elbette ki insanlara azap olarak geri dönmektedir.
Bu kimselerin böyle bir ahlak sergilemelerinin asıl nedeni temelde dinin özünü tam olarak kavramamış olmalarıdır. Kaderin mükemmel işleyişini, iyi ya da kötü görünen herşeyde bir hayır olduğunu düşünmemeleri, olaylara olumsuz bir gözle bakmalarına neden olur. Oysa bir olayda insanın nimet olarak görüp sevinç duyabileceği yüzlerce detay vardır. Ama bu insanlar bakış açılarındaki çarpıklık nedeniyle, bu nimetleri gereği gibi görüp takdir edemezler. Kimi zaman da Allah'tan kendilerine ulaşan bu güzellikleri gördükleri halde, bunları kendilerinden bilerek gereği gibi şükretmezler. Kendisine, anahtarlarını dahi taşıyamayacağı kadar çok hazineler verilen Karun'un, Allah'a karşı nankör bir tavır içerisine girerek ayette bildirildiği üzere, "... Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir..." (Kasas Suresi, 78) dediği gibi, bu kimseler de sahip oldukları nimetleri zaten hak ettikleri düşüncesine kapılırlar. Bu yüzden de bunları birer sevinç ve mutluluk vesilesi nimetler olarak görmezler. Dünya hırsını kalplerinden tam olarak atamamış olmalarından dolayı ellerindeki onlara yetmez. Kanaatkar olmamaları nedeniyle nimetler karşısında dahi aksi, ters ve büyüklenen bir karakter sergilerler.
Bu kimseler ayrıca nimeti verenin de, alanın da, azaltanın da, artıranın da Allah olduğunu unuturlar. Bundan dolayı da nimet kaybına uğradıklarında büyük bir hayal kırıklığına kapılırlar. Oysaki bu Allah'ın bir denemesidir ve insanın elindeki nimetlerin kıymetini anlaması için önemli bir eğitim fırsatıdır.
İnsanın asıl yapması gereken, karşısına çıkan bu fırsatları değerlendirerek, şükredici ahlakıyla Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmak olmalıdır. Zira aksinde, Allah Kuran'da nimet içerisinde iken Kendisi'ne karşı nankörlük eden insanların nimet kaybı ile karşılık görebileceklerini bildirmektedir. Bu gerçeği haber veren ayette şöyle buyrulmaktadır:
Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı. (Nahl Suresi, 112)
Eğer ayette bahsedilen kimseler, nankörlük etmek yerine şükredici bir ahlak göstermiş olsalar, Allah onlar üzerindeki nimetini artıracaktır. İman eden kimseler bu ahlakın getirdiği huzur ve mutluluğu yaşarlar. Herşeye iman ve hikmet gözüyle baktıkları için çevrelerindeki nimetleri, güzellikleri ve incelikleri hemen fark edebilirler. Dünya nimetlerine hırsla yaklaşmadıkları için ellerindekilerle yetinmeyi bilirler. En zor şartlarda, en sıkıntılı ortamlarda bile bu ahlaklarını sürdürürler. Olayların olumsuz yönlerini görüp bunlarla mutsuz olmaktansa, her zaman güzel yönlerini görüp bunlardan sevinç duymasını bilirler. Allah, samimi müminlerin gösterdikleri bu güzel ahlaka karşılık olarak Kuran'da, "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7) ayetiyle bildirdiği gibi bu ahlakı gösteren kimselerin üzerindeki nimetlerini daha da artırmaktadır.
Allah, Kuran'da "Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder)." (Mearic Suresi, 19-21) ayetleriyle insanların nefsinde var olan bir zayıflığı haber vermektedir. İnsan bencil tutkulara kapılmaya yatkın bir varlıktır; her fırsatta kendini ön plana çıkarmaya, kendi menfaatlerini korumaya ve kendini herkesten çok sevmeye müsaittir. İnsan, eğer Allah korkusu ile güzel ahlakta irade göstermezse, nefsi insanı sürekli olarak 'sadece ben sevileyim', 'ben övüleyim' 'ben takdir edileyim' gibi bencilce isteklerde bulunması için kışkırtır. Böyle bir ahlakta başkalarının rahatı, huzuru, mutluluğu her zaman ikinci plana atılır. 'Önce onların rahatı sağlansın' ya da 'onların çıkarına uygun olsun, gerekirse ben kendi menfaatlerimden ödün vereyim' 'başkaları mutlu olsun, ben de onların mutluluğundan zevk alayım' gibi fedakarane düşüncelerdense, her zaman için 'ne olursa olsun, önce ben' fikriyle hareket edilir.
İman edenler nefislerindeki bu tutkuyu yener ve Allah'ın razı olduğu ahlakı yaşarlar. Ancak kimi insanlar da, 'nasıl olsa dinin bazı hükümlerini yerine getiriyorum, arada sırada kendi menfaatlerimi kollamanın ne gibi bir kötülüğü olabilir ki' gibi yanlış bir düşünceye kapılarak, ahlaklarındaki bu eksikliği zararsız görürler. Dahası insanın kendi menfaatlerini kollamasını 'hayatın bir gerçeği' olarak görürler. Yani her ne kadar Kuran ile bunun yanlışlığı kendilerine anlatılmış olsa da, bilinç altlarında hayatta kalabilmek için kendi çıkarlarını ön planda tutmak gerektiğini zannederler. Aksinde kendi menfaatlerini kimsenin kollamayacağını, ezileceklerini ve zarara uğrayacaklarını düşünürler. Dahası, herkes bu ahlakı gösterip kendi çıkarlarını koruduğunda, bir tek kendileri fedakar ve özverili olurlarsa, bu durumda akılsız konumuna düşeceklerini sanırlar. Bu düşüncelerinden dolayı, fedakar ve ince düşünceli olmak için nefislerini eğitmezler. Oysaki insanın çıkarlarını koruyabilecek tek bir güç vardır; o güç Allah'tır. Aksinde insan ne bencillikle ne de kendi menfaatlerinin peşinde koşturmakla kendinden yana bir çıkar sağlayabilir. Allah bu durumu bir ayette şu şekilde açıklamaktadır:
Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107)
İnsanların egoistliği en belirgin olarak mala ve cana olan tutkularıyla ortaya çıkar. Güzel ve iyi olan herşeyi kendileri kullanmak isterler. Örneğin bir başkası eşyalarını kullanmayı talep ettiğinde vermek istemedikleri için yalana başvurup kendilerinde olmadığını söyleyebilirler. Kalplerindeki bu bencil tutku, hayatlarının her aşamasında ortaya çıkar. Güzel bir yemeğin kendilerine kalmasını isterler. Bunu başkalarıyla paylaşmamak için yalnızken, evde kimse yokken yemeğe özen gösterirler. Paylaşmaları zaruri hale geldiğinde de, yemeğin en güzel olan yerini kendilerine ayırıp, diğer kişilere kalan kısmını ikram ederler. Aynı şekilde yapılması gereken zor bir iş olduğunda da çeşitli bahanelerle bundan kaçarak konuyu başkalarının üstlenmesini sağlamaya çalışırlar. Kendi canları herkesinkinden daha tatlıdır. Bu nedenle bir başkası çok daha yorgun ya da meşgul olsa ve kendileri müsait olsalar bile bir kaçış yolu ararlar.
Bu insanların kalplerinde sakladıkları bu tutku sadece malı, yiyeceği sahiplenme duygusu ile sınırlı değildir, pek çok konuda ortaya çıkabilir. Egoistlikten nefsini arındırmayan bir insan çok basit şeylere bile tenezzül eder; hep kendi istediği olsun ister, son sözü hep kendisi söylemeyi sever. Örneğin kalabalık bir ortamda kendi beğendiği müziğin dinlenmesini, kendi istediği televizyon kanalının seyredilmesini ister. Başkalarının isteklerini ise hiçbir zaman için öncelikli olarak görmez. En rahat yere kendisi oturmak için acele eder. İş bölümü varsa en kolay olana talip olur, zor olanı hep başkalarına bırakmaya çalışır. Koşuşturma ya da fedakarlık gerektiren bir durumda ağırdan alır, daima kendisini bir adım geride tutar. Karşılıklı yapılan bir konuşmada alttan almak yerine üste çıkmayı marifet sayar.
Oysa küçük küçük menfaatler elde etmek için yaptığı bu tür tavırlar iman ettiğini söyleyen ve Kuran ahlakından haberdar olan bir insanı büyük bir samimiyetsizliğin içine sürükler. Samimiyetsizlik ise insanı sürekli huzursuzluk içerisinde yaşatır. Kendi menfaatlerinin peşine düşen böyle bir insan sürekli olarak gizliden gizliye çevresindeki insanları kandırabilmek için büyük bir emek harcar. Sürekli bu gizli samimiyetsizliğinin ortaya çıkması, deşifre olması korkusuyla yaşar.
Salih Müslümanlar ise hiçbir zaman böyle korkular yaşamazlar. Kuran'da samimi Müslümanların Allah'ın rızasını kazanmak için canlarını ve mallarını ortaya koydukları, hiçbir karşılık beklemeden iyilik yaptıkları, diğer Müslümanların ihtiyaçlarını kendilerininkinden öncelikli tuttukları bildirilmektedir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür." "Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den korkuyoruz." Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. (İnsan Suresi, 8-11)
Görüldüğü gibi, fedakar ahlaklarından dolayı Allah Müslümanlara bir aydınlık ve nur vermektedir. Bunun tersinde, yani bencillikte ise Allah insanlara gizli bir azap yaşatır. Bencillik yaparak, insanlara tuzak kurduğunu ve kendisinin akıllı olduğunu zanneden bu insanlar, gerçekte kendi kurdukları tuzağın içine düşerler. Bu, Kuran'da bildirilen sırlardan biridir. Fedakar insan bu ahlakı sergilerken daha çok sorumluluğa talip olduğu için görünürde daha çok yorulur, malını verir, parasını harcar, kendi meşru haklarından ve isteklerinden feragat eder ama vicdanen müsterih olan, rahat, mutlu, güzel bir hayat süren de odur. Bencil ve nefsine düşkün bir insan ise, daima nefsini koruma çabası içinde sıkıntılı ve zor bir hayat yaşar. Nefsine gelen en küçük bir zorluk dahi onu mutsuz ve huzursuz etmeye yeter.
Birçok insanın sıkıntı ve huzursuzluk içerisine düşmelerine neden olan ahlak özellikleri arasında kin ve öfkenin yeri de oldukça büyüktür. Her insan günlük hayat içerisinde hoşuna gitmeyen pek çok olay ya da tavırla karşı karşıya kalabilir. Bazı insanlar bu tür durumlarda hemen öfkelenir, hatta bununla da yetinmeyip öfkelerini içlerine yerleşen bir kine dönüştürürler.
İman edenler ise nefislerinin bu telkinlerine kulak vermezler. Çünkü Allah, rızasını kazanacak ve cennetine kavuşacak kullarını, "Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever." (Al-i İmran Suresi, 134) ayetiyle tanımlamaktadır. Bu nedenle müminler öfke ve kinden Allah'a sığınır ve bunun için şöyle dua ederler:
Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin." (Haşr Suresi, 10)
İman edenlere karşı kin ya da öfke duymak, gerçekten inanan bir kimsenin korkup sakınması gereken bir durumdur. Çünkü Kuran'da Allah, "Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir." (Maide Suresi, 55) ayetiyle müminlerin birbirlerinin velileri olduğunu bildirmiştir. Allah'ı seven, O'nun rızasını arayan, Kuran ahlakını yaşayan ve hayatını dine hizmet etmeye adamış insanlara karşı, kişinin kalbinde kin ya da öfke gibi duygular tutması, imanı kalbine tam olarak yerleştirmemiş olduğunu gösterir. Allah'a ve inananlara karşı kalbinde böyle bir samimiyetsizlik yaşaması, bu kişinin imanın huzurunu ve mutluluğunu gereği gibi yaşayamamasına da neden olur.
Bu ahlakı yaşayan insanlar rahatlıkla hoşgörü gösterip geçebilecekleri olayların etkisinden bir türlü kurtulamazlar. Sıradan bir olay ya da bir kimsenin basit bir hatası bu kişilerin öfkelenmesi için yeterli olur. Hatta bazen de sırf öfke gözüyle baktıkları için, insanların normal davranışlarını dahi kızılacak tavırlar olarak algılayabilirler. Öfkelerinin etkisiyle doğru düşünemez, olayları adil ve objektif bir şekilde değerlendiremezler. Daha da önemlisi öfke hislerini tatmin etme arzuları o an için pek çok şeyden daha öncelikli hale gelir. Allah'ın rızasının, öfkelerini yenip hoşgörülü ve bağışlayıcı bir tavır göstermekte olduğunu bildikleri halde, nefislerinin etkisiyle öfkelenmekten kendilerini alamazlar. Allah insanlara Kuran'da, "Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir." (Araf Suresi, 199) diye bildirmektedir. Bu nedenle, ciddi bir hata yapmış olsa dahi, Allah'ı seven, Allah'ın rızasını arayan bir mümin, mümin kardeşinin hatasını affeder.
Bunun yanı sıra kin ve öfkelerini dışa vurmayıp içlerinde saklamış olmaları da bu kimseleri yanıltmamalıdır. Çünkü Allah'ın insanlardan istediği, bu ahlakı gizli de olsa açık da olsa hiçbir şekilde yaşamamalarıdır. Bu insanlar, Allah'ın insanların kalplerinde gizlediklerini de bilmekte olduğunu unuturlar. Oysa Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah'ın kinlerini hiç (ortaya) çıkarmayacağını mı sandılar? (Muhammed Suresi, 29)
Bunun yanı sıra tüm diğer ahlak bozukluklarında olduğu gibi kin ve öfke de herkesten çok kişinin kendisine zarar veren duygulardır. Çoğu zaman karşı tarafın, kişinin içerisine düştüğü bu sıkıntıdan haberi bile olmaz. Ama aynı esnada bu insanlar başka hiçbir şey düşünemeyecek kadar bu konuya kapılıp gitmiş olurlar. Öfkeyi kalplerinden atmadıkları sürece dikkatlerini herhangi başka bir konu üzerinde toplayabilmeleri, akıllarını kullanabilmeleri, işlerini yapabilmeleri ya da insanlarla doğal bir diyaloga geçebilmeleri mümkün olmaz.
Ayrıca öfkenin insanlar üzerinde fiziksel anlamda oluşturduğu tahribat küçümsenemeyecek boyutlardadır; iç huzursuzlukları, baş ağrısı, mide ağrısı, uykusuzluk gibi hastalıkların temelinde genellikle bu tür ahlak bozuklukları olur.
Gösterilen bu ahlak kişilerin o anda Allah'ı, kaderi, imtihan olduklarını ve ahirette hesap vereceklerini unutmuş olmalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa saatlerce, günlerce ya da haftalarca bir olayı ya da bir insanın bir tavrını düşünerek, buna karşı kalplerinde öfke barındırabilmeleri mümkün olmaz. Allah'tan gerçek anlamda korkan bir kimse, nefsinin kendisini böyle bir konuda kışkırttığını fark ettiğinde, Allah'ın bildirdiği gibi davranır:
(Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 201)
Kin ve öfke, insanın samimi bir dostluğu, sevgiyi ve karşılıklı anlayışı yaşamasını engeller. Böyle insanlar hep yalnız, dostsuz olurlar. Yalnız ve dostu olmayan bir insanın ise, mutlu olması, nimetlerden zevk alması imkansızdır. İnsan, dostluklardan, sevgiden, muhabbetten, sevincini birileriyle paylaşmaktan, güveneceği insanlarla birlikte olmaktan zevk alacak şekilde yaratılmıştır. Yalnızlık, dostsuzluk insanın fıtratına aykırı olduğu için, insanı bunaltır, sıkıntıya düşürür. Her ne kadar bazı insanlar yalnızlıktan zevk aldıklarını, kimseyi sevmediklerini, sadece kendilerini sevdiklerini ve bu şekilde rahat ettiklerini söyleseler de, bunda samimi değildirler. Onlar sadece insanlara olan kinlerinden dolayı veya gerçekten dost edinebilecekleri birilerini bulamadıkları için kesinlikle mutlu değildirler. Sadece insanlara mutlu görünmek için bunları söylerler. Dost edinemeyen insanların, çaresizlikten kedilerini, köpeklerini, kuşlarını dost edinmelerinin, onlara son derece düşkün hale gelmelerinin, hatta bir insanla konuşur gibi onlarla konuşmaya başlamalarının altında yatan nedenlerden biri budur. Bu nedenle kin ve öfke, insanın fıtratına aykırıdır ve insanı yalnızlığa, mutsuzluğa ve çaresizliğe sürükler.
Unutulmamalıdır ki Kuran'da, "Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar." (Hicr Suresi, 46-47) ayetleriyle belirtildiği gibi cennet ahlakında kin ve öfkenin yeri yoktur. Dolayısıyla cenneti hedefleyen bir müminin de dünyada bu ahlak bozukluğundan arınması gerekmektedir.
Bazı insanları yapmacık tavırlara sürükleyen şey, kalplerinde gizli tuttukları birtakım düşünceler barındırmalarıdır. İçleri ile dışları bir olmadığı için, içlerinden geldiği gibi doğal ve samimi davranamazlar. Her zaman bir şeyleri kamufle etme, bir şeylerin taklidini yapma ve insanları bir şeylere ikna etme çabası içindedirler. Bu nedenle de yüzleri hiçbir zaman kendi gerçek yüzleri, sesleri kendi doğal sesleri olmaz ve konuşmaları kendi samimi düşüncelerini yansıtmaz. Yapmacık tavırları nedeniyle bu insanlarla birebir bağlantı kurmak mümkün değildir. Gerçek kişiliklerini örterler; insanlar hakkındaki gerçek düşüncelerini, olaylar hakkındaki gerçek yorumlarını, zaaflarını, istek ve taleplerini hep saklamaya çalışırlar. Kendilerine içerisinde bulundukları durum anlatıldığında ya da yapmacık tavırları tarif edilip samimiyete davet edildiklerinde bile yine aynı suni tepkilerle karşılık verirler. Dolayısıyla bu insanların gerçek karakterlerini anlayabilmek, gerçek düşüncelerini öğrenebilmek hiçbir zaman için mümkün olmaz. Bundan dolayı, bu insanların yanında hiçbir zaman rahat edilemez. Çünkü gerçek yüzünü perdeleyen bir kimsenin, her zaman umulmadık davranışlarda bulunma, ahlaksızlık yapma ihtimali vardır.
Oysa müminin en önemli özelliklerinden biri selam sıfatına sahip olması, yani güvenilir bir insan olmasıdır. Ona bu güvenilirliği kazandıran Allah'tan korkup sakınması, her ne hatası ya da eksiği olursa olsun, bunları gizlemek yerine, düzeltmek için samimi bir çaba sarf etmesidir. Aksi bir tavır, en başta Allah'a karşı samimiyetsizliği, ardından da insanlara karşı ikiyüzlülüğü getirir.
İkiyüzlülük ise insana azap verir. Çünkü samimiyet ne kadar kolay ve ne kadar konforlu ise, ikiyüzlülük de o kadar zor ve sıkıntılıdır. Samimiyetsizlik, insanın hayatı boyunca bir an dahi ara vermeden "poz yapması"nı gerektirir. Poz için, gereksiz yere kesintisiz bir dikkat verilmesi, kafada sürekli plan ve hesap yapılması çok zordur. Aynı şekilde içten gelen gerçek isteklerin sürekli olarak frenlenmesi, gerçek karakterin ve doğal hayatın hiçbir zaman yaşanamaması da insanları ciddi şekilde bir azaba sürükler. İnsanların böyle bir azap içinde yaşayacaklarına, kalplerindeki olumsuzlukları olumlu bir anlayışa çevirmeleri, güzel ahlak ve güzel düşünce edinmeleri ve bunun sonucunda samimi, doğal ve rahat davranmaktan çekinmemeleri çok daha kolaydır.
Dini ve güzel ahlakı gerçek anlamda yaşamak ve Allah'a karşı gerçekten samimi olmak yerine, bunun taklidini yapma yolunu seçmek insana hem dünyasını hem de ahiretini kaybettirir. Bu nedenle insan kalbinde Kuran'a uygun olmayan hiçbir şey bırakmamalı ve Allah'a ve müminlere karşı olabilecek en içten, en candan, en samimi tavrı göstermelidir.
Kıskançlık, insanların dünyaya olan bağlılıklarından kaynaklanan önemli bir tavır bozukluğudur. Allah Kuran'da "... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır..." (Nisa Suresi, 128) ayetiyle insanların nefsinde böyle bir duygu olduğunu bildirmiştir. "Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur." (Şems Suresi, 9) ayetiyle de insanın kurtuluşu için nefsini bu kötülüklerden arındırması gerektiğini bildirmektedir. Aksinde ise Kuran'da, "Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır." (Şems Suresi, 10) ayetiyle açıklandığı gibi nefsindeki bu kötülükler insanı yıkıma sürükler. Kıskançlığın insanlar üzerinde meydana getirdiği tahribat ve verdiği azap, ayette bahsedilen yıkımın dünyada ne şekilde gerçekleşebileceğini açıkça ortaya koymaktadır.
Cahiliye toplumunda insanların kıskançlığa olan bakış açıları Kuran'da bildirilenlerden çok farklıdır. Bu kimseler kıskançlığın her insanda az çok olması gereken insani bir özellik olduğunu düşünürler. Hatta hiç kıskanç olmadığını söyleyen kimseleri garip karşılarlar. Kendileri ise yaşamları boyunca iç içe yaşadıkları insanların hemen hemen herşeyini kıskanırlar; zekalarını, güzelliklerini, yeteneklerini, mallarını, çocuklarını, evlerini, işlerini vb...
Kıskanç insanlar başkalarının iyiliğinden, güzelliğinden ya da başarısından zevk almak, mutlu olmak yerine bunlardan sıkıntı duyarlar. Kıskandıkları insanların nimete kavuşmaları onları mahzunlaştırır ve içten içe üzer. İçlerindeki bu hırs onları karşılarındaki insanlara zarar verme isteğine kadar götürebilir. Bu nedenledir ki Allah Kuran'da müminlerin, "hasetçinin şerrinden Allah'a sığınmalarını" bildirmektedir:
De ki: Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfüren-kadınların şerrinden ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden. (Felak Suresi, 1-5)
Müminler ise cahiliye insanlarının övündükleri bu özelliğin aslında çirkin bir tavır olduğunu bilirler. Kıskançlığın tersine birbirlerinin güzel özellikleri ile iftihar eder, birbirlerinin iyiliği, güzelliği için Allah'a dua ederler. Zaten Kuran'ı bilen ve Kuran ahlakını yaşayan bir insan için bunun aksi de düşünülemez. Ancak buna rağmen, iman ettiklerini söyledikleri halde, bu ahlakı gereği gibi hayatlarına geçirememiş kimseler de vardır. Bu kimseler cahiliye toplumlarında olduğu gibi kıskançlığı makul görmez ve açık açık bu ahlakı savunmazlar. Ancak kimi zaman nefislerinin bu yöndeki telkinlerine kapılabilirler. Kimi zaman da kendilerince meşru gördükleri bazı durumlarda bu hisleri yaşamalarının Kuran'a muhalif olmayacağını düşünerek kendilerini kandırırlar. Örneğin meşru ve Kuran'a uygun bir istek olarak, müminler arasında sevgi, dostluk, güvenilirlik gibi konularda en önde olmak isterler. Elbette mümin, Allah'ın ve müminlerin sevgisini, dostluğunu ve güvenini en fazlasıyla kazanmak ister. Ama kendisi gibi diğer müminlerin de bu nimetleri en fazlasıyla kazanmalarını ister. Eğer bir başkası kendisinden daha güzel bir ahlak gösterebiliyorsa, bu durumda onunla iftihar etmeli ve ona ancak gıpta gözüyle bakmalıdır. Kıskançlığın mümin ahlakında yeri yoktur. Ancak sözü geçen insanlar gıpta etme duygularını kıskançlıkla karıştırabilmektedirler.
Aslında bu insanların her biri din ahlakını yakından tanımaları dolayısıyla iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı çok açık bir şekilde ayırt edebilecek bir anlayışa sahiptirler. Kuran ayetleri ve vicdanları neyin kıskançlıktan neyin ise meşru isteklerden kaynaklandığını kendilerine göstermektedir. Buna rağmen kendi kendilerini kandırırlar. Kendilerini kandırırken kullandıkları yöntemler ise tümüyle Allah'a karşı samimiyetsizliğe dayalıdır. Bu samimiyetsizlikleri nedeniyle de mümin ahlakının huzurunu yaşamak varken, gizliden gizliye bu cahiliye ahlakının sıkıntısını yaşamak zorunda kalırlar. Kalplerinde kıskançlık hislerini yaşatan insanlar sürekli mutsuz bir dünyada yaşarlar. Kendilerinden daha iyi, daha güzel, daha yetenekli insanların varlığı, bir başkasının övülmesi veya başkasına gösterilen sevgi, her an üzüntü ve sıkıntı çekmelerine neden olur. Yüce Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerle yetinmesini, bunlara şükredip bunlarla mutlu olmasını bilmedikleri için azap çekerler.
İçten içe yaşanan bu gizli azaptan kurtulmanın tek yolu ise nefsi tüm kötülüklerden arındırmak ve herşeyi Kuran ayetleri ile değerlendirmektir. Böyle bir insan tüm güzelliklerin, malın, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu, Rabbimiz'in tüm bunları dünyada insanlara farklı şekillerde vererek onların ahlaklarını denediğini bilecektir. Artık bu gerçeğe göre hareket etmesi nedeniyle her güzellik kendisi için de zevk alınacak birer nimete dönüşecektir.
Yalan söylemek cahiliye toplumlarında son derece yaygın bir kötü ahlak özelliğidir. İnsanların büyük çoğunluğu, karşı tarafın anlamayacağı şekilde kendilerince zekice tasarlandıktan sonra, yalan söylemenin herhangi bir mahsuru olmayacağına inanır. Çünkü bu kimseler kendilerini sadece insanlara karşı sorumlu görmektedirler. İnsanları kandırıp ikna edebildikten sonra da geriye herhangi bir sorun kalmayacağını düşünürler. Oysaki insanın tüm sorumluluğu Allah'a karşıdır ve Allah Kuran'da, "... yalan söz söylemekten de kaçının." (Hac Suresi, 30) ayetiyle insanlara yalan söylemekten kaçınmalarını emretmektedir. Dolayısıyla ne kadar zekice de olsa ya da insanları inandırmaya yetse de, Allah gerçeği bilmekte, o insanın yalan söylediğini görmektedir.
İman edenler, yalanın Allah'ın insanlara haram kıldığı bir davranış şekli olduğunu bilir ve çok küçük bir konu da bile olsa yalan söylemekten şiddetle sakınırlar. Ancak nefislerinin etkisiyle hareket eden kimi insanlar, cahiliyede kalmış olması gereken bu ahlaklarını halen sürdürebilmektedirler. Elbette ki bu kimselere sorulacak olduğunda Allah'ın haram kıldığı böyle bir fiili açık açık ve bile bile kesinlikle yapmayacaklarını söylerler. Ama nefisleri zorda kaldığında, hemen yalana başvurabilirler.
Haram olduğunu bile bile yalan söyleyen bir insan, ilk bakışta yalanıyla kendini korumuş, bazı şeyler kazanmış gibi görünebilir. Ancak gerçek böyle değildir. Yalan söylemek, insanın vicdanını sıkar, onu huzursuz yapar. Böyle bir insan her zaman yalanlarının ortaya çıkmasından ve bu nedenle insanların gözünde küçük düşmekten korkar, hep bunun gerilimini yaşar. İçten içe, Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yaptığını bildiği için rahat edemez. Üstelik bir kez yalan söylemeye başlayan bir insan, yalanının açığa çıkmaması için, kendisini arka arkaya yeni yalanlar söylemek zorunda hisseder. Her seferinde biraz daha yalan batağına çekilir ve içten içe bundan kurtulamamanın stresini yaşar. Ayrıca yalancı insanlar çevrelerinde hemen hissedilirler, bu nedenle onlara güvenilmez ve saygı duyulmaz. Bu ise, yalancının daha da küçük düşmesine neden olur. Kendini yüceltmek ve kendisine çıkar sağlamak için yalan söyleyen bu tarz insanlar tam aksi ile karşılık bulurlar.
Allah, böyle kimselerin şeytanın etkisiyle hareket ettiklerini Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar, 'gerçeği ters yüz eden,' günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler. (Şuara Suresi, 221-223)
Çözüm, tüm samimiyetsiz tavırlarda olduğu gibi kesin bir tevbeyle Allah'a sığınıp, Kuran ahlakını eksiksiz olarak yaşamaktır. Bu durumda bu kimselerin hem dünya hayatındaki sıkıntılı hayatları sona erecek hem de ahiretteki sonsuz azaptan kurtulmayı umabileceklerdir.
Duygusallık, insanlara sıkıntılı bir hayat yaşatan ve aynı zamanda Allah'ın Kuran'la bildirdiği anlayışla uyuşmayan, ancak insanların büyük bir çoğunluğunun fark edemediği önemli bir tehlikedir. Hatta, duygusal olmak çoğunlukla insanlar arasında takdir ve beğeni toplar, teşvik görür. Duygusallık sevginin bir tezahürü zannedilir, oysa Kuran ahlakından uzak insanların içlerinde yaşattıkları bir azaptır. Gerçek sevgi samimidir ve içtenlikle, açık açık, çekinmeden, kibir olmadan gösterilen samimi bir duygudur. Duygusallık ise sevginin gizlenmesinden veya Allah'a duyulması gereken sevginin insanların şahsına yöneltilmesinden kaynak bulur. Bu şekilde davranan insanlar sevgilerini yönelttikleri kişileri sahiplenir, hatta onlara karşı put edinmeye kadar varan hisler beslerler. Bu sebeple de sürekli ızdırap içinde yaşarlar.
Duygusallık dine muhalif olan bir duygudur. Kuran ahlakı insanlara, olayları gerçekçi bir bakış açısıyla görebilme ve akılcı bir yaklaşımla yorumlayabilme yeteneği kazandırır. Duygusallık ise insanları gerçeklerden uzaklaştıran, mantıksız düşüncelere iten ve yanlış kararlar almaya yönelten bir duygudur. İmanı ve Kuran ahlakını kavrayan insanlar için, duygusallığın zevk alınacak hiçbir yanı yoktur. Onlar bunun insanları hüzün, hüsran ve yıkıma sürükleyen bir düşünce şekli olduğunun bilincindedirler. Bu nedenle ne açık ne de gizli olarak kalplerinde böyle bir zayıflığa izin vermezler.
İman ettikleri halde duygusallığın Kuran'a muhalif olan bu yönlerinin farkında olmayan ya da bunları önemsemeyen insanlar ise, böyle bir konuda zayıflık gösterebilirler. Kimi zaman sadece kendi kendilerine gizli gizli yaşadıkları bu duygu, kimi zamanlarda tavırlarına da açıkça hakim olur. Bu duygunun en belirgin dışa vurumlarından biri, bu kimselerin bir türlü önüne geçemedikleri ağlama eğilimidir. Ağlama, kişinin bir şeye karşı koyamadığı şekilde üzülmesinden olur ki, bu da o kişinin Allah'ın yarattığı kadere gönül huzuru ve hoşnutlukla tevekkül edememesinden kaynaklanır.
Duygusallığın etkisiyle bu kimselerin üzerinde sürekli bir hüzün hali vardır. Yaşadıkları her olayda üzülüp hüzünlenecek bir yön mutlaka bulurlar. Bundan dolayı hayatlarını sürekli ağlama eğilimi içerisinde geçirirler. Ancak ağlama denince akla sadece kişinin gözyaşı dökerek ağlaması gelmemelidir. Kimi zaman gerçekten bu şekilde ağladıkları da olur. Ama kimi zaman da fiziksel anlamda gözyaşı dökmedikleri halde ağlama devam eder; bu bedenin ağlamasıdır. Bu ruh halinde kişinin kimi zaman gözleri hafif nemlenirken kimi zaman da hiç ıslanmaz. Ama yüzünde hüznün neden olduğu belirgin bir sararma ve solma baş gösterir. Sesinde, takat ve canlılık yoktur. Bakışları donuk ve kederlidir. Üzerinde bir ağırlık ve bitkinlik, konuşmalarında ise yoğun bir ümitsizlik havası hakimdir. Vücutları, yoğun stres nedeniyle fonksiyonlarını gereği gibi yerine getiremez. Bu nedenle bu kimseler ruhi çöküntülerinin yanı sıra bedensel olarak da ciddi rahatsızlıklar yaşarlar. Bu ruh haline kapıldıkları anlarda önlerine dünyanın en güzel nimetleri dahi sunulsa, bunların hiçbirinden gerçek anlamda zevk alamazlar. Hiçbiri onları bu sıkıntıdan kurtarmada etkili olmaz. İmanın ve tevekkülün huzurunu ve konforunu yaşamak varken kendi elleriyle kendilerine sıkıntı dolu bir dünya oluştururlar.
Oysa Allah Kuran'da inkar edenler için, '... kazandıklarından dolayı az gülsünler, çok ağlasınlar' (Tevbe Suresi, 82) diye buyurmaktadır. Yani ağlamak, hüzünlenmek, üzüntü duymak inkar edenlere ait bir özelliktir. Aynı şekilde, Kuran ayetlerinde hep inkarcıların, cehennem ehlinin mutsuzluklarından, bedbahtlıklarından, sıkıntı dolu yaşamlarından bahsedilmektedir. Müminler ise Kuran'da hep neşeli olmaya teşvik edilmekte, pek çok ayette dünyada ve ahirette sevinç duyacakları konularla müjdelenmektedirler. Bu durumda iman ettiğini söyleyen bir kişi eğer sürekli elem dolu ya da ağlamaya eğilimli bir ruh hali içerisindeyse, bu onun tevekkül konusu başta olmak üzere pek çok konuyu yüzeysel değerlendirdiğini ve dinin ruhunu tam olarak yaşamadığını gösterir.
Bu nedenle dindar olduğunu söyleyen bir insan, her ne sebeple olursa olsun üzülmeyi, sıkılmayı normal karşılamamalı, bir mümin olarak böyle bir tavır göstermekten Allah'a sığınmalıdır. Allah ile dost olmanın, O'na güvenip dayanmanın huzurunu yaşamak varken böyle azap dolu bir hayat yaşamayı makul karşılamamalıdır. Allah'ın Kuran'da, "Dediler ki: "Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi, biz sapan bir topluluk imişiz. Rabbimiz, bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkara) dönersek, artık gerçekten zalim kimseler oluruz." (Müminun Suresi, 106-107) ayetleriyle dikkat çektiği gibi, dünya hayatında mutsuzluklarına yenilerek ahiret hayatlarını pişmanlık içerisinde geçiren kimselerin durumundan ibret almalı ve gerçek sarsılmaz imanı kazanmaya niyet etmelidir.
Adnan Oktar: Duygusallık ayrı bir din, ayrı bir inanç gibidir. Çünkü kişi Allah’tan kopmuş, Allah’a tevekkülü bırakmış, şeytanıyla cebelleşen biri haline gelir adam. Bir ağlar, bir üzülür, bir hüzünlenir, bir türlü beladan başı çıkmaz. Hâlbuki öbür türlü gönlünü Allah’a vermiş. Mesela kötü gibi bir olay oluyor diyor ki: “Bunda hayır vardır.” Kendini mi aldatıyor? Doğru söylüyor. Hakikaten var.
Duygusallık, romantiklik imanın çelik zırhına çarptığında direk aşağıya düşer. Akılcılığın berraklığı, güzelliği, sarihliği ortaya çıkar, kristal gibi. (Adnan Oktar’ın 1 kasım 2014 tarihli A9 TV röportajından)
İnsanların gizliden gizliye azap çekmelerine neden olan tavır bozukluklarından biri de alınganlıktır. Alıngan kişiler, ortada hiçbir sebep olmamasına rağmen, kapıldıkları duygusal ruh halinin etkisiyle, şahit oldukları her olaydan, duydukları her sözden alınıp küsebilirler. Oysa söylenen sözlerin onlarla hiçbir ilgisi bulunmaz. Veya bu kişiler kendilerine söylenen sözleri, alınganlıkları nedeniyle bambaşka açılardan algılarlar. Kendilerine anlatılmak istenen hikmeti görmek yerine, hiç ilgisi olmayan çıkarımlar yaparak kendilerine, alınabilecek malzemeler bulurlar ve sonra da küserler.
Alıngan kişiler, neden dolayı küstüklerini, onları neyin rahatsız ettiğini de açıkça söylemedikleri için, çevrelerindeki insanlar onların neden böyle bir tavır içinde olduklarını anlayamazlar. Onları çözmek için türlü yollar denerler, ancak çoğu zaman bu kişilerin neden alındıklarını tespit etmek mümkün olmaz.
Alınganlığın temelinde yatan nedenlerden biri, bu insanların çevrelerindeki insanları dost olarak görmemeleri, onların söz ve tavırlarını hep aleyhlerinde algılamaları ve güven duymamalarıdır. Bir başka neden ise, bu insanların kendi içlerindeki huzursuzluk ve samimiyetsizlikleridir. Çünkü bu insanlar kendi vicdansızlıklarına şahit oldukları için, başkalarının da bunun farkında olabileceğini ve her an bunları yüzüne vurabileceklerini düşünürler. Bu nedenle her sözü kendi aleyhlerinde zannederler. Allah, ikiyüzlü insanların bu özelliğini bir ayette şöyle bildirmektedir:
Sen onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar. (Münafikun Suresi, 4)
Bazı insanlar da aslında gerçekten alıngan bir tavır içerisinde olmadıkları halde kasıtlı olarak alınmış gibi görünerek, haksız oldukları konularda üste çıkmaya çalışırlar. Küserek, kendilerince karşı tarafı söylediklerine pişman etmek ve geri adım atmalarını sağlamak isterler. Oysa bu tip yöntem ve tavırlar iman edenlerin tenezzül etmeyecekleri tavırlardır. Kuran ahlakında karşı taraf cahilce, yanlış ya da düşüncesizce bir tavır gösterse dahi böyle bir alınganlık ya da küskünlüğün makuliyeti yoktur. Çünkü mümin karşılaştığı her olayı, her tavrı, her sözü Allah'ın yarattığını bilir. Buna rağmen böyle hoşnutsuz bir ahlak göstermek, Allah'a karşı yapılan bir hata olur. Bunun yanında müminler Allah'ın rızasının, hoşgörülü, affedici ve bağışlayıcı bir ahlak gerektirdiğini de bilmektedirler. Allah Kuran'da bu ahlakın önemini şöyle belirtmektedir:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)
Alıngan insanlar kimseyle dost olamaz, kimseyi sevemez ve sevilemezler. Sürekli üzüntü ve sıkıntı içinde yaşarlar. Herkese darılıp küsmeleri nedeniyle hep tek başlarına yaşar, yalnız kalırlar. Her Müslümanın, alınganlığın ve yakınlarına küsmenin, Kuran ahlakına uymayan bir tavır olduğunu kabul etmesi çok önemlidir. Müslüman kişi, haklı dahi olsa, karşısındakilerle rahatsızlık duyduğu konuyu açık açık konuşur, eğer hata kendisinde ise bunu düzeltir. Eğer hatalı davranan taraf bir başkası ise, ona küsmez, aksine onu, Kuran ayetlerini hatırlatarak uyarır.
Bazı insanların imanı kavradıkları halde hayatlarının kimi anlarını sıkıntı içerisinde geçirmelerinin en önemli nedenlerinden biri, dünya hayatı için büyük bir hırs taşımaları ve bu hırslarını giderecek konuları düşünmekten kaçınmalarıdır.
Kuran'a baktığımızda insanların dünya hayatına ilişkin olarak hırsa kapıldıkları konuların hep aynı olduğunu görürüz. Mal biriktirme tutkusu, cana olan düşkünlük insanların gözünde değer kazanabilme isteği ve itibar kaygısı bu konuların başlıcalarındandır. Allah insanların hırsa kapıldığı bu konuları bir ayette, "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır." (Al-i İmran Suresi, 14) sözleriyle bildirmiştir. Tüm bunlar elbette ki dünya hayatının nimetleridir. Allah insanları bu nimetlerden zevk alacak şekilde yaratmıştır. Doğru olan tüm bu nimetleri, her birinin Allah'tan geldiğini bilerek, O'na şükrederek kullanmaktır. Yanlış olan ise bu nimetlere sahip olabilmeyi ahiret hayatını kazanmaktan daha önemli görmek ve bunun için hırsa kapılmaktır.
Kuran ayetlerinde önemle üzerinde durulan ve insanların büyük bir çoğunluğunun düşünmeye yanaşmadıkları dünya hırsını gideren konulardan başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
İnsanların bir kısmı dünya hayatının geçiciliğini düşünmekten kaçınır. Ama aslında bu durum, onların bu gerçeği kavrayamamış olmalarından kaynaklanmaz. Çünkü hemen her gün bu gerçeği ortaya koyan pek çok olayla karşılaşırlar. Kimi zaman bir yakınlarının iflas ettiğine, kimi zaman bir kaza geçirdiğine, kimi zaman da yaşamını yitirdiğine şahit olurlar. Hepsinden önemlisi, başta kendileri olmak üzere tüm tanıdıklarının her geçen gün ölüme daha da yaklaştıklarını bizzat yaşayarak görürler. Yaşlılıkla birlikte kaybolan güzellikleri zamanla ortaya çıkan hastalıklar, acizlikler ve zayıflıklar insanların dünya hayatının geçiciliğini anlayabilmeleri için fazlasıyla yeterlidir.
Buna rağmen bazı kimseler bu konuyu düşünmekten kaçınırlar. Bunun nedeni, düşünürlerse dünyaya bağlanamayacaklarını bilmeleridir. Eğer insanlar hayatın çok kısa olduğunu, her an hiç beklemedikleri herhangi bir sebeple ölebileceklerini, güzellik, zenginlik, itibar gibi değerlerini her an yitirebileceklerini düşünecek olurlarsa, bunlara sadece hak ettikleri kadar değer vereceklerdir. Bunun sonucunda ise hırs yapmalarının mantıksızlığını anlayacak ve dolayısıyla tümüyle Allah'ın rızasını ve ahiret hayatını kazanmaya yönelmeleri gerekecektir.
Cahiliye toplumunda yaygın olan bu düşünmekten kaçma özelliği, kimi zaman iman ettiklerini söyleyen insanlarda da görülebilir. Bu kimselerin dünya hayatına olan bakış açıları elbette ki cahiliye insanlarına göre büyük farklılıklar gösterir. Ama onların içine düştükleri hata, dünya hayatının gerçek konumunu çok iyi bildikleri halde, bunu yaşamlarına gereği gibi hakim etmemeleridir. Dünyaya ilişkin hiçbir konuda hırs yapmamak gerektiğini, en fazla 60-70 yıl içinde yaşamlarının sona ereceğini, insanın asıl olarak ahiretteki sonsuz hayatı için çaba harcaması gerektiğini çok iyi bilir ve bunu her fırsatta başkalarına da anlatırlar. Ancak bildiklerini kendi hayatlarında uygulamazlar.
Bu insanların durumunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Son model bir arabaya sahip olan bir kimse, her fırsatta bu arabanın dünya hayatının geçici güzelliklerinden biri olduğunu, bu nedenle bu konuda hırsa kapılmanın mantıksızlığını anlatıyor olabilir. Ancak çok acil bir durumda arabasının başkası tarafından kullanılması gerekse, bir anda bu anlattıklarını unutabilir ve ciddi şekilde bir mal hırsına kapılabilir. Bu kimse o ana kadar hep tam tersini anlattığı, bu tarz tavırlar gösterenleri alabildiğince kınadığı halde, verdiği örnekler gerçek hayatta karşısına çıkınca tavrı tamamen değişir.
Bu kişilerin vicdanen çok iyi bildikleri bu konuları, kendi dünyevi menfaatleri ile çatıştığında göz ardı etmeleri, kendilerinde ciddi anlamda bir vicdani sıkıntı oluşturur. İşte bu da, söz konusu insanların doğru bildiklerini yaşamamalarının getirdiği manevi bir azaptır. Bundan dolayı sürekli sıkıntılı bir ruh hali içinde olurlar.
Dünya hırsı olan bir insan için yaşlanmak, hastalanmak, itibarını ve malını yitirmek gibi olaylar da büyük bir gerilim kaynağıdır. Oysa bir gün öleceğini, öldükten sonra da hiçbir eşyasını, parasını ve mülkünü yanına alamayacağını bilen bir insan, hiçbir şeyin hırsını yapmaz. Herşeyini, Allah'ın razı olacağı şekilde, cömertlikle kullanır; dünyadaki kısacık ömrünü nasıl yaşayacağını değil, ahiretteki sonsuz hayatının nasıl olacağını düşünür ve bunun için çalışır.
Evrende meydana gelen her olay ancak Allah'ın dilemesiyle, O'nun gücü ve O'nun iradesiyle gerçekleşmektedir. Allah'ın dışında hiçbir güç yoktur. Kuran'da bu gerçeği Allah şu sözlerle bildirir:
Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Ancak buna rağmen insanların büyük çoğunluğu Allah'a katıksız bir iman ile iman etmezler. Bir ayette Allah'ın, "Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki: "Gördünüz mü, haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler." (Zümer Suresi, 38) hükmüyle bildirdiği gibi, bazı insanlar Allah'ın gücünü kabul ederler, ama bir yandan da kendilerine Allah'tan başka ilahlar edinirler. Ancak insanların gözlerinde büyütüp hoşnutluklarını kazanmaya çalıştıkları bu ilahlar, kendilerine dahi fayda sağlamaktan aciz, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve kendileri yaratılmış varlıklardır. Allah Kuran'da insanların Allah'ın dışında edindikleri ilahların bu acizliklerini ayetlerde şöyle bildirmektedir:
O'nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen birtakım ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 3)
Allah'tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. (A'raf Suresi, 194)
Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, bu insanların çoğuna sorulacak olsa, hiçbir zaman için gözlerinde büyüttükleri bu varlıkları "ilah" olarak adlandırmaz, onları ilah olarak gördüklerini kabul etmezler. Ne var ki yaşamları içinde gösterdikleri tüm tavırlar, bu kimseleri ilahlaştırdıklarını ortaya koyar. Yalnızca Allah'tan medet ummaları, yalnızca O'ndan yardım dileyip, O'na şükretmeleri gerekirken, tüm bunları güç sahibi sandıkları insanlarda ararlar. Yine yalnızca Allah'tan korkup sadece O'nun rızasını aramaları gerekirken, insanlardan çekinip, onların hoşnutluğunu kazanmayı Allah'ın rızasından öncelikli görürler.
Kimileri de, Allah'ın "Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?" (Furkan Suresi, 43) ayetiyle belirttiği gibi, kendi kendilerini de ilahlaştırabilmektedir. Bu kimseler de Allah'ın gücü karşısındaki tüm acizliklerine rağmen, kendilerine ait müstakil bir güçleri olduğuna inanırlar. Bir nimete kavuştuklarında bunu kendi çabalarıyla elde ettiklerini, bir başarısızlığa ya da kayba uğradıklarında da bunun kendi hataları nedeniyle oluştuğunu sanırlar.
Elbette ki tüm bunlar bu insanların Allah'ın gücünü gereği gibi takdir edememiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Oysaki Allah'tan başka İlah yoktur. Evrende meydana gelen her olay gibi bunlar da yine Allah'ın dilemesiyle, O'nun buyurmasıyla gerçekleşmektedir. İnsanların dualarına, isteklerine karşılık verebilecek, onları içine düştükleri sıkıntılardan kurtarabilecek, kalplerine huzur ve güven duygusunu yerleştirebilecek, güzel bir hayat yaşamalarını sağlayabilecek başka bir kuvvet yoktur. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi "… Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır…" (Yunus Suresi, 65)
Bazı insanların bu konuda sık sık gaflete düşmeleri, imanın huzurunu gereği gibi yaşayamamalarına ve pek çok konuda sıkıntı çekmelerine neden olur. Sevgiyi, saygıyı, beğeniyi, dostluğu, fedakarlığı, ince düşünebilmeyi, sabrı, affediciliği ve daha pek çok güzelliği insanlardan beklerler. Aynı şekilde, tüm bunları kendi alacakları tedbirlerle, kendi çaba ve iradeleriyle kazanacaklarını sanırlar. Oysa bir insanı bir diğerine beğendirecek, sevdirecek, saydıracak olan Allah'tır. Her ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın hiç kimse insanların kalbine etki edemez. Kuran ahlakı gösterildiğinde, bunun sonucunda bir nimet olarak, Allah o kişinin kalbinde sevgi oluşturur. Aynı şekilde hiçbir insan kendi kalbinde bir başkasına karşı sevgi oluşturamaz. Bu hissi ona veren de Allah'tır. Bunlar gibi insanlara ulaşan maddi manevi her ne varsa, her birini yaratan Allah'tır. Allah, Kuran'da bu gerçeği insanlara şu sözlerle bildirmektedir:
... De ki: "Şüphesiz 'lütuf ve ihsan (fazl)' Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah (rahmeti) geniş olandır, bilendir." O, kime dilerse rahmetini tahsis eder, Allah büyük 'lütuf ve ihsan (fazl)' sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 73-74)
Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (Al-i İmran Suresi, 160)
Bazı kimselerin, insanların rızasını Allah'ın rızasının üzerinde tutmaları, yaşamlarını Kuran'a göre değil de, insanların kural ve anlayışlarına göre düzenlemeleri, onlara büyük sıkıntılar yaşatır. Çünkü insan aynı anda birçok kişiyi birden memnun edemez. Bir kişinin rızasına uygun davrandığında, diğer bir kişiyi kızdıracaktır. Bu bir kısır döngü halindedir ve böyle bir insan hayatı boyunca sıkıntılar yaşar. Allah böyle insanlar için Kuran'da şöyle buyurmuştur:
Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)
Sadece Allah'ın rızasını arayan bir insan için herşey çok kolaydır. Hayatı boyunca uyacağı doğrular ve yanlışlar Kuran'da kendisine bildirilmiştir. Bunun dışında insanların ne düşündüklerinin ve ona karşı nasıl bir tavır içerisinde bulunduklarının hiçbir önemi yoktur. Samimi bir Müslüman, Allah'ın rızasına uyduğu sürece, dünyada ve ahirette kurtuluş bulacağını umarak yaşar. Dolayısıyla çevresindeki insanlara göre sürekli kendisini şekillendirmek zorunda olan ve insanların rızasını arayan kişilerden çok daha huzurlu, kolay ve güzel bir hayata sahip olur.
Allah, insanların rızasını arayan bu insanların durumunu bir ayette, "Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar." (Yusuf Suresi, 106) sözleriyle açıklamaktadır. Bu nedenle her insanın kendini bundan ayrı tutmadan, şirk konusunun üzerinde dikkatle düşünmesi, inancını ve hayatını bu gerçeğe göre düzenlemesi gerekir. Çünkü Allah'ın bildirdiği gibi, "Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur." (Nisa Suresi, 48)
Her insan Kuran'da, "Bunlar, Rabbinin sana hikmet olarak vahyettiği şeylerdir. Rabbin ile beraber başka ilahlar kılma, yoksa yerilmiş, kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın." (İsra Suresi, 39) ayetiyle Allah'ın bildirdiği bu önemli gerçeği düşünmeli ve öğüt almalıdır.
Bu bölümde, kimi insanların yaşadıkları gizli azapların bazı nedenlerine yer verildi. Gerçek imanda hiçbir zaman azap, sıkıntı, elem, ümitsizlik hisleri oluşmaz. Bu tür hislere kapılan kişinin ilk yapması gereken, imanını gözden geçirmek, Kuran ayetlerini düşünerek, gerçekleri hatırlamaktır. Aksi takdirde, bir insan ne kadar Allah'a iman ettiğini söylerse söylesin, eğer imanı gereği gibi yaşamıyor, hayatını ve bakış açısını Kuran ayetlerine göre belirlemiyorsa, mutlaka sıkıntılar yaşar. Allah'ın bir ayette bildirdiği gibi, dini yaşamayanların kalbi hep sıkıntılıdır:
Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (Enam Suresi, 125)
Adnan Oktar: Ölümü uzak gören insanların üzerinde garip bir lakaytlık oluyor. Bu kişiler sadece kendi işi, ailesi, yemesi içmesi gibi konularla meşgul oluyorlar. Hakkı savunmada ve anlatmada ise son derece çekingen ve korkak bir tavır sergiliyorlar. Halbuki ölüm, her insana çok yakındır. Allah için samimi bir gayret içinde olunması lazım. (Adnan Oktar’ın 12 Ağustos 2013 tarihli A9 TV röportajından)