Avustralya'da okaliptüs ağacının 600'den fazla türü vardır ve her ağacın yapraklarının barındırdığı kimyasal maddeler birbirinden farklıdır. Koalalar, üstün bir seçicilik örneği göstererek bu 600 ağaçtan sadece 35'ini tercih ederler ve yaşamlarını bu ağaçların yapraklarını yiyerek sürdürürler.
Bir okaliptüs ağacında iki farklı tipte yaprak mevcuttur ve koala vücut sıcaklığına göre bu iki tür yapraktan birini yer. Vücut sıcaklığı düşükse, yani üşüyorsa "phellandren" yağı içeren yaprağı yiyerek vücut ısısını yükseltir. Vücut sıcaklığı yüksekse, o zaman da "cineol" içeren yaprakları çiğneyerek vücudunu serinletir. Bunun dışında koala, okaliptüs yapraklarında bulunan başka yağları kullanarak kan basıncını düşürebilir ve kaslarının dinlenmesini sağlayabilir.
Acaba koala vücut ısısını düzenlerken hangi tür yapraklardan yemesi gerektiğini nereden bilmektedir? Dahası, ihtiyaç duyduğu yaprağın, 600 okaliptüs ağacı türünden hangisinde olduğunu nasıl tespit etmektedir?
Elbette, koalanın böyle bir seçimi kendi aklı ve iradesi ile yapabilmesi mümkün değildir. Ona bu seçimi yapmayı öğreten; herşeye gücü yeten, bütün canlıları yönlendirerek, onlara yapmaları gerekenleri ilham eden Allah'tır.
İnsan vücudunun her organı ve her parçası çok orantılı bir şekle sahiptir. Bu organlara şekil veren, onları adeta bir heykeltraş gibi ustaca çalışarak biçimlendirenler ise, gözle görülmeyecek kadar küçük hücrelerdir.
Hücreler, inşa işlemine daha ana rahmindeyken başlar. İlk önce bir hücre yığını oluşur. Sonra bu hücre yığını kendi içinde grup grup ayrılmaya başlar. Daha sonra aynı organı oluşturacak olan hücreler biraraya gelerek yapışırlar. Bu yoğun faaliyetin ardından, bazı hücre grupları kemikleri, bazıları akciğeri, bazıları deriyi, bazıları kan damarlarını, bazıları kafatasını oluşturacaktır.
Bu arada hepsi en uygun yerde ve en uygun zamanda işine başlar. Örneğin kafatasını oluşturan hücrelerin bulunduğu yer tam olması gereken yerdir. Omuriliği oluşturanlar da kafatasına göre bulunmaları gereken en uygun yeri seçip öyle inşa işlemine başlar. Akciğeri yapacak olan hücreler ise daha içerilere doğru ilerler. Ve nerede durup işlerine başlamaları gerektiğini çok iyi bilirler. Hiçbir zaman beynin bulunması gereken yerde akciğerleri inşa etmezler. Veya göğüs kafesini ve akciğerleri birbirleriyle orantılı büyüklükte yaparlar. Hatta akciğerin göğüs kafesine sıkışmaması için genişleme payı dahi bırakırlar. Ya da kafatasının ebatlarını öyle iyi ayarlarlar ki, kafatası beyne hiçbir zaman baskı yapmaz.
Resimlerde sırasıyla damarların aşama aşama nasıl oluştuğu gösterilmektedir. |
Hücreler, zamanlama konusunda da çok titiz ve ileri görüşlü davranırlar. Örneğin kan damarları oluşmadan kanı yapmazlar. Kafatasını ve kafatasındaki göz çukurunu yapmadan gözleri inşa etmezler.
Üstelik organların şekillerini, milyonlarca yıldır milyarlarca insanda hiçbir değişiklik olmadan aynı şekilde yaparlar. Örneğin akciğerin şekli hep olması gerektiği gibidir. Beynin kıvrımlarını, şeklini, kafatasının içine sığacak büyüklükte olmasını, bombelerini en güzel ve titiz şekilde, sanki usta bir heykeltraşın elinden çıkmış gibi yaparlar. Hiçbir taşma, dışarıda kalan fazla bir parça veya pürüz bırakmadan her dokuyu olması gerektiği gibi inşa ederler.
Şuursuz, akılsız, bilinçsiz, eli, beyni, gözü olmayan hücrelerin kendi iradeleriyle ve tesadüfler sonucunda böyle kusursuz bir eser meydana getirmeleri kesinlikle imkansızdır. Darwinistler'in hiçbir açıklama getiremedikleri bu gerçek, samimi düşünen her insan için büyük bir yaratılış mucizesidir.
Ellerinizin, gözlerinizin, burnunuzun düzgün bir şekil almalarını sağlayan hücrelerinizdir. Siz daha anne karnındayken işe başlayan hücreleriniz, bir estetik uzmanından daha iyi çalışarak sizi şekillendirirler.
Hücreleriniz hiçbir fazlalık, hiçbir taşırma olmadan her organınızı sanki ellerinde bir kalıp varmış gibi kusursuz bir düzenle yaparlar. Örneğin parmaklarınızın kaç tane olacağını, uzunluklarını ve şekillerini tam gerektiği gibi hesaplarlar. Bu, çok şaşırtıcı ve heyecan verici bir gelişimdir.
Hücrelerin, organlarınızı üretirken elde ettikleri başarı vücudun her milimetrekaresi için geçerlidir. Örneğin sadece göze ait 40 farklı parça vardır. Gözün fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için tüm parçalarda orantılı bir büyümenin olması, aralarındaki bağlantının sağlam olması, hepsinin kendi yerinde bulunması gerekir. Aksi takdirde göz göremez.
Embriyo 4 haftalık olduğunda başının her iki tarafında birer oyuk oluşur. 6. haftada bu oyuğu oluşturan hücreler muhteşem bir plan içinde hareket etmeye başlarlar. Bazı hücreler korneayı, bazı hücreler göz bebeğini, bazı hücreler de merceği yaparlar. Her hücre inşa ettiği bölümün bitiş sınırına geldiğinde durur. Her biri ayrı bir parçayı oluşturur, sonra mükemmel bir şekilde birleşirler. Gözbebeği yerine başka bir tabaka oluşmaz, herşey yerli yerindedir. Bu işlemler aylar boyunca devam eder ve ortaya son derece estetik ve işlevsel gözler çıkar.
Embriyoyu oluşturan hücrelerin her birinin vücudun genel planından da haberi vardır. Adeta bir anlaşma yapmışçasına, birbirlerinden farklı özelliklere sahip yapılar meydana getirirler.
Peki hücreler nereye gideceklerini ve ne oluşturacaklarını nereden bilirler? Birlikte hareket ettikleri diğer hücrelerle nasıl bu kadar uyumlu olabilmektedirler?
Hücrelere şifrelenmiş olan bu muhteşem planı yaratan Allah'tır. Hücrelere neler yapmaları gerektiğini ilham ederek bu planın kusursuzca işlemesini sağlayan da Allah'tır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
De ki: "Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler?... (Fatır Suresi, 40)
Anne rahmindeki embriyonun gelişimi mucizelerle doludur. Bu gelişimi an an izleme imkanımız olsaydı, aynı anda hem inşaat mühendisliği hem de inşaat işçiliği yapan hücrelerin akıllı, bilinçli ve son derece organize davranışlarını görerek hayrete düşerdik.
Vücudumuzun her parçasını tek tek inşa eden hücreler, altıncı haftadan sonra ellerimizi de inşa etmeye başlarlar. El ilk olarak oluştuğunda parmaklar yoktur, tek parçadan ibaret bir yelpaze gibidir. Ancak, bu aşamada mucizevi bir olay gerçekleşir ve eli oluşturan hücrelerden bazıları teker teker intihar etmeye başlar. Diğer hücreler ölü hücreleri yerler ve bu bölgelerde boşluklar oluşur. Bu boşluklar parmaklar arası boşluklardır. Böylece parmaklar şekillenir.
Dikkat edin. Parmakları oluşturacak hücreler hiçbir zaman intihar etmezler. İntihar edenler parmak arası için yer açması gereken hücrelerdir. Ve bu kararı aynı anda ve tam zamanında alırlar. Şuur, akıl ve bilgiden yoksun bu varlıklara intihar emrini veren, parmakları kusursuz bir tasarımla, insan için en uygun şekilde inşa eden kimdir? Elbette, her varlığı kusursuzca var eden, yerin, göğün ve ikisinin arasındakilerin Yaratıcısı olan Rabbimiz'dir.
Vücudunuzdaki 306 kemiğin büyük bir bölümü şekil olarak birbirinden farklıdır. Onların bu farklılaşmaları ilk ortaya çıktıkları anda, henüz anne karnındayken başlar. Tek bir yumurta hücresinin döllenmesiyle bölünmeye başlayan zigot, oldukça büyük bir hızla çoğalır. Bir süre sonra bu çoğalan hücreler, sanki vücudun hangi bölümünün hücresi olmaları gerektiği kendilerine öğretilmiş gibi, farklılaşmaya başlarlar.
Kimi hücreler kemikleri, kimi hücreler karaciğeri, kimi böbrekleri, kimi de gözleri oluşturur. Ancak karaciğeri, kemiği veya gözleri oluşturacak olan hücrelerin sadece biraraya toplanması yeterli değildir. Bunların kendi aralarında da farklılaşmaları gerekir. Örneğin kemik hücreleri, oluşturacakları kemiğin vücudun hangi bölgesinde olacağını bilerek ona uygun şekil almalıdırlar.
Ayaklardaki kemik hücreleri adeta profesyonel bir heykeltraş gibi çalışarak kavisli, parmaklar için girinti ve çıkıntıları olan, bilek için eklem yeri hazır olan kusursuz ayak kemikleri oluştururlar. Kafatasını oluşturan kemik hücreleri de beynin ölçülerini bilircesine, tam ona uygun, girintisi ve çıkıntısı olmayan, beyni kusursuz şekilde saracak, yuvarlak bir kemik tabakası meydana getirirler. Ne daha küçük yapıp beyni sıkıştırırlar, ne daha büyük yapıp insanın kafasını taşımasını zorlaştırırlar.
Kendilerine ne şekil vermeleri gerektiğini, ne hücresi olmaları gerektiğini çok iyi bilerek, kemiklere kusursuz bir biçim veren hücrelerin bu şuuru nereden kaynaklanmaktadır?
Onlara bu ince planı ilham eden Allah'tır. Allah'ın eşsiz ilmine bir ayette şöyle dikkat çekilmektedir:
"...Kemiklere de bir bak nasıl biraraya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz..." (Bakara Suresi, 259)
1. Miyelin Kılıf |
İnsanın hem beynindeki hem de omuriliğindeki sinir liflerinin etrafı, koruyucu bir madde ile sarılıdır. "Miyelin" olarak adlandırılan bu madde sinir liflerini bir kılıf gibi korur. Miyelin, bir elektrik kablosunun etrafını saran plastiğe benzetilebilir. Nasıl ki plastik, elektrik iletiminde oluşabilecek kısa devreleri önlemeye yarıyorsa, miyelin de sinir hücrelerinde gerçekleşen elektrik iletiminde bir yalıtkan görevi yapar.
Miyelin kılıf, aynı zamanda sinir hücrelerinin uzantıları olan aksonların uyarı iletimini de kat kat artırır. Sinir liflerindeki iletim hızı, miyelinsiz liflerde 0.25 m/sn iken, çok kalın miyelinle kaplı olan liflerde 100 m/sn kadardır. Bu hız,1 saniye içinde uyarıların bir futbol sahasının uzunluğu kadar mesafeyi gidip gelmesiyle eşdeğer bir hızdır.
Mikroskobik miyelin kılıflarının hız artırma özelliği bizim için hayati önem taşır. Bu kılıf zarar gördüğünde beyinden çıkan ya da beyne giden elektrik akımlarında yavaşlama olur. Bunun sonucunda da elektrik akımları ilgili yerlere gerektiği anda ulaşamaz ya da yanlış yerlere doğru yönlenir. Bu ise vücudun çeşitli yerlerinin hissizleşmesi hatta ilerleyen safhalarda yürüyememe gibi çok daha ciddi problemlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Yağa benzeyen bir maddenin insanın sinir sistemi için bu kadar hayati önem taşıması elbette ki tesadüflerle açıklanması mümkün olmayan bir durumdur. Yalnızca miyelin kılıfının eksikliği dahi insanın bedeninin işlevlerini yerine getirememesi için yeterli bir nedendir. Miyelinin sahip olduğu özellikler, bulunduğu yer ve sinir hücreleri üzerindeki etkisi gibi detayların tümü özel olarak tasarlanmıştır. Miyelindeki bu kusursuz tasarım Allah'a aittir.
Fagositoz, bakterilerin, mikropların, mantarların, ölü hücrelerin, vücutta kullanılamaz hale gelen dokuların hücreler tarafından sindirimi demektir. Bunu gerçekleştiren fagosit hücrelerinin yok edecekleri hedeflerin tespitinde son derece seçici olmaları gerekir. Aksi takdirde vücudun normal yapıları ve hücreleri de sindirilerek imha edilir. Sağlıklı hücrelerin fagosit hücreleri tarafından yok edilmesi demek, vücutta tam anlamıyla bir anarşinin çıkması demektir. Fakat böyle bir karmaşa hiçbir zaman yaşanmaz. Çünkü bunun için gereken tedbir alınmıştır.
Fagositozun olup olmaması özellikle üç seçici işlemle belirlenir:
Eğer tüm bunlar olmasaydı vücudumuzda kendi kendini yiyen bir mekanizma faaliyet halinde olacak ve bu eninde sonunda canlının yok olması gibi bir sonucu da beraberinde getirecekti.
Böylesine ince bir düzenin olduğu yerde şuursuz bir tesadüften bahsetmek, evrim gibi çürük bir iddiayı öne sürmek elbette ki anlamsızdır.
Besinlerle aldığımız proteinlerin sindirimi midede başlar. Midede proteinleri bekleyen bir enzim vardır. Pepsin adı verilen bu enzim ette bulunan kollajen denen lifleri parçalar ve böylece hücresel proteinleri sindirilebilir hale getirir.
Proteinlerin büyük ölçüde sindirimi ise pankreastan salgılanan enzimlerle gerçekleşir. Pankreastan salgılanan tripsin ve bazı başka enzimler parçalanmış proteinleri daha da ufak parçalara ayırırlar.
Son olarak protein sindirimi ince bağırsaklarda bulunan hücrelerde gerçekleşir. Bu hücrelerin dış yüzünde bulunan enzimler parçalanmış proteinleri daha küçük zincirlere parçalar. Parçalanan küçük amino asit grupları ise hücre içine alınarak burada bulunan diğer enzimlerle tek tek parçalanır ve bu parçalanma sonucu ortaya çıkan amino asitler bu hücrelerden kan dolaşımına verilir.
1. Mide |
Bu anlatılanların işaret ettiği bir gerçek vardır. Vücudumuza daha proteinler girmeden, protein denen bazı moleküllerin var olduğu ve besinler yoluyla vücuda gireceği önceden bilinmektedir. Hatta proteinlerin moleküler yapısı en ince ayrıntısına kadar tespit edilmiştir, bunları parçalayacak enzimler mükemmel yapıları ile tasarlanmışlardır, ilgili hücreler sindirim sistemimizi oluşturan organlarda uygun yerlere yerleştirilmişlerdir, bu hücrelerin vazifeleri genetik şifrelerle kodlanmıştır.
Tüm bu ayrıntılar ilk insandan beri eksiksiz ve kusursuz olarak mevcuttur. Bugün modern bilimin ışığında ortaya çıkan bütün detaylar kusursuz bir yaratılışın delilleridir. Şüphesiz, gözleri olup da görmeyen, kulakları olup da işitmeyen, kalpleri olup da hissetmeyenler, bu yaratılış delilleri karşısında yine cahillik etmekte ve inkarlarında diretmektedirler.
Geleceğin bilgisayarlarını tasarlayan mühendisler insan genomunu "erişilmesi imkansız" bir tasarım olarak nitelendiriyorlar. Bunun nedenini anlamak için küçük bir karşılaştırma yapalım.
İnsan vücudundaki yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde yer alan DNA, o kimseye ait tüm özellikleri içeren bilgiyi depolamıştır. DNA akıl almaz derecede üstün bir tasarıma ve bilgi depolama kapasitesine sahiptir. Öyle ki 1 gram DNA molekülü, 1 trilyon CD'ye eşit bilgi barındırır. (Discover, Cilt. 21, No. 4, Nisan 2000) Bir tek CD'ye yüzlerce kitap dolusu bilginin sığdığı düşünülecek olursa 1 trilyon CD'lik bilgiyi barındıran DNA'nın kapasitesi daha iyi anlaşılabilir.
DNA'daki bilgi depolama sistemi, bilgisayar mühendislerinin henüz taklit etmeyi bile hayal edemedikleri kadar mükemmel bir yapıya sahiptir.
DNA molekülü, istisnasız her insanda ve her hayvanda ilk yaratıldıkları andan itibaren vardır. Bu hatırlandığında, ne kadar üstün bir yaratılışla yaratıldığımız açıkça ortaya çıkmaktadır.
Böyle küçük bir yerde, belli bir kod sistemiyle dizilmiş atomlarda, canlıların yapısına dair tüm bilgilerin saklı olması, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'ın eşsiz gücünü ve sonsuz aklını göstermektedir.
Sodyum, vücut dokularında ve kanda bulunur. Böbrek hücrelerinin bazıları kandaki sodyum miktarını algılayabilecek özelliklere sahiplerdir. Eğer sodyum miktarında bir düşüş olursa, bu hücreler durumu derhal böbreklerde bulunan sodyum emici hücrelere haber verirler. Vücuttan atılacak olan sıvının içine, böbreklerdeki süzülme sırasında bir miktar sodyum karışmıştır. Söz konusu hücreler böbrek sıvısının içindeki bu sodyum moleküllerini yakalar ve onları vücuda geri kazandırırlar. Böbreklerdeki algılayıcı hücrelerin üzerine bu iş için özel pompalar yerleştirilmiştir. Acil durumlarda bu pompalar devreye girer ve sodyum molekülleri yakalanarak vücuda geri kazandırılır.
Eğer böbreklerdeki bu geri emilim mekanizması olmasaydı aşırı besin ve sıvı kaybından dolayı ölüm kaçınılmaz olurdu.
Böbreklerde, gelen kanın içindeki sodyum gibi maddelerin süzüldüğü yer |
Burada verilen bilginin, üzerinde düşünülmesi gereken önemli noktaları vardır. Herşeyden önce, vücudumuzda yaşamımız için gerekli olan maddelerin eksikliğini veya fazlalığını algılamak üzere özel olarak tasarlanmış hücreler bulunmaktadır. Bu hücrelerin tesadüfen oluşmadıkları, özel olarak yaratılarak böbreklere yerleştirildikleri son derece açıktır. Ayrıca bu hücreler, vücut içinde bulunan maddeleri birbirinden ayırt etme yeteneğine de sahiptirler. Örneğin sodyumu, potasyumdan, amino asitlerden, kalsiyumdan, proteinlerden, üreden ayırabilmekte, seçip kana geri gönderebilmektedirler. Bu maddeleri ayrı ayrı bir insanın önüne koysanız, bunları birbirinden ayıramayacaktır. Küçücük bir hücreye, çoğu insanın dahi sahip olmadığı, böylesine muazzam bir bilgiyi ve şuuru veren elbette tesadüfler değildir.
Verilen örneklerde de görüldüğü gibi böbreklerdeki bu sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, Darwinistler'in mantık çöküntüsünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu sistem, Allah'ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün göstergelerinden yalnızca biridir.
Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur; bu O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Rum Suresi, 26-27)
Her insanın bağırsaklarında 400 farklı bakteri türü bulunur. İyi huylu olan bu bakteriler vücuda yarar getirmek üzere görevlendirilmişlerdir. Vücudumuz için besinleri sindirmekten, vitaminleri yararlı hale getirmeye hatta gerektiğinde vitamin üretmeye kadar pek çok önemli sorumlulukları vardır.
Araştırmacılar, bağırsaklarımızdaki bakterilerin, hastalık yapan bakterilere karşı bizi koruduklarını keşfetmişlerdir.
Ancak bu ilginç durum sadece bakteriler için geçerli değildir. Bakterilerin yanısıra yine bize hiçbir zararları bulunmayan mikroorganizma toplulukları da vücudumuzda yaşamaktadır. Bu mikroorganizmalar da savunma sistemimizi dışarıdan gelen mikroplara karşı desteklerler.
Bu desteğin son derece şaşırtıcı bir nedeni vardır.
Herhangi bir mikrobun vücuda girmesi demek bu canlıların yaşama alanlarının da işgal altına girmesi demektir. İşte bu nedenle mikroorganizmalar ve bakteriler vücudumuza dışarıdan gelen düşmanlara karşı savunma sistemimizle birlikte büyük bir savaş verirler. Bunlar adeta vücudun ücretli güvenlik görevlileri gibi hareket ederek bulundukları bölgeyi korurlar.
Kesinlikle şuura ya da akla sahip olmayan organizmaların böyle bir sorumluluk üstlenmiş olmaları elbette ki düşündürücüdür. Bu canlılar kendilerinden tamamen farklı yapıdaki başka bir canlıya yani insana nasıl yarar getireceklerini bilmektedirler. Üstelik vücudumuzun düşmanını ve dostunu ayırt edebilmektedirler.
Şuursuz hücrelerin bütün bunları kendi akılları ile başarmaları imkansızdır. Bütün bunlar çok açık bir şekilde yaratılışı kanıtlar. Allah insan bedenini buna benzer vesileler ile korumakta ve bize eşsiz yaratma sanatını göstermektedir.
Resimde, bir sinir hücresinin elektrik sinyalleri ile gerektiği zaman açılıp kapanan kapıları görülüyor. |
Sinir hücreleri diğer hücrelerden farklı olarak elektrik sinyalleri ile çalışan hücrelerdir. Bu hücrelerin zarlarında elektrik sinyalleri ile açılıp kapanan kapılar bulunur. Protein yapısı ihtiva eden bu kapılar sadece potasyum, kalsiyum, sodyum gibi belirli iyonların hücre içine girmesine izin verirler ve bu konuda çok titiz ve seçicidirler. Eğer bu seçicilik olmasaydı, hücreye zararlı olabilecek maddeler, iyon veya moleküller bu kapılardan geçerek hücrenin ölümüne sebep olabilirlerdi.
Hücre kapılarındaki bu seçicilik, kapıyı oluşturan proteindeki bazı özel uzantıların sadece belli iyonlar ile işbirliği yapmasından kaynaklanır. Böylece bazı iyonlar bu kapıdan daha kolay geçerken diğerleri için bu hemen hemen imkansız hale gelmektedir. Kapı proteinlerinin çok özel yapıları hücrenin genetik şifresinde kodlanmıştır ve ilk insandan beri tüm insanlarda hiç değişmeden aynı mükemmellikte bulunmaktadır.
Hücreyi yaratan Akıl, sinir hücresi zarına bu mükemmel kontrol mekanizmasını yerleştirerek hücrenin yaşamını sürdürebilmesi için en uygun şartları da oluşturmuştur. Hücre zarındaki bu kusursuz tasarım elbette ki evrimcilerin iddia ettiği gibi kör tesadüflerin değil, sonsuz akıl sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'ın eseridir.
İnsan Genomu Projesi, canlılığın ne kadar kusursuz bir tasarıma ve tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks bir yapıya sahip olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu proje dahilinde insan DNA'sındaki muazzam bilgi okunmaya çalışılıyor.
İnsan vücudunda 100 trilyon hücre vardır ve her hücrenin çekirdeğinde insana ait bilgilerin saklandığı DNA molekülü bulunur. Yani DNA, canlıya ait bir bilgi bankasıdır. Bu banka ise hayret verici büyüklükte bir bilgi kapasitesine sahiptir. Bu kapasiteyi "500'er sayfalık 900 ciltlik ansiklopediyi dolduracak kadar muhteşem bir bilgi" olarak ifade edebiliriz. Daha da muhteşem olan ise bu bilginin olağanüstü bir paketleme sistemi ile milimetrenin yüzbinde biri kadar bir yere sığdırılmış olmasıdır. Üstelik bu olağanüstü bilgi yaşamış ve yaşamakta olan milyarlarca insanın trilyonlarca hücresinin her birinde mevcuttur.
Onlarca yıldır dünya çapında akıl, bilinç ve bilgi sahibi yüzlerce bilim adamı, en son teknoloji ile donatılmış laboratuvarlarda bu bilgiyi okuyabilmek için geceli gündüzlü çalıştılar. Ve buna rağmen daha ancak bu bilgiyi oluşturan harflerin bir kısmını yanyana dizmeyi başarabildiler.
Ama bu olağanüstü duruma rağmen, evrimciler hala DNA'da yer alan bu muazzam bilginin, taşın, toprağın, gazların tesadüfen biraraya gelerek, oluştuğunu iddia etmektedirler. Kuşkusuz evrimcilerin bu iddialarının, 900 ciltlik ansiklopedideki bilgilerin, yere atılan milyarlarca harfin tesadüfler sonucunda yanyana dizilmeleri ile oluştuğunu iddia etmekten bir farkı yoktur.
DNA'daki her bilginin Allah'ın sonsuz ilmi ve kudreti ile yaratıldığı ve şifrelenerek hücrenin çekirdeğine yerleştirildiği ise açıktır. Evrimciler, insan genleriyle ilgili yeni çalışmaların ortaya koyduğu mucizevi yapıyı görmezlikten gelmek için ne kadar uğraşsalar da, artık bu yenilginin geri dönüşü yoktur.
Hayatımızda büyük bir önemi olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomunun birleşmesinden meydana gelir. Ama bu iki atomu su molekülünü oluşturacak şekilde birleştirmek oldukça zordur. Suyu meydana getiren şartlar biraz bile değiştiğinde ortaya çok önemli sonuçlar çıkmaktadır.
Örneğin suyu oluşturan atomlar belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen atomuyla daha birleşirler. Bu birleşme sonucunda H2O formülü H2O2 haline gelir. Bu görünürde küçük bir değişikliktir, gerçekte ise suyun özelliklerini tamamen değiştirir ve ortaya hidrojen peroksit denen zehirli maddenin çıkmasına neden olur.
Görüldüğü gibi tek bir atom, canlılar için hayati önemi olan suyu, canlılar için son derece zararlı, ölümcül etkileri olan bir zehire dönüştürebilmektedir.
Tek bir atomun, bir molekülün niteliklerini tamamen değiştirebilecek, onu faydalı iken zararlı hale getirebilecek özelliklere sahip olması, atomlarda ve moleküllerdeki özel tasarımın bir göstergesidir. Tesadüfler zinciri ile böyle ince ve hassas bir denge oluşmaz. Allah herşeyi belli bir düzen içinde yaratan, en güzel şekliyle var edendir.
Su, bir oksijen atomunun iki hidrojen atomuyla birleşmesi sonucu ortaya çıkar. Hidrojen atomları oksijen atomunun iki yanına 105 derecelik bir açı oluşturacak şekilde bağlanırlar. Hidrojen bağı adı verilen bu bağı oluşturmak için gereken enerji öyle fazladır ki, yarım litrelik suyu oluşturmak için serbest kalan enerji bir ampulü tam bir gün boyunca sürekli yakabilir.
Bu noktada hemen şu sorunun sorulması gerekir: Hidrojen atomları oksijen atomunun iki yanına yerleşmeyi, üstelik bu yerleşmeyi belli bir açı doğrultusunda yapmayı nereden bilmektedirler? Bu formülü nasıl ve nereden öğrenmişlerdir? Herhangi bir kimya bilgisine sahip olamayacak atomlar nasıl açı hesaplayabilmektedirler? Elbette ki, tüm evrenin sahibi olan ve herşeyi kusursuzca var eden Allah atomları da yaratan, bütün özelliklerini onlara verendir.
Bir başka soru ise, yeryüzündeki suyun nasıl olup da hiç tükenmediğidir. Yeryüzündeki suyun tamamı dünyanın ilk evrelerindeki müthiş ısı sayesinde meydana gelmiştir. Yani eğer dünyanın başlangıcında gereken yoğunlukta ısı oluşmuş olmasaydı, bugünkü su olmayacaktı. İşte bu mükemmel denge, üstün güç ve akıl sahibi Allah'ın canlılığın devamı için gerekli olan tüm ihtiyaçları bilip, herşeyi buna göre yarattığının delillerinden biridir.
1. Su Molekülü - H2O |
Bir su bitkisi olan vallisneryanın çiçekleri, bitkinin su içinde kalan bölümlerinde oluşur.
Suyun içindeyken, bitkinin taç yaprakları portakal kabuğu gibi çiçeğin etrafını sarar. Bu sayede suyun içeri girerek polenleri bozması önlenmiş olur. Çiçekler yüzeye çıktığında kapalı olan taç yaprakları açılarak su yüzeyine yayılır. Polenleri taşıyan erkek organlar taç yaprakların üzerinde yükselerek adeta bir yelken işlevi görürler.
Dişi bitkinin çiçekleri ise, farklı bir yerde uzun bir sapın ucunda ve su yüzeyinde yer alırlar. Dişi çiçeğin yaprakları, su yüzeyinde ve suda hafif bir çöküntü yaratacak biçimde açılmıştır. Bu çöküntü erkek çiçeğin kendisine yaklaşmasını sağlayan bir çekim oluşturur. Erkek çiçek dişi çiçeğin yanından geçerken bu çekime kapılır. Böylece çiçekler birleşir, polenler dişi çiçeğin üreme organına ulaşır ve döllenme gerçekleşir.
Yeryüzünde yaratılan ilk vallisneryadan beri, çiçekteki bu üreme sistemi eksiksiz ve mükemmel bir şekilde çalışmaktadır. Evrimcilerin iddia ettiği gibi üreme sisteminin kademeli olarak gelişmesi imkansızdır. Çünkü bu sistemin eksik çalışması durumunda erkek çiçek dişi çiçeği dölleyemeyecek, bu bitki yeryüzünden yok olup gidecekti. Vallisnerya bitkisindeki bu kusursuz tasarım Allah'ın sonsuz aklının ve örneksiz yaratma gücünün bir göstergesidir. Bütün bu harikalar, düşünen ve akleden bir insan için büyük bir delildir. Allah, bu örneklerle biz insanlara yaratıştaki sanatını tanıtmakta ve sonsuz kudretini göstermektedir.
1. Erkek Organ | 3. Dişi Bitki |
Uzay mekiğinin, uzay istasyonu ile kenetlenmesi, vallisneryanın erkek çiçeklerinin dişileriyle buluşması ile kıyaslanabilir. Hatta vallisneryanın sisteminin daha üstün olduğunu söylemek mümkündür. Uzay mekiğinin kenetleneceği noktaya kadar kontrol edilmesi gerektiği halde, erkek vallisneryanın sadece dişisinin yanına yakınlaşması birleşme için yetmektedir. |
Nudibranch, olağanüstü renklerle süslenmiş, kabuğu olmayan, son derece yumuşak bir salyangoz türüdür. Bu deniz salyangozu kuvvetli bir zehir taşıyan "ısırgan hücreleri" sayesinde düşmanlarından kolaylıkla korunur.
Salyangoz bu ısırgan hücreleri, kendi vücudunda üretmez. Ancak, hyroid isimli zehirli bir canlıyı tehlike anında devreye sokmak üzere vücudunda saklar. Hyroidlerle beslenen deniz salyangozu, onları sindirim sisteminde öğütmek yerine koruyucu bir tabakayla kaplar ve depolar. Koruyucu tabakayla kaplandığında zehiri salyangoz için etkisiz hale gelen hyroidler, bundan böyle ısırgan hücreleri olarak düşmanlara karşı koruma sağlayacaklardır.
Kuşkusuz bir deniz salyangozunun, hyroidlerin zehirli olduğunu bilmesi İMKANSIZDIR. Deniz salyangozunun bu zehiri etkisiz hale getirmek için hyroidi bir tabakayla kaplamayı akletmesi İMKANSIZDIR. Koruyucu tabakayla kaplanan hyroidi bir savunma silahı olarak kullanabileceğini düşünmesi İMKANSIZDIR. Deniz salyangozunun tüm bunları deneyerek öğrenmesi de İMKANSIZDIR.
O, Hayy (diri) olandır. O'ndan başka ilah yoktur; öyleyse dini yalnızca kendisine halis kılanlar olarak O'na dua edin. Alemlerin Rabbine hamdolsun. (Mü'min Suresi, 65)
İşte bu noktada tüm evrende apaçık olarak görülen gerçek bir kez daha karşımıza çıkar. Deniz salyangozlarına yapması gerekenleri ilham eden, vücutlarında hyroidlerin zehirini etkisiz hale getirecek bir sistem yaratan, sonsuz akıl ve ilim sahibi olan Allah'tır.
Papağan balıkları, geceleri solungaç boşluklarının üst kenarlarındaki salgı bezinden jelatin benzeri bir madde salgılar. Bu madde bir süre sonra balığın tüm vücudunu saran şeffaf bir uyku tulumu halini alır. Uyku tulumu, papağan balığını koku yoluyla bularak avlayan müren balıklarına karşı eşsiz bir kalkan vazifesi görür ve hayvanı yem olmaktan korur. Koku izolasyonu sebebiyle müren, papağan balığının yanından geçerken avına çarpsa bile, onu fark edemez.
Papağan balıkları geceleri kullandıkları bu koruyucu kılıfı nasıl elde etmişlerdir? Düşmanları olan müren balıklarının kuvvetli koku alma duyusunu aşabilecek, geceyi rahatlıkla geçirmelerini sağlayacak böylesine önemli bir maddeyi nasıl keşfetmişlerdir?
Kuşkusuz kimyasal bir maddeyi kendi vücudunda üretip kendisini bu maddeyle kaplamayı bir balığın akletmesi, planlaması ve uygulaması mümkün değildir.
Böyle usta bir kamuflaj yönteminin bilinçli bir tasarım ürünü olduğu çok açıktır; papağan balığını korunma sistemi ile yaratan göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunan herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
Golyan balığı sürüsü saldırıya uğradığında balıklar saldırganın etrafında çılgınca hareket etmeye başlar ve bazıları saldırgana "karşı saldırı" düzenler. Tüm golyan sürüsünün tek bir birey gibi hareket etmesine sebep olan faktör, yaralı balığın kanında var olan ve yaralanma sonucu ortaya çıkan bir salgıdır.
Hiç şüphesiz bu hayvan bir akla ve şuura sahip değildir. O halde;
Kuşkusuz bu sorulara, evrimciler gibi "tesadüf eseri" cevabını vermek akla ve mantığa aykırıdır. Dünya üzerinde yaratılan ilk golyan balığından beri, milyonlarca yıldır bütün golyan balıkları bu kusursuz sisteme sahip olarak var olmuşlardır.
Canlılardaki kompleks sistemler, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılmıştır. Allah bu gibi mucizevi örneklerle insanlara kendi ilmini ve kudretini göstermektedir.
200 gr. ağırlığındaki altın yağmur kuşu, her yıl Alaska'dan Hawaii'ye kadar 4000 km'lik bir yolu, 88 saat (3,5 gün) boyunca hiç durmadan kanat çırparak kateder. Bilim adamları kuşun böyle bir yolculuk için yakıt olarak kullanacağı 82 gr. yağının olması gerektiğini hesaplamışlardır. Oysa, altın yağmur kuşunun sadece 70 gram yağı vardır. Buna rağmen hiçbir altın yağmur kuşu yakıtı bittiği için denize düşmez. Peki bu canlılardaki bu kusursuz işleyişin sırrı nedir?
Altın yağmur kuşları V şeklinde dizilerek sürü halinde uçarlar. Bu, hava direncini azaltarak kuşlara % 23'lük bir enerji tasarrufu sağlar. Bu durumda, yere indiklerinde fazladan 6-7 gram daha yağları kalmış olur. Bu artan yağ, rüzgarların ters yönden esmesi durumunda kullanılacak yedek yakıttır.
Altın yağmur kuşu, uçuş mesafesini ve yakıt olarak kullanacağı yağ miktarını nasıl hesaplayabilmektedir?
1. Alaska | 2. Hawai |
Altın yağmur kuşu 70 gr. yağ yakarak 4000 km. uçabilirken, bir Boeing 737-100 uçağının aynı mesafeyi uçabilmesi için 16 tondan fazla yakıta ihtiyacı vardır.Ancak bu uçağın yakıt kapasitesi 14.2 ton olduğu için yakıt ikmali yapmadan böyle bir uçuşu gerçekleştiremez. |
Bu hesaplardaki kusursuzluk ve şaşmazlık, yön bulmadaki beceri, toplu uçuş yapabilme kabiliyeti, hiç şüphesiz kuşların kendi iradeleriyle gerçekleştirdikleri başarılar olamaz. Bunların hepsi, her canlıyı ihtiyacı olduğu sistemlerle donatan Allah'ın ilhamıyla gerçekleşir. Nitekim Kuran'da "dizi dizi uçan kuşlar"a dikkat çekilmekte ve bu canlıların Allah'ın kudretiyle uçabildikleri haber verilmektedir:
"Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah')tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir." (Mülk Suresi, 19)
Tunus'un Akdeniz kıyısındaki Mahore's yakınlarında yaşayan siyah çöl karıncası kusursuz bir yön bulma yeteneğine sahiptir.
Karınca, sabah güneşinin yükselmesiyle 70 dereceye kadar yükselen çöl kumunun sıcağında, yuvasından besin aramak için çıkar. Çöl karıncası yuvasından başlayarak 200 metre uzağa kadar varabilen bir alanda sık sık durarak ve olduğu yerde dönerek dolambaçlı bir yol izler. Ama bu zikzakların bütün karmaşıklığına rağmen, yiyeceğini bulduğunda, hemen yuvasına doğru düz bir çizgi izleyerek geri döner. Karıncanın bu yolculuğu, boyu ile kıyaslandığında, bir insanın çölde 35-40 km dolaştıktan sonra başladığı noktaya doğrudan dönmesine denktir.
Ne bir pusulası ne de haritası olmayan karıncanın gözlerine yerleştirilmiş olan yön tayin sistemi son derece üstündür ve insanların sahip olmadığı bir özellikte yaratılmıştır: Çöl karıncası ışığı polarize edebilir. Yani insanın göremediği bazı ışınları da görebilen karınca, bunlardan istifade ederek yön tayini yapabilir. Böylece her an yuvasının ne tarafta olduğunu tahmin edebilen bu hayvan, geri dönerken hiçbir zorluk çekmez.
Bir karıncanın teknolojik çalışmalar neticesinde keşfedilmiş olan "ışığın polarizasyon özelliği"ni bilmesi ve bundan bir pusula gibi faydalanması mümkün müdür? Şüphesiz bu yetenek ve bilgi, üstün ilim sahibi, tüm canlıların yaratıcısı olan Allah'ın eseridir ve çöl karıncası Allah'ın ilhamıyla her seferinde doğru yönü tespit edebilmektedir.
Karıncaların vücutlarında formik asit (H2CO2) isimli kimyasal maddeyi üreten bezler vardır. Antibiyotik etkisine sahip bu maddeyi düzenli olarak vücutlarına süren karıncalar, hem yuvalarında hem de kendi üzerlerinde bakteri ve mantar oluşumunu engellerler.
Kuşlar ise karıncalar gibi kimyasal maddeler salgılayamazlar. Ancak sık sık karınca tepelerine giderek buralara sürünen kuşlar, karıncaların tüylerinin arasında dolaşmalarına izin verirler. Bu sayede bütün vücutları formik aside bulanan kuşlar tüm parazitlerinden kurtulmuş olurlar.
Karıncanın formik asidin formülünü bilmesi ve onu üretecek bir bezi geliştirmesi imkansızdır. Kuşların karıncalarla bu şekilde profesyonel bir işbirliği içinde parazitlerini temizlemeyi akletmeleri, bunun için karınca yuvalarına gitmeye karar vermeleri de imkansızdır.
Gerek kuşlara gerek karıncalara formik asitten faydalanmayı ilham eden, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. O tüm canlıların ihtiyacını bilen ve eksiksiz karşılayandır.
Kelebek kanatlarındaki mükemmel tasarım bir mucizeyi de beraberinde taşıyor. ABD'de Tufts Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma kelebeğin kanatlarında özel bir soğutma sistemi olduğunu ortaya çıkardı. Kelebekler soğukkanlı canlılar oldukları için vücut ısıları devamlı olarak düzenlenmek zorundadır. Bu, çok büyük bir problemdir. Çünkü böcek uçarken kanatlarda yüksek derecede ısı oluşur. Çözüm ise, kanın kanatlardaki çok ince film yapıların içinden geçirilmesi ile sağlanır. Kelebeğin vücudunda oluşan fazla ısı, kanatlardaki ince damarlarda kanın dolaşmasıyla birlikte dışarı atılır.
Kelebeklerdeki bu özel soğutma sistemi bilgisayar çiplerindeki sistem ile karşılaştırılmış ve çok üstün bir performansa sahip olduğu görülmüştür.
Bilgisayar çipi teknolojisi geliştikçe ortaya çıkan ısı problemi de büyümektedir. Daha hızlı çipler, daha fazla ısı anlamına gelmektedir. Bu ısının giderilmesi problemi çip üreticilerinin gündemini oluşturmaktadır. Bu konuda yürütülen çalışmalar sonucunda kelebek kanatlarındaki teknolojinin 2 yıl içinde üretime girmesi planlanmaktadır
.Bilim adamları doğadaki canlıları örnek alarak tasarımlar yapmaktadırlar. Kısacası canlılardaki benzersiz sistemler, teknolojinin gelişmesinde ve yeni çözümler bulmasında yol gösterici olmaktadır.
"Ormia Ochracea" isimli sinek, yumurtalarını cırcır böceğinin üzerine bırakır ve yumurtalardan çıkan larvalar cırcır böceği ile beslenirler. Ormanın içinde bir cırcır böceğinin yerini bulmak ise, oldukça zordur. Ama Ormia sineği, bu iş için özel tasarlanmış hassas kulakları sayesinde, böceğin yerini kolay bir şekilde bulabilir.
İnsan beyninde de sesin yerini tespit için aynı yöntem kullanılır. Bunun için, sesin önce yakındaki kulağa, daha sonra uzakta kalan kulağa ulaşması yeterlidir. Sesin iki ayrı kulağa kaç milisaniye farkla ulaştığını hesaplayan beyin, böylece sesin geldiği yönü saptar. İnsanda bu hesaplama 10 milisaniyede sonuçlanmaktadır. Oysa Ormia sineği, aynı hesabı toplu-iğne başı büyüklüğündeki beyniyle üstelik insandan 5000 kat daha hızlı bir şekilde gerçekleştirebilmektedir.
Doğadaki tasarımlar insan için her zaman tükenmez bir ilham kaynağı olmuştur. Modern teknolojik ürünlerin büyük bölümü doğadaki tasarımların taklididir. Milyonlarca yıldır kusursuz bir şekilde işleyen sistemleri taklit etmek şüphesiz tasarımcıların işini oldukça kolaylaştırır. Sineğin kulağındaki bu mükemmel tasarım da, günümüzde "ORMİAFON" adı altında, işitme aleti ve dinleme cihazlarının yapımında taklit edilmeye çalışılmaktadır.
Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. (Rum Suresi, 26)