Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları bir "oyun ve oyalanma konusu" olsun diye yaratmadık. Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler. (Duhan Suresi, 38-39)
Kitabımızın başlarında bir örnek vermiş ve "birdenbire" var olan bir insandan söz etmiştik. Bu insanın, kendi varlığına ve etrafındaki ortama ne kadar büyük bir hayretle ve hayranlıkla bakacağını hatırlatmıştık. Ve sizin durumunuzun da bu adamınkinden aslında hiçbir farkının olmadığını, ancak alışkanlıklarla, şaşırmayı, hayret etmeyi, mükemmellikleri hissetmeyi unutmuş olabileceğinizi vurgulamıştık. Diğer bir deyişle birçok insanın gözünün önündeki mucizeleri göremediğini belirtmiştik.
Kuran ayetlerinde dikkat çekilen konuların başında da, bu düşünce tembelliğinin ve alışkanlıklardan gelen umursuzluğun yıkılması gelir. Kuran'da, iman etmek için mucize bekleyen ve böylece doğru yoldan sapan kavimler anlatılırken, zaten çevremizin tümüyle "mucizevi" olaylarla dolu olduğu bildirilir.
Kuran'da insanlar birçok ayetle doğayı incelemeye ve "Allah'ın ayetleri"ni görmeye çağırılır. Çünkü tüm doğa, tüm evren "yaratılmış" olduklarını gösteren işaretlerle doludur ve kendilerini yaratan Yüce Allah'ın güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. İnsan, aklını kullanarak bu işaretleri görmek ve Allah'ı tanımakla sorumludur.
Biz bu bölümde, Allah'ın yarattığı canlılar arasında, Kuran'da isimleri verilerek dikkat çekilen birkaç örnekten söz edeceğiz.
Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkar edenler ise, 'Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?' derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara Suresi, 26)
Sivrisinek, hemen her insanın "ülfet"le baktığı (ülfeti, "aslında olağanüstü ve şaşılacak özellikteki şeyleri, alışkanlık nedeniyle doğal karşılamak, şaşırmamak, hayret etmemek ve hayran olamamak" olarak tarif edebiliriz), önemsemediği, harikalığını düşünmediği ve "sıradan" olarak gördüğü bir varlıktır. Ama aslında bu küçücük canlıya Allah ayetlerde dikkat çekmiştir.
Sivrisineklerle ilgili olarak genelde bilinen kanla beslendikleridir. Oysa bu pek de doğru bir bilgi değildir. Çünkü sivrisineklerin tamamı değil, sadece dişileri kan emer. Ayrıca dişilerin kan emme sebepleri beslenme ihtiyaçları değildir. Aslında hem dişilerin hem de erkeklerin besinleri çiçek özleridir. Dişilerin, erkeklerden farklı olarak kan emmelerinin tek nedeni, taşıdıkları yumurtaların olgunlaşmak için kanda bulunan proteinlere ihtiyaç duymalarıdır. Başka bir deyişle dişi sivrisinek sadece türünün devamını sağlamak için kan emer.
Sivrisineğin en olağanüstü ve hayranlık uyandırıcı özelliklerinden biri gelişim sürecidir. Hayvan, küçücük bir kurttan çok farklı aşamalar geçirerek sivrisineğe dönüşür. Bu gelişimin öyküsü kısaca şöyledir:
Dişi sivrisinek, kanla beslenen ve olgunlaşan yumurtalarını, yaz ya da sonbahar aylarında, nemli yaprakların üzerine veya kurumuş gölcüklere bırakır. Anne sivrisinek ilk önce karnının altındaki hassas alıcılar yardımıyla zeminde yumurtalar için uygun koşullar arar. Gereken özelliklere sahip bir yer bulduğunda yumurtlamaya başlar. Uzunlukları 1 milimetreyi dahi bulmayan yumurtalar tek tek ya da gruplar halinde olmak üzere sırayla dizilir. Bazı türler ise yumurtalarını bir sal oluştururcasına birbirine yapışmış şekilde bırakırlar. Bu yumurta gruplarının bazılarında 300 kadar yumurta bulunur.
Anne sivrisineğin özenle yerleştirdiği beyaz renkli yumurtalar hemen koyulaşmaya başlar ve iki saat içinde tamamen simsiyah hale gelir. Bu koyu renk, böceklerin ve kuşların kendilerini fark etmelerini engellediğinden yumurtalar için önemli bir koruma sağlamaktadır.
Kuluçka döneminin sona ermesi için bir kışın geçmesi gerekir. Yumurtalar uzun ve soğuk bir kışa dayanabilecek yapıda yaratılmış olduklarından ilkbahar gelip kuluçka dönemi son bulana kadar zarar görmeden canlılıklarını korurlar.
Kuluçka dönemi tamamlandığında sivrisinek kurtçukları hemen hemen aynı zamanda yumurtadan çıkmaya başlar. Birinci yumurtayı hemen diğerleri takip eder. Ardından bütün kurtlar suda yüzmeye başlar. Aralıksız bir şekilde beslenen kurtçuklar süratle büyür. Kısa zaman içinde derileri daha fazla büyümelerini engelleyecek kadar gerginleşir. Bu, ilk deri değişimi zamanın geldiğinin göstergesidir. Oldukça sert ve gevrek olan deri kolayca kırılır. Sivrisinek kurtçuğu gelişimini tamamlayıncaya kadar iki kez daha deri değiştirecektir.
Kurtçukların beslenmesi için yaratılmış olan yöntem oldukça dikkat çekicidir. Kurtçuklar, tüylerden oluşan yelpaze biçimindeki iki uzantıyla su içinde küçük girdaplar oluşturarak, bakteri ve diğer mikroorganizmaların ağızlarına doğru akmalarını sağlarlar. Kurtçuğun solunumu ise dalgıçların kullandığı "şnorkel" benzeri bir hava hortumuyla sağlanır. Su içinde başaşağı dururlar. Vücutlarının salgıladığı yapışkan bir salgı, suyun hava aldıkları deliklerden içeri kaçmasını da engeller. Kısacası hayvan, birçok hassas dengenin birarada işlemesi sayesinde yaşamaktadır. Hava hortumu olmasa hayvan yaşayamayacak, yapışkan salgı olmasa hortum tıkanacaktır.
Aradan geçen zaman içinde kurtçukların çoğu, derilerini bir kez daha değiştirmişlerdir. Son deri değiştirme diğerlerinden oldukça farklıdır. Kurtçuklar artık gerçek birer sivrisinek olmak için son aşama olan "pupa" dönemine girmişlerdir. Kurtçuğun derisinin içinde yeterince gelişen pupanın artık bu kılıftan kurtulma zamanı gelmiştir.
Kılıfın içinden öylesine farklı bir canlı çıkar ki, bunların aynı canlının farklı gelişim evreleri olduğuna inanmak zordur. Ve bu değişim, ne kurdun ne annesinin, ne de bir başka canlının tasarlayamayacağı kadar kompleks ve hassas bir işlemdir.
Bu son değişim sırasında bir boru aracılığıyla suyun üstüne uzanmış olan solunum delikleri kapanacağından, hayvan havasız kalma tehlikesiyle yüz yüze gelir. Ama yeni çıkan canlının solunumu artık bu kanaldan değil, baş tarafında beliren iki boru aracılığıyla yapılacaktır. Bu yüzden kılıf değiştirmeye başlamadan önce bunlar su yüzüne çıkar. Üç-dört gün süren pupa dönemi süresince beslenme hiç olmaz.
Pupa kozasının içindeki sivrisinek artık iyice gelişmiş ve son şeklini almıştır. Bir anten biçimindeki duyargaları, hortumları, ayakları, göğsü, kanatları, karnı ve başının büyük bölümünü kaplayan gözleri ile sivrisinek artık uçmaya hazırdır.
Pupanın kozası baş taraftan yırtılır. Gerçek bir sivrisineğin ortaya çıkacağı bu aşama, ölüm tehlikesi en fazla olan aşamadır. Bu aşamadaki en büyük tehlike kozanın içine su girmesidir. Ancak yırtılan baş taraf, sineğin kafasının su ile temasını engelleyecek bir yapışkan sıvıyla kaplanmıştır.
Sivrisinek suya değmeden kabuğundan çıkmak zorundadır. Suyun üzerine sadece ayakları değer. Bu an çok önemlidir, ufak bir rüzgar onun sonu olabilir. Pupadan çıkan sivrisinek yarım saatlik bir dinlenmeden sonra ilk uçuşuna çıkar.
Canlı, suya değmeden, suyun içinden çıkmıştır...
Görüldüğü gibi, son derece ince detaylara sahip bir yapı sayesinde sivrisinek yumurtaları sivrisinek haline gelebilmektedirler. Her aşamada son derece detaylı bir yaratılış vardır. Kurtçukların nefes almalarını sağlayan hava hortumları, suyun içeri girmesini engelleyen yapışkan sıvı ve daha pek çok detay sivrisinekteki kusursuz yaratılışı gösterir. Bu yaratılış nasıl ortaya çıkmıştır? Evrimcilere göre sivrisinekler tesadüfler sonucunda ortaya çıkmışlardır. Elbette ki bu iddiaya karşılık olarak şu soruyu sormak gerekir: Acaba ilk sivrisinek nasıl olmuş da böyle bir dönüşüm geçirecek "yeteneğe" ulaşmıştır? Bir kurtçuk, kendi kendine, üç kez deri değiştirip bir sivrisineğe dönüşmeye nasıl "karar" vermiştir? Sivrisineğin bunu düşünecek akla sahip olması mümkün müdür?
Elbette ki hayır. Sivrisineklerin böyle bir şeyi düşünmeleri mümkün değildir. Açıktır ki, Allah'ın Kuran'da örnek verdiği bu hayvan özel olarak bu şekilde yaratılmıştır.
Sivrisinekler, son derece hassas ısı algılayıcılarıyla donatılmışlardır. Etraflarındaki varlıkları, sıcaklıklarına göre renk renk algılayabilirler. Bu algılama ışığa bağımlı olmadığı için, karanlık bir odada bile kan damarlarını rahatlıkla bulurlar.
Sivrisineğin ısı algılayıcıları, 1/1000 derecelik sıcaklık değişmelerini bile fark edecek hassasiyettedir.
Hedef üzerine konan sivrisinek, hortumundaki dudakçıklar aracılığıyla önce bir nokta seçer. Hayvanın bir şırıngaya benzeyen iğnesi özel bir kılıfla korunmuştur. Kan emme işlemi sırasında bu kılıf iğneden sıyrılır.
Deri, sanıldığı gibi iğnenin batırılması yöntemiyle delinmez. Burada görev bıçak keskinliğindeki üst çene ve üzerinde geriye doğru eğimli dişlerin bulunduğu alt çeneye düşmektedir. Alt çene testere gibi ileri geri hareket eder ve deri üst çenenin yardımıyla adeta kesilir. Açılan yarıktan içeri sokulan iğne kan damarına ulaşınca delme işlemine son verilir. Canlı artık kan emmeye başlayacaktır.
Ancak bilindiği gibi insan vücudu, damarlardaki en ufak bir zedelenme karşısında kanı anında pıhtılaştırarak, o bölgedeki kan akışını durduran bir enzime sahiptir. Bunun sivrisinek için büyük bir problem yaratması gerekir. Çünkü onun açtığı küçük deliğe de vücut anında tepki gösterecek, hemen kan pıhtılaşacak ve onarım başlayacaktır. Tabi bu da sivrisineğin hiç kan emememesi demektir.
Ama sivrisinek için bu sorun ortadan kaldırılmıştır. Canlı kan emmeye başlamadan vücudunda salgıladığı özel bir sıvıyı insan damarında açtığı deliğin içine bırakmaktadır. Bu sıvı, kandaki pıhtılaşmayı sağlayan enzimi etkisiz hale getirir. Böylece, pıhtılaşma sorunu olmadan, sivrisinek besinine ulaşabilir. Sivrisineğin soktuğu yerdeki kaşıntı ve şişmeye neden olan da bu pıhtılaşmayı engelleyici sıvıdır.
Bu, kuşkusuz olağanüstü bir işlemdir ve karşımıza şu soruları çıkarır:
1) Sivrisinek insan vücudunda bu tür bir pıhtılaştırıcı enzim olduğunu nereden bilmektedir?
2) Bu enzime karşı kendi vücudunda bir salgı geliştirmesi için, enzimin içeriğini (kimyasını) bilmek zorundadır. Bu nasıl olabilir?
3) Böyle bir bilgiye ulaşsa bile, nasıl olup da kendi vücudunda böyle bir salgı üretip, bunu iğnesine aktaracak "teknik donanım"ı oluşturabilir?
Aslında bu soruların cevabı basittir: Sivrisinek bunların hiçbirini başaramaz. Ne bunun için gerekli akla, ne kimya bilgisine, ne de salgıyı üretecek "laboratuvar" donanımına sahiptir. Bahsettiğimiz varlık, birkaç milimetre büyüklüğünde hiçbir bilinci olmayan bir sinektir, o kadar!...
Sivrisineği böyle inanılmaz, olağanüstü ve hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, "göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerini Rabbi olan" Allah'tır.
Rabbin balarısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69)
Arıların ürettiği bal dediğimiz maddenin insan vücudu için ne denli önemli bir besin maddesi olduğu artık hemen herkes tarafından bilinmektedir. Peki bu değerli besin maddesini üreten arının detaylı öyküsünü hiç düşünmüş müydünüz?
Arıların besin kaynağı bilindiği gibi çiçek özleridir. Ancak kış aylarında çiçek özü bulmaları mümkün değildir. Bu sebeple, topladıkları çiçek özlerini vücutlarındaki özel salgılarla birleştirerek, yeni bir besin maddesini yani balı üretir ve bunu kış için depolarlar.
Burada dikkat çeken nokta, arıların, ihtiyaçlarının çok çok üzerinde bal depolamalarıdır. Elbette akla gelen ilk soru, arı için gereksiz zaman ve enerji kaybı gibi gözüken bu "aşırı üretim"den niçin vazgeçilmediğidir? Sorunun cevabı ise, yukarıda yer verdiğimiz Nahl Suresi'nin 68 ve 69. ayetlerinde bildirilen, arının aldığı "vahiy"de gizlidir. Arılar da diğer bütün canlılar gibi Allah'ın vahyi ile hareket ederler.
Arılar, yaratılışları gereği sadece kendilerine değil, insanlara da bal yapmaktadırlar. Yeryüzündeki birçok canlı gibi arılar da insanların hizmetine sunulmuşlardır. Tıpkı hergün kendisine pek faydası olmamasına rağmen en az bir yumurta veren tavuk veya yavrusunun ihtiyacının çok üstünde süt üreten inek gibi...
Arıların kovan içi yaşantıları ve bal üretimleri de son derece hayranlık uyandırıcı detaylar içerir. Arıların kovanda yapmaları gereken çok sayıda "iş" vardır ve mükemmel bir organizasyonla bu işlerin üstesinden gelirler:
Nemin ayarlanması ve havalandırma: Bala önemli derecede koruyucu özellik kazandıran kovan içindeki nem oranı daima belli bir sınırda olmalıdır. Kovanın içindeki nemin normalin altında veya üstünde olması durumunda bal, hem besleyici hem de koruyucu özelliğini kaybedecek, yani bozulacaktır. Aynı şekilde kovanın ısısı da 10 ay müddetince tam 320C olmak zorundadır. Kovandaki ısı ve nemin devamlı olarak gerekli sınırlarda tutulması için özel bir "vantilatör grubu" görevlendirilmiştir.
Sıcak bir günde arıların kovanlarını havalandırdıkları kolayca görülebilir. Kovan girişi arılarla dolar; zeminde adeta kenetlenir ve kanatlarıyla kovanı yelpazelerler. Bu şekilde kovandaki hava, bir taraftan girip öteki taraftan çıkması için arılar tarafından zorlanır. Kovanın içindeki ekstra yelpazeciler de havayı dört bir tarafa sürerler.
Kovan içi havalandırma sisteminin bir diğer yararı da, kovanı dumandan ve havadaki kirlilikten korumaktır.
Sağlık sistemi: Arıların balın niteliğinin bozulmaması için gösterdikleri çaba sadece ısı ve nem ayarı ile sınırlı değildir. Kovanda, bakteri üremesine neden olan bütün olayları kontrol altında tutmak için mükemmel bir sağlık sistemi çalıştırılır. Bu sistem ilk olarak bakteri üretmesi ihtimali olan maddelerin ortadan kaldırılmasını hedefler. Arıların sağlık sisteminin ana prensibi yabancı maddelerin kovana girmesini engellemektir. Bu nedenle kovanın girişinde daima iki nöbetçi bulundurulur. Bu tedbire rağmen içeri yabancı bir böcek ya da cisim girmişse, bunun en kısa zamanda kovandan uzaklaştırılması için arılar seferber olurlar.
Kovan dışına atılamayacak büyüklükteki yabancı cisimler için ise başka bir korunma mekanizması devreye girer. Arılar böyle durumlar için "propolis" (arı reçinası) adı verilen bir madde üretirler. Bunu, çam, kavak, akasya gibi ağaçlardan topladıkları reçinelere, bazı özel salgılar ekleyerek yaparlar. Propolisin özelliği, içinde bakteri barınamamasıdır. Dışarıdan kovana girmiş canlılar propolis ile sarılırlar ve böylece bir nevi mumyalanarak kovandaki ortamdan tecrit edilmiş olurlar.
Arıların bu davranışlarıyla ilgili öncelikle şu noktaya dikkat çekmekte yarar vardır: Arılar bir canlı öldüğünde bedeninde bozulmaların olacağını ve ortaya çıkan maddelerin kovandaki canlılara zarar verebileceğini bilmektedirler. Ayrıca bu bozulmayı engellemek için ölen canlının özel bir kimyasal işleme tabi tutulması gerektiğinin de farkındadırlar. Mumyalama işlemi için de bakteri barındırmama özelliğine sahip bir madde olan propolisi kullanmaktadırlar.
Buraya kadar sıralanmış olan bilgiler ışığında düşünerek şu soruları soralım: Acaba arılar bir canlıda meydana gelebilecek bozulmaları ve bu bozulmanın zararlı etkilerini nasıl yok edebileceklerini nereden bilmektedirler? Üstelik sadece bunları bilmekle kalmayıp propolis gibi bir maddeyi kullanıma geçirmeyi nasıl akletmiş olabilirler? Arılara bunu öğreten kimdir? Bu maddeyi arılar nasıl keşfetmişlerdir? Formülünü nasıl bulup, üretime nasıl geçmişlerdir? Bu formülün bilgisini diğer koloni üyelerine ve kendilerinden sonra gelen nesillere nasıl aktarmışlardır?
Mumyalama işlemi, antiseptik maddenin içeriği ve üretimi veya nerelerde kullanılacağı gibi konularda arıların bir bilgisinin olamayacağı ve vücutlarında bunları üretebilecekleri bir sistemi de kendilerinin meydana getiremeyeceği açıktır. Bütün bunları arılar kendi kendilerine akledemezler. Her aşamasında belli bir akıl ve bilgi gerektiren bu işlemleri, arılar tesadüfen de öğrenmiş değildirler. Çünkü tesadüfler, şuurlu ve akılcı hareketler ortaya çıkaramazlar.
Bunlar, tüm bu işlemlerin nasıl yapılacağının arılara başka biri tarafından öğretilmiş olduğunu gösterir. Bu bilgilerin tümünü arılara yaratıcıları olan Allah ilham etmektedir. Yeryüzündeki herşey gibi arılar da Melik (bütün kainatın sahibi ve mutlak surette hükümdarı) olan Allah'a boyun eğmişlerdir:
Hak Melik olan Allah pek Yücedir. O'ndan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir. (Müminun Suresi, 116)
Balarıları küçük balmumu parçalarına şekil vererek, 30.000 arının yaşayabileceği ve birlikte çalışabileceği kovanlar inşa edebilirler.
Kovan, her bir yüzünde yüzlerce küçük hücre bulunan balmumu duvarlı peteklerden oluşur. Bütün petek hücreleri tamı tamına aynı büyüklüktedir. Bu mühendislik harikası, binlerce arının birlikte çalışmasıyla yapılır. Arılar, bu hücreleri besin depolamak ve genç arıların bakımı için kullanırlar.
Balarıları, petek hücrelerini milyonlarca yıldır (100 milyon yıl öncesine ait arı fosili bulunmuştur) altıgen şeklinde inşa eder. Acaba neden sekizgen veya beşgen gibi geometrik şekiller değil de özellikle altıgen seçilmiştir? Bu sorunun cevabını matematikçiler veriyor: Birim alanın maksimum kullanımı için en uygun geometrik şekil altıgendir. Petekler altıgen yerine başka bir biçimde inşa edilseydi kullanılmayan bölgeler ortaya çıkacak, böylece daha az bal depolanabilecek ve kovandan daha az sayıda arı yararlanabilecekti.
Derinlikleri aynı olduğu sürece üçgen ve dörtgen hücrelerde de altıgen hücrelerdeki kadar bal depo edilebilirdi. Ancak bu şekillerden çevresi en kısa olan altıgendir. Aynı hacme sahip olmasına rağmen, altıgen hücreler için kullanılan malzeme üçgen veya dörtgen için kullanılandan daha azdır.
Bu durumda şu sonuca varılır: Altıgen hücre, en çok miktarda bal depolarken, inşası için en az balmumu gerektiren şekildir. Karmaşık geometri işlemleri ile ortaya çıkan bu sonuç, elbette arılar tarafından hesaplanmış değildir. Bu küçük hayvanlar, altıgeni, yaratılışlarının bir gereği olarak, yalnızca kendilerine öğretildiği, bir başka deyişle "vahyedildiği" için kullanmaktadırlar.
Arıların altı köşeli hücreleri her yönden kullanışlı bir tasarımdır. Hücreler birbirine uygun ve duvarları ortaktır. Bu, yine en az balmumuyla en fazla depolamayı sağlar. Hücre duvarları oldukça ince olmalarına rağmen kendi ağırlıklıklarının birkaç katını taşıyabilecek güçtedirler.
Arılar hücrelerin yan yüzeylerinin yanında, dip taraflarını da yaparken en çok tasarruf ilkesini göz önünde bulundururlar.
Petekler, sırt sırta vermiş iki sıralı bir dilim şeklinde yapılır. Bu durumda iki hücrenin birleşim noktaları problemi doğacaktır. Bu sorun, hücre tabanlarının, üç eşkenar dörtgeni birleştirerek inşa edilmesiyle çözülmüştür. Peteğin bir yüzünde üç hücre yapılması, tabanın öteki yüzdeki bir hücre tabanının kendiliğinden yapılmış olması demektir.
Taban eşkenar dörtgen şeklindeki balmumu plakalarından oluştuğundan, bu yöntemle yapılan hücrelerin dibinde aşağı doğru bir derinleşme görülür. Bu hücrenin hacminin, dolayısıyla da depolanacak balın miktarının artması demektir.
Buraya kadar anlatılanlarda da görüldüğü gibi altıgen, petek örülmesi için en ideal şekildir. Bu noktada cevap verilmesi gereken bir soru ortaya çıkmaktadır. Arılar altıgenin en iyi olduğunu nereden bilmektedirler?
Peteklerdeki bu kusursuz tasarımın arılar tarafından hayali evrim süreci içinde yavaş yavaş geliştirilemeyeceğini anlamak için sadece sağduyulu bir insan olmak yeterlidir. Bir arının bir gün beşgen petek yapıp, daha sonraki gün üçgen deneyip, bir süre böyle devam edip, daha sonraki günlerde, yıllarda veya yüzyıllarda altıgenin petek yapımında en karlı şekil olduğunu anlayıp, bunda karar kıldığı gibi bir senaryoyu düşünmek bile son derece saçmadır. Böyle bir şeyi iddia etmek, arıların en az insanlar kadar akıl ve bilinç sahibi varlıklar olduğunu iddia etmektir. Ki bu iddianın kabul edilmesi de aklen ve vicdanen mümkün değildir.
Arıları Allah yaratmıştır. Evrimsel bir süreç geçirmemişlerdir. Hiçbir şekilde değişime uğramamışlardır. İlk yaratıldıkları andaki özellikleri neyse günümüzdeki özellikleri de odur.
Balarılarının petek inşası sırasında dikkat ettikleri bir başka özellik, hücrelerin eğimidir. Hücreler her iki yana doğru 13'er derece yükseltilerek yere tam paralel olmaları engellenir. Böylece bal, ağız kısmından akıp gitmez.
İşçi balarıları çalışırken birbirlerine halkalar şeklinde asılarak salkım biçiminde toplanırlar. Bundaki amaç, balmumu üretimi için gerekli olan 350C'lik ısının sağlanabilmesidir. Arılar karınlarındaki torbacıklardan saydam bir sıvı üretirler. Bu sıvı, dışarı sızar ve beyaz ince balmumu tabakalarını sertleştirir. Arılar da balmumunu ayaklarındaki küçük kancalarla toplarlar. Daha sonra balmumunu ağızlarına koyar, yumuşayıncaya kadar ağızlarında işler ve peteklerde onu şekillendirirler. Birçok arı birlikte hareket ederek, balmumunun yumuşak ve işlenebilir halde kalması için çalışma yerinin tam istenilen ısıda olmasını sağlar.
Peteğin inşasında çok ilginç bir nokta daha vardır: Peteğin yapılmasına kovanın üst kısmından başlanır ve aynı anda iki-üç dizi aşağı doğru örülür. Bir petek dilimi her iki yana doğru genişlerken, önce içerdiği iki sıranın tabanları birleşir. Bu iş gayet uyumlu ve düzenli bir şekilde gerçekleşir. Öyle ki, peteğin farklı iki ya da üç parçadan meydana getirildiğini fark etmek mümkün değildir. Aynı anlarda değişik uçlardan yapılan petek dilimleri o kadar düzgündür ki, petekler yüzlerce açı barındırmasına rağmen tek parça bir yapı izlenimi verir.
Bunun oluşabilmesi için, arıların başlangıç ve birleşme noktaları arasındaki uzaklıkları önceden hesaplayıp, hücrelerin boyutlarını ona göre planlamaları gerekir. Binlerce arının bu kadar hassas bir hesabı tutturabilmesi bilim adamlarını hayretler içinde bırakmaktadır.
Görüldüğü gibi petek yapımı ile ilgili detaylar son derece fazladır. Peteğin özel olarak tasarlanmış bir yapı olduğu açıkça görülmektedir. Böyle bir yapıda tesadüf olasılığını düşünmek ise son derece saçma olacaktır. Arıların hayatlarındaki her aşama Allah'ın sınırsız kudretinin ve yaratma gücünün bir tecellisidir.
Arılar çoğu zaman yiyecek bulabilmek için uzaklara giderek geniş alanları taramak zorunda kalırlar. Kovanlarının 800 m. ötesine kadar uzanan bir alan içerisinde, kır çiçeklerinden bal özü ve çiçek tozu toplarlar. Çiçekleri bulan arı, bunların yerini haber vermek üzere kovanına döner. Ancak bu arı, kovandaki arkadaşlarına çiçeklerin yerini nasıl anlatacaktır?
Dans yoluyla!... Kovana dönen arı bir çeşit dans yapmaya başlar. Bu dans, diğer arıların, çiçeklerin yerini bulabilmeleri için kullanılan bir anlatım yoludur. Arının yaptığı tekrarlı dans, diğer arılara hedefe ulaşmak için gereken doğrultu, yön, uzaklık gibi bütün bilgileri eksiksiz olarak verir.
Dans, arının devamlı olarak çizdiği "8" şeklinden ibarettir. Arı, sekizin ortasını, kuyruk kısmını titreterek zig-zaglar halinde çizer. Zig-zaglı yolun Güneş-kovan arasındaki doğrultuyla yaptığı açı, çiçek kaynağının tam yönünü verir.
Kaynağın yönünü bilmek de tek başına bir işe yaramaz. İşçi arılar bal özü toplayabilmek için, ne kadar uzağa gitmeleri gerektiğini de "bilmeli"dir. Kovana dönen arı, diğer arılara, yine belirli vücut hareketleriyle çiçek polenlerinin bulunduğu uzaklığı "anlatır". Bunu gövdesinin alt kısmını sallayıp ani hava akımları oluşturarak belirtir. Diğer arılar da antenleri ile bu akımları algılayarak gidecekleri besin kaynağının uzaklığını tesbit ederler. Örneğin 250 metre uzaklıktaki yeri "tarif etmek" için yarım dakikalık bir süre içinde vücudunun alt kısmını 5 kez sallar. Böylece belirtilen açı ve uzaklıkla hedefin yeri kesin olarak belirtilmiş olur.
Ama kaynağa gidiş-geliş süresi uzun süren uçuşlarda, arıyı yeni bir sorun bekler: Besin kaynağını sadece Güneş'e göre tarif etme yeteneğine sahip olan arı, kovana dönene kadar, güneş her 4 dakikada bir 1 derece yer değiştirir. Buna göre arının, yolda geçirdiği her 4 dakika için arkadaşlarına verdiği yönde bir derece hata yapması gerekirken böyle bir problem hiç yaşamaz. Çünkü gözü yüzlerce minik altıgen mercekten oluşur. Her mercek tıpkı bir teleskopta olduğu gibi çok dar bir alanı görür. Günün belirli bir anında Güneş'e doğru bakan bir arı, uçarken sürekli olarak yerini bulabilir. Bilim adamları arının bu işi, zamana göre güneşin verdiği aydınlığın değişmesinden faydalanarak yaptığını söylüyorlar. Sonuçta arı, güneş ilerledikçe kovanda vereceği yönde düzeltme yaparak hedefin yönünü hatasız olarak belirler.
Balarıları, bir çiçeğin nektarının daha önce başka arılarca tüketildiğini konar konmaz anlar ve hemen çiçeği terk eder. Bu sayede hem vakit hem de enerji kaybından kurtulur. Peki arı çiçek üzerinde inceleme yapmadan nektarın tükendiğini nereden anlamaktadır?
Çünkü çiçekten faydalanan ve nektarı tüketen arkadaşları o çiçeği, özel kokulu bir damla bırakarak işaretlerler. Onlardan sonra gelen herhangi bir arı çiçeğe konar konmaz önceden bırakılan kokuyu alır ve çiçeğin işe yaramaz olduğunu anlayarak hemen başka bir çiçeğe yönelir. Böylece birden fazla arının aynı çiçekle zaman kaybetmeleri engellenmiş olur.
Allah'ın küçücük bir hayvan kanalıyla insanlara sunduğu balın ne denli önemli bir besin kaynağı olduğunu biliyor musunuz?
Bal, fruktoz ve glukoz gibi şekerlerin yanı sıra magnezyum, potasyum, kalsiyum, sodyum klorür, kükürt, demir ve fosfor gibi minerallere sahiptir. Nektar ve polen kaynaklarının niteliklerine göre değişmekle birlikte, balda B1, B2, C, B6, B5 ve B3 vitaminleri bulunmaktadır. Ayrıca bakır, iyot, demir ve çinko da az miktarlarda bulunur. Balın içeriğinde bunların dışında bazı hormonlar da vardır.
Bal, Kuran ayetinde haber verildiği gibi, "insanlara şifa" olma özelliği taşımaktadır. 20-26 Eylül 1993 tarihleri arasında Çin'de yapılan Dünya Arıcılık Kongresi'nde bilim adamlarının bal hakkındaki yorumları da bunu doğruluyor:
Kongre'de, arı ürünleri ile tedavi konusu ağırlık kazandı. Özellikle ABD'li bilim adamları bal, arı sütü, polen ve arı reçinasının (propolis) birçok hastalığı tedavi ettiğini bildirdiler. Romanyalı bir doktor balı katarakt hastaları üzerinde denediğini ve 2094 hastadan 2002'sinin (%95) bal sayesinde tam olarak iyileştiğini açıkladı. Polonyalı doktorlar ise arı reçinasının hemoroid, deri hastalıkları, kadın hastalıkları gibi birçok hastalığa iyi geldiğini tespit ettiklerini bildirdiler. (Hürriyet, 19 Ekim 1993)
Bilimde en ön sıraları alan ülkelerde arıcılık ve arı ürünleri artık başlıbaşına bir araştırma dalı durumundadır. Balın diğer yararları ise şöyle sıralanabilir:
Kolayca sindirilir: İçindeki şekerlerin bir başka cins şekere (fruktozun glikoza) dönüşebilme özelliği sayesinde bal, yüksek miktarda asit içermesine rağmen en hassas mideler tarafından bile kolaylıkla sindirilir. Aynı zamanda bağırsakların ve böbreklerin daha iyi çalışmasına yardımcı olur.
Düşük kalorilidir: Balın bir diğer özelliği de, aynı oranda şekerle karşılaştırıldığında oldukça tatlı olmasına rağmen, vücuda yaklaşık %40 oranında daha az kalori sağlamasıdır. Vücuda yoğun enerji vermesine rağmen, kilo yapmaması balı üstün nitelikli bir besin kaynağı yapmaya yeter.
Süratle kana karışır: Bal ılık suyla karıştırıldığında 7 dakika içinde kana karışır. İçerdiği serbest şekerlerden dolayı beynin çalışması kolaylaşır.
Kan yapımına destek olur: Bal, kan yapımı için vücudun gereksinim duyduğu enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Ayrıca kanın temizlenmesine de yardımcı olur. Kan dolaşımını hem düzenleyici, hem de kolaylaştırıcı yönde etkisi vardır. Damar sertliğine karşı önemli bir koruyucudur.
İçinde bakteri barınamaz: Balın bakteri barınmasına olanak tanımayan özelliği "inhibine etki" olarak adlandırılır. Yapılan deneyler sulandırılmış balın bakteri öldürücü özelliğinin saf bala göre iki kat arttığını göstermiştir. İşin ilginci, arı kolonisine yeni dahil olacak kurtçukların, kendilerine bakmakla görevli arılarca -sulandırılmış balın bu özelliğini bilirmişçesine- sulandırılmış balla beslenmesidir.
Arı Sütü: Arı sütü, kovandaki işçi arıların ürettiği bir maddedir. Çok besleyici olan arı sütünde şeker, protein, yağ ve birçok vitamin bulunur. Vücudun kuvvetsiz düştüğü durumlarda ve doku yaşlanmalarından ileri gelen bozukluklarda kullanılır.
Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp-döşendi? Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca öğüt verici bir hatırlatıcısın. (Gaşiye Suresi, 17-21)
Tüm varlıklar, tüm evreni olduğu gibi kendilerini de yaratan Allah'ın sonsuz gücünü ve ilmini göstermektedirler. Allah bunu birçok ayette bildirmekte, her yarattığının bir ayet, yani delil ve ibret olduğuna sürekli dikkat çekmektedir.
Gaşiye Suresi'nin 17. ayetinde de, yine üzerinde dikkatle düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir hayvandan, "deve"den bahsedilmektedir.
Aşağıda, Allah'ın Kuran'da "Bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı?" ifadesiyle üzerinde düşünmeye davet ettiği bu hayvan hakkında bazı çarpıcı bilgiler verilmiştir.
1. Açlık ve susuzluğa olağanüstü dayanma yeteneği: Deve, 50°C sıcaklıkta 8 gün aç susuz kalabilir. Bu süre içinde toplam ağırlığının %22'sini kaybeder. İnsan, vücudunda bulunan suyun %12'sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40'ını kaybettiği halde ölmez. Devenin susuzluğa dayanıklılığının diğer bir sebebi de, gündüz vücut ısısını 41°C'ye kadar çıkartan bir mekanizmaya sahip olmasıdır. Bu sayede gündüz aşırı çöl sıcağında su kaybını minimum seviyede tutabilmektedir. Soğuk çöl gecelerinde ise vücut ısısını 30°C'ye kadar düşürebilmektedir.
2. Mükemmel su kullanım ünitesi: Develer, 10 dakikada ağırlıklarının üçte biri oranında su içerler. Bu miktar kimi zaman 130 litreyi bulabilmektedir. Bunun yanı sıra deve, insana oranla 100 kat daha geniş alanı kaplayan bir burun mukozasına sahiptir. Hayvan, çok büyük ve kıvrımlı burun mukozası sayesinde, havadaki nemin %66'sını tutabilmektedir.
3. Besinlerden ve sudan maksimum istifade: Hayvanların çoğu böbreklerinde biriken üre kana karıştığı anda zehirlenerek ölür. Oysa, deve, vücudunda oluşan üreyi defalarca karaciğerden geçirerek, sudan ve besinlerden maksimum derecede istifade edebilmektedir.
Devenin kan ve hücre yapısı da, çöl şartlarında uzun süre susuz yaşayabilmesini sağlayabilecek şekildedir. Hücre duvarları, hücrelerinin fazla su kaybetmesini engelleyecek bir yapıdadır. Kan yapısı ise, devenin vücudunda su minimuma indiğinde bile kan akışında bir ağırlaşmaya olanak vermeyecek biçimdedir. Ayrıca kanında, susuzluğa dayanıklılığı arttıran albümin enzimi, diğer canlılardan daha fazla miktarda bulunmaktadır.
Devenin bir başka destekleyicisi de hörgücüdür. Hörgüçlerde devenin vücut ağırlığının beşte biri kadar yağ depo edilmiştir. Devede yağın tek bir noktada toplanması, -yağa bağlı olarak- vücudun her yerinde yoğun oranda su atılmasını engeller. Bu da devenin suyu minimum oranda kullanmasına sebep olur.
Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilo besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg. kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. Devenin ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan herşeyi öğütebilecek kadar güçlüdür. Deve normalde yiyecek sınıfına girmeyen kauçuk gibi maddelerden bile istifade etmesini bilir. Kurak ortamlarda bu özelliğin ne kadar değerli olduğu açıktır.
4. Hortumlara ve fırtınalara karşı önlem: Devenin gözleri iki kat kirpiklidir. Kirpikler, kapan gibi içiçe geçerek, gözü şiddetli kum fırtınalarına karşı tam bir korumaya alır. Develer ayrıca burun deliklerini de kum girmesini engellemek için kapatabilirler.
5. Yakıcı sıcağa ve dondurucu soğuğa karşı önlem: Bütün vücudunu kaplayan sık tüyler çölün yakıcı güneşinin hayvanın derisine ulaşmasına engel olur. Bunlar aynı zamanda soğukta da hayvanın ısınmasını sağlar. Çöl develeri 70°C'lik sıcaklıktan etkilenmezken, çift hörgüçlü develer sıfırın altında 52°C'lik soğuklarda yaşayabilmektedir. Bu tip develer, 4.000 metrelik yüksek yaylalarda bile hayatlarını sürdürebilmektedirler.
6. Kızgın kumlar için önlem: Bacaklarına oranla son derece büyük olan ayakları da özel olarak yaratılmış, hayvan kuma batmadan yürüyebilsin diye genişletilip yayılmıştır. Ayak tabanlarındaki özel kalın deri ise kızgın çöl kumlarına karşı alınmış bir tedbirdir. Tüm bu bilgilerin ışığında düşünelim:
Deve, kendi vücudunu çöl ortamına göre mi ayarlamıştır? Burun mukozasını kendisi oluşturup, tepesindeki hörgücü o mu meydana getirmiştir? Ya da hortum ve fırtınalara karşı göz ve burun yapısını kendisi mi tasarlamıştır? Kan ve hücre yapısını, o, su harcamama esası üzerine kendisi mi düzenlemiştir? Vücudundaki tüylerin dokusunu devenin kendisi mi seçmiştir? O mu kendisini "çöl gemisi"ne dönüştürmüştür?
Deve -herhangi bir başka canlı gibi- elbette bunları yapamaz, kendi kendini insanlara faydalı hale getiremez.
"Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?" ayeti, gerçekten de bu olağanüstü hayvanın var oluşunu en iyi biçimde açıklamaktadır. Deve de, herşey gibi yaratılmış, çeşitli özelliklerle bezenmiş ve Allah'ın yaratışındaki üstünlüğün bir delili olarak yeryüzüne yerleştirilmiştir.
Deve, bu tür üstün fiziksel özelliklerle yaratılırken, insana hizmetle görevlendirilmiştir. İnsan ise, tüm varlık aleminin içindeki buna benzer yaratılış mucizelerini görmek ve tüm varlıkların yaratıcısı olan Allah'ı bilip-tanımakla...