"Atlar bir evrim sonucunda ortaya çıkmıştır. Atın atası beş tırnaklı iken bugünkü atlar tek tırnaklıdır."
Açıklama: "Atın evrimi", ders kitaplarımızda, kendisinden şüphe duyulamayacak kadar kesin kanıtlarla ispatlanmış bir gerçek gibi gösterilmektedir. Oysa gerçekler çok farklıdır. Bir zamanlar evrim teorisinin en çok sözü edilen sözde "kanıt"larından biri olan atın evrimi hikayesi, bugün çok sayıda evrimci tarafından reddedilen ve unutulmaya yüz tutmuş bir skandal niteliğindedir.
Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını ve atın kademeli evrimleşmesi gibi bir sürecin hiç yaşanmadığını şöyle anlatmıştır:
Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.27
Atın evrimi şemalarının sergilendiği "İngiltere Doğa Tarihi Müzesi"nin yöneticilerinden ünlü evrimci paleontolog Colin Patterson da, hala müzenin alt katında duran bu sergi hakkında şunları söyler:
Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum.28
Atın Evrimi Aldatmacası
Dünya üzerinde farklı büyüklüklerde at cinsleri yaşar. Evrimcilerin yaptığı atın evrimi şeması, bu farklı cinslere ve bazı diğer memelilere ait fosillerin art arda sıralanmasından başka bir şey değildir. Bu yüzden at serileri, tümüyle köhne ve bilim dışı bir iddiadır.
Peki "atın evrimi" senaryosunun dayanağı nedir? Bu senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle oluşturulan düzmece şemalarla ortaya atılmıştır. Değişik araştırmacıların öne sürdükleri 20'den fazla değişik atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçları hakkında evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen Devri'nde yaşamış "Eohippus" (Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır. Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika'da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan "Hyrax" isimli hayvanın çok benzeridir.29
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus Nevadensis ve Equus Occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.30 Bu, modern at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir ki, atın evrimi diye bir sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının en açık kanıtıdır.
Dahası, ünlü paleontolog Pettingrew, modern atın, ataları olduğu söylenen canlılardan yaklaşık 70 milyon yıl önce yaşamış olduğunu belirtmektedir. Pettingrew'e göre, bugünkü tek tırnaklı at, günümüzden 120 milyon yıl önceki Mezozoik Devir'de yaşamış, onun atası olduğu iddia edilen çok tırnaklı at ise, 50 milyon yıl önceki Eosen Devir'de ortaya çıkmış ve 40 milyon yıl önce de nesli tükenmiştir.31 At serilerinin bu paleontolojik açmazını evrim araştırmacısı Francis Hitching de şöyle ifade eder:
Dünyanın herhangi bir yerinde kaya tabakalarında aşağıdan yukarıya tam bir evrimsel sıra içerisinde at fosili serisi bulunamadı.32
Öte yandan, zaten hiçbir temele dayanmayan at serileri, bir de sıralamaya uymayan bazı fosillerin kasıtlı olarak göz ardı edilmesiyle daha da güvenilmez hale gelmiştir. Örneğin Miyosen Devri'nde yaşamış olan "Moropus", ata çok benzediği halde evrimcilerin işine gelmediği için fosil serisine alınmamıştır. Prehistoric Animals adlı ansiklopedide şöyle denir:
İki metrelik boyuyla Moropus, hem o devirde yaşamış Meryhippus'tan hem de günümüz atından daha iridir ve küçükten büyüğe doğru olan evrim sıralamasını bozmaktadır.33
Tüm bu gerçekler, evrimin önemli delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan hayali ve düzmece sıralamalar olduklarını ortaya koymuştur. Bu nedenle, bu hayali senaryonun ders kitaplarında "evrime delil oluşturan bilimsel gerçek" havasında sunulması, son derece yanlış bir uygulamadır ve düzeltilmesi gerekmektedir.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
"Antibiyotiklere dayanıklı bakterilerin oluşumu mutasyonla olur."
Açıklama: Evrimciler, bazı bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç göstermelerini evrimin deliliymiş gibi sunmaya çalışırlar. Bu direnç mekanizmasının da mutasyonlar sonucunda meydana geldiğini iddia ederler. Bu iddia ders kitaplarına kadar da girmiştir.
Oysa bakterilerdeki bu özellik, onların antibiyotiklere maruz kalınca geliştirdikleri bir özellik değildir. Çünkü bu canlılar söz konusu özelliklere antibiyotiklerin ortaya çıkmasından önce de sahiplerdir. Scientific American dergisi, evrimci bir yayın olmasına karşın, Mart 1998 sayısında bu konuda şöyle bir itirafa yer vermiştir:
Çok sayıda bakteri, daha ticari antibiyotikler kullanılmaya başlamadan önce de direnç genlerine sahipti. Bilim adamları bu genlerin neden evrimleştiklerini ve varlıklarını sürdürdüklerini kesinlikle bilmiyorlar.34
Görüldüğü gibi, bakterilerde direnç sağlayan genetik bilginin, antibiyotiklerden önce var olması, evrimciler tarafından açıklanamayan ve teorinin iddiasını geçersiz kılan bir gerçektir.
Dirençli bakterilerin, antibiyotiklerin keşfinden yıllarca önce mevcut olduğu, ciddi bir bilimsel yayın olan Medical Tribune dergisinin, 29 Aralık 1988 sayısında da ilginç bir olay aktarılarak belirtilmektedir: 1986'da yapılan bir araştırmada, 1845 yılındaki bir kutup keşfi sırasında hastalanarak hayatını kaybeden denizcilerin buzda korunmuş cesetleri bulunmuştur. Bu cesetlerin üzerinde 19. yüzyılda yaygın olan bazı bakteri çeşitleri tespit edilmiş ve test edildiğinde, bunların 20. yüzyılda üretilmiş pek çok modern antibiyotiğe karşı direnç özellikleri taşıdıkları hayretle saptanmıştır.
Bu tür direnç özelliklerinin penisilinin icadından önce de birçok bakteri türünde mevcut olduğu tıp dünyasında bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bakterilerdeki direnç özelliğinin evrimsel bir gelişme gibi öne sürülmesi kesinlikle aldatıcı bir iddiadır.
Peki günlük dilde "bakterilerin bağışıklık kazanması" denen süreç gerçekte nasıl oluşur?
Bakterilerin kendi türleri içinde sayısız varyasyonları (çeşitleri) vardır. Bu varyasyonların bir kısmı ise, yukarıda belirttiğimiz gibi, bazı ilaçlara karşı direnç sağlayacak genetik bilgiye sahiptir. Bakteriler belli bir ilacın etkisine maruz kaldıklarında, ilaca dayanıksız varyasyonlar yok olur; dirençliler ise hayatta kalır ve daha fazla çoğalma imkanına kavuşurlar. Belli bir zaman sonra tamamen yok olan dirençsiz bakterilerin yerini, hızla çoğalan bu dirençli bakteriler doldurur. Bir süre sonra, aynı bakteri türü yalnızca söz konusu antibiyotiğe dirençli olan bireylerden oluşmuş bir koloni haline gelir ve artık aynı antibiyotik o bakteri türüne karşı etkisiz olur. Ancak bakteri yine aynı bakteri, tür yine aynı türdür.
Dikkat edilirse burada, evrimcilerin iddia ettiğinin aksine, dirençsiz olan bakterilerin, antibiyotiğe maruz kaldıklarında mutasyon geçirip dirençli bakterilere dönüşmeleri, böylece yeni bir genetik bilgi edinmeleri gibi evrimsel bir süreç yoktur. Yalnızca aynı bakteri türünün zaten baştan beri birarada var olan dirençli ve dirençsiz çeşitleri arasında bir elenme gerçekleşmektedir. Bu ise yeni bir bakteri türünün ortaya çıkması, yani "evrim" değildir. Aksine var olan varyasyonlardan biri yok olmaktadır; yani evrimin tam tersi bir gelişme yaşanmaktadır.
Aynı durum böceklerin DDT'ye karşı bağışıklık kazanmaları konusu için de geçerlidir. Bağışıklığı olan böceklerin bağışıklık genleri DDT'den önce de mevcuttur. DDT'nin icadından sonra önceden de bağışıklık sahibi olan böcekler hayatta kalmış ve çoğalmışlar, bu özelliğe sahip olmayanlar ise elenerek yok olmuşlardır. Sonuçta geriye yalnızca DDT'ye bağışıklığı olan böceklerin oluşturduğu bir popülasyon kalmıştır.
Evrimci biyolog Francisco Ayala; "Böcek zehirlerinin en kapsamlı türlerine karşı gösterilen bağışıklık, bu insan-yapımı maddelerin böceklere uygulandığında, o böcek türünün çeşitli genetik varyasyonlarında açıkça vardı" diyerek bu gerçeği kabul eder.35
Halkın büyük çoğunluğunun mikrobiyoloji alanında bilgi edinme ve araştırma imkanına sahip olmadığını bilen evrimciler de bu direnç ve bağışıklık konularında açık bir aldatmacaya başvurmaktadırlar. Özellikle de bu konuyu medyada sık sık gündeme getirerek, evrimin çok büyük bir kanıtı gibi sunmaktadırlar. Oysa ne bakterilerdeki antibiyotik direncinin ne de böceklerdeki DDT bağışıklığının evrime hiçbir delil sağlamadığı çok açıktır. Ancak her iki konu da, evrimcilerin teorilerini haklı çıkarmak uğruna ne tür çarpıtma ve göz boyamalara başvurduklarını göstermek açısından iyi birer örnektir.
Bilimsel yönden bir geçerliliği olmayan bu gibi evrimci iddiaların ders kitaplarında bilimsel bir gerçek gibi anlatılmasının sakıncalı bir uygulama olduğu ise açıkça ortadadır.
İddianın Geçtiği Ders Kitapları:
"Yeni bulunan fosiller evrim görüşünü pekiştirmektedir."
Açıklama: Ders kitaplarında yer alan yanlış iddialardan biri de "yeni bulunan fosillerin evrim teorisini desteklediği" iddiasıdır. Oysa aksine, fosil bilimi (yani paleontoloji) Darwin'den bu yana hiçbir zaman evrim teorisini desteklememiş, aksine teorinin önündeki en büyük engel olmuştur. Ne eski ne yeni herhangi bir fosilin evrim teorisine kazandırdığı hiçbir dayanak yoktur.
Fosil kayıtlarının teorinin önüne koyduğu sorun, evrime göre canlı türlerini birbirine bağlaması gereken teorik "ara türlerin" fosillerine asla rastlanamamasıdır. Oysa eğer teori doğru olsaydı, bu ara tür fosillerinden çok sayıda ve kolaylıkla bulunması gerekirdi. Çünkü evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız ara türlerin oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngenler geçmişte yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. İşte evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Fosil kayıtları, evrim teorisinin önündeki en büyük engeldir. Çünkü bu kayıtlar, canlı türlerinin, aralarında hiçbir evrimsel geçiş formu bulunmadan, bir anda ve eksiksiz yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bu gerçek, türlerin ayrı ayrı yaratıldıklarının ispatıdır.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır.
Darwin bu gerçeği "Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir" diyerek kabul etmişti.36 Ancak Darwin bu ara türlerden hiçbir iz olmadığını da biliyordu. Bu yüzden Türlerin Kökeni adlı kitabında fosil kayıtlarına özel bir bölüm ayırmış, teorisini destekleyecek fosillerin bulunmadığını, ancak ileride yapılacak araştırmalarla bulunmasını umduğunu yazmıştı.
Oysa Darwin'den sonra 140 yıl boyunca dünyanın dört bir yanında yapılan kazılar, fosiller sorununu evrim teorisinin önünden kaldırmadı. Aksine, teoriyi çok büyük bir çıkmaza soktu. Çünkü bütün fosil kayıtları, evrimcilerin aradıkları ara türlerin asla yaşamadıklarını, aksine canlı türlerinin bir anda ve bugünkü eksiksiz şekilleriyle yeryüzünde ortaya çıktıklarını gösterdi.
Evrimci paleontolog Mark Czarnecki bu konuda şu itirafta bulunur:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türleri Allah'ın yarattığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır.37
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager da, bir evrimci olmasına karşın aynı itirafta bulunur:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde ortaya çıkan gruplar görürüz.38
Kısacası fosil kayıtları evrimi desteklememekte, aksine teori için "sorun" oluşturmaktadır. İşte bu nedenle evrimci biyolog Mark Ridley, ünlü evrimci bilim dergisi New Scientist'teki bir makalesinde şöyle demektedir: "Hiçbir gerçek evrimci... fosil kayıtlarını yaratılış fikrine karşı evrimi destekleyen bir delil olarak kullanmaz".39
Görüldüğü gibi ne eski ne de yeni bulunan fosiller "evrim görüşünü pekiştirmemekte", aksine fosil kayıtları teoriyi geçersiz kılmaktadır. Dahası, yine bazı evrimcilerin kabul etmek zorunda kaldıkları gibi, fosil kayıtlarının gelecekte de evrim teorisini desteklemesi imkansızdır. Çünkü eldeki fosil kayıtları son derece zengindir ve daha fazla araştırma yapılarak, daha önceden bulunmamış ara tür fosillerinin bulunması imkansızdır. Glasgow Üniversitesi paleontoloji profesörü T. Neville George, bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derece zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.40
Bilim dünyası bu gerçekleri bilmekte ve kabul etmektedir. Ancak ne yazık ki ders kitaplarında öğrencilere "yeni bulunan fosillerin evrimi desteklediği" gibi tümüyle bilim dışı bir iddia, bir gerçek olarak öğretilmektedir.
Bazı ders kitabı yazarları, soyu tükenmiş canlılara ait fosillerin bulunmasını evrimin bir ispatı sanacak kadar büyük bir bilgi eksikliği içindedirler. Örneğin Namık Berker adlı yazar tarafından kaleme alınan Liseler İçin Biyoloji 3 Ders Kitabı adlı kitapta, açıkça "Bir zamanlar yeryüzünde yaşamış ve sonradan ortadan kalkmış canlı fosillerinin bulunması evrimin en önemli kanıtlarındandır" diye yazılabilmiştir.41 Oysa evrimi ispatlayabilecek olan (ve asla bulunamayan) fosiller, türleri birbirlerine bağlayacak ara form fosilleridir. Farklı türlerin soylarının tükenmiş olmasının, evrim teorisine delil oluşturacak hiçbir yönü yoktur ve yaratılış açıklamasına da tümüyle uyumludur.
Tüm bu nedenlerden dolayı, ders kitaplarında yer alan "fosiller evrimi ispatlayan kanıtlardır" gibi bilim dışı ifadeler çıkarılmalı ve bunların yerine paleontoloji-evrim teorisi ilişkisini doğru tarif eden açıklamalar eklenmelidir. Bu konuda bir evrimci kaynaktan yararlanılabilir ve evrimci paleontolog Mark Czarnecki'nin yukarıda da aktardığımız şu yorumu kullanılabilir:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
"Uçan sürüngenler ve eski insan fosilleri birer ara formdur ve evrimin kanıtıdır."
Açıklama: Ders kitaplarında yer alan bir başka büyük yanılgı ise, gerçekte hiçbir "ara tür" özelliği taşımayan bazı canlılara ait fosillerin "ara tür fosili" olarak tanıtılmasıdır. Örneğin Mübahat Türker Küyel, Sevim Tekeli, Esin Kahya, Kenan Gürsoy, Alev Öner, Nurten Baykurt adlı yazarlar tarafından kaleme alınan Liseler İçin Felsefeye Giriş adlı ders kitabında şöyle denmektedir: "Ara formlar (uçan sürüngen, insan iskeleti kalıntıları) evrimin kanıtıdır."42
Oysa burada sayılan iki temel fosil grubunun, yani uçan sürüngenlerin ve insanların (ya da maymunların) iskelet kalıntıları kesinlikle evrim için bir kanıt değildir. Bunları sırası ile ele alalım.
Uçan sürüngenler, bundan yaklaşık 200 milyon yıl önce Üst Triasik Devir'de ilk kez ortaya çıkmış ve daha sonra ise soyları tükenmiş bir canlı grubudur. Bu canlılar birer sürüngendirler, çünkü sürüngen sınıfının temel özelliklerine sahiptirler: Metabolizmaları soğuk kanlıdır (ısı üretemezler) ve vücutları pullarla kaplıdır. Ancak güçlü kanatlara sahiptirler ve bu kanatlar sayesinde uçabildikleri düşünülmektedir.
Bu canlıların neden evrim için bir dayanak değil, aksine sorun olduklarını açıklamak için, öncelikle evrimi destekleyebilecek yegane fosil türü olan -ve asla bulunamayan- "ara türlerden" söz etmek gerekir.
Uçan Sürüngenler Ara-Geçiş Formu Değildir
Uçan sürüngenlerin "dördüncü parmak" boyunca uzanan kanatları. Uçan sürüngenler, fosil kayıtlarında aniden belirirler. Sahip oldukları kanatlar, diğer parmaklardan ortalama yirmi kat daha uzun olan "dördüncü parmak" boyunca uzanır. Bu ilginç yapı ile kara sürüngenlerini birbirine bağlayacak tek bir ara form yoktur. Kara sürüngenlerinden son derece farklı bir tasarıma sahip olan bu canlıların, hiçbir ara form olmadan bir anda belirmeleri, evrim teorisi tarafından asla açıklanamamaktadır.
Evrim teorisinin varsaydığı ara türler, önceki bölümde de ifade ettiğimiz gibi, iki temel canlı grubu arasındaki "yarım" canlılardır. Eğer evrim yaşanmışsa, bu yarım canlılardan milyonlarca tür yaşamış olması gerekir. Çünkü evrim "kademeli gelişim" demektir. Bu teoriye göre, bir balık kurbağaya dönüşmüşse, "yarım balık, yarım kurbağa" milyonlarca canlı olmalıdır. Bazıları %90 balık, %10 kurbağa, bazıları %80 balık, %20 kurbağa özellikleri taşımalı ve böylece yavaş yavaş dönüşüm gerçekleşmelidir. (Bu dönüşümün evrime göre sadece mutasyonlarla, yani canlının genlerinde meydana gelen rastgele değişikliklerle olduğu da unutulmamalıdır.)
Bu hatırlatmanın ardından, "uçan sürüngenler evrimin kanıtıdır" iddiasını inceleyebiliriz. Bu iddiayı ders kitaplarına ekleyen yazarlar, anlaşıldığına göre, "Sürüngenlerin geneli karada yaşar, ama bazıları uçan sürüngenlerdir, bu ise karada yaşayan sürüngenlerin bazılarının yavaş yavaş kanatlanıp uçtukları anlamına gelir" mesajını vermek istemektedirler.
Oysa bu tür bir senaryonun hiçbir temeli yoktur. Bunun en açık göstergesi de, uçan sürüngenlerin, kara sürüngenleriyle aralarında hiçbir geçiş türü olmadan, bir anda ve eksiksiz olarak ortaya çıkmalarıdır. Uçan sürüngenler, çok iyi tasarlanmış kanatlara sahiptirler ve bu organlar hiçbir kara sürüngeninde yoktur. "Yarım kanatlı" herhangi bir canlıya ise fosil kayıtlarında rastlanmamaktadır.
Nitekim "yarım kanatlı" canlıların yaşamış olması da mümkün değildir. Çünkü bu tür hayali canlılar, eğer yaşamış olsalardı, ön ayaklarını kaybettikleri, ama henüz uçacak durumda da olmadıkları için diğer sürüngenlere göre dezavantajlı hale geleceklerdi. Bu durumda ise, evrimin kendi kabulüne göre elenip soylarının tükenmesi gerekirdi.
Nitekim uçan sürüngenlerin kanatlarının yapısı incelendiğinde, bunun asla evrimle açıklanamayacak kadar kusursuz bir tasarım olduğu görülür. Uçan sürüngenlerin kanatları üzerinde diğer sürüngenlerin ön ayakları gibi beş tane parmakları vardır. Ancak dördüncü parmak, diğer parmaklardan ortalama yirmi kat daha uzundur ve kanat da bu parmağın altında uzanır. Eğer kara sürüngenleri uçan sürüngenlere evrimleşmişlerse, o halde söz konusu dördüncü parmak da yavaş yavaş, kademe kademe uzamış olmalıdır. Ama fosil kayıtlarında sadece normal beş parmaklı sürüngenlerle, dördüncü parmağı çok uzun olan kanatlı sürüngenler vardır. Omurgalı paleontolojisi alanında dünyanın en önde gelen birkaç isminden biri olan Carroll, bir evrimci olmasına karşın bu konuda şu itirafta bulunur:
Triasik Devir'de ortaya çıkan tüm uçan sürüngenler (pterosaurlar) uçuş için çok özelleşmiş yapıya sahiptirler... Atalarının ne olduğu konusunda ve uçuşlarının kökeninin ilk aşamaları hakkında ise hiçbir bulgu yoktur.43
Kısacası uçan sürüngenlerin evrime delil oluşturan hiçbir yönü yoktur. Ancak "uçan sürüngen" kavramı çoğu kimsenin daha önceden duyduğu bir kavram değildir ve evrimciler de bunu kullanarak bu kavramı çarpıtmaya ve teorilerine delil gibi göstermeye çalışırlar. Sürüngen terimi çoğu insan için sadece karada yaşayan canlıları ifade ettiği için, "uçan sürüngen" kavramıyla "sürüngenlerin kanatlanıp uçması" imajı vermeye uğraşırlar. Oysa kara sürüngenleri ile uçan sürüngenler, aralarında hiçbir evrimsel ilişki olmadan ortaya çıkmışlardır.
Kaldı ki, uçan sürüngenler olduğu gibi, denizde yaşayan deniz sürüngenleri de vardır. (Deniz kaplumbağaları bu grubun halen yaşayan bir türüdür.) Aynı durum memeliler için de geçerlidir. Uçan memeliler vardır (yarasa) ve deniz memelileri vardır (yunuslar ve balinalar). Bu farklı sınıflamalar ise evrime bir kanıt değil, aksine evrim için açıklanamayan büyük birer sorundurlar. Çünkü sürüngen ya da memeli gibi canlı gruplarının, kendi içlerinde bu kadar farklı tür barındırmalarının evrimsel bir açıklaması yoktur.
Kısacası ders kitaplarında evrimin delili olarak gösterilen uçan sürüngen fosilleri gerçekte evrime delil oluşturmaz. Aynı durum, uçan sürüngenlerle birlikte "evrimin delilleri" olarak öğretilen insan fosilleri için de geçerlidir.
İnsan fosilleri konusunu incelerken öncelikle bir noktayı vurgulamak gerekir. Yeryüzünde farklı insan ırkları vardır ve bunlar arasındaki anatomik farklılıklar bazen oldukça belirgindir. Örneğin Avrupalı ırkların kafatası hacmi ortalaması 1450 cc. civarındadır. Ama Avustralya yerlilerinde bu rakam 1100 cc. civarındadır ve daha da düşük bireylere rastlanır. Pigmeler oldukça kısa bir boya ve farklı bir yüz morfolojisine sahiptirler. Eskimoların iskeletleri genel ortalamadan çok farklıdır. Zenciler ile beyazlar arasında bile kaş çıkıntıları ve kas sayısı gibi farklar bulunur.
Bu farklılıklar, özellikle diğer ırklarla en az ilişkiye girmiş, en izole ırklarda belirgin haldedir.
Dolayısıyla, insan iskeletleri arasında belirli bir "çeşitlilik" olması doğaldır. Daha küçük kafataslı, daha çıkık kaşlı, daha kısa ya da daha iri iskelet yapıları olması normaldir. Bu iskeletlerin sahiplerinin hepsi de "normal" insandır ve "ilkel" değildir.
Öte yandan, evrimcilere göre insanın en yakın akrabası olan maymunlar da, çok geniş bir çeşitlilik potansiyeline sahiptirler. Gorillerle şempanzeler ya da babunlar arasındaki fark, oldukça fazladır. Ve maymun türlerinin bazıları diğerlerine göre daha "insansı" yapılara sahiptirler. Dahası, şu anda yaşayan maymun türlerinden onlarca kat fazla maymun türü tarihte yaşamış ve soyları tükenmiştir.
Bu durum, oldukça geniş bir iç çeşitliliğe sahip iki ayrı alan çıkarmaktadır: İnsan fosilleri ve maymun fosilleri. Her iki grubun da kendi içinde geniş bir yelpazeye sahip olması, bu iki alanı birbirine yaklaştırır. Evrimciler de bunu kullanarak, maymundan insana doğru uzanan hayali bir soy ağacı çizerler. Oysa bu soy ağacına yerleştirilen fosillerin bir kısmı soyu tükenmiş maymunlara, bir kısmı ise eski insan ırklarına aittir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Evrim Aldatmacası: Evrim Teorisinin Bilimsel Çöküşü ve Teorinin İdeolojik Arka Planı, İstanbul: Vural Yayıncılık, 1999, s. 59-81)
İnsanın kökeni konusunda uzman olan ünlü bir isim, İngiliz anatomist Solly Zuckerman'dır. Zuckerman bir evrimcidir ve insanın maymundan evrimleştiği iddiasını ısrarla savunmaktadır. Ancak Zuckerman bu konuda dürüst bir yorumda bulunmuş ve "İnsanın maymundan evrimleşmesinden elde geriye kalmış hiçbir fosil izi kalmamıştır" demiştir.44 Yani insanın maymundan evrimleştiği iddiası sadece bir varsayımdır, ama bu varsayımı destekleyen hiçbir fosil yoktur.
Bu durumda, ders kitaplarında yer alan "fosil kayıtları evrimin kanıtıdır" şeklindeki yanlış ifadelerin, "Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngördüğü ara formları ortaya koymamaktadır, canlı türleri fosil kayıtlarında hiçbir ataları olmadan, aniden belirmektedirler" şeklinde değiştirilmesi, bilimsel bulgulara çok daha uygun olacaktır.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
"Fosiller canlıların ilkelden komplekse doğru evrimleştiğini gösterir."
Açıklama: Ders kitaplarında sıklıkla fosillerin, canlıların ilkelden komplekse doğru geliştiğini gösterdiği iddia edilmektedir. Oysa bu iddia kesinlikle geçersizdir. Fosiller canlılığın ilkelden gelişmişe doğru geliştiğini değil, aksine farklı komplekslikteki canlı türlerinin, aralarında bir ilişki olmadan bir anda ortaya çıktıklarını göstermektedir. Canlıların ilkelden komplekse doğru gelişmesi kavramı, fosil kayıtlarında, yani somut bilimsel bulgularda değil, sadece evrimcilerin hayal güçlerinde vardır.
Fosil kayıtlarına baktığımızda canlılığın ortaya çıktığı en erken tabakanın Kambriyen Devir olduğunu görürüz. 500-530 milyon yıl önce yaşanan bu devirde, onlarca farklı omurgasız deniz canlısı bir anda ve eksiksiz olarak ortaya çıkmıştır. Bu kompleks omurgasızlar, kendilerinden önce yeryüzündeki yegane canlılar olan tek hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu bulunmadan birdenbire ve eksiksiz bir biçimde var olmuşlardır.
Bu canlılar, evrimci teorinin gerektirdiği gibi "ilkel" canlılar değillerdir. Bu canlıların çoğunda, modern örneklerinden hiçbir farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunur. Örneğin trilobitlerin çift mercekli petek göz yapısı, bir tasarım harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.45
Trilobit gözünün yeryüzünde ortaya çıkan ilk görme sistemi olduğunu belirtmek gerekir. Ama bu göz, buna rağmen yine de son derece komplekstir. Dahası trilobitlerde ortaya çıkan petek göz yapısı günümüze dek hiç değişmeden aynen gelmiştir.46 (Yusufçuk ve arı gibi böceklerin göz yapısı trilobit gözüyle aynıdır.) Bu durum elbette "canlılar ilkelden komplekse doğru gelişti" iddiasını açıkça geçersiz kılmaktadır.
Canlılık En Kompleks Haliyle Ortaya Çıkmıştır
Trilobitlerin ve diğer Kambriyen devri canlılarının son derece karmaşık olan organ ve sistemleri, canlılığın ilkel formlarda başlayıp daha sonra kademeli bir biçimde karmaşıklaştığını iddia eden evrim teorisini geçersiz kılmaktadır. Trilobitlerin 530 milyon yıllık gözleri, çift mercek sistemiyle çalışan ve yüzlerce petekten oluşan bir tasarım harikasıdır. Günümüzdeki çoğu böcekte de aynı göz yapısı bulunmaktadır.
Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire birbirlerinden çok farklı omurgasız türleriyle dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur. Evrimci düşüncenin dünya çapındaki en önde gelen savunucularından İngiliz biyolog Richard Dawkins, savunduğu tezleri temelinden geçersiz kılan bu gerçek hakkında şunları söylemektedir:
... Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler. Tabii ki, bu ani ortaya çıkış, yaratılışçıları oldukça memnun etmektedir.47
Kambriyen devrinden sonraki jeolojik devirlere baktığımızda ise, Kambriyen devrinde rastladığımız durumun aslında bir kural olduğunu görürüz: Canlılar hep en kompleks halleriyle ortaya çıkarlar. İlk ortaya çıktıkları halleriyle günümüzdeki yaşayan örnekleri arasında ise hiçbir fark yoktur. Yani, ilkelden gelişmişe doğru giden bir evrimsel süreç yoktur.
Bu nedenle ders kitaplarında yer alan "Fosiller canlıların ilkelden komplekse doğru evrimleştiğini gösterir" gibi bilim dışı açıklamaların çıkarılması, ve bunların yerine "Canlılık yeryüzünde ilk ortaya çıktığı andan beri son derece kompleks bir yapıya sahiptir" şeklinde açıklamaların eklenmesi gerekmektedir.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
"Canlıların körelmiş organları vardır ve bu evrimin kanıtıdır."
Açıklama: Evrimci literatürde uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan iddialardan biri, "körelmiş organlar" kavramıdır. Ancak bir kısım yerli evrimciler, "körelmiş organlar"ı hala evrimin en büyük delili sanmakta, bu tür safsataları ders kitaplarına bile taşıyacak derecede bilimden uzak bir tutum sergilemektedirler.
Körelmiş organlar iddiası, bundan bir asır kadar önce ortaya atılmıştı. İddiaya göre, canlıların bedenlerinde atalarından kendilerine miras kalmış, ancak kullanılmadıkları için zamanla körelmiş işlevsiz organlar yer alıyordu. Oysa bu anlayış doğrudan bilgi eksikliğinden kaynaklanıyordu. "İşlevsiz" denilen organlar aslında "işlevi tespit edilememiş" organlardı. Bunun en iyi göstergesi de, evrimciler tarafından sayılan uzun "körelmiş organlar" listesinin giderek küçülmesi oldu. Kendisi de bir evrimci olan S. R. Scadding Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:
(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.48
Bütün körelmiş organ iddiaları bilimin ilerlemesiyle birer birer çürüdü. Örneğin Darwin'in körelmiş organ sandığı gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının, gözü nemlendirmeye yarayan çok önemli bir organ olduğu anlaşıldı.
lman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan organları" listesi, apandis, kuyruk sokumu kemiği gibi yaklaşık 100 organı içeriyordu. Ancak bilim ilerledikçe, Wiedersheim'ın listesindeki organların hepsinin vücutta çok önemli işlevlere sahip olduğu ortaya çıktı. Örneğin "körelmiş organ" sayılan apandisin, gerçekte vücuda giren mikroplara karşı mücadele eden lenf sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Bu gerçek, 1997 tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir: "Vücuttaki timus, karaciğer, dalak, apandis, kemik iliği gibi başka organlar lenfotik sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun enfeksiyonla mücadelesine yardım ederler."
Ancak ne yazık ki bugün ders kitaplarımızın önemli bir bölümünde apandis hala, hiçbir işlevi olmayan körelmiş bir organ gibi tanıtılmaktadır.49
Evrimcilerin "körelmiş organlar" listesinde yer alan bademciklerin ise boğazı, özellikle erişkin yaşlara kadar, enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol oynadığı keşfedildi. Omuriliğin sonunu oluşturan kuyruk sokumunun, leğen kemiği çevresindeki kemiklere de destek sağladığı ve küçük bazı kasların tutunma noktası olduğu anlaşıldı. İlerleyen yıllarda yine "körelmiş organlar" olarak sayılan timüs bezinin T hücrelerini harekete geçirerek vücudun savunma sistemini aktif hale getirdiği; pineal bezin önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu; tiroid bezinin bebeklerde ve çocuklarda dengeli bir büyümenin gerçekleşmesini sağladığı; pitüiter bezin de birçok hormon bezinin doğru çalışmasını kontrol ettiği ortaya çıktı. Darwin tarafından "körelmiş organ" olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının ise gözü temizleme ve nemlendirme işine yaradığı anlaşıldı.
Körelmiş organlar iddiasında evrimcilerin yaptıkları çok önemli bir de mantık hatası vardı. Bildiğimiz gibi evrimciler tarafından ortaya atılan iddia, canlılardaki körelmiş organların geçmişteki atalarından miras kaldığıydı. Oysa "körelmiş organ" olduğu söylenen bazı organlar, insanın atası olduğu iddia edilen canlılarda yoktur! Örneğin evrimciler tarafından insanın atası olduğu söylenen bazı maymunlarda apandis bulunmaz. Körelmiş organlar tezine karşı çıkan biyolog H. Enoch bu mantık hatasını şöyle dile getirmektedir:
İnsanların apandisi vardır. Ancak daha eski ataları olan alt maymunlarda apandis bulunmaz. Sürpriz bir biçimde apandis, daha alt yapılı memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi bunu nasıl açıklayabilir?50
Kısacası evrimciler tarafından ortaya atılan körelmiş organlar senaryosu, kendi içinde hem mantık hataları içermektedir, hem de bilimsel olarak yanlıştır. İnsanlarda, sözde atalarından miras kalmış olan hiçbir körelmiş organ yoktur. Çünkü insanlar diğer canlılardan rastlantılarla türememiş, bugünkü formlarıyla eksiksiz ve mükemmel bir biçimde yaratılmışlardır.
Evrimciler tarafından bile terk edilmiş olan körelmiş organlar safsatasının 2000'li yılların Türkiye'sinin ders kitaplarında yer alması ise, kuşkusuz doğru bir uygulama değildir. Körelmiş organlar konusu, eğer ders kitaplarında mutlaka yer alacaksa, ancak geçersizliği anlaşılmış köhne bir evrimci iddia olarak anlatılmalıdır.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
"Embriyolojik gelişme evrimin kanıtıdır. Memeli bir canlının embriyonal gelişim sırasında solungaç yarıklarının görülmesi evrim sürecinin tekrarı ve kanıtıdır."
Açıklama: Canlılardaki embriyolojik gelişimin evrimin kanıtı olduğu iddiası evrimci literatürde "Rekapitülasyon teorisi" olarak adlandırılır. Bugün Türkiye'deki birtakım evrimci yayınlarda ve bazı ders kitaplarında, çok önceden bilim literatüründen çıkarılmış olan "Rekapitülasyon" teorisi, bilimsel bir gerçek gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Embriyolojik rekapitülasyon teorisini ortaya atan Ernst Haeckel, hayali teorisini desteklemek için çizim sahtekarlıkları yapan bir şarlatandır. Ancak bu kişinin geçersiz teorisi, hala ders kitaplarımızda evrimi destekleyen bilimsel bir kanıt gibi gösterilmektedir.
Rekapitülasyon terimi, evrimci biyolog Ernst Haeckel'in 19. yüzyılın sonlarında ortaya attığı "Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır" (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) teorisinin özet ifade biçimidir.
Haeckel tarafından öne sürülen bu teori, canlı embriyolarının gelişim süreçleri sırasında, sözde atalarının geçirmiş oldukları evrimsel süreci tekrarladıklarını iddia ediyordu. Örneğin insan embriyosunun, anne karnındaki gelişimi sırasında önce balık, sonra sürüngen özellikleri gösterdiğini, en son olarak da insana dönüştüğünü öne sürüyordu.
Oysa ilerleyen yıllarda bu teorinin tamamen hayal ürünü bir senaryo olduğu ortaya çıkmıştır. İnsan embriyosunun ilk dönemlerinde ortaya çıktığı iddia edilen sözde "solungaçların", gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olduğu anlaşılmıştır. Embriyonun "yumurta sarısı kesesi"ne benzetilen kısmının da gerçekte bebek için kan üreten bir kese olduğu ortaya çıkmıştır. Haeckel'in ve onu izleyenlerin "kuyruk" olarak tanımladıkları kısım ise, insanın omurga kemiğidir ve sadece bacaklardan daha önce ortaya çıktığı için "kuyruk" gibi gözükmektedir.
Bunlar bilim dünyasında herkesin bildiği gerçeklerdir. Evrimciler de bunu kabul ederler. Neo-Darwinizmin kurucularından George Gaylord Simpson, "Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya koydu. Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor" diye yazar.51
American Scientist'te yayınlanan bir makalede ise şöyle denmektedir:
Biyogenetik yasası (Rekapitülasyon Teorisi) artık tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda ders kitaplarından çıkarıldı. Aslında bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti.52
Konunun daha da ilginç bir başka yönü ise, Ernst Haeckel'in aslında ortaya attığı Rekapitülasyon teorisini desteklemek için çizim sahtekarlıkları yapan bir şarlatan olmasıdır. Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için sahte çizimler yapmıştır. Bunun ortaya çıkmasından sonra yaptığı savunma ise, diğer evrimcilerin de benzeri sahtekarlıklar yaptığını belirtmekten başka bir şey değildir:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor.53
Günümüzde de "birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki", çalışmaları ön yargılı sonuçlar, çarpıtmalar ve hatta sahtekarlıklarla doludur. Çünkü kendilerini evrim teorisini savunmaya şartlandırmışlardır, ama teoriyi destekleyen tek bir bilimsel delil bile yoktur. Ancak ne yazık ki bu tür sözde bilim adamlarının ortaya attıkları safsatalar, ders kitaplarımızın satır aralarında bilimsel birer gerçek gibi yer almaktadır.
İnsan Embriyolarının Solungaçları Yoktur
İnsan embriyosunda yer alan ve evrimcilerin "solungaç" sandıkları yarıklar, gerçekte orta kulak kanalının, paratiroidlerin ve timüs bezlerinin başlangıcıdır.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
Liseler İçin Biyoloji 3, Ders Kitabı, Namık Berker, Ankara:Mega Yayıncılık, 1995, s. 181-182.
"Benzer (homolog) organlar evrimin kanıtıdır."
Açıklama: Farklı canlı türleri arasındaki yapısal benzerlikler biyolojide "homoloji" olarak adlandırılır. Evrimciler bu benzerlikleri evrime delil gibi göstermeye çalışırlar. Bu iddia, ders kitaplarında da bilimsel bir gerçek gibi belirtilmektedir.
Darwin benzer (homolog) organlara sahip canlıların birbirleriyle evrimsel bir bağlantısı olduğunu ve bu organların ortak bir atanın mirası olması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre, örneğin güvercinlerin de kanatları vardı, kartalların da kanatları vardı; demek ki güvercinler, kartallar ve bunlar gibi kanatlı tüm kuşlar ortak bir atadan evrimleşmişlerdi. Oysa homoloji, hiçbir delile dayanmayan, yalnızca dış görünüşlerden yola çıkılarak ortaya atılmış yüzeysel bir varsayımdı. Bu varsayım, Darwin'den günümüze kadar hiçbir somut bulgu tarafından da doğrulanamadı.
Benzer yapılara sahip canlıların, evrimciler tarafından öne sürülen hayali ortak atalarının fosillerine yeryüzünün hiçbir tabakasında rastlanamadı. Ayrıca;
Şimdi bunları sırasıyla inceleyelim.
Bütünüyle Farklı Canlı Sınıflarındaki Benzer Organlar
Evrimcilerin, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kuramadıkları türlerin de, birbirine çok benzeyen (homolog) organları vardır. Kanat, bunun bir örneğidir. Bir memeli olan yarasada kanat vardır, kuşlarda kanat vardır, sineklerde de kanat vardır, ayrıca geçmişte yaşamış uçan kanatlı dinozor türleri de vardır. Fakat, bu dört farklı sınıf arasında evrimciler bile herhangi bir evrimsel bağ, bir akrabalık kuramamaktadırlar.
Bu konudaki bir diğer çarpıcı örnek de farklı canlıların gözlerindeki şaşırtıcı benzerlik ve yapısal yakınlıktır. Örneğin ahtapot ve insan, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kurulamayan, son derece farklı canlılardır. Fakat her ikisinin de gözleri, yapı ve fonksiyon bakımından birbirine çok yakındır. İnsanla ahtapotun benzer gözlere sahip ortak bir ataları olduğunu ise evrimciler bile iddia edememektedirler. Bu örnekler ve bunlara benzer birçok örnek açıkça göstermektedir ki, evrimcilerin öne sürdükleri, "homolog organlar, canlıların ortak bir evrimsel atadan geldiğini ispatlar" şeklindeki iddianın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.
Hatta bu organlar, onlar açısından büyük bir çıkmazdır. Göz, kanat gibi birbirine benzer yapılara sahip olan, ama evrimcilerin aralarında evrimsel bağ kuramadıkları bu organlara biyolojik (taksonomik) sınıflandırma konusunu ele alırken önceki sayfalarda değinmiştik.
Benzer Organlar Evrime Delil Değildir
Solda ahtapot gözünün ve sağında insan gözünün yapısı. İnsan ve ahtapot gözleri, birbirleriyle çok yakın yapıya sahip iki ayrı tasarımdır. İnsan ile ahtapot arasında hiçbir evrimsel ilişki kuramayan evrimciler (ahtapotlar midyelerle aynı sınıftan olan omurgasızlardır!), bu iki ayrı gözün tesadüfler sonucunda birbirinden tamamen bağımsız olarak evrimleştiğini iddia etmek zorunda kalırlar. Bu durum, "benzer organlar evrimin ispatıdır" şeklindeki evrimci iddiayı açıkça geçersiz kılmaktadır.
Homolojinin Genetik ve Embriyolojik Açmazı
Evrimcilerin homoloji ile ilgili iddialarının ciddi sayılabilmesi için, öncelikle farklı canlılardaki benzer görünümlü (homolog) organların, aynı zamanda benzer (homolog) DNA şifreleri tarafından kodlanmış olması gerekir. Oysa, bu benzer organlar, çoğunlukla çok farklı genetik kodlar (DNA şifreleri) tarafından belirlenmektedir. Bunun yanı sıra, farklı canlıların DNA'larındaki benzer genetik kodlar da, çok farklı organlara karşılık gelmektedirler.
Avustralyalı biyokimya profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) isimli kitabında, homolojinin evrimci yorumunun genetik açmazını şöyle belirtmektedir: "Homolojinin evrimci temeli belki de en ciddi olarak, görünürde benzer olan yapıların, farklı türlerde bütünüyle farklı genler tarafından belirlendiği anlaşıldığında çökmüştür."54
Ayrıca, yine söz konusu iddianın ciddi sayılabilmesi için bu benzer yapıların embriyolojik gelişim süreçlerinin, yani yumurtadaki ya da anne karnındaki gelişim aşamalarının da paralel olması gerekir. Oysa benzer organlar için bu embriyolojik süreç her canlıda birbirinden farklıdır.
Kısacası genetik ve embriyolojik araştırmalar, Darwin'in "canlıların ortak bir atadan evrimleştiklerinin delili" şeklinde tarif ettiği homoloji kavramının, gerçekte hiçbir şekilde bu tarife delil oluşturmadığını göstermiştir. Bu şekilde bilim, Darwinist tezlerden birinin daha gerçek dışı olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır.
Canlılardaki Temel Benzerlikler
Evrimciler, tüm bu gerçekler karşısında, çok basit birtakım mantıklar kurarak, canlıların tümünün DNA'ya sahip oluşları ya da çoğu canlının benzer solunum enzimlerini kullanmaları gibi ortak özellikleri evrime delil olarak göstermeye çalışırlar. Bu iddia ders kitaplarında da "sitoloji ve genetik evrimin kanıtıdır" gibi başlıklar altında tekrarlanmaktadır. Oysa canlı organizmalarının DNA gibi ortak bir bilgiye ya da karbon bazlı molekül yapılarına sahip olmaları, ortak bir yaratılışla yaratıldıklarının ifadesi olarak da yorumlanabilir. Bir başka deyişle, bu tür benzerlikler evrime doğrudan delil oluşturmaz. Evrimcilerin bu gibi basit mantık oyunlarına başvurmaları ise, canlıların kökeni hakkında doğrudan delil oluşturan (hayatın kökeni, fosil kayıtları, doğa kanunlarının etkisi gibi) konularda teorilerinin hezimete uğradığını bilmelerinden kaynaklanmaktadır.
İşin düşündürücü yanı, "Bütün binalar tuğlalardan yapılır, öyleyse bütün binalar ayrı ayrı inşa edilmemişler, birbirlerinden evrimleşmişlerdir" iddiasındaki saçma mantıkla aynı mantığa dayanan bu evrimci iddiaların, bilimsel bir gerçek gibi çocuklarımıza öğretilmesidir.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
"Biyokimyasal benzerlikler evrimin kanıtıdır."
Açıklama: Evrimcilerin sadece organlar düzeyinde değil, moleküler düzeyde öne sürdükleri homoloji iddiası da geçersizdir. Evrimciler, farklı canlı türlerinin DNA şifrelerinin ya da protein yapılarının benzer olduğundan söz ederler ve bunu, bu canlı türlerinin birbirinden evrimleştiğinin delili gibi gösterirler. Örneğin evrimci yayınlarda sık sık "insan DNA'sı ile maymun DNA'sı arasında büyük bir benzerlik olduğu" söylenir ve bu, insan ile maymun arasında evrimsel bir ilişki olduğu iddiasının kanıtı gibi sunulur.
Bu mantığın en çok tekrarlanan örneği, insanda 46, şempanze ve gorillerde ise 48 kromozom bulunmasıdır. Evrimciler, kromozom sayılarının yakınlığını evrimsel bir ilişkinin ispatı sayarlar. Oysa eğer evrimcilerin kullandığı bu mantık doğru olsaydı, insanın maymundan daha yakın bir akrabası olması gerekirdi: "Patates". Çünkü patatesin kromozom sayısı insana goril ve şempanzeden çok daha yakındır: 46. Yani insan ve patates kromozomları eşit sayıdadır. Bu durum, DNA benzerliğinin evrime kanıt oluşturmayacağının çarpıcı bir göstergesidir.
Kaldı ki birbirine çok benzer ve yakın gibi görünen canlılar arasında dev moleküler farklılıklar vardır. Örneğin solunum için gerekli proteinlerden biri olan Sitokrom-C'nin yapısı, aynı sınıflamalara ait canlılarda inanılmaz derecede farklıdır. Bu kriter üzerinden yapılan karşılaştırmalara göre, iki ayrı sürüngen türü arasındaki fark, bir balıkla bir kuşun ya da bir balıkla bir memelinin arasındaki farktan daha büyüktür. Bir başka araştırma, kuşlar arasındaki moleküler farklılıkların, aynı kuşlarla memeliler arasındaki farktan büyük olduğunu göstermiştir. Birbirine çok yakın gözüken bakteriler arasındaki moleküler farklılığın, memeliler ile amfibiyenler ya da böcekler arasındaki farklılıktan daha büyük olduğu bulunmuştur.55 Benzer karşılaştırmalar, hemoglobin, miyoglobin, hormonlar ve genler üzerinde de yapılmış ve benzer sonuçlar vermiştir.56 Prof. Michael Denton bu ve benzeri bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:
Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.57
Dolayısıyla canlılardaki benzerliklerin evrime delil oluşturduğu iddiası, ilkel bir bilim anlayışının sonucunda ortaya çıkmış köhne bir mantıktır. Bu nedenle de ders kitaplarında yer alan "Biyokimyasal benzerlikler evrimin kanıtıdır" şeklindeki ifadelerin, bilime aykırı olduklarından, bu kitaplardan çıkarılması gerekmektedir.
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
"Canlılık ilkel dünyada rastlantılarla doğmuş olabilir. İlkel atmosfer, buna imkan sağlayacak biçimde metan-amonyak ağırlıklıydı ve serbest oksijen içermemekteydi."
Açıklama: Ders kitaplarında "yaşamın başlangıcına dair farklı görüşler" başlığı altında, hayatın kökeni konusunda ortaya atılan birtakım iddialar incelenmektedir. En çok yer ayrılan iddia ise, hemen her ders kitabında, evrim teorisinin iddiası olan "heterotrof" tezidir. Bu tez, ilk canlının, çok uzun bir kimyasal süreç sonucunda, ilkel dünya atmosferinde rastlantılar sonucunda ortaya çıktığını iddia eder. 20. yüzyılın ilk yarısında evrimci Rus biyolog Alexander Oparin tarafından ortaya atılan bu iddia, bugüne kadar hiçbir deney ya da gözlemle ispatlanamamış, aksine bu iddianın geçersiz olduğunu ortaya koyan pek çok bilimsel bulgu elde edilmiştir.
Ders kitaplarının önemli bir bölümünde ise heterotrof tezi, yani cansız maddenin içinde rastlantılar sonucu canlı bir hücre çıktığı iddiası, sanki çok fazla bilimsel bulgu ile desteklenen, çok geçerli bir iddia gibi anlatılmaktadır. Ders kitaplarında bu konuda en yoğun olarak verilen örnek ise, Miller Deneyi'dir. Ders kitaplarında kullanılan üsluba bakıldığında, Miller Deneyi'nin canlılığın cansız maddelerden rastlantılarla oluştuğu iddiasının delili gibi gösterildiği açıkça görülmektedir.
Oysa Miller Deneyi bugün bilim dünyasında geçerliliğini tümüyle yitirmiş bir iddiadır. Deney, yaklaşık yarım asır önce (1953 yılında) gerçekleştirilmiştir ve o zamandan bu yana ortaya çıkan bilimsel bulgular deneyin hayatın kökenini açıklamak yönünde hiçbir katkısı olmadığını göstermiştir.
Bu konu kitabın 1. bölümünde ayrıntılı olarak incelenmiş ve Miller deneyinin geçersizliği gözler önüne serilmiştir.
Ama ne yazık ki ders kitaplarımızda, 1960'lı yılların köhne varsayımları tekrarlanmakta ve "ilkel dünya atmosferi metan ve amonyak içeriyordu, bu sayede aminoasitler oluştu, sonra proteinler, sonra koaservatlar ve sonunda hücre meydana geldi" gibi bilim dışı masallar anlatılmaktadır.
Bu durumda, 2000'li yıllara ulaştığımız şu dönemde, bu gibi ilkel bilgilerin ders kitaplarından ayıklanmasının gerekliliği açıktır. Ders kitaplarında bu konuda "ilkel dünya atmosferi, karbondioksit, azot ve serbest oksijen içeriyordu, bu şartlar organik moleküllerin oluşması için uygun değildir. Dahası, proteinlerin karmaşık yapılarının, rastlantılarla açıklanması mümkün değildir. Dolayısıyla yaşamın kimyasal yollardan oluşması imkansızdır" denmesi, bilimsel bulgulara çok daha uygun olacaktır.
Bu sonuç, günümüzdeki evrimciler tarafından da istenmeden de olsa kabul edilen bir gerçektir. San Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'ın çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel, şöyle demektedir:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.58
İddianın Yer Aldığı Ders Kitapları:
Buraya kadar incelediğimiz tüm bilgiler, Türkiye'deki okullarda okutulmakta olan Fen Bilgisi ve Biyoloji kitaplarında çok ciddi bilimsel yanlışlar olduğunu göstermektedir.
Kitapların yazarlarının çok büyük bölümü, bir 19. yüzyıl dogması olan Darwinizmi, bilimsel bulgular tarafından desteklenen bir teori olarak gösterme yanlışına düşmüşlerdir. Evrimi savunmak adına 30-40 yıl önce bilimsel literatürden çıkarılmış olan köhne iddiaları tekrarlamışlardır. Dahası, Darwinizmin ve diğer evrim görüşlerinin iddialarını bile doğru olarak aktarmayı başaramadıklarını gösteren ciddi bilgi yanlışları yapmışlardır.
Bu durumda bu kitapların ve aslında daha da önemlisi, bu kitapları şekillendiren müfredatın yeniden düzenlenmesi gerektiği çok açıktır. Müfredat, Darwinizmi olduğu gibi, yani bilimsel bulgular tarafından desteklenmeyen bir iddia olarak anlatmalı, fosil kayıtları, ilkel dünya atmosferi, popülasyon genetiği gibi konularda doğru bilgiler verecek biçimde revize edilmelidir.
Bu arada yapılması gereken bir diğer düzenleme ise, yaratılış konusunda ders kitaplarında yapılan açıklamalardır. Ders kitaplarının genelinde, "hayatın başlangıcına dair farklı görüşler" başlığı altında, yaratılış da bir görüş olarak anlatılmaktadır. Ancak dikkati çeken nokta, yaratılışın sadece dini kaynaklara dayanan bir görüş olarak tanıtılmasıdır. Oysa yaratılış, aynı zamanda somut bilimsel verilere dayanmaktadır. Fosil kayıtlarındaki sistematik boşluklar (canlı türlerinin aniden ve kusursuz yapılarıyla bir anda belirmeleri), canlılıktaki indirgenemez komplekslik ve karmaşık tasarım, cansız maddenin hayat oluşturamayacağını gösteren biogenesis kuralı gibi somut bilimsel gerçekler, canlılığı üstün bir Aklın, yani Allah'ın yarattığını göstermektedirler. Bu nedenle ders kitaplarındaki yaratılış anlatımının da genişletilmesi ve ilgili bilimsel delillerin açıklanması gerekmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı'mızın bu konuya ivedilikle el atması gerekmektedir. Çünkü burada söz konusu olan mesele, diğer pek çok konudan çok daha önemlidir. Evrim ve yaratılış, bizim bu dünya üzerinde nasıl var olduğumuz sorusuna verilen iki farklı cevaptır ve bu iki farklı cevabın çok farklı felsefi sonuçları vardır.
Evrim teorisi, bu kitabın başında da değindiğimiz gibi materyalist felsefenin temelidir. Materyalizm ise, yalnızca maddenin varlığını kabul eden ve her türlü manevi kavramı reddeden bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sistemi, vatan için fedakarlık, toplum için özveri gibi erdemleri yok eder ve dolayısıyla devletin ve milletin bekasına yönelik fikri bir tehdit oluşturur.
Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü hedef alan bölücü terörün de komünist ideolojiye sahip olduğu ve komünizmin de materyalist felsefeye dayandığı düşünülürse, bu konunun Türkiye'nin yeni nesillerinin yetiştirilmesi için ne kadar önemli olduğu da kendiliğinden ortaya çıkar.
Darwinizm gibi materyalist felsefeye zemin sağlayan ve böylece Türkiye'nin geleceğine fikri bir tehdit oluşturan bir iddianın, hem de bilimsel bulgularla çeliştiği halde, Türk eğitim sistemi tarafından benimsenmesi ve öğrencilere empoze edilmesi, elbette ki son derece hatalı bir uygulama olacaktır.
Bu nedenle, bu hatadan bir an önce vazgeçilmesi ve ders kitaplarının, bu kitaplara sızmış bulunan bilim dışı Darwinist safsatalardan aciliyetle arındırılması gerekmektedir.
27. Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 Kasım 1980, Bölüm 4, s. 15.
28. Colin Patterson, Harper's, Şubat 1984, s. 60
29. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields, 1982, ss. 30-31s
30. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe, ss. 30-31.
31. L. Du Nouy, Human Destiny, New York: The New American Library, s. 74.
32. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe, 1982, ss. 30-31.
33. Jean-Jacques Hublin, The Hamlyn Encyclopædia of Prehistoric Animals, New York: The Hamlyn Publishing Group Ltd., 1984, s. 252.
34. Stuart B. Levy, "The Challange of Antibiotic Resistance", Scientific American, Mart 1998, s. 35.
35. Francisco J. Ayala, "The Mechanisms of Evolution", Scientific American, Cilt 239, Eylül 1978, s. 64.
36. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179.
37. Mark Czarnecki, "The Revival of the Creationist Crusade", MacLean's, 19 Ocak 1981, s. 56
38. Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, Cilt 87, 1976, s. 133.
39. Mark Ridley, "Who Doubts Evolution?", New Scientist, Vol. 90, 25 Haziran 1981, s. 831.
40. T. N. George, "Fossils in Evolutionary Perspective", Science Progress, Cilt 48, Ocak 1960, ss. 1, 3.
41. Namık Berker, Liseler İçin Biyoloji 3, Ankara:Ders Kitabı, Mega Yayıncılık, 1995, s. 172.
42. Mübahat Türker Küyel, Sevim Tekeli, Esin Kahya, Kenan Gürsoy, Alev Öner, Nurten Baykurt, Liseler İçin Felsefeye Giriş, İstanbul:Milli Eğitim Basımevi, 1991, s. 130.
43. Carroll. Vertebrate Paleontology and Evolution. s. 336.
44. Solly Zuckerman, Beyond the Ivory Tower, s. 64.
45. David Raup, "Conflicts Between Darwin and Paleontology", Bulletin, Field Museum of Natural History, Cilt 50, Ocak 1979, s. 24.
46. R. L. Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, Oxford University Press, 1995, s. 31.
47. Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton 1986, s. 229.
48. S. R. Scadding, "Do 'Vestigial Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, Cilt 5, Mayıs 1981, s. 173.
49. Liseler İçin Biyoloji 3, Ders Kitabı, Namık Berker, Mega Yayıncılık, Ankara 1995, s. 180
50. H. Enoch, Creation and Evolution, New York: 1966, ss. 18-19.
51. G. G. Simpson, W. Beck, An Introduction to Biology, New York, Harcourt Brace and World, 1965, s. 241.
52. Keith S. Thompson, "Ontogeny and Phylogeny Recapitulated", American Scientist, Cilt 76, Mayıs / Haziran1988, s. 273
53. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields 1982, s. 204
54. Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London, Burnett Books, 1985, s. 145.
55. W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Thomas Nelson Co., Nashville: 1991, s. 98-99; Percival Davis, Dean Kenyon, Of Pandas and People, Haughton Publishing Co., 1990, s. 35-38.
56. 142 W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, s. 98-99, 199-202.
57. Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 290-91
58. Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78