Önceki sayfalarda ele aldığımız ve yanılgılarını gösterdiğimiz "Evrim Kuramı" konferansı, İstanbul Üniversitesi Fen Fakülkesi ile Bilim ve Ütopya dergisinin ortaklaşa düzenledikleri bir organizasyondu. Bu organizasyon ile evrim teorisini savunmaya çabalayan söz konusu dergi, aynı zamanda Haziran 1998 sayısında da konuya geniş yer ayırdı.
Evrim teorisini kapak konusu yapan Bilim ve Ütopya, bir makale ve üç ayrı araştırma yazısı ile evrim teorisini savunmaya ve yaratılışı çürütmeye çalışmıştı. Ancak ne yazık ki tüm bu yazılar; bilgisizlik, bilgisizlikten kaynaklanan bir yüzeysellik ve demagoji ile doluydu. Aşağıda bu yazılardan bazılarını inceleyeceğiz.
Ender Helvacıoğlu'nun Makalesindeki Hatalar
Ender Helvacıoğlu'nun yaratılışı eleştirmeye ve evrimi savunmaya çalışan makalesinde ortaya koyduğu mantıklar, aslında Darwinizm'in ve onun felsefi arka planının ne denli çürük olduğunu gösteriyordu.
Söz konusu derginin yayın yönetmeni Ender Helvacıoğlu, "Bilim ve Dogma Arasında Tarafsız Kalınabilir mi?" başlığıyla yazdığı makalede, 19. yüzyıldan miras kalan köhne bir bilim-din çatışması zihniyetini seslendirdi. Makaleye göre, dini bilgilerin hepsi zamanla bilim tarafından yalanlanmış ve bilim ateizmi haklı çıkarmıştı. Helvacıoğlu'nun terminolojisinde "bilim" ateizmi, "din" ise hurafeleri ifade ediyordu.
Bu, az önce de belirttiğimiz gibi 19. yüzyılda geliştirilmiş ilkel bir pozitivist zihniyettir ve 20. yüzyıldaki tüm önemli bilim felsefecileri tarafından da terk edilmiştir. Helvacıoğlu ise bu gerçeğin farkında olmamanın getirdiği bir kafa karışıklığı içindedir. Bu nedenle yaratılışı bilime aykırı sanmaktadır.
Oysa, belirtmek gerekir ki;
1) Yaratılış, bu kitabın başında da belirttiğimiz gibi, tamamen bilimsel bir açıklamadır. Canlıların nasıl ortaya çıktığı sorusuna bir cevap verir ve bu cevabın doğruluğu, bilimsel bulguların araştırılması ile test edilebilir. Helvacıoğlu bu gerçekten habersiz olduğu için, şöyle yazmaktadır:
Yaratılış, gözlemlenebilir mi, deney konusu yapılabilir mi, doğrulanabilir mi, yanlışlanabilir mi, tartışılabilir mi, değiştirilebilir mi, geliştirilebilir mi?
Buradaki mantık, tümüyle hatalıdır. Çünkü bir gerçeğin tespit edilebilmesi için gözlemlenmesi ya da deney yoluyla test edilmesi gerekmez. O konunun doğruluğunu ya da yanlışlığını gösterecek "bulgular"ın olması yeterlidir.
Örneğin evrenin nasıl oluştuğu sorusuna cevap veren -ve Bilim ve Ütopya çevresi tarafından da kabul gören- Büyük Patlama (Big Bang) teorisi, bilimsel bir teoridir. Oysa elbette ki Big Bang gözlemlenemez ve deney yoluyla test edilemez. Big Bang'i bilimsel bir teori olarak onaylamamızı sağlayan şey, onun varlığını gösteren "bulgular"dır. Örneğin evrenin sürekli genişleme halinde olduğu bir bulgudur. Bundan yola çıkarak mantık yürüttüğümüzde ise, evrenin bir zamanlar tek bir noktada toplanmış olması gerektiği sonucuna varırız. Bu da bizi Big Bang'e ulaştırır. Kimse Big Bang'i görmemiştir, göremeyecektir, ya da laboratuvarda test edemeyecektir. Ama bulgular Big Bang'i kabul etmek için yeterlidir.
Helvacıoğlu'nun farkında olmadığı nokta, evrimin de gözlemlenemez ve test edilemez bir teori olduğudur. Evrimciler, evrim sürecinin deney ve gözleme tabi tutulamayacak kadar uzun bir süreç içinde geliştiğini öne sürerler. Dolayısıyla evrimin tek kaynağı da, aynı yaratılış gibi, bulguya dayalı mantık yürütmedir.
Dolayısıyla iki teoriden hangisinin doğru olduğunu anlamanın yolu, bilimsel bulgulara bakmaktır. Bilimsel bulgular ise, bize bir Yaratıcının yani Allah'ın varlığını çok açık ve kesin olarak göstermektedir.
Bu gerçeği onaylamak, kesinlikle bir "dogmatizm" değildir. Çünkü varılan sonuç somut bulguların ispat ettiği bir gerçektir. Asıl dogmatizm ise, bilimsel hiçbir bulgu tarafından desteklenmemesine rağmen evrime bir din gibi inanan materyalistlerin ve natüralistlerin tavrıdır.
Bu konulara bu kitabın önceki sayfalarında daha ayrıntılı olarak değinmiştik. O nedenle, aşağıda Helvacıoğlu'nun diğer yanılgılarını ele alacağız.
2) Ender Helvacıoğlu makalesinde Darwinizm'in modern bilimsel bulguları açıklamakta yetersiz kaldığını, ancak yeni geliştirilecek evrim modelleriyle bunların açıklanacağını öne sürmüştür. Başka evrim yanlısı kalemler tarafından da dile getirilen bu görüş, aslında evrim teorisinin içine düştüğü durumu anlayamamanın getirdiği bir sığlıktan başka bir şey değildir.
Çünkü modern bilimin ortaya koyduğu sonuçlar, sadece Charles Darwin'in evrim modelini değil, onun bir uyarlaması olan neo-Darwinizm'i ve bambaşka bir evrim modeli olan "sıçramalı evrim" teorisini de çökertmektedir. Çünkü tüm bu evrim modellerinin ya da ortaya atılması muhtemel her türlü evrim modelinin temel varsayımı, canlılığın bilinçli bir Yaratıcı olmadan, tesadüfler sonucu doğduğu ve geliştiğidir. Modern bilim ise, özellikle de mikrobiyoloji ve biyokimya, tam da bu iddiayı geçersiz kılmaktadır. Canlılığın tesadüflerle açıklanamayacak kadar kompleks olduğu bir kez ispat edildiğine göre, artık hiçbir evrim modeli bilimsel bir dayanak bulamaz. Tesadüfen oluşması imkansız olan bir yapı da bir Yaratıcının varlığını ispatlar. Bu Allah'ın kusursuz yaratmasıdır.
Helvacıoğlu'nun farkında olmadığı nokta, evrimin de gözlemlenemez ve test edilemez bir teori olduğudur. Evrimciler, evrim sürecinin deney ve gözleme tabi tutulamayacak kadar uzun bir süreç içinde geliştiğini öne sürerler.
Öte yandan, "evrim teorisi şu anda canlılığın kökenini açıklayamıyor, ama ilerde bir gün açıklayacak" gibi bir avuntuya inanmak, hiçbir şekilde bilimsel bir yaklaşım değildir ve evrim teorisinin bir dogma olduğunun da açık bir ispatıdır. Bilime inanan insan, bilimin şu anda gösterdiği verileri temel alır, ilerde bilinmeyen bir tarihte ortaya çıkacağını umduğu hayali bulgulara dayanmaz.
3) Ayrıca makalenin bazı satırlarında Ender Helvacıoğlu'nun bilim ve din konularında yeterli bilgi birikimine sahip olmadığı ve bu nedenle de çok sığ ve yanlış olan bazı kalıplaşmış sloganlar kullandığı görülmektedir. Örneğin "evrenin ve canlıların Allah'ın 'Ol' demesiyle yaratıldığına karşı çıkan bilim adamları"na atıfta bulunurken, "Leonardo da Vinci, Kopernik, Kepler, Galile, Cuvier, Lyell ve Darwin gibi öncü bilim adamları"ndan söz etmektedir.
Oysa bu isimlerden sadece ikisi, yani Lyell ve Darwin, dini kaynaklara karşı çıkmışlar ve dini reddetmişlerdir. Öte yandan Leonardo da Vinci, Kopernik, Kepler, Galile ve Cuvier Allah'a inanan, dindar insanlardır. Hatta Cuvier (1769-1832), yaratılış gerçeğini ısrarla savunmuş, döneminin evrimcileri ile de bu konuda tartışmalara katılmıştır. Yine Helvacıoğlu'nun sık sık övgüyle atıfta bulunduğu Newton da dindardır ve şu sözlerin sahibidir: "Bu müthiş güzellikteki gezegenler, güneş sistemi ve yıldızlar, ancak herşeyin üzerinde mutlak hakim, sonsuz bir akıl ve güç sahibi olan Allah tarafından yaratılmış olabilir."43 Modern bilime öncülük eden bilim adamlarının yine büyük bölümü de Allah'a inanan insanlardır.44
Anlaşılan Helvacıoğlu, bilimle ilgilenen herkesin, kendisi ve Bilim ve Ütopya çevresi gibi ateist ve diyalektik materyalist olması gerektiğini sanmaktadır. Bu konuları biraz daha ayrıntılı incelerse, büyük bir yanılgı içinde olduğunu görebilir.
Modern bilimin ortaya koyduğu sonuçlar, sadece Charles Darwin'in evrim modelini değil, onun bir uyarlaması olan neo-Darwinizm'i ve bambaşka bir evrim modeli olan "sıçramalı evrim" teorisini de çökertmektedir.
Helvacıoğlu'nun bir diğer hatası, kullandığı "dünyanın düz olduğu, evrenin merkezinde olduğu türünden dinsel dogmalar ve Batlamyus modeli" ifadesinde yatmaktadır. Helvacıoğlu, hangi bilginin dini kaynaklardan, hangi bilginin ise din-dışı kaynaklardan geldiğinin bilincinde değildir. "Dünyanın düz olduğu ve evrenin merkezinde olduğu" düşüncesi, bir "dini dogma" değildir. İlk kez Yunanlı astronom Batlamyus tarafından, o dönemin bilimsel bulgularına dayanılarak ortaya atılmış olan kozmoloji modeline dayanmaktadır. Batlamyus'un ortaya attığı model, o dönemlerde yapılan astronomik hesaplar tarafından doğrulandığı için asırlar boyu bilimsel bir gerçek olarak kabul edilmiş, bunun üzerine de Katolik Kilisesi tarafından benimsenmiştir. Kilise'nin bu modeli kabul etmesi, herhangi bir vahiy bilgisine değil, sadece dönemin "bilimsel" görüşüne dayanmaktadır. Zamanla bu model kilisenin öğretileri ile birleşmiş ve bu nedenle bazıları tarafından "dinsel dogma" sayılmaya başlanmıştır.
Kaldı ki, Hıristiyanlık tarihini ilgilendiren bu konunun, hiçbir şekilde İslam'ın ve Müslümanların üzerinde bir bağlayıcılığı yoktur. Kuran'da bu tür bir astronomi modeli değil, modern bilimin bulgularına tamamen uygun bir astronomi modeli verilmektedir.
Üç "Bilimsel" Makaleye Cevap
Bilim ve Ütopya dergisinde, üstte ele aldığımız makalenin dışında, evrim teorisini savunma amaçlı üç ayrı makale daha yayınlandı. Bunlardan ikisi, Çin'de yayınlanan Beijing Review adlı dergiden yapılmış iki ayrı tercüme, üçüncü ise "Evrenin ve Yaşamın Evrimi" başlıklı bir yazıydı.
Belli ki Bilim ve Ütopya dergisi bu makalelerle, tehlike altında gördüğü evrim teorisini savunmak ve temize çıkarmayı hedeflemişti. Ancak konu hakkında biraz bilgi sahibi olan bir okur, bu makalelerin bu amaca hiçbir şekilde hizmet edemediğini görebilir. Çünkü bu makalelerde evrimi ispatlama yönünde hiçbir delil ortaya konmuş değildir. Sadece ve sadece evrim teorisinin varsaydığı, ancak hiçbir zaman ispatlanamayan "evrim süreci" masalları tekrarlanmıştır. Dahası, bu makalelerde yer alan "Kambriyen Patlaması" gibi bazı konular, aslında evrimi çürüten açık delillerdir. Bilim ve Ütopya, farkında olmadan kendi tezlerini çürüten bilgiler aktarmıştır.
Bu makalelerin kaynağı olan Çin dergisi Beijing Review, bilimsel bir yayın değil, sıradan bir aktüalite ve magazin dergisidir. Ancak Bilim ve Ütopya çevresi bu dergide yazılan makaleleri büyük bir evrimsel buluş sanarak yayınlamıştır. Şimdi sırasıyla bu makalelerin içeriğine bakalım.
Kambriyen Patlaması: Evrimin Değil, Yaratılışın Delili
Bilim ve Ütopya'nın kapak konusu yaparak yayınladığı "Evrimde Devrim" başlıklı haber, Kambriyen adı verilen jeolojik döneme ait fosillerle ilgilidir. Bu dönem, çok hücreli ve omurgasız canlıların dünyada aniden belirdikleri dönem olarak bilinir ve bu ani ortaya çıkışı ifade etmek için de "Kambriyen Patlaması" terimi kullanılır. Ancak işin ilginç yanı, Bilim ve Ütopya'nın evrimi destekleyen bir delil gibi sunduğu -hatta belki de sandığı- Kambriyen Patlamasının, evrim teorisini çıkmaza sokan ve yaratılışa delil oluşturan en önemli bilimsel gerçeklerden biri oluşudur.
İşin ilginç yanı, Bilim ve Ütopya'nın evrimi destekleyen bir delil gibi sunduğu hatta belki de sandığı Kambriyen Patlamasının, evrim teorisini çıkmaza sokan ve yaratılışa delil oluşturan en önemli bilimsel gerçeklerden biri oluşudur.
Kambriyen Devrine ait tabakalarda bulunan canlılar, hiçbir ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, yüzücü kabuklular, deniz zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Bu canlıların çoğunda da, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanmaz.
Kambriyen Devir, çok sayıda omurgasız canlının aniden ortaya çıktıkları en eski fosil tabakasıdır. Bu ani "patlama" evrim teorisinin iddialarını geçersiz kılarken, yaratılış için de açık bir delil oluşturur.
İşte canlılığın nasıl olup da böyle birdenbire binlerce hayvan çeşidiyle dolup taştığı ve hiçbir ortak ataya sahip olmayan ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur. Bu sebeple evrimci kaynaklar, Kambriyen Devrinin öncesine, içinde hayatın başlangıcının oluştuğu ve "bilinmeyenin gerçekleştiği" 20 milyon yıllık hayali bir dönem koyarlar. Bu dönem "evrimsel boşluk" olarak adlandırılır. Ancak bugüne kadar hiç kimse, bu evrimsel boşluğun ne olduğunu açıklayamamıştır.
İngiliz evrimci biyolog Richard Dawkins bu konuda şu itirafta bulunmaktadır:
... 600 milyon yıllık Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler. Tabii ki, bu ani ortaya çıkış, yaratılışçıları oldukça memnun etmektedir.45
Bilim ve Ütopya'nın haberinde konu edindiği Çin'in Yunnan bölgesinin güney bölümündeki Chengjiang bölgesinde bulunan fosiller de yine evrimin değil, yaratılışın delilidirler. Bu bölgelerde uzun araştırmalar yapan İsveçli evrimci paleontolog Stefan Bengston, bu durumu şöyle itiraf eder:
Eğer canlılık tarihinde herhangi bir olay, insanın yaratılışı mitine benzetilecekse, o da çok hücreli organizmaların ekolojide ve evrimde baş aktör haline geldikleri okyanus yaşamındaki ani farklılaşma dönemidir. Darwin'i şaşırtan -ve utandıran- bu olay bizi hala şaşırtmaktadır.46
Bilim ve Ütopya ise, hiçbir evrimcinin açıklayamadığı, dahası yaratılışa delil oluşturan Kambriyen Patlaması'nı "evrimin büyük delili" gibi göstermeye çalışmaktadır. Bunu, ya vahim bir cehaletin, ya da daha vahimi, ucuz bir göz boyamanın ürünü olarak kabul etmekten başka bir açıklama yapmak zordur.
Evrimi savunacak kişiler sırf bu konuda Çin literatürünün biraz olsun dışına çıkıp, bu konuda otorite sayılan Batılı kaynaklara başvurmalıdırlar. Aksi takdirde, tüm evrimcileri köşeye sıkıştıran ve yaratılışa açık bir delil oluşturan Kambriyen Patlaması'nı anlatıp, sonra da bunu evrimin delili saymak gibi komik durumlara düşmeye devam edeceklerdir.
Kambriyen Devirden kalma üstteki trilobit fosili, bu devirde ortaya çıkan omurgasız canlıların çok kompleks yapılara sahip olduklarını göstermektedir. Bu canlılar, hiçbir ortak ataları olmadan, bir anda yeryüzünde belirmişlerdir.
Çin'de Bulunan Sözde "İnsan Atası" Fosilleri
Bilim ve Ütopya'nın Beijing Review'den tercüme ederek yayınladığı ikinci makale ise, insanın hayali evriminden söz ediyordu. Makalenin ana fikri, insanın "atalarının" Afrika'da olduğu kadar Çin'de de bulunmuş olduğu şeklindeydi Bu amaçla, Çin'de bulunan başlıca iki sözde "insanımsı" türün adı geçiriliyordu: Lufengpithecus ile Lungoppo'dan çıkarılan ve "Wushan Adamı" olarak isimlendirilen bir dizi fosil.
Bilim ve Ütopya bu fosilleri büyük bir evrimsel buluşu duyururmuşcasına tanıttı. Oysa evrimin diğer sözde delilleri gibi, bu fosiller de hiçbir şekilde evrim efsanesini doğrulamıyordu. Bunları kısaca ele alalım ve neden insanın evrimine delil olmadıklarını görelim.
Günümüzden 6-7 milyon yıl önce yaşadığı söylenen Lufengpithecus günümüz orangutanlarına çok benzeyen bir iskelet ve kafatası yapısına sahiptir. Yani bu canlı, aslında bir orangutan çeşitidir. Orangutan ve Lufengpithecus arasındaki benzerlik, evrimciler tarafından yapılan hayali sınıflandırmalar sonucunda bile kendisini belli etmektedir.
1970 ve 80'li yılların başında Lufengpithecus türü, "Ramapithecus lufengensis" olarak isimlendirilmekteydi. Bunun sebebi, Lufegensis'in Ramapithecus ile hemen hemen aynı morfolojik özelliklere sahip olmasıydı. Ancak Ramapithecus'tan biraz daha ince, narin bir yapıya sahipti.
Eğer Bilim ve Ütopya, ya da bir başkası, evrim teorisini savunmaya niyetliyse, bunu masallar anlatarak, bir jeolojik döneme "evrimde devrim" gibi boş isimler vererek yapamaz. Teorinin iddialarını detaylı bir biçimde ortaya koymalı ve bu detayları destekleyen delilleri açıklamalıdır. Ama dünyanın dört bir yanındaki evrimci bilim adamlarının bulamadığı bu delilleri Bilim ve Ütopya 'nın bulması elbette ki mümkün değildir.
Evrim konusunda biraz bilgisi olanlara, Ramapithecus ismi yabancı gelmeyecektir. Zira evrim yanılgıları ve sahtekarlıkları tarihini bilenler, Ramapithecus'un uzun süre insanın atası olarak gösterildiğini, ancak 1982 yılında onun aslında bir orangutan çeşitlemesi olduğunun anlaşıldığını hatırlayacaklardır. Ramapithecus, o yıl, evrimci paleontolog David Pilbeam'in Pakistan ve Türkiye'de bulunan fosiller ışığında yaptığı araştırmalar sonucunda hayali insanın evrimi şemasından çıkartılmıştır. Bir yanılgı olduğu anlaşılan Ramapithecus'a, Ramapithecus Lufegensis olarak tanımlanacak, yani bunun bir alt türü olacak kadar benzeyen bir canlı olan Lufengpithecus'un da insanın evrimi şemalarına sokulmasının hiçbir anlamı yoktur. Ramapithecus'la beraber bu canlı da, insanla hiçbir ilgisi olmayan bir varlık olarak, orangutanlar sınıflandırması arasındaki yerini almalıdır.
Nitekim Ramapithecus'un düşüşüyle beraber, Lufengpithecus fosilleri de evrimciler tarafından bu şekilde tekrar yorumlanmıştır. Günümüzde bu tür, dişisi ve erkeği arasında çok belirgin vücut iriliği farklı olan (maymunlardaki gibi) ve soyu tükenmiş maymunlarla bilinmeyen bir şekilde ilişkili olan bir çeşit maymun olarak nitelendirilmektedir.47
Günümüzde Lufengpithecus'u hala insanın ataları sınıfına dahil edenler ise, bir kısım Çinli paleontropologlardır. Bu ise birçok Batılı araştırmacı tarafından anlamlı bulunmakta ve bu ısrarcılığı ideolojik sebeplere bağlamaktadırlar: Komünist Çin rejimi, insanlığın atalarının Afrika'da olduğu kadar, Çin'de de bulunduğunu "ispatlamak" istemektedir.
Bilim ve Ütopya 'daki yazıda, ayrıca Homo habilis türünden olduğu belirtilen Wushan Adamı fosili ve Longgupo fosillerinin de ismi belirtilmektedir. Bunlar da aslında maymundan başka bir şey değildirler.
1.8-2.0 milyon yıl öncesine ait olduğu söylenen Longgupo kalıntıları, parçalanmış bir çene kemiği ve bir tane kesici dişten oluşur. Fosili bulan Çinli ve Amerikalı evrimciler, bu fosillerin "Homo" (yani "insanımsı") sayılamayacak kadar ilkel olduklarını söylemişlerdir.48 Bu fosilin Homo habilis türüne ait olduğunu iddia eden bazı Çinli araştırmacılar ise, Batılı araştırmacılar tarafından yalanlanmaktadırlar. Batılı araştırmacılara göre "Longgupo çene kemiği, erken bir Çin insanımsısına değil, aslında geç bir Çin maymununa aittir".
Batılı araştırmacılara göre "Wushan Adamı", Ramapithecus benzeri bir orangutan olduğu anlaşılan Lunfegopithecus'la neredeyse aynıdır. Wushan Adamı'nın Lungfegopithcus'la yapılan karşılaştırmalı analizleri, bunların aynı tür olabilecek kadar birbirlerine benzediklerini göstermektedir. Lungoppo'daki Wushan Adamı fosilleriyle daha önceki Lufengpithecus fosilleri arasındaki en önemli fark ise, aralarındaki 5 milyon yıllık zaman dilimi gibi görünmektedir. Bu ise aslında bu maymun türünün 5 milyon yıl gibi uzun bir süre içinde hiçbir evrim geçirmediğini gösterir ve dolayısıyla evrimin aleyhinde güçlü bir delil oluşturur! Bilim ve Ütopya, yine evrimi çürüten bir konuyu "evrim delili" diye sunmaktadır.
"Evrenin Evrimi" Masalı
Bilim ve Ütopya'da yer alan üçüncü evrimci makale, Rennan Pekünlü isimli yazarın yazdığı "Evrenin ve Yaşamın Evrimi" adlı yazıydı. Pekünlü, elinden geldiğince karmaşık ve uzun tutmaya çalıştığı makalesinde evrenin oluşumundan başlayarak canlılığın doğumu ve evrimi hikayesini anlatmaya çalıştı. Ancak makalenin kendisi de tam anlamıyla bir "hikaye" idi. Çünkü varsaydığı evrim sürecini destekleyen hiçbir bulgu ortaya koymadan, sadece uzun bir senaryo anlattı.
Aslında bu yöntem, evrimciler tarafından sıklıkla kullanılan ve pek çok insanın da evrimi bilimsel bir gerçek sanmasına yol açan bir göz boyama yöntemidir. Evrimci yazarlar ellerine kalemlerini alır ve evrim sürecinin aşama aşama nasıl geliştiğine dair detaylı senaryolar yazarlar. (Bu konuda kendilerine öncülük eden en önemli ustaları ise, "doğanın diyalektiği" konusunda geniş bir hayal gücü ürünü literatür bırakmış olan Engels'tir.) Canlılığın suda başladığını, ilk önce omurgasızların sonra balıkların oluştuğunu, sonra bazı balıkların karaya çıkarak sürüngenlere dönüştüğünü, bazı sürüngenlerin uçarak kuş haline geldiklerini, bazılarının memelileri oluşturduğunu anlatırlar. Tamamen hayal gücünün bir ürünü olan -ve prense dönüşen kurbağa masalından daha fazla bilimsel olmayan- bu senaryo, memelilerin en üst basamağı olan insanın nasıl maymundan türediğinin anlatılmasıyla son bulur.
Rennan Pekünlü de bu klasik evrimci yöntemi tekrarlamakta ve detaylı bir masal anlatmaktadır. Bu masalın en önemli geçiş noktalarını ise, birkaç "bilimsel" görünümlü cümle oluşturmaktadır. İşte birkaç örnek:
Ortaya çıkan üçüncü büyük gelişme, karada yaşayan bitki ve hayvanların türemesiydi; fernler ve amfibianlar... Bir sonraki devrim, sürüngenleri ortaya çıkardı... Sonraki devrim bu engeli aştı. Memeliler ve çiçekli bitkiler ortaya çıktı.
Sürüngenleri ve memelileri ortaya çıkardığı söylenen "devrim"leri bir cümle ile belirtip geçmek kolaydır. Ama sorun, bu "devrim"lerin gerçekten oluştuğunu ispat edebilmektir. Bunu yapabilmek için de, böyle bir "devrim"in biyokimyasal ve anatomik yönden nasıl mümkün olabileceğini göstermek, sonra da bu "devrim"in ispatı olacak ara-geçiş formlarının fosillerini ortaya koymak gerekir. Oysa evrim teorisi bunların her ikisini de yapamamaktadır. Aksine, tüm bulgular, bu tür "devrim"lerin imkansız olduğunu ve zaten asla yaşanmadığını göstermektedir.
Makalede Pekünlü'nün söz konusu "devrim"lerin nasıl yaşanmış olabileceği sorusuna değindiği varsayılabilecek tek bir pasaj vardır. Pekünlü, canlılığın moleküler seviyede nasıl doğmuş olabileceği sorusunu şu kaçamak ifadelerle cevaplamaktadır:
Deneyler, bazı kimyasal karışımların, şimşek flaşı gibi yoğun erkeye açık kaldıklarında, organik proteinlerin yapı taşları olan aminoasitleri doğal olarak oluşturduğunu göstermiştir.
Burada söz konusu edilen "deneyler", tüm biyokimyada evrim teorisinin yegane dayanağı olan tek bir deneydir: 1950'lerde yapılan Miller Deneyi. Bu deneyde Stanley Miller ilkel atmosfere benzediğini iddia ettiği bir karışıma elektrik vererek bazı aminoasitleri sentezlemiştir. Ancak bu deneyin geçersiz olduğu, deneydeki yapay atmosferin dünyanın ilkel atmosferiyle hiçbir ilgisi bulunmadığı, Miller'ın bazı yapay mekanizmaları devreye soktuğu sonradan ortaya çıkmıştır. Deney daha gerçekçi şartlarda defalarca tekrarlanmış, ama hiçbir sonuç alınamamıştır. Sonunda Miller'ın kendisi de deneyin geçersizliğini itiraf etmiştir. (Bu konuyu kitabın önceki sayfalarında, çok daha detaylı bir biçimde incelemiştik.)
Kaldı ki, bazı aminoasitlerin oluşması da tek başına hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan, protein sentezidir. Aminoasitler bir binayı oluşturan tuğlalara, proteinler ise binaya benzerler. Eğer doğal yollarla tesadüfen bir tuğla ortaya çıksa bile, bir bina bilinçli bir dizayn olmadan asla ve asla oluşamaz.
Evrimciler Miller deneyi ile sadece birkaç tuğla oluşturmuşlardır, bina değil. Ancak, az önce de belirttiğimiz gibi, Miller deneyi de bilimsel açıdan geçersizdir; bilinçli bazı müdahaleleri içermiştir. Dolayısıyla bir tuğlanın, yani aminoasitin bile tesadüfen oluşması ihtimali, sıfırdır.
Sonuç
Eğer Bilim ve Ütopya, ya da bir başkası, evrim teorisini savunmaya niyetliyse, bunu masallar anlatarak, bir jeolojik döneme "evrimde devrim" gibi boş isimler vererek yapamaz. Teorinin iddialarını detaylı bir biçimde ortaya koymalı ve bu detayları destekleyen delilleri açıklamalıdır. Ama dünyanın dört bir yanındaki evrimci bilim adamlarının bulamadığı bu delilleri Bilim ve Ütopya'nın bulması elbette ki mümkün değildir. Var olmayan bir şey, doğal olarak, bulunamaz.
Bu nedenle, Bilim ve Ütopya'ya tavsiyemiz, herhangi bir dayanağı olmadığı halde büyük bir ısrarla savundukları evrim teorisini ve genel olarak materyalizmi, bir an için olsun vicdan ve sağduyu ile tartmaları ve varacakları sonuçlardan korkmadan özgürce düşünmeleridir. Kendilerine hayat vermiş olan Allah'ın apaçık varlığını, belki o zaman fark edebilirler.
Yaratılış gerçeğinin Türkiye'de büyük bir etki uyandırması ve başarıyla anlatılması karşısında oluşan tepkilerden bir diğeri, Prof. Reşad Kayalı'nın, aylık ekonomi dergisi Power'ın Mayıs 1998 sayısında yayınlanan "BAV'dan Laiklere Sevgilerle" başlıklı makalesiydi. Prof. Kayalı, söz konusu makalesinde, 4 Nisan 1998'de İstanbul'da düzenlenen birinci "Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" konferansına atıfta bulundu. Ancak Kayalı, BAV'ın "yaklaşımındaki profesyonelliğe hayran kaldığını" ve konferansın bir "propaganda zaferi" olduğunu belirtmesine rağmen, evrim ve yaratılış konularında gerçeklere aykırı bazı yorumlar ve iddialar kullanmaktan çekinmedi.
Prof. Kayalı'nın yorum ve iddialarındaki yanlışlıkları maddeler halinde inceleyebiliriz:
1) Prof. Kayalı, makalesinde "Darwin'in evrim teorisinin tümüyle safsata olduğu ispatlanmış olsa bile, bu tek tanrılı dinlerin kitaplarındaki yaratılış teorisinin doğru olduğunu göstermez" demektedir. Oysa burada önemli bir çarpıtma ve göz boyama vardır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, kitabın önceki sayfalarında da açıkladığımız gibi, evrim teorisinin safsata olduğunun ispatlanması, yaratılışın doğru olduğunu da ispatlar. Çünkü evrim teorisi dar kapsamlı bir bilimsel tez değildir. Hayatın, bir Yaratıcı olmadan ortaya çıktığını iddia eder ve bu iddiayı destekleyecek her türlü farklı yorumu içerir.
Reşad Kayalı
Yaratılış gerçeği ise yeryüzündeki canlılığın bir Yaratıcının müdahalesi olmadan ortaya çıkmış olamayacağını bütün delilleriyle birlikte ortaya koyar. Bu nedenle "evrim teorisi çökerse başka bir teori bulur ve yaratılışı reddetmeye devam ederiz" demek, ya cehalet ürünüdür ya da evrim teorisinin çöküşüne rağmen konu hakkında yeterince bilgisi olmayanları yaratılıştan uzak tutmak için ortaya atılmış bir aldatmacadır. Bugün bilim dünyasındaki herkes bilir ki, evrim teorisinin şu ya da bu versiyonunu kabul etmeyen insan, kaçınılmaz olarak bir Yaratıcının yan Allah'ın varlığını kabul eder.
Evrim canlılığın tesadüfler sonucu ortaya çıktığını, yaratılış ise bilinçli bir tasarımın ürünü olduğunu savunmaktadır ve bunlardan birisinin mümkün olmadığının ispatlanması, doğal olarak diğerinin doğruluğunu gösterir.
2) Prof. Kayalı, üstteki gerçekten haberdar olduğu için, "yaratılış" kavramının alanını genişletmekte ve Hıristiyan dünyasındaki eski bazı yaratılışçı tezlerin yanlışlığını dile getirerek, bu kavramı yanlışlamaya çalışmaktadır. Oysa bir bilimsel anlayışı savunanlardan bazılarının yanlış yorumlarda bulunmaları, o tezin de yanlış olduğu anlamına gelmez. Örneğin bir kimyagerin yanlış bazı kimyasal yorumlarda bulunması, kimya biliminin doğruluğunu ortadan kaldırmaz.
Nitekim Kayalı bu konuda örnek olarak sadece 17. yüzyılda yaşamış olan Rahip James Usher'ın yorumlarının yanlışlığından söz edebilmektedir. Rahip James Usher, 17. yüzyılın bilim anlayışı içinde Kitab-ı Mukaddes'i yorumlamış ve dünyanın yaşının 6 bin yıl olduğunu hesaplamıştır. Bu hesabın sonraki yüzyıllarda bulunan fosiller tarafından yalanlanması, yaratılışın doğru olmadığını ve bir Yaratıcının var olmadığını elbette ki göstermez. Sadece, yaratılışı savunanlardan birisinin bilgi eksikliği nedeniyle yanlış bir iddiada bulunduğunu gösterir. Nitekim bugün hemen hiçbir yaratılışçı bilim adamı, Usher'ı ve hesaplamalarını savunmamaktadır.
Kaldı ki, Rahip Usher'ın dünyanın yaşı ile ilgili hesapları Hıristiyan kaynaklarına dayanarak yapılmış hesaplardır. Bu hesapların, dünyanın yaşı konusunda bu tür bir bilgi vermeyen Kuran'la bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla Kuran'a dayalı bir yaratılış anlatımını savunan Müslümanların da, Usher'ın hesaplarına dayanılarak eleştirilmesi anlamsızdır.
3) Öte yandan, Prof. Kayalı'nın kendi tezini savunurken kullandığı delillerin acemiliği de şaşırtıcıdır. Prof. Kayalı, Rahip Usher'ın dünyanın yaşının yaklaşık 6 bin yıl olduğu konusundaki görüşlerini çürütmeye çalışırken, "Bugün bilimsel mevcut yöntemlerle fiziksel antropolojinin temel malzemesini teşkil eden fosillerin yaşını doğru olarak hesaplama imkanına sahibiz ve elimizde yaşı 7000-8000 olarak saptanan birçok fosil mevcut" diye yazmaktadır. Oysa elimizde bulunan fosillere biçilen tarihler, 7-8 bin yıl bir yana, 500-550 milyon yıl önce yaşandığı düşünülen Kambriyen devre kadar gitmektedir. (Paleontologlar arasında, bu tarih hesaplamalarında kullanılan yöntemlerin güvenilirliği konusunda anlaşmazlık vardır ve bazıları fosillerin çok daha yakın tarihlere ait olduğunu savunurlar.) Prof. Kayalı eğer fiziksel antropoloji konusunda yorum yapacaksa, bu konudaki literatürü yüzeysel de olsa gözden geçirmesinde yarar vardır.
Evrim teorisinin hala bilimsel bir gerçek sanılmasının en büyük nedeni, konu hakkındaki bilimsel gelişmelerden habersiz olan ve hala 19. yüzyıl mantalitesi ile düşünen bazı çevrelerin, bu teoriye, sahip oldukları eksik ve hatalı bilgilerle sahip çıkmalarından başka bir şey değildir. Teorinin içine düştüğü durumun farkında olan bilim adamları ise, ya teoriyi reddetmekte ya da onu savunmaya çalışmadan bir tür inanç gibi kabullenmektedirler.
Zaten bugün evrim teorisinin hala bilimsel bir gerçek sanılmasının en büyük nedeni, konu hakkındaki bilimsel gelişmelerden habersiz olan ve hala 19. yüzyıl fikir yapısı ile düşünen bazı çevrelerin, bu teoriye eksik ve hatalı bilgilerle sahip çıkmalarından başka bir şey değildir. Teorinin içine düştüğü durumun farkında olan bilim adamları ise, ya teoriyi reddetmekte ya da onu savunmaya çalışmadan bir tür inanç gibi kabullenmektedirler. Bu nedenle bugün evrim teorisi Batı dünyasında bilimsel düzeyden çok, felsefi düzeyde savunulmaya çalışılmaktadır.
4) Dikkat edilirse Prof. Kayalı, yaratılışçılığı eleştirirken sadece ve sadece Hıristiyan yaratılışçıları ya da Hıristiyan ve Yahudi dini kaynaklarını (Kitab-ı Mukaddes'i) eleştirebilmektedir. Buna karşın Kuran'a ve Kuran'daki yaratılış anlatımına karşı hiçbir itiraz getirememektedir. Oysaki kuşkusuz BAV'ın savunduğu ve gündeme getirdiği yaratılış gerçeği, Kitab-ı Mukaddes'ten değil, Kuran'dan kaynak bulmaktadır.
Kitab-ı Mukaddes ve Kuran'daki yaratılış anlatımları bazı açılardan paralel olmasına rağmen, Kitab-ı Mukaddes'te, bu kitaba insan sözü karışması sonucunda oluşan hurafeler, efsaneler ve dolayısıyla hatalar vardır. Dünyanın yaşının birkaç bin yıl ile sınırlı olduğuna dair iddialar da Kitab-ı Mukaddes'e aittir ve Kuran'da hiçbir dayanakları yoktur.
Bu nedenle Prof. Kayalı ve benzeri kalemlerin itirazları, ancak Kitab-ı Mukaddes'e sonradan girmiş söz konusu hurafeleri ya da yanlış yorumları hedef alabilir. Ne var ki Prof. Kayalı bu konuda da bir çarpıtmaya başvurmakta ve "din kitaplarının tarihi gerçekleri yansıttığını savunmak Darwin'i eleştirmekten çok daha zordur" diyerek, Kuran ve Kitab-ı Mukaddes'i aynı kefeye koymaktadır. Oysa ne kendisinin ne de kendisiyle aynı dünya görüşünü paylaşan bir başkasının, Kuran'daki yaratılış anlatımının bilimle uyuşmadığını gösterecek en ufak bir delilleri dahi yoktur. Aksine, Kuran'ın bilimsel konularda verdiği tüm bilgilerin modern bilim tarafından doğrulandığı bilinen bir gerçektir.
5) Prof. Kayalı, başta da belirttiğimiz gibi, BAV'ın düzenlediği "Evrim Teorisi'nin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" adlı konferansı bir "propaganda zaferi" olarak yorumlamakta ve buradaki başarıya "hayran kaldığını" belirtmektedir. Bilinmelidir ki, buradaki başarının sırrı, evrim teorisinin zaten son derece çürük bir iddia, yaratılışın ise çok açık bir gerçek olmasının bir sonucudur. Prof. Kayalı'nın sözünü ettiği konferansta; canlı bir hücrenin tesadüflerle oluşmasının imkansız olduğu; hatta tek bir protein molekülünün bile şans eseri meydana gelemeyeceği; paleontolojik bulguların da canlıların eksiksiz halde ve birdenbire ortaya çıktığını ispatladığı anlatılmıştır. Tüm bunların ortaya koyduğu açık gerçek ise, canlıların tümünü bilinçli bir Yaratıcının yani Allah'ın yarattığıdır.
Bu konudaki deliller o denli kesin ve ikna edicidir ki, temiz bir akıl ve sağduyu ile düşünen herkes yaratılışın doğruluğunu kabullenmektedir. Bu nedenle de yaratılış gerçeğini savunanlar her zaman için başarıya ulaşacaklardır ve bunu reddetmeye kalkanlar ise her zaman için başarısızlığa uğrayacaklardır.
6) Prof. Reşad Kayalı'nın makalesinde ortaya çıkan bir diğer gerçek ise, Kayalı'nın -ve muhtemelen onunla aynı felsefeyi paylaşan çevrelerin- canlılığın gerçek kökenini ortaya çıkarmaya yönelik bilimsel çalışmalardan rahatsız olduğudur. Kayalı'nın hedef aldığı olaylar, bir bilimsel konferans ve TV ekranlarında yayınlanmış bilimsel içerikli röportajlardır. Bu ise, söz konusu yaklaşımın sahiplerinin, bilimden ve bilimsel çalışmalardan rahatsız oldukları, bilimin gelişminin engellenmesine çalıştıkları anlamına gelir. Çünkü bilim, onların bağlı oldukları felsefeleri yalanlamaktadır.
7) Özetle, Prof. Kayalı'nın makalesinden çıkan sonuçlar şunlardır:
a - Prof. Kayalı "Darwin'in evrim teorisinin çürütülmesi, tek tanrılı dinlerin yaratılış teorisinin doğru olduğunu göstermez" derken evrim teorisinin çürüdüğünü kabul etmektedir. Evrim teorisinin temeli, canlılığın bir Yaratıcı olmadan tesadüfler sonucu ortaya çıktığı iddiasından ibarettir. Buna göre, evrimin çökmüş olması canlıları yaratan bir yaratıcının varlığını ortaya koyar. Yani, Kayalı'nın da istemeden de olsa kabul ettiği gibi bugün modern bilim Allah'ın apaçık varlığını ispatlamış durumdadır.
b - Prof. Kayalı, bazı Hıristiyan yaratılışçılara ve Kitab-ı Mukaddes'teki yaratılış anlatımına itirazlar getirirken, Kuran'daki yaratılış anlatımına hiçbir itiraz getirememektedir. Bu ise, Kayalı'nın istemeden de olsa kabul ettiği gibi Kuran'daki yaratılış anlatımının, hiçbir itiraza yer bırakmayacak biçimde doğru olduğunu gösterir.
c - Yani Prof. Kayalı'nın istemeden de olsa kabul etmek zorunda kaldığı gibi, bir Yaratıcı vardır ve bu Yaratıcı yüce Allah'tır.
Türkiye'de son dönemde gündeme gelen yaratılış gerçeğine karşı oluşan tepkileri bu kitap boyunca inceledik. Yaratılış gerçeğini yalanlamayı ve evrim teorisini savunmayı amaçlayan bu çabaların hepsi, gördüğümüz gibi, tamamen temelsiz, çürük ve geçersiz iddialardan ibarettir.
Dahası, evrim teorisini savunmak adına ortaya çıkanlar, o denli büyük gaflar ve yanılgılar sergilemektedirler ki, konu hakkında son derece yüzeysel bir kültüre sahip oldukları hemen anlaşılmaktadır. Evrimi çürüten gerçekleri "evrim ispatı" sanarak ortaya çıkmalarının, geçersizliği defalarca ispat edilmiş sözde evrim delillerini hala heyecanla savunmalarının nedeni, söz konusu yüzeysellik ve bilgisizliktir.
Bu çevrelere tavsiyemiz, eğer evrim adına ortaya çıkacaklarsa, bu konudaki literatürü biraz incelemeleri ve kavramaya çalışmalarıdır.
Materyalizm ve natüralizm tüm dünyada çökmektedir. Bilim, kendisine giydirilen bu zoraki kalıpları yıkmakta ve Allah'ın açık varlığını ilan etmektedir.
Ancak literatürü incelediklerinde pek de hoşlanmayacakları bir tablo ile karşılaşacaklarını şimdiden haber vermek gerekir. Çünkü evrim teorisi tüm bilim dünyasında "kriz içindeki bir teori" haline gelmiştir. 1920'lerde, 40'larda, 50'lerde kesin bir zafer kazandığı sanılan teori, son 30-40 yılın bilimsel ilerlemeleri karşısında hızlı bir çöküş sürecine girmiştir. Çünkü elde edilen her yeni bulgu, evrim teorisi tarafından açıklanması mümkün olmayan gerçekleri ortaya koymaktadır. Bu bulguların hepsi, doğada bir "dizayn" olduğunu göstermektedir.
Evrim teorisinin Batı dünyasındaki savunucuları ise, bu gelişmeler karşısında ya susmayı ya da natüralist felseye sığınıp, yaratılış gerçeğini "bilimsel olmamakla" suçlayarak kendilerini avutmayı tercih etmektedirler.
Bu insanların en büyük yanılgıları, bir zamanlar -özellikle 19. yüzyılda- bilimin temeli sanılan materyalizm ve natüralizm felsefelerinin artık bilimin kendisi tarafından reddedilmekte olduğunu kavrayamamalarıdır. Aynı yanılgının Türkiye'deki evrimciler arasında da sürdüğünü görmekteyiz.
Evet, materyalizm ve natüralizm tüm dünyada çökmektedir. Bilim, kendisine giydirilen bu zoraki kalıpları yıkmakta ve Allah'ın açık varlığını ilan etmektedir. Bu karşı konulamaz, engellenemez ilerleme, kuşkusuz Türkiye'yi de etkileyecektir.
Bu ilerlemeye karşı koymak ve 19. yüzyılın köhne felsefelerini topluma empoze etmek isteyenler ise, şimdiden kaybedilmiş bir davanın peşinde koşmaktadırlar.
43. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books Ltd. 1985, s. 145.
44. J. H. Tiner, "Isaac Newton: Inventor, Scientist and Teacher", Mott Media, Michigan, 1975.
45. Bkz. Henry Morris, "Men of Science, Men of God", Master Books, 1982.
46. Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton 1986, s. 229.
47. Stefan Bengston, Nature 345: 765, 1990.
48. Wu and Wang 1987, Kelley and Etler 1989, Kelley and Xu 1991, Wood and Xu 1991.