Yeryüzündeki karmaşık hayat nasıl ortaya çıkmıştır?
Yüz binlerce farklı türdeki canlı ve bu canlıların en üstünü olan insan, nasıl var olmuştur?
Bu sorular dünya üzerinde hayat sürmekte olan her insanı ilgilendirir. Çünkü bu sorulara doğru cevap verip vermemek, bir insanın tüm yaşamını kökünden etkileyecektir.
Bu soruların farklı cevaplarına baktığımızda ise, iki temel açıklama ile karşılaşırız. Bunlardan birincisi doğruluğu bilim, akıl ve vicdan yoluyla açıkça anlaşılan "tüm canlıları Allah'ın yarattığı" gerçeğidir. İkinci açıklama ise, evrenin ve canlılığın, hiçbir bilinçli ve amaçlı müdahale olmadan, tesadüfler sonucu ortaya çıktığını ve sonra da uzun bir değişim süreci geçirdiğini iddia eder. Bu açıklamanın ismi evrimdir.
Tüm bilimsel veriler bizlere iki temel gerçeği göstermiştir:
Bunlar, modern bilimin elde ettiği son bulguların ışığında ortaya çıkan gerçeklerdir. Evrim teorisini ortaya atan Charles Darwin'in zamanında ise bilim çok daha geriydi ve söz konusu bulgular elde yoktu. Darwin, mikrobiyolojiden ve genetikten habersizdi. Canlıların ne denli kompleks yapılara sahip olduklarını kavrayamamıştı. Bu nedenle birbirlerine kolayca dönüşebileceklerini sanıyordu. Öyle ki, ünlü kitabı Türlerin Kökeni nde balinaların, denizlere sık giren bazı ayıların hızlıca evrimleşmeleri sayesinde ortaya çıktıklarını öne sürmüştü. Darwin'in bu tür "inci"leri, daha sonraki yıllarda Türlerin Kökeni'nin yeni baskılarından çıkarıldı.
Bilim ilerledikçe Darwin'in diğer iddiaları da anlamsızlaştı. Darwinizm'e yapılan revizyonlar da teoriyi çıkmaza girmekten kurtaramadı. Bu nedenle bugün, evrim teorisi, bilimsel yönden savunulması imkansız, çelişkili bir iddialar yığınına dönüşmüştür. Dünyaca ünlü bir mikrobiyolog olan -ve herhangi bir dini inanca sahip olmayan- Michael Denton'ın deyimiyle, evrim, "kriz içine girmiş bir teori"dir.1
Teoriyi hala ayakta tutan iki temel etken ise, bu teoriyi bir dogma haline getirmiş olan bazı bilim adamlarının bağnaz tutumları ile teoriyi ideolojik yönden gerekli bulan toplumsal bazı güçlerin propaganda araçlarıdır.
Söz konusu iki etken, uzunca bir süredir Türkiye'de de faaliyet halindedir. Ancak özellikle bu yıl, seslerini daha çok duyurmaya ve ölmek üzere olan Darwinizme doping yapmaya çalışmaktadırlar. Çünkü Türk toplumu, bir süredir yaratılış gerçeği ile aydınlanmaktadır. Evrim teorisinin bilimsel geçersizliğini ve yaratılış gerçeğini anlatan kitaplar, yayınlar ve konferanslar, bilimin gerçek sonuçlarını Türk halkına göstermektedir. Bu ise, evrime bir dogma olarak inanan ya da onu ideolojik olarak zorunlu görenler açısından kabul edilemez bir durumdur.
Bu kitabın bir bölümünde söz konusu çevrelerin yaratılış gerçeğine karşı çıkmak ve evrim teorisini savunmak adına ortaya koydukları bazı girişimleri ele alacak ve bunlardaki yanlışları, gafları ve kasıtlı çarpıtmaları inceleyeceğiz.
Bu girişimlerin hemen hepsi, Bilim Araştırma Vakfı camiası tarafından yayınlanan evrim ve yaratılış konulu yayınlara, ya da Bilim Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen "Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" başlıklı uluslararası konferanslar dizisinin birincisi olan 4 Nisan 1998 tarihli konferansa tepki olarak gelişmiştir. Ancak bu tepkiler o kadar zayıf, hatta bazen komik temellere dayanmıştır ki, savunma iddiasında oldukları evrim teorisinin bilimsel geçersizliğini kendileri istemeden de olsa ortaya koymuşlardır.
İlerleyen sayfalarda bu tepkileri, iddiaları ve yanılgıları sırasıyla inceleyeceğiz. Önce Bilim ve Ütopya dergisinin 3 Haziran 1998 günü İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nün desteğiyle düzenlediği "Evrim Kuramı" adlı konferansı, ardından yine söz konusu derginin evrimle ilgili bazı yayınlarını, sonra da Prof. Reşat Kayalı'nın konu hakkında yazdığı bir makaleyi ele alacağız. Ama bundan önce, tüm bu tepkilerin ortak noktalarını oluşturan birkaç temel konuya değineceğiz.
Evrimcilerin teknik iddialarına ve yanılgılarına cevap vermeden önce, çok sık dile getirdikleri temel bir konuyu açıklamak gerekir: Yaratılışın bilimsel bir temeli olmayan, sadece dini inançlardan kaynak bulan bir "dogma" olduğu iddiası.
Konuyu ciddi ve önyargısız bir biçimde ele aldığımızda tam aksine, yaratılışın bilimsel kriterlerle kanıtlanan bir gerçek, evrimin ise bilimsel kriterler tarafından yalanlanan hayali bir senaryo olduğu karşımıza çıkar. Evrim teorisi ve yaratılış, her ikisi de canlılığın kökeni hakkında iki zıt açıklamaya sahiptir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Canlılık tesadüflerle açıklanamayacak kadar kompleks ve düzenlidir. Ve böyle kusursuz bir düzenliliği ancak üstün ve güçlü olan bir Yaratıcı yani Rabbimiz var edebilir.
Görüldüğü gibi, yaratılış gerçeği akılla ve temel mantık kurallarıyla tamamen uyum içindedir. Mantık ve bilim dışı olanın ise, canlıların varlığını bilinçsiz rastlantılara bağlayan evrimcilerin iddiaları olduğu açıktır.
Kısacası, evrimcilerin sürekli tekrarladıkları "yaratılış bilimsel değildir" iddiası, anlamsızdır. Yaratılışa, yani tüm canlılığı Allah'ın yarattığına inananlar evrimci iddiaları çürütürken her zaman için bilimsel verileri öne sürmekte, fosil kayıtlarından, mikrobiyolojiden, anatomiden deliller göstermektedirler. Yani bilimsel verilere dayanmaktadırlar.
Bilimsel verilere dayanmayan, aksine spekülasyon ve demagojiye başvurarak insanları yanıltmaya çalışanlar ise her zaman için evrimciler olmuştur.
Yaratılışın Açık Delilleri
Yaratılışın bilimsel bir gerçek olduğunu belirttik. Ancak çalışmalarımızda genellikle "yaratılış gerçeği" ifadesini kullanıyoruz. Çünkü modern biyolojinin, mikrobiyolojinin, biyokimyanın ve paleontolojinin elde ettiği tüm bulgular, yaratılışı doğrulamaktadır. Bu nedenle de yaratılış, açık delillerle ispatlanmış bir gerçektir.
Yaratılışı doğrulayan bilimsel bulguları ortaya koymak için, öncelikle biyolojinin tarihinden biraz söz etmek gerekir. Bugün biyoloji, canlılığı en alt basamaklarına kadar incelemiş ve canlılardaki tüm temel sistem ve organellerin detaylı bir teşhisini yapmıştır. Ancak bundan birkaç yüzyıl önce durum böyle değildi.
17. yüzyıla kadar canlılar sadece çıplak gözle gözlemlenebiliyordu. Bu nedenle de canlıların bugün farkında olduğumuz kompleks yapıları bilinmiyordu. Amino asitlerden, proteinlerden, bakterilerden ve hücrelerden kimsenin haberi yoktu. Bu yüzden, canlılığın çok basit nedenlerle ortaya çıkabileceği sanılıyordu. Örneğin uzunca bir zaman, böceklerin etrafa saçılan yemek artıklarından "oluştuğu" düşünülmüştü. Bunun saçma bir düşünce olduğu, böceklerin mikroskop altında incelenmesiyle anlaşıldı. Çünkü yemek artıklarından bir anda oluştukları sanılan bu hayvanların bedenlerinde, inanılmaz derecede kompleks (detaylı ve düzenli) yapılar vardı.
İlk ilkel mikroskoplardan sonra güçlü ışın mikroskopları yapıldı. Bu yüzyılda ise elektron mikroskopları üretildi. Bu sayede canlı hücresi, hücrenin çekirdeğindeki DNA ve DNA'nın yapı taşları en ince ayrıntısına kadar incelendi. İncelendikçe de tüm bu yapılarda daha önceden hiç kimsenin ummadığı kadar büyük bir komplekslik olduğu görüldü.
Modern biyolojinin, mikrobiyolojinin, biyokimyanın ve paleontolojinin elde ettiği tüm bulgular, yaratılışı doğrulamaktadır. Bu nedenle de yaratılış, açık delillerle ispatlanan bir gerçektir.
Bu ise, canlılığın tesadüflerle oluştuğunu öne süren evrim teorisi için kesin bir yıkım demekti.
Neden mi?... Çünkü bir yerde çok detaylı, çok kompleks ve çok düzenli bir yapının bulunması, bu yapının mutlaka birisi tarafından oluşturulduğunu gösterir.
Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Ressam bir arkadaşınızın resim atölyesine gittiğinizi düşünün. Ortada kimseyi bulamadığınızı ve arkadaşınız gelinceye kadar etrafı gezindiğinizi varsayın. Atölyenin orta yerinde de birçok boya kutusunun açık olarak durduğunu ve boyaların yere dökülmüş olduğunu farz edin. Bu durumda eğer yerdeki boyalara bakar ve ortada düzensiz bir renk karmaşası olduğunu görürseniz ne düşünürsünüz?
Büyük olasılıkla, bu kutulardaki boyaların yanlışlıkla yere döküldüğü ve boyaların da tesadüfi olarak rastgele dağıldığını aklınıza gelir.
Oysa, eğer boya karmaşasının ortasında bir Mona Lisa portresi varsa, bu durumda herşey çok berraklaşır. Çünkü açıktır ki böyle bir portre kesinlikle rastgele dağılan boyalar tarafından oluşturulamaz. Ortada çok detaylı bir "tasarım" vardır. Tasarım olduğuna göre de, bu tasarımı gerçekleştiren biri olmalıdır. Yerdeki renk karmaşasının bir karmaşa olmadığından, atölyedeki ressamlar tarafından düzenlendiğinden artık eminsinizdir. O ressamları hiçbir zaman görmeseniz bile, varlıklarından ve dizayn yeteneklerinden kuşku duymazsınız.
Bu örnekteki mantık, evrim teorisinin neden bilimsel olarak geçersiz hale geldiğini ve yaratılışın ise neden bilim tarafından doğrulanan bir gerçek olduğunu gösteren mantıktır. Canlılar o denli kompleks yapılara sahiptirler ki, bu komplekslik için gereken dizayn, bir Mona Lisa resmi için gereken dizayndan milyonlarca kat daha fazladır. Bu, canlılığı tesadüf ve şansla açıklamaya çalışan evrim teorisinin sonunun geldiğini gösterir.
Evrim teorisi ortaya atıldığında pek çok kişiye bilimsel bir gerçek gibi görünmüştü. Çünkü o zaman canlılardaki dizaynın en somut örneklerinden biri olan hücre ve hücre parçacıkları bilinmiyordu. Genler ve kalıtım hakkında ise ne Lamarck'ın ne de Darwin'in hiçbir bilgisi yoktu. Bu cehalet nedeniyle, canlılığın ortaya çıkmasının ve canlıların evrimleşmesinin çok kolay açıklanabilir bir süreç olduğunu sanmışlardı.
Zaten evrim teorisi hep cehalet sayesinde zemin bulabildi. Darwin'den kısa bir süre önce yaşamış olan ve "spontane jenerasyon" (canlıların, cansız maddelerden aniden ortaya çıktıkları teorisi) olarak anılan evrim modeline öncülük eden J. B. van Helment, bir deney önermişti. Helment'e göre, bir parça kirli paçavra ve biraz buğdayı alır, bunları büyük bir kavanoza kapatır, sonra da karanlık bir yere koyup bekletirseniz, kavanozun içinde farelerin oluştuğunu kolaylıkla görebilirdiniz!
Evrim teorisini ortaya atanlar, her zaman için bu tür ilkel argümanlara dayandılar. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişen mikrobiyoloji, canlılıktaki olağanüstü kompleksliği ortaya çıkararak, evrim teorisini savunulamaz hale getirdi. Bu komplekslik, canlılarda açık bir dizayn, yani yaratılış olduğunu gösteriyordu.
Evrim Dogması
Peki, madem bilimin ortaya koyduğu gerçek budur, o halde evrim teorisi neden hala ayaktadır? Neden hala bilim adamlarının önemli bir bölümü teoriyi savunmakta ve yaratılışı kabul etmekten ısrarla kaçınmaktadırlar?
Bu sorunun cevabı, bilimle değil, felsefeyle, hatta inançla ilgilidir. Çünkü söz konusu bilim adamlarının evrimi kabul etmekte gösterdikleri ısrarın nedeni, evrim dogmasını bir inanç olarak kabul etmiş olmalarıdır. Pek çok insanın, bilim adamlarının bile terk edemedikleri saplantıları ya da batıl inançları olur, evrim de bunlardan biridir.
Evrime karşı duyulan bu tutucu ve katı sadakatin altında yatan asıl neden ise, yaratılışı kabul etmenin bu kişilerin gözünde korkunç bir düşünce oluşudur. Dizayn teorisinin önde gelen çağdaş savunucularından biri olan Amerikalı mikrobiyolog Michael J. Behe, bunu şöyle açıklar:
Son kırk yıl içinde, modern biyokimya hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. Bunun için harcanan emek ise gerçekten çok büyüktü. On binlerce insan, bu sırları bulmak için yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar...
Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek bir sonucu veriyordu: "Dizayn!" Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilimin tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Bu zafer, on binlerce insanın "Eureka (buldum)" çığlıklarıyla bu büyük buluşu kutlamalarına yol açmalıydı...
Ama hiçbir kutlama yaşanmadı, hiçbir sevinç ifade edilmedi. Aksine, hücrede keşfedilen büyük karmaşıklığın karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu. Konu halka açık bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim adamı bundan rahatsız oluyorlar. Kişisel diyaloglarda ise biraz daha rahatlar; çoğu keşfettikleri açık gerçeği kabul ediyor, ama sonra yere bakıp başlarını sallıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyorlar.
Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Neden ortaya çıkan açık dizayn entelektüel eldivenlerle kenarından tutuluyor. Çünkü, bilinçli bir dizaynı kabul etmek, ister istemez Allah'ın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara.2
İşte evrim teorisinin gerçek dayanağı budur; ateizm. Evrimin en önemli birkaç çağdaş savunucusundan biri olan İngiliz biyolog Richard Dawkins, "ateist olmayı bilimsel yönden mümkün hale getirdiği için" Darwin'i överken, bu gerçeği ortaya koymuş olur. Ateizm var olduğu sürece ona sözde bilimsel bir dayanak gerekecektir ve evrim de bu nedenle savunulacaktır. Bilime ne kadar aykırı olursa olsun...
Türkiye'deki evrimci çabalara baktığımızda ise, bu bağnaz tutumun pek çok örneğine rastlayabiliriz.
Evrim teorisinin gerçek dayanağı ateizmdir. Ateizm var olduğu sürece ona sözde bilimsel bir dayanak gerekecektir ve evrim de bu nedenle savunulmaktadır. Bilime ne kadar aykırı olursa olsun...
Evrim teorisi Türkiye'de uzun süredir belirli çevreler tarafından savunulur, bilimsel bir gerçek gibi lanse edilir ve topluma kabul ettirilmek istenir. Belirli medya kuruluşlarında periyodik olarak evrimle ilgili haberler yayınlanır. Bazı yayın organları ise kendilerini adeta bu dogmayı savunmaya adamışlardır. Bu basın kuruluşlarına bakıldığında, hepsinin evrim teorisi tarafından desteklenen ateist, natüralist ve materyalist felsefelerin bağlıları oldukları görülür.
Öte yandan, üniversitelerde de geniş bir "evrimci bilim adamları" kadrosu vardır. Bu öğretim üyeleri, bilimsel gelişmeleri yeterince takip edememeleri ya da bu gelişmelerin gösterdiği sonuca bağnaz bir biçimde sırt çevirmeleri nedeniyle, hala 19. yüzyılın pozitivist mantıklarıyla düşünürler. Evrimi bu nedenle asla vazgeçilmez bir gerçek sanırlar. Yaratılış kelimesini duyduklarında ise birtakım yersiz fobilere kapılırlar ve "Ortaçağ karanlığı" gibi spekülasyonlara sarılırlar.
Evrim teorisinin ardındaki bu iki temel destek, yani bazı medya organları ve öğretim üyeleri, son dönemlerde elbirliği yaptılar. Amaçları, Türkiye'nin gündeminde giderek daha da önemli bir yere oturan yaratılış gerçeğine ve bu konuda yapılan bilimsel çalışmalara cevap verebilmekti.
3 Haziran 1998 tarihinde, Bilim ve Ütopya dergisinin girişimiyle İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde düzenlenen "Evrim Kuramı" adlı konferansın amacı da buydu. Konuşmacılar sık sık yaratılışa ve yaratılışçılığa atıfta bulundular ve bunun bir "dogma" olduğunu öne sürdüler. Bu iddianın geçersizliğine önceki sayfalarda değindik.
Ancak konuşmacılar yaratılışı eleştirmekte gösterdikleri ısrarı, evrim teorisinin "delillerini" ortaya koymakta göstermediler. Tüm konferans boyunca konuşmacıların evrimin delil olarak öne sürdükleri bulgular, aşağıdaki birkaç maddeyi geçmedi:
"Evrim Kuramı" konferansında sayılan üstteki hayali "delillerin" her biri, geçersizlikleri çoktan ispat edilmiş ve evrim teorisine hiçbir destek sağlayamayacak bilgilerdi.
Dahası bu sözde delillerin hiçbirinin evrimi destekleyemeyeceği, aşağıdaki kitap veya kitapçıklarda defalarca detaylarıyla anlatılmıştı:
Bilim Araştırma Vakfı tarafından 4 Nisan'da düzenlenen "Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" başlıklı konferansta da başta Archæopteryx olmak üzere, yukarıdaki sözde "delil"lerin bir kısmı Prof. Dr. Duane Gish ve Prof. Dr. Kenneth Cumming gibi dünyaca ünlü uzmanlar tarafından ele alınmış ve geçersizlikleri ispat edilmişti.
İstanbul Üniversitesi ile Bilim ve Ütopya dergisinin ortaklaşa düzenledikleri "Evrim Kuramı" konferansında, teoriyi destekleyen hiçbir somut bulgu ortaya konamadı. Konuşmacıların ortak özelliği, Darwinizm'e bir inanç gibi bağlanmış olmalarıydı.
Bu delillerin neden geçersiz olduklarını, ilerleyen sayfalarda detaylı olarak yeniden açıklayacağız. Şimdilik çok kısa bazı bilgiler verelim:
Dahası evrimin iddiası, "türlerin kökeni" ile ilgilidir, çeşitlenmenin ise bununla hiçbir ilgisi yoktur.
"Evrim Kuramı" konferansında söz alan evrimci bilim adamları, modası geçmiş, "fosilleşmiş" bilgileri bir kez daha gündeme getirdiler ve evrimin ispatı olarak sundular.
Bu gerçekler, daha önce de belirttiğimiz gibi, Bilim Araştırma Vakfı camiasının çalışmalarıyla defalarca ortaya konmuştu. Ancak "Evrim Kuramı" konferansında söz alan evrimci bilim adamları, yine de bu modası geçmiş, "fosilleşmiş" bilgileri bir kez daha gündeme getirdiler ve evrimin ispatı olarak sundular. Bu arada küçük bir "illüzyon" da yaptılar: Üstteki geçersiz "delil"leri anlattıktan sonra, "bunlar evrim teorisinin ilk anda akla gelen binlerce delilinden yalnızca bir kısmıdır" dediler. Oysa kendilerinin de bildiği gibi, "delil" olarak gösterilebilecek zaten başka hiçbir şey yoktu.
Eğer gerçekten böyle binlerce delil olsaydı, kuşkusuz söz konusu bilim adamlarımız, modası geçmiş, hatta birçoğunu evrimcilerin bile terk ettikleri bu iddiaları kullanma yanılgısına düşmezlerdi.
İlerleyen sayfalarda "Evrim Kuramı" konferansına katılan söz konusu bilim adamlarının yaptıkları konuşmaları sırasıyla inceleyecek ve içine düştükleri yanılgıları ve yapmaya çalıştıkları bazı "illüzyon"ları gözler önüne sereceğiz.
Doç. Dr. Mehmet Sakınç, "evrim delili" olarak, sadece geçersizliği çoktan ispat edilmiş olan Archæopteryx fosillerini gösterebildi.
Konferansın ilk konuşmacısı olan Doç. Dr. Mehmet Sakınç, konuşmasının önemli bir bölümünü jeolojiye ayırdı. Dünyadaki karaların nasıl bir değişim süreci geçirdiği konusunda jeolojik bulguları anlattı. Bunlar, "türlerin kökeni" ile yani evrim teorisinin temel konusuyla ilgisi olmayan, dolaylı konulardı. Ancak Sakınç, konuşmasının "bilimsel" imajını korumak için olacak, bu jeolojik konuların detaylarına girme ihtiyacı hissetti. Çünkü o da biliyordu ki, konu canlıların evrimine gelince anlatabileceği pek bir şey yoktu.
Konu kaçınılmaz olarak söz konusu hayali evrim sürecine gelince, Sakınç, beklendiği gibi, evrimcilerin on yıllardır öne sürebildikleri -ama geçersizliği ispat edilmiş- yegane fosile başvurdu: "Archæopteryx".
Yaşı 150 milyon yıl olarak hesaplanan bu kuş türü, Sakınç'a göre, "ağız kısmı sürüngen özellikleri taşıyan", ama tüylere sahip olan yarı kuş-yarı sürüngen bir canlıydı. Yine Sakınç'ın iddiasına göre Archæopteryx ancak çok az uçabiliyordu. Kanatlarını daha çok sinek yakalamak için kullanıyordu.
Oysa Archæopteryx'i evrimi ispatlayan bir ara geçiş formu olarak göstermek için öne sürülen bu iddialar, tümüyle geçersizdi.
Hayali Ara Form Archæopteryx
Archæopteryx fosili
Evrimciler, "tek kanatlı" ya da "yarım kanatlı" canlılara ait fosillerin neden bulunamadığı sorusu karşısında özellikle bir canlıdan söz ederler. Bu, hala ısrarla savundukları az sayıdaki ara geçiş formu iddialarından en bilineni olan Archæopteryx isimli fosil kuştur.
Evrimcilere göre günümüz kuşlarının atası olan Archæopteryx, 150 milyon yıl önce yaşamıştı. Teoriye göre Velociraptor veya Dromeosaur ismi verilen küçük yapılı dinozorların bir kısmı, evrim geçirerek kanatlanmışlar ve uçmaya başlamışlardı. Archæopteryx, dinozor atalarından ayrılan ve yeni yeni uçmaya başlayan ilk canlıydı. Bu hikaye, hemen hemen her evrimci yayında anlatılır.
Oysa Archæopteryx'in fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler, bu canlının kesinlikle bir ara geçiş formu olmadığını, sadece günümüz kuşlarından biraz daha farklı özelliklere sahip, soyu tükenmiş bir kuş türü olduğunu göstermektedir.
Archæopteryx'in iyi uçamayan bir "yarı-kuş" olduğu tezi yakın zamana kadar evrimci çevrelerde çok daha fazla sıklıkla dile getirilmekteydi. Bu canlının "sternum"unun yani göğüs kemiğinin olmaması canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.)
Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili evrimci çevreler arasında çok büyük şaşkınlık uyandırdı. Zira bu son bulunan Archæopteryx fosilinde evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiği vardı. Nature dergisinde bu yeni bulunan fosil şöyle anlatılıyordu:
Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığına işaret ediyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor.3
Bu bulgu, Archæopteryx'in tam uçamayan bir yarı-kuş olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını geçersiz kıldı.
Öte yandan, Archæopteryx'in gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en önemli kanıtlarından bir tanesi de hayvanın tüylerinin yapısı oldu. Archæopteryx'in günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının mükemmel olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü paleontolog Carl O. Dunbar'ın belirttiği gibi, "tüylerinden dolayı bu yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu".4
Archæopteryx'in tüylerinin ortaya çıkarmış olduğu bir başka gerçek, bu canlının sıcakkanlı oluşuydu. Bilindiği gibi sürüngenler ve dinozorlar soğukkanlı, yani vücut ısılarını kendileri üretmeyen, çevrenin vücut ısılarını etkilediği canlılardır. Kuşlarda bulunan tüylerin en önemli fonksiyonlarından bir tanesi ise, vücut ısısını korumalarıdır. Archæopteryx'in tüylü olması, bunun dinozorların aksine sıcakkanlı olduğunu, yani vücut ısısını korumaya ihtiyacı olan gerçek bir kuş olduğunu gösteriyordu.
Evrimcilerin Geçersiz İddiaları:
Archæopteryx'in Dişleri ve Pençeleri
Günümüzde yaşayan Hoatzin kuşları da aynı Archæopteryx gibi kanat pençelerine sahiptirler. Dünyada pençeli kanatları olan başka birçok kuş türü vardır. Bu durum, pençeli kanatların bir ara-geçiş formu özelliği olduğu iddiasını yıkmaktadır. Yani Archæopteryx'in pençelerinin bulunması, bu kuşun bir "ara-geçiş formu" sayılmasına neden olamaz.
Evrimcilerin, Archæopteryx'i ara-geçiş formu olarak gösterirken dayandıkları en önemli iki nokta ise, bu hayvanın kanatlarının üzerindeki pençeleri ve ağzındaki dişleridir.
Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri ve ağzında dişleri olduğu doğrudur, ancak bu özellikleri canlının sürüngenlerle herhangi bir şekilde bir ilgisi olduğunu göstermez. Zira günümüzde yaşayan iki tür kuşta, Taouraco ve Hoatzin'de de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır. Ve bu canlılar, hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuşturlar. Dolayısıyla Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki iddia geçersizdir.
Archæopteryx'in ağzındaki dişleri de yine canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği olduğunu söyleyerek kasıtlı bir aldatmaca yapmaktadırlar. Oysa dişler sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx'le sınırlı olmamasıdır. Günümüzde dişli kuşların artık yaşamadıkları bir gerçektir, ancak fosil kayıtlarına baktığımız zaman gerek Archæopteryx ile aynı dönemde gerekse daha sonra, hatta günümüze oldukça yakın tarihlere kadar "dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir kuş grubunun yaşamını sürdürdüğünü görürüz.
İşin en önemli yanı ise, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların diş yapılarının, bu kuşların sözde evrimsel ataları olan dinozorların diş yapılarından çok farklı olmasıdır. Martin, Stewart ve Whetstone gibi ünlü kuşbilimcilerin yaptığı ölçümlere göre, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve geniş kökleri vardır. Oysa bu kuşların atası olduğu iddia edilen theropod dinozorlarının dişlerinin üstü testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri de dardır.5
Aynı araştırmacılar, aynı zamanda Archæopteryx ile onun sözde ataları olan dinozorların bilek kemiklerini karşılaştırmışlar ve arada hiçbir benzerlik olmadığını ortaya koymuşlardır.6
Archæopteryx'in dinozorlardan evrimleştiğini iddia eden en önde gelen otorite olan John Ostrom'un, bu canlı ile dinozorlar arasında öne sürdüğü bazı "benzerlik"lerin ise gerçekte birer yanlış yorum olduğu Tarsitano, Hecht ve A. D. Walker gibi anatomistlerin çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır.7
Tüm bunlar, Archæopteryx'in bir ara-geçiş formu olmadığını; sadece "dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir sınıflandırmaya ait olduğunu gösterir.
Archæopteryx ve Diğer Eski Kuş Fosilleri
Evrimciler on yıllardır Archæopteryx'i kuşların evrimi senaryosunun en büyük delili olarak gösterirken, son dönemlerde bulunan bazı fosiller bu senaryonun geçersizliğini başka yönlerden ortaya koydular.
1995 yılında Çin'de Omurgalılar Paleontolojisi Enstitüsü'nde araştırmalar yapan Lianhai Hou ve Zhonghe Zhou adlı iki paleontolog, Confuciusornis olarak isimlendirdikleri yeni bir fosil kuş keşfettiler. Archæopteryx ile aynı yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun dişleri yoktu, gagası ve tüyleri ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri göstermekteydi. İskelet yapısı da modern kuşlarla aynı olan bu kuşun kanatlarında, Archæopteryx'te olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk tüylerine destek olan "pygostyle" isimli yapı bu kuşta da görülüyordu. Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan ve yarı–sürüngen kabul edilen Archæopteryx'le aynı yaşta olan bu canlı, günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx'in bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezleri de çürütüyordu doğal olarak.8
Confuciusornis isimli kuş Archaeopteryx ile aynı yaştadır.
Çin'de Kasım 1996'da bulunan bir başka fosil, ortalığı daha da karıştırdı. 130 milyon yıl yaşındaki Liaoningornis isimli bu kuşun varlığı Hou, Martin ve Alan Feduccia tarafından Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyuruldu. Liaoningornis, günümüz kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu göğüs kemiğine sahipti. Diğer yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından farksızdı. Tek farkı, ağzında dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli kuşların, hiç de evrimcilerin iddia ettiği gibi ilkel bir yapıya sahip olmadıklarını gösteriyordu.9 Nitekim Alan Feduccia, Discover dergisinde yayınlanan yorumunda, Liaoningornis'in, kuşların kökeninin dinozorlar olduğu iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.10
Archæopteryx'le ilgili evrimci iddiaları çürüten bir başka fosil ise Eoalulavis oldu. Archæopteryx'ten 30 milyon yıl daha genç yani 120 milyon yıl yaşında olduğu söylenen Eoalulavis'in kanat yapısının aynısı, günümüzdeki bazı uçan kuşlarda görülüyordu. Bu da 120 milyon yıl önce, günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız canlıların göklerde uçmakta olduklarını ispatlıyordu.11
Böylece Archæopteryx ve diğer arkaik kuşların birer ara-geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış oldu. Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı. Bu kuşların bazılarının, örneğin Confuciusornis veya Archæopteryx'in soyları tükenmiş, günümüze ancak az sayıdaki kuş gelebilmişti.
Kısacası Archæopteryx'in birtakım özgün özellikleri, bu canlının bir "ara form" olduğunu göstermemektedir. Nitekim bugün evrim teorisinin ünlü savunucularından Harvard paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge de, Archæopteryx'in farklı özellikleri bünyesinde barındıran bir "mozaik" canlı olduğunu, ama asla bir ara form sayılamayacağını kabul etmektedirler.12
Hayali Kuş-Dinozor Bağlantısı
Prof. Alan Feduccia
Archæopteryx'i ara form olarak göstermeye çalışan evrimcilerin iddiası, başta da belirttiğimiz gibi kuşların dinozorlardan evrimleştiğidir. Oysa dünyanın en önde gelen kuşbilimcilerinden biri olan Kuzey Carolina Üniversitesi profesörü Alan Feduccia, bir evrimci olmasına karşılık, kuşların dinozorlarla akraba olduğu teorisine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Feduccia, şöyle der:
25 sene boyunca kuşların kafataslarını inceledim ve dinozorlarla aralarında hiçbir benzerlik görmüyorum. Kuşların dört ayaklılardan evrimleştiği teorisi paleontoloji alanında 20. yüzyılın en büyük utancı olacaktır.13
Kansas Üniversitesi'nde eski kuşlar üzerinde uzman olan Larry Martin de kuşların dinozorlarla aynı soydan geldiği teorisine karşı çıkmaktadır. Martin, evrimin bu konuda içine düştüğü çelişkiden söz ederken, "doğrusunu söylemek gerekirse, eğer dinozorlarla kuşların aynı kökenden geldiklerini savunuyor olsaydım, bunun hakkında her kalkıp konuşmak zorunda oluşumda utanıyor olacaktım"14 demektedir. Kısacası, yegane temelini Archæopteryx'e dayandırmaya çalışan "kuşların evrimi" senaryosu, sadece ve sadece evrimcilerin ön kabullerinin ve hayal güçlerinin bir ürünüdür.
Atın Evrimi Senaryosu
Bugün de dünya üzerinde farklı boylarda at cinsleri yaşar. Ancak hiçbiri bir diğerinin "atası" değildir.
Görüldüğü gibi "Evrim Kuramı" konferansında söz alan Doç. Dr. Mehmet Sakınç'ın evrimin en önemli kanıtı olarak gösterdiği Archæopteryx'in, gerçekte bu tür bir özelliği yoktur. Hayvan sadece soyu tükenmiş bir kuş türüdür ve asla evrimcilerin zihinlerinde canlanan hayali ara-geçiş formlarından değildir.
Doç. Dr. Mehmet Sakınç'ın uzun uzun anlattığı Archæopteryx'ten sonra değindiği bir başka "evrim delili" ise "at serileri"ydi. Sakınç bu konuda detaylı bir bilgi vermedi, sadece Archæopteryx'e ayırdığı uzun dakikaların sonunda "daha binlerce bulunmuş ara-geçiş formu vardır, örnek olarak at serilerini verebiliriz" gibi bir atıfta bulundu.
Peki acaba at serileri, yani atın evrimini ispatlamak amacıyla oluşturulan fosil şemaları, gerçekten Sakınç'ın iddia ettiği gibi bir evrim delili midir?
Hayır... Öyle ki bir zamanlar çok popüler olan at serilerini bugün evrimcilerin önemli bir kısmı da kabul etmiyor. Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını ve atın kademeli evrimleşmesi gibi bir sürecin hiç yaşanmadığını şöyle anlatmıştır:
Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.15
Rensberger, dürüst bir tutumla atın evrimi senaryosundaki bu önemli açmazı dile getirirken aslında tüm teorinin fosil kayıtlarındaki en büyük çıkmazını, "ara-geçiş formları çıkmazı"nı gündeme getirmiştir.
Atın evrimi şemalarının sergilendiği "İngiltere Doğa Tarihi Müzesi"nin yöneticilerinden ünlü evrimci paleontolog Colin Patterson da, hala müzenin alt katında duran bu sergi hakkında şunları söyler:
Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali, bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum.16
Peki "atın evrimi" senaryosunun dayanağı nedir? Bu senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle oluşturulan düzmece şemalarla ortaya atılmıştır. Değişik araştırmacıların öne sürdükleri 20'den fazla değişik atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçları hakkında evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen Devri'nde yaşamış "Eohippus" (Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır. Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika'da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan "Hyrax" isimli hayvanın aynısıdır.17
At serileri evrimcilerin öne sürdükleri sahte delillerdendir. Çünkü "atın ataları" olarak art arda dizilen canlılar, birbirlerinden evrimleşmiş olamayacak kadar büyük anatomik farklılıklara sahiptirler.
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus Nevadensis ve Equus Occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.18 Bu, günümüz atı ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir ki, atın evrimi diye bir sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının en açık kanıtıdır.
Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm'in açıklayamadığı konuları ele alan The Great Evolution Mystery adlı kitabında at serileri hikayesinin aslını şöyle anlatır:
Darwinizm'in belki de en ciddi zaafiyeti, paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır... At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus'tan Equus'a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus'tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı kaynaklardan gelen türlerin biraraya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama tarihte gerçekten bu sıralama içinde birbirlerini izlediklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur.19
Tüm bu gerçekler, evrimin en sağlam delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduklarını ortaya koymuştur. Bu durum, evrim teorisinin ciddiye alınamaz bir teori olduğunu göstermesi ve savunucularının amaç ve yöntemlerini gözler önüne sermesi açısından oldukça önemlidir.
"Balıkların Evrimi" Senaryosu
Doç. Dr. Mehmet Sakınç'ın konuşmasının sonunda atıfta bulunduğu bir diğer evrimci efsane ise "balıkların evrimi"ydi. Sakınç, uzun uzun anlattığı Archæopteryx'in "binlerce örnekten sadece birisi" olduğunu iddia etti ve "atların evrimi" gibi "balıkların evrimi"nin de ispatı olan birçok ara-geçiş formunun bulunduğunu öne sürdü. Oysa, "balıkların evrimi" de, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan evrimci bir masaldan başka bir şey değildi.
Aslında evrimci literatüre baktığımızda, "balıkların evrimi" için gösterilen bir ara-geçiş formu iddiasıyla karşılaşmayız. Omurgasız canlıların balıklara dönüştüğü iddiasını desteklemek için kullandıkları herhangi bir fosil yoktur. Bu nedenle Sakınç'ın "balıkların evrimi" derken atıfta bulunduğu kavramın, balıkların karaya doğru evrimi, ya da bir başka deyişle "sudan karaya geçiş" olduğunu kabul ediyoruz. Çünkü bu konuda evrimcilerin delil olarak kullanmaya çalıştıkları bazı fosiller vardır.
Ancak bu fosiller de, aynı diğerleri gibi, aslında hiçbir biçimde evrimci iddiaları desteklemezler.
İlk örnek olarak Coelacanth balığı fosiline bakabiliriz. Bu fosil, Evrimcilerin fosilleri yorumlama biçiminin ne kadar taraflı olduğunu göstermesi bakımından da evrim tarihinde önemli bir yer tutar.
Bir zamanlar ara-geçiş formu olduğu iddia edilen Coelacanth fosili.
Evrimcilere göre hayat ilk önce suda başladı ve iki milyon yıl boyunca da suda devam etti. Bazı denizlerin sularındaki azalmalar nedeniyle bazı balıklar "bir şekilde" karaya çıktılar ve kara ortamına uyum sağladılar. Evrimciler, anatomik olarak imkansız olan bu değişimi destekleyebilmek içinse fosil kayıtlarına sarıldılar.
Söz konusu senaryoya göre, ayaklar kullanılarak yapılan ilk hareket, sığ sulak alanların dip kısımlarında yürüyen amfibiyan benzeri canlılar tarafından gerçekleştirilmişti. Coelacanth balığının da dahil bulunduğu Crossopterygian üst takımına bağlı balıklar ise, uzunca bir süre bu yürüyüş biçimiyle hareket eden bir ara-geçiş formu olarak tanımlanmışlardı. Bu fosil canlının yüzgeçlerinin yuvarlak yapısının ilkel bir ayak görevi gördüğü ve bu canlının biraz daha evrimleşerek bir amfibiyan olan kuyruklu su kurbağasına (Ichthyostega) dönüştüğü söyleniyordu.
Sadece fosil kayıtlarında rastlanan bir canlı olan Coelacanthlar üzerine yapılan bu anatomik yorumlar 1930'lu yılların sonuna dek bütün bilim çevrelerinde tartışmasız kabul edilmişti. Hatta birçok kaynakta bu balığın ilkel bir yürüme şekline sahip olmasının yanında, ilkel bir akciğere, gelişmiş bir beyne ve karaya çıkmaya hazır bir dolaşım ve sindirim sistemine sahip olduğu söylenmekteydi. Coelacanth fosili, sudan karaya geçişi ispatlayan en somut ara-geçiş formu olarak sunuluyordu.
Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu'nda çok ilginç bir keşif yapıldı. Yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir ara-geçiş formu olarak tanıtılan Coelacanth ailesinin canlı bir üyesi okyanusun açıklarında ele geçti! Yok olmuş bir ara-geçiş formu olarak sunulan canlının "kanlı-canlı" bir örneğinin bulunması, evrimciler açısından büyük bir şoktu kuşkusuz. Evrimci paleontolog J. L. B. Smith, "Yolda dinozora rastlasaydım, daha çok şaşırmazdım" demişti.20 İlerleyen yıllarda, Coelacanth başka bölgelerde de defalarca yakalandı. 1939'te Chalumnea Nehri açıklarında ve Madagaskar kıyılarında, 1952 ve 1953'te Komor Adaları'nda olmak üzere kırktan fazla canlı Coelacanth ele geçti. Son bulgu ise 1998 yılında bilim adamlarının karşısına çıktı.
Evrimciler, bir gün bulunacağını umut ettikleri o müthiş ara-geçiş formlarını beklemeye devam etmektedirler. Bu bekleyiş sırasında sahte delillerin hala belli-belirsiz gündemde tutulmaya devam edilmesi ise, teorinin yaşatılması için gerekli görülen taraflı bir propagandan ibarettir.
Ancak asıl büyük şok, balığın anatomisinin incelenmesiyle ortaya çıkan sonuçlardı. Çünkü Coelacanth'ın canlısı, evrimcilerin hayvanın fosiline dayanarak yaptıkları taraflı yorumların tümünü yalanlıyordu.
Dahası, "sudan çıkmaya hazırlanan bir sürüngen adayı" olarak tanıtılan Coelacanth'ın, gerçekte okyanusun en derin sularında yaşayan ve 180 m. derinliğin üzerine hemen hemen hiç çıkmayan bir dip balığı olduğu anlaşıldı.21 Bu balıkların yakalanmasıyla beraber bilim adamlarının o güne kadar spekülasyon yapmakta ne kadar ileri gidebilecekleri de anlaşılmış oldu. Coelacanthlar iddia edildiği gibi ne ilkel bir akciğere, ne de büyük bir beyne sahiptiler. Evrimci araştırmacıların ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapı, balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden başka bir şey değildi. Ayrıca iddia edilenin tersine balık büyük bir beyin hacmine de sahip değildi, balığın büyük bir kafatası içinde ufak bir beyni vardı.21
Bunun üzerine, Coelacanth'ın evrimci yayınlardaki popülaritesi bir anda yok oldu. Francis Hitching bu durumu şöyle açıklıyor:
Eski formlarından hiçbir farklılık sergilemeyen, doğal deniz ortamına tam adapte olmuş ve karaya çıkmaya hiç eğilim göstermeyen birkaç düzine Coelacanth ele geçirilince, bu tür, derhal ara-geçiş formu olarak gösterildiği ders kitaplarından çıkarıldı.22
Hayali Ara Formlar
Ancak evrimciler efsaneyi yaşatmaya kararlıydılar. Coelacanth'ın, omurgalıların atası sayılan kuyruklu su kurbağasının atası olmadığı anlaşılınca, bu kez onun yerine, onunla bazı ortak özellikler taşıyan Rhipidistian takımının bir üyesi olan Eusthenopteronlar sudan karaya geçişe delil oluşturan ara-geçiş formu olarak öne sürüldü.
Oysa Eusthenopteronlar ile kuyruklu su kurbağası arasındaki anatomik karşılaştırmalar, bunların aralarında derin farklılıklar olduğunu gösteriyordu. Bu da, bu iki tür arasında bir ara-geçiş formu daha bulunmasını gerektiriyordu. Eusthenopteron, normal bir balıktı ve kuyruklu su kurbağasına birçok yönden benzemiyordu. Maria Genevieve Lavanant, Eusthenopteron'un bu özelliğine şöyle değiniyor:
Yakın bir geçmişte tartışma yeniden açıldı. Yüzgeçlerin daha ayrıntılı incelenmesi, Eusthenopteron'un yüzgeçlerinin, bütün balıklarda bulunan yüzgecin bir benzeri olduğunu ortaya koydu.23
Oysa bir balık olan Eusthenopteron ile kuyruklu su kurbağası Icthyostega arasındaki bu teorik ara-geçiş formuna dair hiçbir iskelet bulunamadı. Bugün evrimciler, hala bu iki tür arasında bir ara-geçiş formu bulunmasını bekliyorlar.
Evrimciler buldukları fosile dayanarak, bu canlının sudan karaya geçişteki ara-geçiş formu olduğunu söylüyorlardı. Ancak ilki 1938 yılında olmak üzere bu balığın canlı örneklerinin defalarca yakalanması, evrimcilerin hayali spekülasyonlarda ne kadar ileri gidebileceklerini gösterdi.
Ancak bu sonuçsuz bekleyiş, bazı evrimcilerin sudan karaya geçiş hakkında başka teorilere sarılmalarına neden oldu. Bazıları, kara canlılarının ataları olarak akciğerli balıkları kabul ettiler. Solungaçlarına ek olarak akciğerlerini de kullanabilen bu balıklara verilen genel ad "Dipneuma"dır. Bu balıklardan Amerika, Afrika ve Avusturalya denizlerinde üç ayrı tür yaşamaktadır.
Bu balıkların ilkel amfibiyenlere evrimleştikleri, aslında 1850'li yıllardan beri düşünülmekteydi. 1950'li yıllara gelindiğinde ise, çok istisnai bir örnek olmaları sebebiyle ara-geçiş formu olarak kabul görmekten uzaklaştılar. Bu tarihte kara canlılarının ataları oldukları düşüncesini artık hiç kimse desteklemiyordu.24
Coelacanth'ı ilk yakalayan ekip.
Maria G. Lavanant bu durumu şöyle açıklıyor:
1930'lardan bu yana Dipneumalar varsayımı yavaş yavaş bir yana bırakıldı. 1950'li yılların sonunda yayınlanan bir paleontoloji klasiği yıllığında çift solunumlu hayvanlar grubu, dört ayaklıların kökeni olamayacak kadar özel bir durum olarak niteleniyordu.25
Ayrıca bulunan hayvan kalıntılarının 350 milyon yıllık olduklarının kabul edilmesi ve bu süre içerisinde hiçbir değişikliğe uğramamış olmaları, bunları ara-geçiş formu statüsünden tamamen uzaklaştırdı. Bu hayvanlar, iki tür arasında "geçiş" oluşturup, sonra da yok olmuş formlar değil, çok eski zamanlardan beri yaşamakta olan orijinal bir "tür"düler.
Kısacası, evrimcilerin sudan karaya geçişe delil olarak göstermeye çalıştıkları tüm sözde ara-geçiş formları birer birer çürüdü. Bugün amatör seviyedeki evrimci yayınlarda, örneğin lise kitaplarında ya da Yeni Başlayanlar İçin Evrim türü kitapçıklarda, bu hayvanların hala ara-geçiş formu olarak gösterildiğini görebilirsiniz. Ancak bu, evrimcilerin sadece konu hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmayan insanları aldatmak için izledikleri bir yöntemdir. Buna karşın, hiçbir ciddi bilimsel platformda, bu hayvanlar delil olarak kullanılmazlar. Evrimciler, bir gün bulunacağını umut ettikleri o müthiş ara-geçiş formunu beklemeye devam etmektedirler. Bekleyiş sırasında üstte değindiğimiz sahte delillerin hala belli-belirsiz gündemde tutulmaya devam edilmesi ise, teorinin yaşatılması için gerekli görülen taraflı bir propagandadır sadece.
Türkiye'deki bilim çevresi adına üzücü olan şey ise, Doç. Dr. Mehmet Sakınç'ın, "Archæopteryx'ten başka daha binlerce ara form fosili vardır, örneğin balıkların evrimi konusunda" cümlesini söyleyerek, bu bilim dışı propagandaya katılmış olmasıdır.
Blöf Yoluyla Bilim!
"Evrim Kuramı" konferansının ilk konuşmacısı olan Sakınç'ın ortaya koyduğu "evrim delilleri" üstte incelediğimiz gibi tümüyle geçersiz iddialardan ibaretti. Ancak Sakınç'ı dinleyenlerin önemli bir bölümü, bundan habersizdiler elbette. Sakınç, kendisine avantaj sağlayan bu durumu ilginç bir biçimde kullandı.
Sakınç, daha önce de belirttiğimiz gibi, konuşmasında sadece Archæopteryx üzerine yoğunlaştı. Konuşmasının en sonunda ise, Archæopteryx'in "binlerce örnekten sadece birisi" olduğunu söyledi ve "atların evrimi"nin ve "balıkların evrimi"nin ispatı olan birçok ara-geçiş formunun bulunduğunu öne sürdü. Ancak ne yazık ki Sakınç'ın konuşması, bu sayısız ara formdan söz etmek için yeterli değildi! (Oysa elindeki yegane "delil" olan Archæopteryx'in hikayesini anlatmak için çok uzun bir zaman harcamış, Archæopteryx'in nasıl bulunduğundan, hangi müzelerde korunduğundan, hangi "Alman banker" tarafından satın alındığından oluşan detaylı bir Archæopteryx efsanesi anlatmıştı.)
Sakınç'ın diğer sayısız ara-geçiş formunu anlatmaya vakti yoktu, ama bu konuda kendisini dinleyen izleyicilere çok önemli bir kolaylık gösterdi. Ellerine bir çekiç alıp doğaya çıkabilirler ve rastladıkları kayaları kırıp içlerinden çok sayıda ara formu kolaylıkla bulabilirlerdi!... Hatta Sakınç'a göre, konferansın düzenlendiği İstanbul Üniversitesi çevresindeki kayalarda bile kolayca çıkarılabilecek ara-geçiş formları vardı.
Yani 130 yıldır dünyanın dört bir yanında yapılan araştırmalarda bulunamamış olan ara-geçiş formları, İstanbul Üniversitesi'nin bahçesinde çekiçleriyle birkaç darbe vuracak olan öğrenciler tarafından kolaylıkla bulunabilirdi. Sakınç'ın bu kendinden emin sözlerini dinleyen öğrencilerin bir kısmı, belki de bu sözlerle ikna oldular. Ama ne yazık ki kendilerini ikna eden şeyin, "bilim" değil de "blöf" olduğunun farkında değildiler.
Aykut Kence, evrimin bilim, yaratılışın ise dogma olduğunu öne sürdü. Oysa konuşmasında sergilediği dogmatik yaklaşım, bunun tam tersini gösteriyordu.
"Evrim Kuramı" adlı konferansın ikinci konuşmacısı olan Prof. Dr. Aykut Kence, evrimi destekleyen bilimsel veriler göstermeye çalışmak yerine, daha çok yaratılışı suçlayan iddialar ortaya attı. Kence'nin konuşmasına hakim olan temaya göre, evrim bilimsel bir teoriydi, oysa yaratılış bilim dışı, dini bir dogmaydı.
Ancak Kence, farkında olmadan, aslında evrimin bizzat kendisinin bir din olduğunu ispatlayan açıklamalarda bulundu! Kence'ye göre evrim teorisi, biyoloji biliminin asla inkar edilemez temeliydi. Bunu desteklemek için de çağın ünlü evrimcilerinden Theodosius Dobzhansky'den bir alıntı yaptı. Şöyle demişti Dobzhansky: "Biyolojide, evrimin ışığı altında olmadıkça hiçbir şeyin anlamı yoktur."
Kence, bu ifadenin evrimin bir bilim olduğunun ispatı olduğunu sanıyordu. Oysa evrimcilerin bu ve buna benzer ifadeleri, evrimin bir inanç olduğunun ispatıdır. Çünkü söz konusu söylem, evrim teorisinin asla terk edilemez, asla vazgeçilemez, değişmez bir dogma olarak kabul edildiğini gösterir. Öyle ki, bu bakış açısı içinde evrim bir tür dindir.
Evrim Dini
Evrimin bir din gibi kabul gördüğü, evrimci bazı "ideologlar" tarafından açıkça ortaya konmaktadır. Bunların en ünlüleri, Julian Huxley ile Aykut Kence'nin kendisinden alıntılar yaptığı evrimci Dobzhansky'dir. Bu iki isim, "evrimsel hümanizm" adı verilen akımın öncüleridir. Bu inanç, Julian Huxley'in 1958'de yayınladığı Religion Without Revelation (Vahiysiz Din) adlı kitabında ifade edilmiştir. Aynı konu, Mary Midgely'nin 1986'da yayınlanan Evolution as Religion (Bir Din Olarak Evrim) adlı kitabında ve Marjorie Grene'nin The Faith of Darwinism (Darwinizm İnancı) adlı makalesinde (Encounter, 1959) ele alınmıştır.
Aykut Kence'nin kendisine birkaç kez atıfta bulunduğu Dobzhansky ise, söz konusu evrim dinini, Fransız evrimci Teilhard de Chardin'den yaptığı bir alıntıyla şöyle ifade etmektedir:
Evrim bir teori, bir sistem ya da bir hipotez midir? Hayır, o bunların hepsinden öte bir şeydir. Evrim, kendisinden kuşku duyulmayan yegane ilkedir ki, tüm teoriler, tüm sistemler, tüm hipotezler, ciddiye alınabilir ve doğru olabilmek için ona dayanmak zorundadırlar. Evrim, tüm gerçekleri aydınlatan bir ışık, tüm çizgilerin kendisinden çıkması gereken bir ana çizgidir. İşte, evrim budur.26
Görüldüğü gibi, Aykut Kence'nin referansı olan evrimciler, evrim teorisini "herşeyi aydınlatan bir ışık" olarak tanımlamakta ve var olan başka herşeyin bir ön kabul olarak evrimi benimsemesi gerektiğini savunmaktadırlar. Burada evrim kavramına metafizik bir anlam verildiği ve bu kavramın temel ve değişmez bir dogma olarak kabul edildiği açıktır.
DNA'nın Gösterdikleri
Canlılarda ortak bazı özelliklerin oluşu, bu canlıların ortak bir atadan evrimleştiklerini göstermez. Aksine tümünü aynı Yaratıcının yani Allah'ın var ettiğini ortaya koyar.
Aykut Kence, konuşması sırasında, evrimin bir bilim olduğunu öne sürüp, sonra da evrimi bir din olarak kabul eden insanlardan alıntılar yapmak dışında, birkaç iddiada daha bulundu. Bunlardan biri, canlı DNA'larının ortak bazı özellikler taşımasını evrimin delili olarak göstermesiydi.
Kence, konuşmasında özetle, farklı canlıların DNA'larında ortak bazı bölümler olduğunu ve bu durumu açıklamanın tek yolunun da, tüm canlıların ortak bir atadan geldiğini kabul etmek olduğunu iddia etti.
Oysa, biraz dikkatli bir göz, bu iddianın tamamen taraflı ve ön yargılı olduğunu görebilir. Çünkü canlıların DNA'larında benzerlikler olması için, bu canlıların birbirlerinden evrimleşmiş olmaları gerekmez. Bu durumun açıklaması yaratılıştır. Canlılarda ortak bazı özelliklerin oluşu, bu canlıları var edenin aynı Yaratıcı yani Allah olduğunu gösterir.
Kence aynı şekilde yine "evrimin delili" olarak, şeker hastaları için kullanılmak üzere üretilen insülinin yakın bir zamana kadar domuzlardan elde edildiğini belirtti ve yine domuz ve insan bedenleri arasındaki dolaylı ilişkiden yola çıkarak, ortada evrimsel bir bağ olması gerektiğini öne sürdü.
Dikkat edilirse tüm bu örnekler, hiçbir şekilde evrimi ispatlayıcı örnekler değildir. Bu örnekleri evrim teorisiyle ilişkilendirmek için, önce evrimi kabul etmek, sonra da bu örnekleri evrim içinde bir yere oturtmak gerekir. Bu mantıkla, herşey evrime delil gösterilebilir. "İnsanlarda kan vardır, domuzlarda da kan vardır. Öyleyse insanlar domuzlardan türemiştir" denilebilir. Oysa bu benzerlikler, az önce de belirttiğimiz gibi, ancak bu canlıları var edenin aynı Yaratıcı olduğunun kabul edilmesiyle açıklanabilir. Bir başka deyişle, canlıların DNA'ları arasında benzerlikler olması ya da benzeri bazı hormonlara sahip olmaları, başlı başına hiçbir şey ispat etmeyen noktalardır.
Ne yazık ki Aykut Kence hiçbir delil niteliğini taşımayan bu örnekleri evrimin büyük birer ispatı olarak göstermiştir ya da, daha kötüsü, bunları gerçekten evrimin büyük birer ispatı sanmaktadır. Oysa çok açık.
DNA sarmalının farklı illüstrasyonları (sol altta ve üstte) ve bilgisayar modellemesi (sağda)
DNA'nın yapısını keşfeden biyokimyacı Francis Crick, konu üzerinde yaptığı çalışmalardan dolayı Nobel ödülü aldı. İlk zamanlarda koyu bir evrimci olan Crick, DNA'nın mucizevi yapısına şahit olduktan sonra yazdığı eserinde bilimsel bir gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst bir adamın yapabileceği tek yorum, hayatın bir mucize eseri olarak ortaya çıktığıdır." Crick'e göre hayat kesinlikle tesadüflere bağlı olarak dünya üzerinde var olamazdı.
Fosil Kayıtları Evrimi Destekler mi?
Aykut Kence, ikinci turdaki kısa konuşmasında, canlılığı yaratanın Allah olduğuna inananları eleştirir ve evrimi hararetle savunurken, Darwinizm'i sözde destekleyen ikinci bir "büyük bilimsel delil" gösterdi: Kence'ye göre, yer katmanlarındaki fosil kalıntılarının belirli bir sıra izlemesi, evrimin en büyük deliliydi. Bu iddiasını, şöyle ifade etti:
"Evrim teorisini geçersiz mi kılmak istiyorsunuz? O zaman gidin, Kambriyen devrinin fosilleri arasında insan fosilleri de bulun! Bunu yapan adam evrim teorisini geçersiz kılmış olur, bu buluşu için Nobel ödülü bile alır."
Konferansı izleyenlerin bir bölümü, Aykut Kence'nin bu sözlerle evrim adına çok büyük bir kanıt koyduğunu sandılar belki. Çünkü Kence'nin iddialı çıkışı, bu izlenimi veriyordu. Oysa, her zaman olduğu gibi, söz konusu "fosil kayıtları sıralaması"nın evrime kazandırdığı hiçbir şey yoktu aslında. Kence, eldeki kayıtları evrim teorisine göre bir şekilde yorumluyor ve hayali bir evrim şemasına oturtuyor, sonra da bunu evrimi ispatlayan bir delil gibi gösteriyordu.
Ne yazık ki Aykut Kence hiçbir delil niteliği taşımayan bu örnekleri evrimin büyük birer ispatı olarak göstermiştir. Ya da, daha kötüsü, bunları gerçekten evrimin büyük birer ispatı sanmaktadır...
Aslında fosil kayıtları konusundaki söz konusu yorum, evrimcilerin çok uzun bir zamandır savundukları, ancak sadece taraflı ve hayali bir çıkarımdan ibaret olan bir yorumdur.
Bunu şöyle özetleyebiliriz: Dünyadaki fosil kayıtlarına baktığımızda, en eski tarihlere ait fosil katmanlarında sadece omurgasız canlıların var olduklarını görürüz. Örneğin en eski fosil tabakası olan (yaklaşık 550-600 milyon yıl) Kambriyen tabakada, sadece deniz anaları, trilobitler, salyangozlar gibi omurgasız canlıların fosilleri vardır. Biraz daha geç tarihlere doğru ilerlediğimizde ise, bu kez omurgalı balıklarla karşılaşırız. Günümüze doğru daha da yaklaştığımızda ise sürüngenler, kuşlar ve memelilerin fosillerini buluruz. İnsana ait fosiller ise, tüm bunların ardından, çok daha genç tabakalarda ortaya çıkar.
İşte evrim teorisinin tüm paleontolojik temeli, üstte anlattığımız duruma hayali bir yorum oturtmasına dayanır. Bu yoruma göre, madem fosil kayıtlarında önce omurgasızlar, sonra balıklar, sonra sürüngen, kuş ve memeliler vardır, öyleyse bunlar birbirlerinden evrimleşerek oluşmuş olmalıdırlar. Evrimci yayınlarda sık sık yer verilen "evrim şemaları"na baktığınızda, genellikle bu yorumu görürsünüz. İlk başa tek hücreli canlıları yerleştiren evrimciler bu canlılardan bir ok çıkarır ve omurgasızlara götürürler. Omurgasızlardan çıkan oklar, balıklara, balıklardan çıkan oklar sürüngenlere, onlardan çıkan oklar ise kuşlar ve memelilere gider. Bunları gören insanlar da, çok mantıklı, dahası bilimsel bir teori ile karşı karşıya olduklarını sanırlar.
Peki gerçekten de bu evrim şeması bilimsel kanıtlara sahip midir?
Kesinlikle hayır!... Çünkü fosil tabakalarında belirli bir sıra olması, evrim teorisinin iddiasını ispatlamaz. Çünkü Allah, canlıları yaratırken belirli bir sıra izlemiş, önce deniz canlılarını, sonra sürüngenleri, sonra kuşları ve memelileri yaratmış, dünyayı böylece düzenledikten sonra da insanı yaratmış olabilir.
Görüldüğü gibi, canlıların dünya üzerinde ortaya çıkışlarının belirli bir sıra izlemesi, evrimin gerçekleştiğine bir delil olarak kullanılamaz.
Eğer evrimciler teorilerini savunmaya kalkacaklarsa, sırayla ortaya çıkan bu canlı gruplarının birbirinden türediğini gösteren kanıtları bulmaları gerekirdi. Yani omurgalılarla omurgasızlar arasında "yarı evrimleşmiş canlılar", yarım kanatlı, yarım kafataslı anormal türler, yarı kuş-yarı dinozor, yarı balık-yarı sürüngen gibi ara-geçiş formları bulmaları gerekirdi.
Çünkü evrimin iddiasına göre türler arasındaki evrim çok yavaş ve aşamalı bir biçimde gerçekleşmiştir. Yani bazı omurgasız canlılar, milyonlarca yıl süren bir süreç içinde, küçük değişikliklerle balıklara dönüşmüşlerdir. Balıklardan sürüngenlerin evrimleşmesi de yine milyonlarca yıl sürmüştür. Eğer bu evrim gerçekten olduysa, o zaman "yarı omurgasız-yarı balık", "yarı balık-yarı sürüngen" ya da "yarı sürüngen-yarı kuş" gibi milyonlarca farklı tür ve sayıda ara formun yaşamış olması gerekmektedir.
Oysa Darwin'den bu yana geçen 130 yıl boyunca dünyanın dört bir yanında yapılan sayısız araştırmanın hiçbirinde, tek bir ara-geçiş formu bile bulunamamıştır. İddialara göre bu ara-geçiş formlarının milyonlarcasını bulmamız gerekmektedir. Oysa milyonlarca omurgasız fosili, milyonlarca balık fosili, milyonlarca sürüngen, kuş ya da memeli fosili bulunmasına rağmen, tek bir ara form fosili bile bulunamamıştır. Evrimcilerin ortaya çıkarabildikleri tek ara form iddiası, geçersizliğini önceki sayfalarda incelediğimiz Archæopteryx'tir.
Yani, ünlü ABD'li fosil bilimci ve biyokimyager Prof. Dr. Duane Gish'in ünlü kitabında açıklıkla ortaya koyduğu gibi, fosiller evrimi reddetmektedirler. (Bkz. Duane Gish, Evolution: The Fossils Say No, El Cajon, California: Master Books, 1978; Duane Gish, Evolution: The Fossils Still Say No, California, El Cajon:ICR, 1995)
Fosil kayıtları, evrimi bu şekilde yalanlamakla kalmaz, aynı zamanda yaratılışı da doğrulamış olurlar.
Çünkü fosil kayıtları, ortada hiçbir ara-geçiş formu olmadığını göstermekle, canlıların dünya üzerinde bir anda ve eksiksiz bedenlere sahip olarak ortaya çıktıklarını ispatlamaktadır. Bu ise, canlıları yaratanın ve yeryüzüne yerleştirenin Allah olduğunu doğrular.
Tüm bunlar göstermektedir ki, "Evrim Kuramı" konferansında söz alan Aykut Kence'nin fosil kayıtlarında dayanak yaptığı evrimci yorumlar, temelsiz ve dayanaksızdır. Allah'ın varlığına inananlar, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koymak için, Aykut Kence'nin öne sürdüğü gibi Kambriyen devre ait insan fosilleri bulmak durumunda değillerdir. Çünkü Allah'ın varlığının sayısız delili vardır. Ancak anlaşılan evrimciler, bilimsel olarak çökmüş bulunan teorilerini toplum gözünde yaşatabilmek için bu tür blöflere başvurmak durumundadırlar.
"Evrim Kuramı" konferansında söz alan üçüncü konuşmacı, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi olan Doç. Dr. Haluk Ertan'dı. Ertan, "Evrimin Moleküler Kanıtları" başlıklı konuşmasında, Darwinizmin en çok çıkmaza girdiği konuyu, yani mikrobiyolojiyi ele almaya ve "kanıt" göstermeye çalıştı. Oysa gösterebildiği yegane "kanıt", geçersizliği çoktan anlaşılmış olan ve zaten evrimin mikrobiyolojik düzeydeki iddialarının yüzde birini bile karşılayamayan Miller deneyi idi.
Doç. Dr. Haluk Ertan, evrim teorisini mikrobiyolojik düzeyde savunmaya çalıştı. Ancak elinde, geçersizliği ispat edilmiş olan Miller deneyinden başka hiçbir dayanak yoktu.
Haluk Ertan konuşmasına "Evren statik midir, yoksa devinimli, yani hareketli midir?" sorusunu ele alarak başladı. Anlaşılan mikrobiyoloji konusunda Miller deneyi dışında anlatabilecek hiçbir şeyi olmadığının farkında olan Ertan, konuşmasını evrenin genişlemesi gibi dolaylı konularla "doldurma" ihtiyacını duymuştu. Evrenin sürekli bir genişleme içinde olduğunu anlattıktan sonra da, bunun bir "evrim" olduğunu öne sürdü. Konuşmayı dinleyenlerin bir bölümü de, henüz biyolojik evrim konusuna girilmemiş iken, evrenin de evrimleştiği yönündeki materyalist felsefenin mesajlarını almış oldular.
Oysa belirtmek gerekir ki, evrenin genişleme içinde olmasının evrim teorisiyle hiçbir ilgisi yoktur ve bu astronomik gerçek, Darwinizm'e hiçbir dayanak sağlamaz. Aksine yaratılışın milyonlarca delilinden biridir. Çünkü evrendeki genişlemenin fark edilmesi, Big Bang teorisinin geliştirilmesine yol açmıştır. Bu teori ise, evrenin bir başlangıcı olduğunu kabul ettiği için, yaratılışa açık bir delil oluşturur. Nitekim Big Bang'in geniş kabul görmesinden önce oldukça popüler olan statik evren modeli, Darwinizm'in de en önde gelen savunucuları olan materyalistler tarafından savunulmuştur.
Doç. Dr. Ertan, evrenin yapısı ile ilgili yaptığı evrimci spekülasyonların ardından, asıl konuyu, yani evrim teorisinin mikrobiyolojik düzeydeki iddialarını ele aldı. Bu konuyu açıklamak için evrim teorisinin henüz kapsamlı bir model oluşturamadığını, yüzyılın başında Oparin gibi evrimci mikrobiyologlar tarafından ortaya atılan açıklamaların ise yeterli olmadığını söyledi. Tüm bunlar, evrim teorisinin bazı yetersizliklerinin dürüst bir itirafı gibi duruyordu. Ancak konu hakkında biraz bilgi sahibi olan birisi, Ertan'ın itirafının, evrim teorisinin mikrobiyolojik düzeyde içine düştüğü krizle karşılaştırıldığında "buzdağının üstü" kadar bir anlam ifade ettiğini görebilirdi.
"Mikrobiyolojik Evrim" Neden Mümkün Değil?
Haluk Ertan, mikrobiyolojik evrim ile ilgili iddialarına, bir evrim şeması göstererek başladı. Şema, evrim teorisinin yaşamın kökeni ile ilgili olarak kurguladığı senaryoyu gösteriyordu. Önce tesadüfen aminoasitler oluşmuşlardı. Sonra bu aminoasitler yine tesadüfen sentezlenerek proteinleri meydana getirmişlerdi. Öte yandan aynı malzemeden yine tesadüfler sonucu RNA ve DNA molekülleri oluşmuştu. Bu moleküller ve proteinlerin birleşimiyle de hücreler ortaya çıkmıştı. Bu "bilimsel" şema, mikrobiyoloji hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kısım dinleyiciler için kabul edilebilir bir senaryoydu belki. Ama aminoasitler, proteinler, RNA, DNA ve hücrenin yapısını bilenler, böyle bir senaryonun gerçekleşme ihtimalinin hiçbir şekilde olmadığını bilirler. Örneğin sadece 500 aminoasite sahip tek bir protein molekülünün bile tesadüflerle oluşma ihtimali 10950'de (10'un yanına 950 tane sıfır gelmesiyle oluşan sayı) birdir. Bu ise imkansız demektir; çünkü matematikte 10 üzeri 50'den daha küçük olan ihtimaller, "sıfır ihtimal" olarak kabul edilirler.
Mikrobiyolojik evrim senaryosunun neden bu denli imkansız olduğunu gösterebilmek için, bu senaryonun basamaklarından sadece birini, protein oluşumunu ele alalım.
Bir Protein Nasıl Oluşur?
Sadece proteinlerin ya da enzimlerin nasıl oluştukları sorusu, tesadüfle kesinlikle açıklanamayan ve tüm canlıları yaratanın Allah olduğunu gösteren açık delillerdendir. Ancak evrimii bir inanç haline getirmiş olanlar, bu gerçeği kabul etmeyi kendi açılarından "amaca uygun" bulmamaktadırlar.
Önce proteinin ne olduğunu kısaca açıklayalım. Protein, genellikle düşündüğümüzden çok daha fazla bir anlam ifade eder. Bedenimizi oluşturan maddenin çok büyük bölümü proteindir. Ancak birbirlerinden çok farklı proteinler vardır. Örneğin yediğimiz şekeri vücudun kullanabileceği türde enerjiye döndüren şey, "hexokinaz" isimli bir proteindir. Deri, "kollajen" ismi verilen çok miktardaki proteinden oluşur. Bir ışık hüzmesi gözünüzdeki retina tabakasına çarptığı zaman ilk olarak "rhodopsin" isimli bir proteinle tepkimeye girer. Gördüğümüz gibi proteinlerin vücutta çok değişik işlevleri vardır ve bunlar sadece kendi işlerini görebilirler.
Peki acaba bir protein neye benzer? Protein, moleküler bir yapıdır. Aminoasit ismi verilen çok daha küçük yapıdaki moleküllerin kendi aralarında bir zincir oluşturacak şekilde birleşmelerinden oluşur. Bir proteinde 50 ila 1000 aminoasit vardır. Dahası, bu aminoasitler, 20 ayrı tür aminoasitin arasından seçilirler. Ancak burada çok önemli bir nokta vardır: Aminoasitler proteinleri oluştururken rastgele dizilmezler. Aksine, her proteinin belirli bir aminoasit dizilimi vardır ve bu dizilimde tek bir aminoasitin yeri bile değişse, protein işe yaramaz bir yığın haline gelir.
Proteinleri yazıya benzetebiliriz. Eğer aminoasitleri harflere benzetirsek, bir proteinin de birkaç yüz harften oluşmuş bir paragraf olduğunu düşünebiliriz. Bizler 29 harfi yan yana dizerek anlamlı cümleler oluştururuz. Aynı şekilde 20 çeşit aminoasit de değişik sıralarda birleşerek değişik proteinleri oluştururlar. Ancak dikkat edilirse buradaki dizilim mutlaka ve mutlaka bilinçli bir "dizici" gerektirmektedir. Çünkü anlamlı bir yazının ortaya çıkması için, mutlaka yazıyı oluşturan harflerin bilinçli bir şekilde seçilmeleri ve art arda dizilmeleri gerekir.
İsterseniz bu konuda basit bir deney yapabilirsiniz. Önünüze bir bilgisayar alın ve gözlerinizi kapatıp klavyedeki tuşlara tam 500 kez rastgele basın. Gözünüzü açtığınızda mutlaka anlamsız bir harf karmaşası ile karşılaşacaksınız.
Bu yöntemle asla anlamlı bir yazı, hatta anlamlı ve uzun bir kelime dahi oluşturamazsınız. Bu deneyi isterseniz bir milyon kere tekrarlayın, sonuç değişmez.
Peki madem proteinler bu kadar karmaşık yapılardır, o halde nasıl oluşurlar?
Canlı bedenlerinde proteinler, hücrenin içinde yer alan DNA'da yazılı duran şifrelere göre yapılırlar. Ama asıl sorun, bu mekanizma oluşmadan önce, ilk proteinlerin nasıl oluştuğudur. (Tabi DNA'daki bu şifrenin kim tarafından yazıldığı da ayrı bir konudur.) Proteinlerin üstte belirttiğimiz inanılmaz derecedeki kompleks yapıları, elbette, bunların bilinçli bir irade tarafından oluşturulduklarını ispatlar. Bu irade ise üstün güç sahibi bir Yaratıcı olan Allah'a aittir. Bu kesin ve inkar edilemez bir gerçektir.
Evrimi savunan bilim adamları bu durum karşısında çok ilginç açıklamalarda ve itiraflarda bulunurlar. Türkiye'nin en tanınmış evrimcilerinden biri olan Prof. Ali Demirsoy, canlılık için en gerekli enzimlerden (protein yapımında kullanılan parçacıklardan) sadece birisi olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşma olasılığını şöyle itiraf etmektedir:
Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu, tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir.27
Demirsoy, üstteki satırlarının ardından, "bilimsel amaca daha uygun" olduğu için kabul ettiği bu olasılığın ne denli gerçek dışı olduğunu şöyle itiraf eder:
... Sitokrom-C'nin belirli aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır -maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek.28
Bu satırlarda açıkça görüldüğü gibi, sadece proteinlerin ya da enzimlerin nasıl oluştukları sorusu, tesadüfle kesinlikle açıklanamayan ve bir Yaratıcının yani Allah'ın var olduğunu ve canlılığı yaratıp düzenlediğini gösteren açık bir delildir. Ancak evrimi bir inanç haline getirmiş olanlar, bu gerçeği kabul etmeyi kendi açılarından "amaca uygun" bulmamaktadırlar. Bu nedenle "bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı" kadar saçma bir alternatifi kabul etmeyi tercih etmektedirler.
Aslında protein oluşumu bundan da zor bir iştir. Çünkü şimdiye kadar ele aldığımız örnekler, hep iki boyut üzerinde düşünülmüştür. Oysa aminoasit dizilimi üç boyutlu bir uzayda oluşur. Bu birleşim kelimelerdeki gibi "dümdüz" bir şekilde olmaz, aminoasitler birbirlerine değişik bağlantı yerlerinden bağlandıkları için, tüm yapı katlanmış bir üç boyutlu yapı haline gelir. Bu ise zaten imkansız olan tesadüfi dizilim iddiasını daha da imkansız hale getirmektedir.
İmkansızlığın Senaryosu
Üstte sözünü ettiğimiz imkansızlık, sadece tek bir proteinin oluşması ile ilgilidir. Oysa tek bir canlı hücresinin oluşabilmesi için, bunun gibi on binlerce proteinin bir anda ve yan yana, tesadüfen oluşabilmeleri, sonra da birbirleri ile uyumlu bir biçimde birleşmeleri gerekir.
Bunun ilkel dünya koşullarında nasıl tesadüfen gerçekleşmiş olabileceğini düşünmeye çalışalım.
Eğer yukarıda sözünü ettiğimiz imkansızlık gerçekleşse, yani "bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı" kadar düşük bir olasılık gerçeğe dönüşse ve tesadüfen bir protein oluşsa bile, bu hiçbir işe yaramayacaktı.
Bu bir tek proteinin, ilkel dünya atmosferi gibi tehlikeli bir ortamda başına hiçbir şey gelmeden kendisi gibi aynı şartlarda tesadüfen oluşacak milyonlarca proteinin daha oluşumunu beklemesi gerekecekti... Ta ki hücreyi meydana getirecek binlerce uygun ve gerekli protein hep "tesadüfen" aynı yerde yan yana oluşana kadar. Önceden oluşanlar o ortamda ultraviyole ışınları, şiddetli mekanik etkilere rağmen hiçbir bozulmaya uğramadan, sabırla binlerce, milyonlarca yıl hemen yanıbaşlarında diğerlerinin tesadüfen oluşmasını beklemeliydiler. Sonra yeterli sayıda ve aynı noktada oluşan bu proteinler anlamlı şekillerde biraraya gelerek hücrenin organellerini oluşturmalıydılar. Aralarına hiçbir yabancı madde, zararlı molekül, işe yaramaz protein zinciri karışmamalıydı. Sonra bu organeller son derece uyumlu ve bağlantılı bir biçimde, bir plan ve düzen içerisinde biraraya gelip, bütün gerekli enzimleri de yanlarına alıp bir zarla kaplansalar, bu zarın içi de bunlara ideal ortamı sağlayacak özel bir sıvıyla dolsaydı, kısacası tüm bu imkansız olaylar gerçekleşseydi bile meydana gelen molekül yığını hayatın kökeni olabilir miydi?
Hayır... Biz yine de bir an için bu imkansızları kabul edelim; milyonlarca yıl önce, yaşamak için her türlü malzemeyi elde etmiş bir hücrenin meydana geldiğini ve bir şekilde "hayat sahibi" olduğunu varsayalım. Ancak evrim yine çökmektedir: Bu hücre bir süre yaşamını sürdürse bile, sonunda ölecek ve öldükten sonra ortada hiçbir şey kalmayacak, herşey en başa dönecekti. Çünkü genetik sistemi olmayan bu ilk canlı hücre kendini çoğaltamayacağı için ölümünden sonra geriye yeni bir nesil bırakamayacak, canlılık da bunun ölümüyle birlikte sona erecekti.
Genetik sistem ise kendi içinde inanılmaz bir kompleksliğe sahiptir. Sistem yalnızca DNA'dan ibaret değildir. DNA'dan bu şifreyi okuyacak enzimler, bu şifrelerin okunmasıyla üretilecek mRNA, mRNA'nın bu şifreyle gidip üretim için üzerine bağlanacağı ribozom, üretimde kullanılacak aminoasitleri taşıyacak bir taşıyıcı RNA ve bu ve bunlar gibi sayısız ara işlemleri sağlayan son derece kompleks enzimlerin de aynı ortamda bulunması gerekir. Ayrıca böyle bir ortam, ancak hücre gibi, gerekli tüm ham madde ve enerji imkanlarının bulunduğu, her yönden izole ve tamamen kontrollü bir ortamdan başkası olamaz...
Sonuçta bir organik madde, ancak bütün organelleriyle birlikte tam teşekküllü bir hücre olarak var olduğu takdirde kendini çoğaltabilir. Bu da dünya üzerindeki ilk hücrenin, inanılmaz derecedeki kompleks yapısıyla, bir anda oluştuğu anlamına gelmektedir.
Peki kompleks bir yapı, bir anda oluşmuşsa, bunun anlamı nedir?
Bu soruyu bir de örnekle soralım. Hücreyi kompleksliği açısından gelişmiş bir arabaya benzetebiliriz. (Hatta hücre, motoru ve tüm teknik donanımına rağmen arabadan çok daha kompleks ve gelişmiş bir sistem içermektedir.) Şimdi soralım: Bir gün balta girmemiş bir ormanın derinliklerinde bir geziye çıksanız ve ağaçların arasında son model bir araba bulsanız ne düşünürsünüz? Acaba ormandaki çeşitli elementlerin milyonlarca yıl içinde tesadüfen biraraya gelerek böyle bir ürün ortaya çıkardığı sonucuna mı varırsınız? Arabayı oluşturan tüm hammadde; demir, plastik, kauçuk vs. topraktan ya da onun ürünlerinden elde edilmektedir. Ama bu durum size, bu malzemelerin "tesadüfen" sentezlenip, sonra da biraraya gelerek sonuçta ortaya böyle bir araba çıkardıklarını düşündürür müydü?
Elbette ki, normal bir zeka seviyesine sahip her insan, arabanın bilinçli bir dizaynın, yani bir fabrikanın ürünü olduğunu düşünecek, bunun ormanda ne aradığını merak edecektir.
Tekrar hücreye dönersek, şunu söyleyebiliriz: Kompleks bir yapının durup dururken, bir anda bir bütün olarak ortaya çıkması, onun bilinçli bir varlık tarafından yaratıldığını gösterir. Hele hücre kadar karmaşık bir yapıda, bu durum apaçık ortadadır. İşe yarar anlamlı bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali sıfırken, bu hayali proteinlerden yüzlerce değişik çeşitteki binlercesinin biraraya gelip hücreyi oluşturmasının ne derece imkansız olduğunu ifade edebilecek bir kelime bulmak oldukça zordur.
(Bir an için arabanın mekanik bir birleşim, hücrenin ise organik bir birleşim olduğu akla gelebilir. Ancak bu yanlış bir bilgidir, çünkü proteinler de mekanik bir düzene sahiptirler. Proteini oluşturan aminoasitler kimyasal bir reaksiyon sonucunda birleşmezler, mekanik olarak dizilirler. Böyle bir dizilimin "kendiliğinden" olması ihtimali, bir araba parçalarının kendiliklerinden birleşmeleri ihtimali gibidir.)
Evrim teorisi, işte bu nedenle mikrobiyolojik düzeydeki karmaşıklık karşısında kesin ve tartışılmaz bir biçimde çöker. "Mikrobiyolojik Evrim" sözü, bu nedenle bir safsatadır. Yaratılış ise, yine aynı nedenle -ve daha binlerce somut delille- kesin ve apaçık bir gerçektir.
Doç. Dr. Haluk Ertan'ın "Evrim Kuramı" konferansında sözünü ettiği "Evrimin Moleküler Kanıtları" ise, yine aynı nedenle hiçbir zaman var olmamış hayali kanıtlardır.
Nitekim Ertan ortaya hiçbir "kanıt" koyamamış ve sadece yarım yüzyıllık eski bir evrimci fiyasko olan Miller deneyinden söz edebilmiştir.
Miller deneyi günümüzde, evrimci bilim adamları arasında dahi geçerliğini kaybetmiş bir konudur.
1998'in Şubat ayında yayınlanan ünlü evrimci bilim dergisi Earth'deki "Yaşamın Potası" isimli makalede şu ifadeler yer alır:
Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların şu an ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul ediyor olmalarıdır. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller deneyi) kullanılanlardan çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller'ın farzettiği atmosfer var olmuş olabilseydi bile, aminoasitler gibi basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi? Miller'ın kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini hızla ileri uzatıp, "bu bir sorun" diyerek şiddetle iç çekmekte... "Polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değil"...
Görüldüğü gibi, Miller'ın kendisi dahi bugün deneyinin, hayatın başlangıcını izah etme açısından hiçbir sonuca götürmeyeceğini kabullenmiş durumdadır. Böyle bir durumda, yerli evrimcilerin bu deneye dört elle sarılmaları evrimin sefaletinin, onun savunucularının çaresizliğinin açık bir göstergesidir.
National Geographic'in Mart 1998 sayısındaki, "Yeryüzünde Yaşamın Ortaya Çıkışı" adlı makalede ise, Miller deneyi hakkında tarihi bilgi verildikten sonra, konuyla ilgili şu satırlara yer verilir:
Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller'ın öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan ziyade, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar.
Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı oranda bir yoğunlukta... Bilim adamları, bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyorlar.
Bu bilgiler, evrimci yayınlar içinde otorite olarak kabul edilen bilimsel dergilerin son birkaç ayki sayılarında yer alan en yeni açıklamalardır. Sayın Ertan ise hala 40 yıl öncesinin çürümüş izahlarıyla ortaya çıkmakta, yeni bulguları ve bilimsel gelişmeleri göz ardı etmektedir.
Şimdi söz konusu deneyden biraz bahsedelim.
Miller Deneyi
Bilim tarihine Miller deneyi olarak geçen deneyin sahibi olan Stanley Miller, Chicago Üniversitesi'ndeki hocası Harold Urey ile birlikte 1940'ların sonunda birtakım mikrobiyolojik araştırmalara girişmişti. Hedefi, milyarlarca yıl önceki cansız dünyada canlılığın kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini göstermekti. Bu amaçla canlıların en küçük yapı taşları olan aminoasitlerin "tesadüfen" oluşabileceklerini ispatlayan bir deney yapmaya karar verdi.
Miller bu amaçla, ilkel dünyanın oluşumunda var olduğunu tahmin ettiği -ancak daha sonraları gerçekçi olmadığı anlaşılacak olan- bir atmosfer ortamını laboratuvarında kurdu ve çalışmalarına başladı. Deneyinde ilkel atmosfer olarak kullandığı karışım amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşuyordu.
Miller, metan, amonyak, su buharı ve hidrojenin doğal şartlar altında birbirleriyle reaksiyona giremeyeceklerini biliyordu. Bunları birbirleriyle reaksiyona sokmak için dışardan enerji takviyesi yapmak gerektiğinin de farkındaydı. Bu enerjinin ilkel atmosfer ortamında yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini öne sürdü. Bu varsayıma dayanarak da, yaptığı deneylerinde yapay bir elektrik deşarj kaynağı kullandı.
Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100°C ısıda kaynattı, öte yandan da bu sıcak ortama elektrik akımı verdi. Haftanın sonunda Miller, kavanozun dibinde bulunan karışımdaki kimyasalları ölçtü ve proteinlerin yapı taşlarını oluşturan 20 çeşit aminoasitten üçünün sentezlendiğini gözledi.
Deney, evrimciler arasında büyük de bir sevinç yarattı ve çok büyük bir başarıymış gibi lanse edildi.
Bu deneyin kendi teorilerini kesinlikle doğruladığına inanan evrimciler, bundan aldıkları cesaretle hemen senaryo üretme işine giriştiler. Miller sözde, aminoasitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini ispatlamıştı. Buna dayanarak, sonraki aşamalar da hemen kurgulandı. Oluşturulan senaryoya göre, ilkel atmosferde meydana gelen aminoasitler, daha sonra rastlantılar sonucu uygun dizilimlerde birleşmiş ve proteinleri oluşturmuşlardı. Tesadüf eseri meydana gelen bu proteinlerin bazıları da, kendilerini, "her nasılsa" bir şekilde oluşmuş hücre zarı benzeri yapıların içine yerleştirerek ilkel hücreyi meydana getirmişlerdi. Senaryonun en büyük dayanağı ise Miller'ın deneyiydi.
Miller Deneyini Geçersiz Kılan Noktalar
Neredeyse elli yaşına giren bu deney, birçok yönden geçersizliği kanıtlandığı halde, bugün hala canlılığın sözde kendiliğinden oluşumu hakkındaki en büyük kanıt olarak evrimci literatürdeki yerini korumaktadır. Oysa Miller deneyi ön yargılı ve tek taraflı evrimci mantığıyla değil de gerçekçi bir gözle değerlendirildiğinde, durumun evrimciler açısından hiç de o kadar umut verici olmadığı görülür. Çünkü hedefini, ilkel dünya koşullarında aminoasitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak olarak gösteren deney, birçok yönden tutarsızlık göstermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1- Miller, deneyinde, "soğuk tuzak" (cold trap) isimli bir mekanizma kullanarak aminoasitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Çünkü aksi takdirde, aminoasitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri, oluşmalarından hemen sonra imha ederdi.
Halbuki ultraviyole, yıldırımlar, çeşitli kimyasallar, yüksek oksijen miktarı, vs. gibi unsurları içeren ilkel dünya koşullarında, bu çeşit bilinçli düzeneklerin var olduğunu düşünmek bile anlamsızdır. Bu mekanizma olmadan, herhangi bir çeşit aminoasit elde edilse bile bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardır. Kimyager Richard Bliss bu çelişkiyi şöyle izah ediyor:
Miller'ın aletlerinin can alıcı kısmı olan "soğuk tuzak", kimyasal tepkimelerden biçimlenmiş ürünleri toplama ödevi görüyordu. Gerçekten bu soğuk tuzak olmadan, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip edilmiş olacaktı.29
Evrim hakkındaki eleştirel çalışmalarıyla tanınan Henry Morris de, durumu şöyle açıklıyor:
Miller, aygıtlarına, aminoasitleri oluştuğu anda yakalayacak bir ilave yaparak onları üretildikleri ortamdan ayırmıştır. Eğer böyle yapmasaydı, aynı atmosferik şartlarda o aminoasitler hemen parçalanacaklardı. Halbuki Miller'ın bu koruyucusuna benzeyen bir araç ilkel yeryüzünde yoktu.30
Nitekim Miller, aynı malzemeleri kullandığı halde soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde tek bir aminoasit bile elde edememişti.
Elli seneye yakın bir süredir Miller deneyinin evrim teorisinin en temel kanıtı olarak baş köşede durması, aslında evrimcilerin bunca zamandır, bu ilkel deneyin ötesinde elle tutulur hiçbir aşama kaydedemediklerinin göstergesidir. Canlılığın kökenine açıklama getirme konusunda evrimcilerin elleri o kadar boştur ki Miller'ın bu geçersiz deneyi bile onlar için büyük bir umut ve heyecan kaynağı olmuştur.
Miller'ın amacı aminoasit elde etmekti ve kullandığı yöntem ve düzenekler, bu aminoasitleri elde edebilmek için özel olarak ayarlanmıştı. Ancak, ilkel atmosferde bu tür metod, düzen ve ayarları sağlayacak bir zekanın varlığını kabul etmek ise, herşeyden önce evrimin kendi mantığıyla çelişmekteydi.
2- Miller'ın deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. Bu gerçeği, 1980'li yılların ortalarına doğru konuyla ilgilenen bazı jeologlar ortaya çıkardılar. Buna göre, Miller yapay ortamında olması gereken azot ve karbondioksiti göz ardı ediyor, bunların yerine metan ve amonyak kullanmayı tercih ediyordu.
Peki evrimciler neden ilkel atmosferde ağırlıklı olarak metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharının (H2O) bulunduğu konusunda ısrar etmişlerdi? Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir aminoasitin sentezlenmesi imkansızdı. Kevin M. Kean, Discover dergisinde yayınladığı makalede bu durumu şöyle anlatıyor:
Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırararak kopya ettiler. Onlara göre dünya, metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O) oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler.31
Ünlü jeolog Philip Abelson da metan/amonyak modelinin geçersiz olduğunu şöyle vurgular:
Metan ve amonyak gazlarını içeren bir ilkel atmosfer hipotezinin sağlam temellerden yoksun olduğu ortaya çıktı ve gerçekten de çürütüldü. Artık jeologlar bir başka alternatif görüş benimsediler. Atmosfer ve okyanuslar, volkanlardan çıkan gazlardan oluşmuşlardı.32
Sonuç olarak, ilkel dünya atmosferinin Miller'ın tahmin ettiğinden çok daha farklı gazlardan meydana geldiği ortaya çıkmıştı. Peki bu gazlar kullanılarak yapılacak deneylerde aminoasit elde edebilmek mümkün müydü? Amerikalı bilim adamları J. P. Ferris ve C. T. Chen'in araştırmaları bu soruya gerekli yanıtı verdi. Ferris ve Chen karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir atmosfer ortamında Stanley Miller'ın deneyini tekrarladılar. Ve bu gaz karışımıyla bir tek molekül aminoasit bile elde edemediler.33
Miller'ın deneyine duyulan güven oldukça sarsılmıştı. Buna rağmen bilim çevreleri ve ilgili medya Ferris ve Chen deneyini basına duyurmamaya özen gösterdiler. Miller deneyi gündemde tutulmaya devam etti. Ancak deneyden tam 33 yıl sonra, 1986 yılında Stanley Miller, amonyağın yüksek miktarlarda kullanıldığı ilkel atmosfer deneylerinin gerçekçi olarak nitelendirilemeyeceğini bizzat kendisi açıklayarak şöyle dedi:
Metan (CH4), Azot (N2), çok az miktarlardaki amonyak (NH3) ve su buharından oluşmuş bir atmosfer, ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir. Çünkü amonyak gazı okyanuslarda çözüneceğinden atmosferde çok miktarlarda bulunamazdı.34
Böylece, uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi, kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.
3- Miller'ın deneyini geçersiz kılan bir diğer önemli nokta da, aminoasitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde aminoasitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Bu gerçek, jeolojik incelemelerde bulunan ve yaşları 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan dünyanın en eski taşlarından anlaşıldı. Taşlarda, okside olmuş demir ve uranyum birikintileri vardı.
Oksijen miktarının, bu dönemde evrimcilerin iddia ettiğinin çok üstünde olduğunu gösteren başka bulgular da vardır. Yapılan çalışmalar, güneşin o dönemde evrimcilerin tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole ışını yaydığını göstermiştir. Bu ışınların, ilkel atmosferdeki su buharını ve karbondioksiti (fotodisosiasyon yoluyla) ayrıştırarak oksijen açığa çıkarmaları ise kaçınılmazdır. Bu da ilkel atmosferdeki oksijen miktarının göz ardı edilemez oranlarda olduğu anlamına gelmektedir. Charles Davidson'ın hesaplarına göre ilkel atmosferde en az 200 milyar ton oksijen bulunmalıdır.35 Bu miktardaki oksijen ise aminoasitlerin oluşmasına kesin olarak engel olacaktır.36
Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılar. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı, metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti.
Diğer taraftan, -henüz ozon tabakası var olmadığından- çok yoğun miktarlardaki ultraviyole ışınlarına karşı korumasız olan dünya üzerinde herhangi bir organik molekülün yaşayamayacağı da açıktır.
Kısaca hem bol miktardaki oksijen hem de yoğun ultraviyole ışınları evrimcilerin önünde aşılmaz engeller olarak dikilmişlerdir.
4- Miller deneyinin sonucunda sadece canlılık için gerekli olan aminoasitler elde edilmemiş, bunlardan çok daha fazla miktarda canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitler de oluşmuştu. Aminoasitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise, bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı.
Ayrıca deney sonucunda ortaya bol miktarda dextro aminoasit çıkmıştı. Bu aminoasitlerin varlığı, evrimi kendi mantığı içinde bile çürütüyordu. Çünkü dextro aminoasitler canlı yapısında kullanılamayan aminoasitlerdi. Amerikalı biyologlar Richard Bliss ve Gary Parker bu noktayı şöyle açıklarlar:
Miller deneyinde sadece hayat için gerekli molekülleri (levo aminoasitler) elde etmekle kalmamış, aynı anda evrime müdahale eden dextro aminoasitlerden oluşmuş uzun bir zincir de elde etmişti.37
Sonuç olarak Miller'ın deneyindeki aminoasitlerin oluştuğu ortam canlılık için elverişli değil, aksine ortaya çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit karışımı niteliğindeydi.
Stanley Miller'ın 1953 yılında gerçekleştirdiği deney, kullanılan atmosfer modelinin yanlışlığı ve devreye sokulan yapay müdahaleler nedeniyle geçersizdir. Bu, Miller'ın kendisi tarafından da itiraf edilmiştir.
Tüm bunların gösterdiği tek bir somut gerçek vardır: Miller deneyinin, canlılığın ilkel dünya şartlarında tesadüfen meydana gelebileceğini kanıtlamak gibi bir iddiası olamaz. Olay, aminoasit sentezlemeye yönelik bilinçli ve kontrollü bir laboratuvar deneyinden başka bir şey değildir. Kullanılan gazların cinsleri ve karışım oranları aminoasitlerin oluşabilmesi için en ideal ölçülerde belirlenmiştir. Ortama verilen enerji miktarı, ne eksik ne fazla, tamamen istenen reaksiyonların gerçekleşmesini sağlayacak biçimde titizlikle ayarlanmıştır. Deney aygıtı, ilkel dünya koşullarında mevcut olabilecek hiçbir zararlı, tahrip edici ya da aminoasit oluşumunu engelleyici unsuru barındırmayacak şekilde tasarlanmıştır. Aminoasitlerin yapısında bulunan üç-beş elementten başka, ilkel dünyada mevcut olan ve reaksiyonların seyrini değiştirecek hiçbir element, mineral ya da bileşik deney tüpüne konulmamıştır. Oksidasyon sebebiyle aminoasitlerin varlığına imkan vermeyecek oksijen bunlardan yalnızca birisidir. Kaldı ki hazırlanan ideal laboratuvar koşullarında bile, oluşan aminoasitlerin aynı ortamda parçalanmadan varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün değildir. Ancak bu sorun da aminoasitleri oluştukları anda ortamdan ayıracak bir başka yapay düzenekle (cold trap) halledilmiştir.
Aslında bu deneyle evrimciler, bir anlamda evrimi kendi elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney, aminoasitlerin tesadüfen değil, ancak bütün koşulları özel olarak ayarlanmış kontrollü bir ortamda, bilinçli müdahaleler sonucunda elde edilebileceğini gözler önüne sermiştir.
Aminoasitlerin Oluşumu Rastlantılarla Açıklanamaz
Miller deneyinin bu derece tutarsız ve gerçeklerden uzak olmasına karşın evrimciler sanki ortada hiçbir sorun yokmuş gibi gözü kapalı bir inatla deneyin, canlılığın rastlantılar sonucu ilkel atmosferde oluşabileceğini ispatladığını savunurlar. "Evrim Kuramı" konferansındaki konuşmasında uzun uzun Miller deneyini anlatan Doç. Dr. Haluk Ertan da aynı yolu izlemiştir.
Elli seneye yakın bir süredir Miller deneyinin evrim teorisinin en temel kanıtı olarak baş köşede durması, aslında evrimcilerin bunca zamandır, bu ilkel deneyin ötesinde elle tutulur hiçbir aşama kaydedemediklerinin göstergesidir. Canlılığın kökenine açıklama getirme konusunda evrimcilerin elleri o kadar boştur ki, Miller'ın bu geçersiz deneyi bile onlar için büyük bir umut ve heyecan kaynağı olmuştur.
Evrimciler aminoasitlerin ilkel dünya ortamında kendi kendilerine nasıl oluşabildikleri sorununu, Miller deneyi ile geçiştirmeye çalışırlar. Bu geçersiz deneyle, bugün bile, bu sorunun çoktan çözülmüş olduğu gibi bir izlenim vererek insanları yanıltmaya devam etmektedirler.
Miller'ın ardından başka birçok evrimci araştırmacı da benzer deneylerle adlarını evrim tarihine yazdırma gayretine girdiler. Miller, deneylerinde üç çeşit aminoasit elde edebilmişti. Geri kalanları da bir şekilde elde etmek evrimci çevrelerde büyük sükse yaratacaktı. Bu amaçla araştırmacılar işi Miller'dan da ileri götürüp, çok daha karmaşık ve kontrollü düzenekler kurdular. Deneylerinde ilkel koşullarda bulunma ihtimali olmayan yardımcı etkenlere başvurdular. Değişik gazlar, katalizörler, enerji kaynakları, basınç dalgaları gibi faktörler kullandılar. Sonuçta da 20 çeşit aminoasitten geriye kalanlarını bilinçli, planlı ve kontrollü bir şekilde laboratuvarlarda sentezlediler. Kısaca ilkel dünyada aminoasitlerin şans eseri oluştuğu iddiasını, hiçbir aşaması şansa bırakılmayan bu deneylerle sözde kanıtlamış oldular. Oysa bu deneylerin, başka herhangi bir kimyasal bileşiği (örneğin aspirini) laboratuvarda üretip, "Demek ki bu bileşik ilkel koşullarda da tesadüfen, kendi kendine oluşabilir" demekten daha farklı bir mantığı yoktu.
Kaldı ki, ilkel dünyada aminoasitlerin bir şekilde oluştuklarını farzetsek, hatta ilkel dünyanın bir aminoasit çorbası olduğunu varsaysak bile, böyle bir durum canlılığın kendiliğinden ortaya çıkması için en ufak bir başlangıç dahi teşkil etmez. Çünkü canlılık aminoasitlerin çok ötesinde bir karmaşıklığa sahiptir.
Buna karşın evrimciler, "İşte, madem ki aminoasitler kendiliğinden oluşuyor, öyleyse neden aminoasitler kendi kendilerine birleşip proteinleri, proteinler de tesadüfen birleşip organelleri, organeller de bir şekilde biraraya gelip yine proteinlerden oluşmuş bir zarla çevrilerek hücreyi oluşturmasınlar?" şeklinde basit ve yüzeysel mantıklar öne sürerek, kendilerince canlılığın oluşumunu açıkladıklarını sanırlar. Bu, yolda yürürken yerde bir tuğla görüp bu tuğlanın zamanla çoğalacağına, çoğalan tuğlaların biraraya gelerek bir bina oluşturacaklarına, bu binaların da çoğalıp çeşitlenip düzenli bir şehir kuracaklarına ihtimal vermekten çok daha anormal ve akıl dışı bir bakış açısıdır. Üstelik yerde rastlanan sıradan bir tuğlanın bile kendi kendine tesadüfen oluşmuş olamayacağı açıkken...
Kendileri de bu gerçeklerin farkında olan araştırmacıların çoğu, evrimci açıklamaların avuntu ve göz boyamadan başka bir şey olmadığının farkındadırlar. Moleküler biyoloji alanında tanınmış bir araştırmacı olan Klaus Dose şöyle der:
Hayatın kökleri üzerindeki 30 yıllık kimya ve moleküler evrim araştırmaları, problemin çözümünden çok, durumun ciddiyetini anlamamıza yol açtı. Şu andaki teoriler ve deneylerin hepsi ya başarısızlıkla sonuçlanıyor ya da görmek istemediklerimizi ortaya çıkarıyor.38
Dose diğer birçok bilim adamı gibi, Miller ve diğer araştırmacıların yaptıkları deneylerin bilimsel olarak çok fazla bir değerinin olmadığını düşünmektedir. Zira, Miller yeni bir şey bulmamıştır. Ondan önce de aminoasitleri laboratuvarda oluşturmanın yöntemleri bilinmekteydi. 1913 yılında Loeb, karbonmonoksit, karbondioksit, su buharı ve amonyaktan oluşan bir karışıma elektrik deşarjı uygulayarak 20 aminoasitten birisi olan glisini elde etmişti. Çalışmasında evrimsel bir bağlantıdan da bahsetmemişti. Az sayıda atomdan (karbon, hidrojen, oksijen, fosfor) oluşan aminoasitleri, amonyak, metan gibi organik gazlardan elde etmenin yolları zaten biliniyordu.
Miller ve benzeri deneyler ele alınırken, evrimcilerin gözlerden saklamak istedikleri çok önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir: Bir reaksiyonun laboratuvar ortamında, özel olarak ayarlanmış koşullarda gerçekleşmesi ile dış dünyanın kontrolsüz doğal şartları içinde gerçekleşmesi birbirinden tamamen farklı olaylardır. Eğer bir aminoasiti oluşturan atomlar, özel şartlarda, kontrollü bir şekilde, aminoasit üretmek amacıyla birbirleriyle tepkimeye sokulurlarsa, elbette her kimyasal madde gibi aminoasit de elde edilir. Ancak bu işlem, aminoasiti tesadüfen elde etmek demek değil, aminoasidi bilinçli olarak üretmek anlamına gelir. Evrimcilerin aminoasitleri ya da canlılarda mevcut diğer bazı organik molekülleri elde etmek için yaptıkları deneyler, aslında bu bilinçli üretimden başka bir şey değildir. Ve aslında, tesadüfi evrim kavramına değil, bilinçli yaratılışa delil oluştururlar.
Yukarıda saydığımız bütün tutarsızlıklarına rağmen, evrimciler aminoasitlerin ilkel dünya ortamında kendi kendilerine nasıl oluşabildikleri sorununu, Miller deneyi ile geçiştirmeye çalışırlar. Bu geçersiz deneyle, bugün bile, bu sorunun çoktan çözülmüş olduğu gibi bir izlenim vererek insanları yanıltmaya devam etmektedirler.
Ne yazık ki "Evrim Kuramı" konferansını dinlemeye gelenler de aynı yanıltma ile karşılaşmışlardır.
Konferansın dördüncü konuşmacısı, genetik konusunda uzman olan Prof. Dr. Işık Bökesoy'du. Bökesoy, oldukça kapsamlı bir konuşma yaparak dinleyicileri canlı genler, kromozomlar, kalıtım gibi konularda aydınlattı. Ancak konu evrim teorisine gelince, bu konuda elle tutulur bir iddia öne süremedi. Anlattıkları, genetik biliminin evrim teorisine herhangi bir dayanak sağlamayan kuralları ile ilgiliydi.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, genetik ve evrim, teorinin ortaya atılışından beri birbiriyle çelişen kavramlar olmuştur. Genetik bilminin kurucusu Polonyalı rahip Gregor Mendel ve evrim teorisinin kurucusu Charles Darwin birbirlerinin çağdaşıdırlar. Darwin, canlıların çevre şartlarının etkisiyle değişip diğer canlılara dönüşebilecekleri teorisini ortaya atarken, diğer bir yandan Mendel, canlıların çevre etkisiyle değişmeyeceklerini deneysel olarak ispatlamıştır. Darwin'in fikirleri ispatlanmamış, tamamen spekülasyona dayanan bir teori olarak kalırken, Mendel, uzun ve sabırlı bir çalışmayla kendi sonuçlarını doğrulamıştır.
Ancak Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı basıldıktan hemen sonra tükenip diğer baskıları yapılırken ve bilim dünyasını etkisi altına alırken, Mendel'in çalışmalarının bilim dünyasında fark edilmesi ancak 35 yıl sonra gerçekleşti. Çünkü genetik, Darwinizm'i çürütüyordu ve evrimciler bunu kabullenmemek için uzun süre direndiler. Ancak sonunda Mendel'in bulgularını kabul etmek ve kendi teorilerini buna göre değiştirmek zorunda kaldılar. Bunu yaparken de, genetik biliminin evrimi çürüttüğünü göz ardı ettiler, ve dahası genetiğin bazı bulgularını evrimin lehinde yorumlamaya çalıştılar.
Evrim Kuramı konferasında söz alan Prof. Dr. Işık Bökesoy'un konuşmasında da, evrimcilerin bu yanıltıcı yaklaşımı en açık biçimde sergilendi. Evrimi tamamen çürüten genetik biliminin bulguları tamamen çarpıtılarak, evrim teorisini destekliyormuş gibi gösterilmeye çalışıldı. Genetik bilimiyle ilgili olan üç konu, varyasyon, mutasyon ve doğal seçme, evrim teorisi çerçevesinde yorumlanmaya çalışıldı. Oysa birazdan da göstereceğimiz gibi genetik bilmi ve genetiğin yukarıda saymış olduğumuz tüm alt kolları, evrim teorisinin daha ilk baştan yanlış olduğunu gösteren en önemli delilleri bizlere sunarlar.
Varyasyon
Varyasyon, bir canlı türüne ait grupların, seçici eşleşme gibi faktörler nedeniyle birbirlerinden farklılaşmalarıdır. Bu, gözlemlenebilir bir olaydır ve yaratılışçı bilim adamları tarafından da kabul edilir. Ancak varyasyon ile asla ve asla türlerin kökeni açıklanamaz.
Prof. Işık Bökesöy ise, konuşmasında bazı varyasyon örnekleri vermiş, sonra da bunları evrimin delili gibi göstermiştir. Oysa varyasyonlar ile evrim arasındaki fark, başta evrim teorisinin en önde gelen birkaç çağdaş savunucusundan biri olan Stephen Jay Gould olmak üzere, Darwinizm'in teorisyenleri tarafından da kabul edilmektedir.39
Önce varyasyonun ne anlama geldiğini açıklayalım. Varyasyonun nedeni olan rekombinasyon, eşeyli üremede ebeveynlerin genlerinin birbiriyle karışması ve böylece bir genetik çeşitlenmenin ortaya çıkmasıdır. Evrim konferansında da ele alınan bu olaya, genetik bilminde "crossing-over" ismi verilir. Anne ve babanın kromozomlarının rastgele bir biçimde birbiriyle karışması, doğacak olan canlının genetik zenginliğini arttırır ve böylece ona değişik özellikler verir. Doğan çocukların anne-babalarını andırmaları, ancak onların kesin bir kopyaları olmamalarının nedeni budur. Bu, canlılarda genetik bilgiyi zenginleştiren ve canlının hayatta kalmasını kolaylaştıran önemli ve faydalı bir olaydır.
Prof. Işık Bökesoy, varyasyon, mutasyon ve doğal seleksiyon gibi mekanizmaları evrimin ispatı olarak göstermeye çalıştı. Oysa genetik hakkında biraz bilgi sahibi olan herkes, bu mekanizmaların türlerin kökenini açıklayamayacağını bilir.
Genlerin birbiriyle bu şekilde karışmasının keşfi, Gregor Mendel'in genetik bilmine yaptığı en büyük katkı olarak kabul edilir. Mendel, ancak ölümünden sonra sansasyon yaratan çalışmasında bahçe bezelyesinde yedi çeşit özelliğin diğer nesillere aktarılmasındaki kuralları incelemişti. Mendel'in elde ettiği bulgu şuydu: Değişik cinsteki bezelyelerin özellikleri diğer bir cinsle birleştirildiğinde bazen saklı kalarak, aktarılmıyordu. Ancak bu özellikler hiçbir zaman kaybolmuyor, sonraki nesillerde ortaya çıkıyordu. Bu belirme ve karışma, daha önceden hesaplanması mümkün olan belli ihtimal hesaplarına dayanan bir şekilde gerçekleşiyordu. Bu da bir tür içinde "varyasyon", yani çeşitlenme meydana getiriyordu.
Varyasyon, bir tür içinde sınırlı bir çeşitlilik sağlar. Bu değişiklikler sınırlıdır, çünkü değişiklik sadece zaten var olan genetik bilgiyi kendi içinde çeşitlendirir. Genetik bilgiye herhangi bir ekleme yapmak mümkün değildir. Sadece var olan bilgi kendi içinde değişir ve bu değişikliğin sınırları da belirlenmiştir. Şimdi vereceğimiz birkaç örnek, evrimciler tarafından sanki canlıları evrimleştirebilen bir güç olarak gösterilmek istenen varyasyonların, sadece bir tür içinde sınırlı değişiklikler sağlayabileceğini anlamamıza yardımcı olacaktır.
Geçmişten günümüze vahşi orman horozundan türetilmiş birçok cins tavuk bulunmaktadır. Ancak günümüzde yeni cinslerin oluşumu durmuştur, zira artık orman tavuğunun genetik bilgisindeki değişimin sınırına ulaşılmıştır ve yeni cins tavuk üretilememektedir.
Bitki teknolojisinde de aynı durum söz konusudur. Şeker pancarı bu konuda iyi bir örnektir. 1800'lü yıllardan başlayarak şeker pancarı üreticileri iyi cins şeker pancarlarını birbirleriyle türeterek yeni cinsler oluşturmuşlardır. 75 yıllık bir çalışmanın sonucunda şeker pancarının içerdiği şeker oranının %6'dan %15'e yükseltilmesi mümkün olmuştur. Ancak bir süre sonra şeker pancarındaki iyileşme durmuş ve şeker oranı daha fazla yükseltilemez hale gelmiştir. Peki neden?
Bunun cevabı çok basittir; çünkü şeker pancarının genetik bilgisinin izin verdiği değişimin sınırına ulaşılmıştır ve bunun ötesinde artık bu bilginin çapraz çifleştirme yöntemiyle geliştirilmesi mümkün olmamaktadır. Bu örnek, genetik bilgideki değişimlerin bir sınırı olduğunun en önemli göstergelerindendir.
Aynı şekilde Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabında bahsettiği ve evrime delil olarak gösterdiği ispinoz kuşları da aslında az önce bahsettiğimiz genetik varyasyona iyi bir örnektir.
Darwin'in evrimin büyük bir delili sandığı ve Türlerin Kökeni (Origin of Species) adlı kitabında konu edindiği farklı ispinoz gagaları, aslında birer varyasyon ürünüydüler. Bu tür çeşitlenmelerin, evrimle hiçbir ilgisi yoktur.
Galapagos Adaları'nda yaşamakta olan birçok çeşit ispinozun atalarının başlangıçta çok az sayıda olduğu bir gerçektir. Güney Amerika ana karasından rüzgarlarla gelen bazı ispinozlar, Galapagos Adaları'na yayılmışlardı. Bu bir grup ispinoz kuşu içinde aslında geniş bir genetik çeşitlilik potansiyeli bulunmaktaydı. Günümüzde yaşayan ispinozlar, bunların soyundan gelmektedir. Bu ispinozların genlerinde taşımış oldukları genetik çeşitlilik, günümüzde Galapagos Adaları'nda görmüş olduğumuz birçok cinsi oluşturmuştur. Genetik biliminden habersiz olan Darwin, bu olayı evrimin kanıtlarından birisi olarak yorumlamıştı. Oysa bugün bizler biliyoruz ki aslında bu olay tek bir türün içindeki genetik çeşitliliğin rekombinasyon ve izolasyon (genetik olarak izole olma) gibi etkenlerin sonucundan başka bir şey değildir.
Sonuç olarak, şunu söyleyebiliriz ki varyasyonlar, bir türün genetik sınırları içinde bazı sınırlı değişikliklere yol açarlar. Yeryüzünde değişik ırkta insanların olması veya anne-baba ve çocuklar arasındaki farklılıklar varyasyonlarla açıklanabilir. Ancak hiçbir şekilde genetik bilgiye yeni bir parçanın eklenmesi söz konusu değildir. Örneğin bir kedi türünü ne kadar kendi içinde türeterek zenginleştirmeye çalışırsanız çalışın, kediler hep kedi olarak kalacak, bunlar asla köpeklere dönüşmeyeceklerdir. Veya bir deniz memelisinin sahip olduğu üstün sonar sisteminin rekombinasyonlarla ortaya çıkması mümkün değildir. Varyasyon, insan ırkları arasındaki farklılıkları açıklayabilir, ama maymunların insana dönüştüğü iddiasına hiçbir dayanak sağlamaz.
Kısacası varyasyonlar kesinlikle yeni türler oluşturamazlar. Dolayısıyla evrimcilerin iddia ettiği gibi canlıları evrimleştiren faktörlerden biri olması söz konusu değildir.
Hayali Evrim Mekanizmaları
Işık Bökesoy, "Evrim Kuramı" konferansında yaptığı konuşmada, varyasyon sınırları içinde kalan iddiaları bir yana bırakılırsa, evrim teorisini desteklemeye yönelik iki temel mekanizmadan söz etti. Neo-Darwinist yaklaşımın temel dayanakları olan bu iki hayali evrim mekanizması, mutasyon ve doğal seleksiyondur.
Neo-Darwinist teori, bu ikisinin birbirlerini tamamlayan mekanizmalar olduğunu iddia eder. Buna göre canlılar, mutasyonlarla farklılaşırlar. Bu farklılıkların yararlı olanları ise doğal seleksiyon mekanizması tarafından seçilir ve yaygınlaştırılır. Bunun sonucunda da ortaya yeni bir tür çıkar.
Bu hikayeyi biraz incelediğimizde ise, aslında ortada hiçbir evrim mekanizmasının olmadığını görürüz. Çünkü ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlar, türlerin birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadırlar.
Doğal Seleksiyonun Evrimleştirme Gücü Var mı?
Darwin, "doğal seleksiyon" adını verdiği önermesiyle türlerin kökenini bulduğunu düşünüyordu. Bir türün kökeni daha ilkel bir başka türdü. Yeni türler de doğal seleksiyonla ortaya çıkıyorlardı.
Aslında, Darwin'in doğal seleksiyon önermesi kendisinden önce Lamarck'ın, 'kazanılan özelliklerin nesilden nesile aktarılması' şeklinde açıkladığı evrimci mantıkla aynıydı. Lamarck'a göre, canlıların yaşamları sırasında uğradıkları değişiklikler kalıcıydı ve yeni nesillere kalıtsal olarak aktarılabiliyordu. Örneğin, daha önce de belirttiğimiz gibi, zürafalar başta ceylan benzeri hayvanlardı, fakat yüksek dallara erişmek için harcadıkları çaba yavaş yavaş boyunlarını uzatmıştı. Bu teoriye kendisini şiddetle inandıran Lamarck, oldukça iddialı konuşmaktan çekinmiyordu: Bir sülalenin sağ kollarının nesiller boyunca kesilmesi sonucunda yeni doğan bireylerin kolsuz doğacağını öne sürmüştü.
1870 yılında İngiliz biyolog Weismann, yaşam sırasında kazanılmış özelliklerin bir sonraki nesle aktarılmasının imkansız olduğunu ve Lamarck'ın teorisinin yanlış olduğunu ispatladı. Yeni gelişmeler şunu gösteriyordu: Canlılar bir sonraki nesle kazandıkları özellikleri değil, yalnızca genlerini aktarabiliyorlardı.
Lamarck kadar uç örnekler kullanmasa da, Darwin'in doğal seleksiyon tezinin dayandığı temel de kazanılan özelliklerin gelecek nesillere aktarılmasını öngörüyordu. Bu ise az önce bahsettiğimiz gibi imkansızdı. 19. yüzyılın sonlarında Mendel'in ortaya çıkardığı kalıtım kanunları, hemen ardından genlerin ve kromozomların yapısının keşfi böyle bir modeli kökünden iptal ediyordu.
Lamarck çok açık önermeler öne sürdüğü ve iddialı bir çıkış yaptığı için kendini hızlı tüketmişti. Darwin ise Lamarck'ın mantığının aynısını daha üstü örtülü ve esnek bir üslupla dile getirerek kendi takipçilerine yoruma açık bir zemin hazırladı. İşte evrimcilerin, temelde çürük bir mantığı savunmasına rağmen doğal seleksiyon kavramını günümüze dek taşımaya cesaret edebilmelerinin altındaki neden teorinin sunuluşundaki bu esneklikti.
Endüstri Devrimi Kelebekleri
(Bu örnek "Evrim Kuramı Konferansı"nda Işık Bökesoy tarafından da evrimin bir delili olarak gösterilmiştir.)
Doğal seleksiyon ile evrimleşme teorisinin günümüzdeki önde gelen savunucularından birisi Douglas Futuyma'dır. 1986 yılında yayınladığı Evrim Biyolojisi isimli kitabı doğal seleksiyon teorisini en açık biçimde anlatan kaynaklardan biri olarak kabul edilir. Futuyma'nın kitabında evrime çok önemli delil olarak gösterdiği örnekler incelendiğinde ise, bunlardan hiçbirisinin, bir türün bir başka türe dönüşmesini ispatlamadığı görülür. Bu konuda verdiği örneklerin en ünlüsü, endüstri devrimi sırasında İngiltere'de bulunan kelebek popülasyonunun renklerinin koyulaşmasıdır. Evrimin bu sözde 'büyük delili', İngiltere'deki kelebeklerin renklerindeki değişimle ilgilidir: Anlatıldığına göre, 1850'li yıllarda İngiltere'de endüstri devriminin başladığı sıralarda, Manchester yöresindeki ağaçların kabukları açık renklidir. Bu nedenle bu ağaçların üzerlerine konan koyu renkli güve kelebekleri, onlarla beslenen kuşlar tarafından kolayca fark edilirler ve dolayısıyla yaşama şansları çok azalır. Fakat elli yıl sonra endüstri kirliliğinin sonucunda ağaçların kabukları koyulaşır ve buna bağlı olarak bu kez açık renkli güveler kuşlar tarafından sık olarak avlanmaya başlarlar. Sonuçta açık renkli kelebekler sayıca azalırken, koyu renkliler fark edilmedikleri için çoğalırlar.
Doğal seleksiyon evrimcilerin iddia ettikleri gibi canlıya, herhangi bir organ ekleyip organ çıkarma, bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir.
Evrimciler tarafından sıklıkla, doğal seleksiyon yoluyla evrimleşmeye kanıt olarak gösterilen bu durumun herhangi bir şekilde evrim teorisi lehinde bir delil olarak kullanılamayacağı oldukça açıktır. Herşeyden önce, endüstri devrimi öncesinde de kelebek popülasyonu içinde siyah bireylerin var olduğuna dikkat etmek gerekir. Yani doğal seleksiyon, daha önce doğada var olmayan bir türü ortaya çıkarmış değildir. Genetik materyale herhangi bir bilgi eklenmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla, kelebekler 'tür değişimi'ne yol açacak biçimde yeni bir organ ya da özellik edinmemişlerdir. Bir kelebeğin başka bir canlı türüne, örneğin bir kuşa dönüşebilmesi için kelebeğin genlerine yeni ilaveler yapılması, yani yeni yaşamsal sistemleri oluşturacak apayrı bir genetik program yüklenmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, doğal seleksiyon evrimcilerin iddia ettikleri gibi canlıya, herhangi bir organ ekleyip organ çıkarma, bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir. Darwin'den günümüze dek bu konuda öne sürülen en 'büyük'delil de, İngiltere'deki endüstri devrimi kelebekleri hikayesinin ötesine gidememiştir. Ünlü evrim ideoloğu Fransız zoolog Pierre Grasse, Evolution on Living Organisms adlı kitabının 'Evrim ve Doğal Seleksiyon' bölümünü şöyle bitirir:
J. Huxley ve diğer biyologların evrimin doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla işlediği teorisi, demografik gerçeklerin, genotiplerin bölgesel dalgalanması ve coğrafi dağılımların bir gözleminden başka bir şey değildir. Çoğunlukla ele alınan türler on binlerce sene hiç değişmeden kalmaktadır. Koşullara bağlı olarak meydana gelen dalgalanmalar, genlerin önceden değişmesiyle beraber ele alındığında evrime delil olarak kullanılamaz; ve bunun en güzel delili de milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramayan yaşayan fosillerdir.40
Pierre Grasse'ın da itiraf ettiği gibi fosil kayıtları, çok uzun zaman geçmesine rağmen hiçbir şekilde evrim geçirmemiş hayvanların fosilleriyle doludur. Bu canlıların bu kadar uzun zaman dilimleri içerisinde nasıl olup da evrim geçirmedikleri sorusu ise, evrimcilerin asla açıklayamadıkları bir çelişkidir.
Mutasyonların Etkisi
Önceki satırlarda, Neo-Darwinist teorinin, doğal seleksiyonu mutasyonlarla birlikte işleyen bir mekanizma olarak sunduğunu belirtmiştik. Bu ikili mekanizmanın ilk parçasının, yani doğal seleksiyonun geçersizliğini inceledikten sonra, şimdi mutasyonlara daha yakından bakabiliriz.
Mutasyonlar, canlılardaki genetik bilgide meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmeler olarak tanımlanabilir. Bunlar hücrelerin çekirdeğinde bulunan DNA'yı etkilerler ve buna zarar verirler. Mutasyon meydana getiren her aracıya "mutajenik faktör" denir. Mutajenik faktör, genellikle kimyasal etkiler veya parçacık ışınımı şeklindedir.
Mutajenik faktörlere örnek olarak hardal gazı, nitrik asit gibi kimyasal maddeler sayılabilir. X-ışınları veya bir nükleer santraldan sızan radyasyon ise ışınımsal mutajenik faktördür. Işınım mutasyonu, radyoaktif bir elementten yayılan parçacıkların DNA bazları üzerinde yaptıkları hasardır. Yüksek enerji taşıyan kararsız parçacıklar, DNA bazlarına çarptıkları zaman bunların yapısını değiştirirler ve çoğu zaman hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım değişikliklere sebep olurlar.
DNA'nın yapısı ve özellikleri incelendiğinde herhangi rastgele bir etkinin, böyle hassas bir mekanizmaya zarar verebileceği anlaşılır. Bu sebeple mutasyonların bir canlıyı evrimleştirerek ileriye götürme gücü yoktur. Konu hakkında bilgi sahibi araştırmacılar da bu görüşü doğrulamaktadırlar. B. G. Ranganathan bu konuda şöyle der:
Mutasyonlar, küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Mutasyonların bütün bu dört özelliği, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek raslantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek, veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.41
Mutasyon sonucunda geriye dönülmez hasarlar oluşur ve genetik yapısı değişikliğe uğramış canlı, genetik hasarın büyüklüğüne bağlı olarak önceden tahmin edilemeyecek değişimlere uğrar. Eğer mutasyonla meydana gelen hasar, kalıtım (eşey) hücresinde ise bu, bir sonraki nesle de aktarılır.
Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceklerini, dört ana maddede açıklamak mümkündür:
Mutasyonların etkisini kavramak için, canlıların ne denli gelişmiş ve hassas birer organizmaya sahip oldukları üzerinde durmak gerekir. En ilkel organizma olarak kabul edilen tek hücreli bir canlı bile en ileri derecede özelleşmiş, kendi kendine yetebilen, mükemmel bir yapıdır. En basit bir hücre, kendi enerjisini üretebilen, kendini savunabilen, besleyebilen, kendini çoğaltabilen bir yapıya sahiptir. Böyle mükemmel bir yapıya dışarıdan yapılacak en küçük rastgele bir müdahale, en ileri derecede gelişmiş bu yapının kaçınılmaz olarak bozulmasına sebep olacaktır.
Örneğin DNA'ya dışarıdan yapılacak herhangi bir etki, DNA'nın sentezlediği proteinlerin hatalı üretimine yol açar. DNA en basit yaklaşımla bir kalıba benzetilebilir. Bu kalıbın şekline uygun olarak proteinler üretilmektedir. Bu kalıbın üzerinde meydana gelecek herhangi bir değişiklik, bu kalıba dayanılarak yapılan malzemenin de bozuk olmasına yol açacaktır. DNA kendisini kopyaladığında, oluşan her yeni hücre bu hatalı genetik koda sahip olacaktır.
Proteinlerin hatalı olarak üretilmeleri ise bunların canlı için büyük önem taşıyan hayati fonksiyonlarını yerine getirememelerine sebep olur. Bir proteinin yapısını teknik olarak incelediğimiz zaman, bunun ne kadar karmaşık bir yapı olduğunu ve üzerinde yapılan en küçük bir değişikliğin bile buna ancak zarar vereceği anlaşılabilir.
Hücreyi oluşturan ortalama bir protein, her birinin molekül ağırlığı 34.000 olan, bileşiminde 288 aminoasit bulunan, 12 farklı aminoasit türünden oluşur. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan Mycoplasma Hominis H39'un bile 600 ayrı çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. En mükemmel derecede görevini yerine getiren bu proteinlerden herhangi birinin dışarıdan gelecek bir etkiyle bozulması, hücrede kalıcı hasara yol açar. İnsandaki binlerce çeşit proteinden her birinin özelleşmiş bir görevi yerine getirdiği düşünülürse, DNA'da meydana gelen değişimlerin yıkıcı etkisi daha açık olarak anlaşılabilir.
Örneğin insan vücudunda hücrelere oksijen taşıyan "oksihemoglobin" isimli proteinin fonksiyonunu yerine getirememesi, hücrelere kan taşınamamasına ve böylece insanın nefes alabildiği halde ölmesine yol açar.
Mutasyonlar ayrıca canlının şeklini bozan hasarlara ve çeşitli kanserlere de yol açarlar.
Mutasyonların canlılara sadece hasar verdiklerinin en önemli kanıtı ise, genetik şifrenin kodlanış biçimidir. Gelişmiş canlılardaki bilinen hemen hemen tüm genler, canlıyla ilgili birden fazla bilgiyi içerirler. Örneğin bir gen, hem boy uzunluğunu, hem de canlının göz rengini kontrol ediyor olabilir. Mikrobiyoloji uzmanı Denton, insan gibi yüksek yapılı organizmaların genlerinin bu özelliğini şöyle izah eder:
Genlerin gelişim üzerindeki etkileri şaşılacak derece farklıdır. Ev faresinde tüy rengiyle ilgili hemen her gen, boy uzunluğuyla da ilgilidir. Meyve sineği Drosophila Melanogaster'in göz rengi mutasyonları için kullanılan 17 adet X ışını deneyinden 14'ünde göz rengiyle oldukça ilgisiz olan dişinin cinsel organlarının yapısı etki görmüştür. Yüksek organizmalarda incelenen hemen her gen, bir organdan fazla etkiye sahiptir. Pleiotropik etki ismi verilen bu olay hakkında Ernst Mayr "Yüksek organizmalarda pleiotropik olmayan herhangi bir genin bulunuşu şüphelidir" der.42
Canlıların genetik yapılarındaki bu özellik sayesinde, tesadüfi bir mutasyon sonucu DNA'daki herhangi bir gende meydana gelen bozukluk, birden fazla organa etki edecektir. Böylece mutasyon sadece belirli bir bölge içinde kalmayacak, çok daha fazla yıkıcı etkilere sahip olacaktır. Eğer bu etkilerin biri çok nadir rastlanacak bir tesadüf sonucunda yararlı da olsa, diğer etkilerin kaçınılmaz zararı bu faydayı mutlaka yok edecektir. Kısacası, mutasyonlar hiçbir şekilde bir canlının yararına olamaz.
Sonuç
Tüm bunlar, doğada evrim teorisinin öne sürdüğü gibi hiçbir "evrimleştirici" mekanizma olmadığını göstermektedir. Prof. Işık Bökesoy'un bir genetikçi olarak gösterdiği üç mekanizma, yani varyasyon, mutasyon ve doğal seleksiyon, asla türlerin kökenini açıklayamaz.
Prof. Işık Bökesoy'a tavsiyemiz, bir genetikçi olduğuna göre, yapısını sürekli olarak incelediği DNA'nın "kökeni" konusunda biraz olsun düşünmesidir. Bu denli kompleks bir yapının tesadüflerle ortaya çıkmasının mümkün olup olmadığı konusunda samimi bir değerlendirme yapması ve DNA'da var olan açık dizayna daha ön yargısız bir biçimde yaklaşmasıdır. Konferansta, kendisine yöneltilen "DNA'daki olağanüstü komplekslik, bir dizayn edici olmadan nasıl ortaya çıkmış olabilir?" sorusunu cevaplamaktan kaçınmıştır, ama aynı soruyu kendi vicdanında sorabilir ve belki o zaman yüzleşmekten kaçındığı gerçeği görebilir...
"Evrim Kuramı" konferansının son konuşmacısı olan Felsefe Profesörü Yaman Örs (AÜ Tıp Fakültesi Deontoloji Anabilim Dalı Başkanı), "Bilimsel Felsefe Açısından Evrim ve Evrimleşme Kavramı" başlıklı konuşmasında, evrim teorisini desteklemeye yönelik herhangi bir bilimsel bulgudan söz etmedi. Yaman Örs'ün konuşması, daha çok, yaratılışın bilim dışı olduğunu iddia etmek ve bazı evrimci argümanların mantığını savunmaktan ibaretti.
Yaratılışın bilimsel olmadığı yönündeki yanlış ve temelsiz iddiaları önceki sayfalarda cevaplandırmıştık. Bu nedenle burada sadece Örs'ün evrim teorisini savunmaya çalışan iddialarını ele alacağız.
Zaman Yanılgısı
Örs, konuşmasının başında evrim teorisinin test edilemediği yönündeki itirazları cevaplarken, bir evrim ideoloğundan alıntı yaparak şöyle dedi: "Evrimi test etmek mi istiyorsunuz, uygun bir karışımı suya atın, birkaç milyon yıl bekleyin, birkaç hücre oluştuğunu göreceksiniz."
Örs'ün başvurduğu ve evrim teorisinin de en temel sığınma noktalarından birisi olan bu argümanın temelinde, zamanın imkansızı başarabilecek bir güç olduğu varsayımı yatar. Buna göre, kimyasal bir karışımın tesadüfen aminoasitleri, proteinleri, DNA ve RNA'yı, diğer hücre parçacıklarını ve sonuçta canlı bir hücreyi oluşturmaları kısa bir zaman aralığında imkansızdır. Ancak zaman uzadıkça, örneğin milyonlarca yıla çıktıkça, bu imkansız olasılık, birdenbire mümkün hale gelir.
Evrimciler bu zaman faktörünü "faydalı tesadüflerin birikmesi" olarak açıklarlar. Yani bir yapı, faydalı bir tesadüfle olumlu bir özellik kazanacak, aradan birkaç bin yıl geçtikten sonra bir faydalı tesadüf daha ona eklenecek, birkaç on bin yıl sonra bir tanesi daha gerçekleşecek ve sonuçta milyonlarca yıl içinde bu yararlı tesadüfler birikerek büyük ve olumlu bir değişim meydana getireceklerdir.
Yaman Örs, konuşmasında evrim teorisinin iddialarına mantıksal bir zemin oluşturmaya çalıştı. Ancak kullandığı argümanların zayıflığı, teorinin içine düştüğü mantıksal çelişkilerin birer örneğiydi.
Pek çok insan, bu mantığı fazla incelemeden kabul eder. Oysa bu mantığın içinde çok basit, ama temel bir aldatmaca vardır. Bu aldatmaca, "faydalı tesadüflerin birbirlerine eklenmeleri" tezinde yatar. Oysa faydalı tesadüfleri, birbirlerine eklenmeleri için bekletecek bir mekanizma doğada yoktur.
Bununla ne demek istediğimizi, evrimcilerin de başvurduğu bir örnekle açıklayabiliriz. Önceki sayfalarda, bir proteinin tesadüfler sonucu sentezlenmesi olasılığından söz ederken, bir evrimci bilim adamından alıntı yapmış ve bunun "bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar az" olduğunu belirtmiştik.
Ancak evrimciler bu tür çelişkiler karşısında yine zaman iddiasına sığınırlar. Ve şu tür bir mantık öne sürerler: "Maymun tuşlara bastığında, her harf için 29'da 1 doğru yapma şansı vardır. Bir kere doğru tuşa bastığında, bu doğru tuş doğal seleksiyon yoluyla seçilir. Bir sonraki tuş için yapacağı hatalar da yine doğal seleksiyon yoluyla seçilir. Böylece, milyonlarca yıl süren bir eleme süreci içinde, maymun insanlık tarihini yazabilir."
Evrimcilerin savundukları tüm zaman iddialarının temelinde de buradaki mantık yatar.
Oysa az önce belirttiğimiz gibi bu yaklaşımda çok basit bir aldatmaca vardır: Doğada, maymunun bastığı tuşlardan hangisinin doğru olduğunu belirleyip seçecek bir mekanizma yoktur! "Tamam bu harf doğru oldu, şimdi bunu koruyarak bir sonraki basamağa geçelim" diyecek bir bilinç yoktur.
Dahası, doğada tuşlara basacak bir maymun bile yoktur. Çünkü tuşlara basmak da bir bilinç ister. Evrimcilerin argümanı, ancak bir daktilonun tuşlarının rüzgar, yağmur, deprem gibi doğal etkilerle hareket ettiği olmalıdır.
Buradaki mantığı Yaman Örs'ün öne sürdüğü "birkaç milyon yıl beklerseniz, bir hücre tesadüfen oluşur" örneğine uygulayalım. Bu örnek; binlerce yıllık bir süreç içinde tesadüfen bir aminoasit oluşabileceği; yüz binlerce yıl sonra tam da aynı yerde başka aminoasitler meydana gelebileceği; bunların sayılarının yüzleri bulabileceği; sonra da bunların bir sürü hatalı dizilim yaptıktan sonra doğru bir protein meydana getirecek şekilde dizileceği, bu yolla oluşacak binlerce proteininin de yine, milyonlarca yıl boyunca hatalı eşleşmeler yaptıktan sonra, günlerden bir gün doğru olan eşleşmeleri yapıp bir hücre oluşturabilecekleri varsayımına dayanır.
Dikkat edilirse, burada da elde edilmiş faydalı tesadüflerin korunması mantığı vardır. Yani bir irade, "aminoasitlerin bu şekilde dizilimleri olmadı, sil baştan yapıp bir daha dizilmelerini bekleyelim" demelidir. Oysa aminoasitler, bir protein için gerekli olan dizilimi ya da doğru dizilimin bir bölümünü "tutturduklarının" bilincinde olamazlar. Doğada da bu tür bir irade yoktur. Dolayısıyla eğer iki aminoasit faydalı bir biçimde yan yana gelseler bile, bu onlara eklenecek yeni tesadüfler için bir zemin oluşturmayacaktır. Çünkü aminoasitler birleştikleri gibi ayrılabilirler de.
Yaman Örs'ün "Evrim Kuramı" konferansında ortaya attığı, "birkaç milyon yıl bekleyin, bir hücre oluşur" sözü, hiçbir gerçekliği olmayan, bilim adı altında ortaya atılmış bir safsatadan başka bir şey değildir.
Hücrenin tesadüfen oluşması senaryosunu bu gerçekçi zeminde incelediğimizde ise, tam bir safsata ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Hücrenin ve hücreyi oluşturan milyonlarca küçük yapı taşının tesadüfen oluşmaları ve düzenli bir biçimde dizilmeleri, dev bir kentin herhangi bir inşa edici güç olmadan, doğal yollarla oluşmasına benzetilebilir. Yağmur, toprak ve ısı tesadüfler sayesinde birleşerek milyonlarca tuğla oluşturacak, sonra bu tuğlalar, rüzgar, deprem, sel gibi etkilerle yanyana ve üst üste dizilip evleri meydana getirecek, yolları ve kaldırımları ortaya çıkaracaklar, sonunda da kocaman bir kent tesadüfen var hale gelecektir.
Size birisi böyle bir iddia bulunursa, onun akli dengesinden kuşkulanırsınız. Peki bu şehrin kısa bir zamanda değil de, birkaç milyon yıl içinde oluştuğunu öne sürerse bir şey değişir mi?
Elbette değişmez. Safsata safsatadır ve imkansız da, ne kadar uzun bir zamana yayılırsa yayılsın, imkansızdır.
Ne yazık ki Yaman Örs'ün "Evrim Kuramı" konferansında ortaya attığı, "Birkaç milyon yıl bekleyin, bir hücre oluşur" sözü de, bilim adı altında ortaya atılmış bir safsatadan başka bir şey değildir.
Deniz Sahili ve Dizayn
Yaman Örs'ün konuşmasında yer alan bir başka yanılgı ise, doğadaki dizaynın varlığını reddetmeye yönelik bir örnekti. Örs, bu amaçla bir deniz sahilindeki taş ve kumların düzenli dizilişlerinden söz etti. Bir sahile baktığımızda, büyük taşların sahilin en gerisinde yer aldıklarını, daha ufak çakılların denize daha yakın olduğunu, iri kumların daha aşağıda, daha ufak kumların ise en aşağıda olduğunu görebilirdik. Ve denizin doğal düzenleyici etkisinin bilincinde olmayan bir kişi, bu sahili gördüğünde buradaki düzenin insan eliyle oluşturulduğunu düşünebilirdi. Yani ortada bir dizayn yokken, dizayn olduğu izlenimine kapılabilirdi.
Yaman Örs, bu örneği doğanın geneline de uyguladığı ve aslında doğal süreçlerle meydana gelebilecek düzenlemelerin bir "dizayn" ürünü sanılabileceğini ileri sürdü.
Ancak biraz dikkatli bir göz, Yaman Örs'ün verdiği örneğin çok yanıltıcı bir örnek olduğunu kolaylıkla görebilir. Çünkü Örs'ün örnek verdiği düzenlilik, yani sahildeki taşların sıralanması, çok zayıf bir düzenliliktir. Doğal nedenlerle açıklanabilmesinin nedeni de budur. Ancak eğer düzenlilik çok daha belirgin ve kompleks hale gelirse, bu bir Yaratıcının varlığını bize kanıtlar. Bu olağanüstü düzenliliği yaratan üstün güç sahibi olan, herşeyi bilen Allah'tır.
Örneğin eğer Örs'ün örnek verdiği kumsalda, kumdan yapılmış ve oldukça da düzgün kaleler bulunsaydı, kimse bunların doğal nedenlerle oluştuğunu öne süremezdi. Varılacak yegane sonuç, bu kumdan kalelerin sahilde oynayan çocuklar, yani bilinçli "dizayn edici"ler tarafından yapıldığı olurdu.
Bu iki örnek, bize bir yerde dizayn olup olmadığına karar vermek için gerekli kıstasın ne olduğunu da gösterir. Eğer gözlemlediğimiz düzenlilik çok karmaşık ve kompleks ise, bir dizaynın var olduğundan emin olabiliriz.
Örneğin bir dağın yüzeyinde belli-belirsiz bir insan çehresi olduğunu fark ederseniz, bunun bir dizaynın mı, yoksa bir tesadüfün mü sonucu olduğuna karar veremezsiniz. Ancak ABD'deki Rushmore Dağı'nı gördüğünüzde, dizayn çok açık bir biçimde kendisini belli eder. Çünkü bu dağın yüzüne kazınmış olan dört ABD Başkanının yüzleri, hiçbir tesadüfle açıklanamayacak kadar kompleks ve detaylı bir düzenliliktir.
Doğada gözlemlediğimiz dizayn ise, inanılmayacak kadar kompleks ve detaylı bir düzenliliğe sahiptir. Bu, Amerikalı mikrobiyolog Michael Behe'nin tanımıyla "indirgenemez bir komplekslik"tir (irreducible complexity). Örneğin bir insan gözü, kırktan fazla küçük parçacıktan oluşmuştur ve bu parçacıkların tek bir tanesi bile olmasa ya da çalışmasa göz , işe yaramaz hale gelir. Bu denli kompleks bir yapının, amaçsız ve tesadüfi mutasyonlarla açıklanması ise kesinlikle imkansızdır.
Bunların her birini Allah büyük bir ilimle yaratmıştır.
1. Bkz. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Maryland: Adler & Adler, 1986.
2. Michael J. Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press 1996, ss. 232-233.
3. Nature, cilt 382, 1 Ağustos 1996, s. 401.
4. Carl O. Dunbar, Historical Geology, New York: John Wiley and Sons, 1961, s. 310.
5. L. D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, Cilt 98, 1980, s. 86.
6. L. D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, Cilt 98, 1980, s. 86; L. D. Martin "Origins of Higher Groups of Tetrapods", Ithaca, New York: Comstock Publising Association, 1991, ss. 485, 540.
7. S. Tarsitano, M. K. Hecht, Zoological Journal of the Linnaean Society, Cilt 69, 1985, s. 178; A. D. Walker, Geological Magazine, Cilt 177, 1980, s. 595.
8. Pat Shipman, "Birds do it... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 Şubat 1997, s. 31.
9. "Old Bird", Discover, 21 Mart 1997.
10. "Old Bird", Discover, 21 Mart 1997.
11. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", s. 28.
12. S. J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, Vol 3, 1977, s. 147.
13. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", s. 28.
14. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", s. 28.
15. Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 Kasım 1980, Bölüm 4, s. 15.
16. Colin Patterson, Harper's, Şubat 1984, s. 60.
17. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields, 1982, ss. 30-31.
18. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe, ss. 30-31.
19. Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, London: Sphere Books, 1984, s. 230
20. Jean-Jacques Hublin, The Hamlyn Encyclopœdia of Prehistoric Animals, New York: The Hamlyn Publishing Group Ltd. 1984,120.
21. Bilim ve Teknik Dergisi, Kasım 1998, Sayı 372, s. 21.
22. Jacques Millot, "The Coelacanth", The Scientific American, Aralık 1955, Sayı 193, s. 39.
23. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields 1982, s. 32.
24. Maria Genevieve Lavanant, Bilim ve Teknik, Nisan 1984, Sayı 197, s. 22.
25. Jacques Millot, "The Coelacanth", The Scientific American, Aralık 1955, Sayı 193, s. 39.
26. Maria Genevieve Lavanant, Bilim ve Teknik, Nisan 1984, Sayı 197, s. 22.
27. Philip E. Johnson, Darwin on Trial, 2.b. Illinois: Intervarsity Press 1993, s. 131.
28. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 61.
29. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 61.
30. Richard B. Bliss & Gray E. Parker, Origin of Life, California 1979, s. 14.
31. S. L. Miller, "Production of Amino Acids Under Possible Primitive Earth Conditions", Science 1953, Sayı 117, s. 258.
32. Kevin McKean, Bilim ve Teknik, Sayı 189, s. 7.
33. Philip H. Abelson, "Chemical Events on the Primitive Earth", National Academy of Science Proceedings, Sayı 55, 1965, s. 1365.
34. J. P. Ferris & C. T. Chen, "Photochemistry of Methane, Nitrogen, and Water Mixture As a Model for the Atmosphere of the Primitive Earth", Journal of American Chemical Society, Cilt 97, Sayı 11, 1975, s. 2964.
35. Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7.
36. Charles F. Davidson, "Geochemical Aspects of Atmospheric Evolution", National Academy of Science Proceedings, Sayı 53, 1965, s. 1200.
37. R. T. Brinkman, "Dissociation of Water Vapor and Evolution of Oxygenic the Terrestrial Atmosphere", Journal of Geophysical Research, Cilt 74, Sayı 23, 1969, s. 5366.
38. Richard B. Bliss & Gray E. Parker, Origin of Life, California 1979, s. 25.
39. Klaus Dose, "The Origin of Life: More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science News, Sayı 13, 1988, s. 348.
40. Philip Johnson, Darwin on Trial, s. 68-69.
41. Pierre Paul Grasse, Evolution on Living Organisms: Evidence for a New Theory of Information, Academic Press, Ocak 1978.
42. B. G. Ranganathan, Origins? , Pennsylvania: The Banner of Truth Trust 1988.