9 Ocak 2000 tarihinde, Milliyet gazetesinde "Robotlar Akıllanıyor" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazının genelinde verilen bilgi, yakın bir gelecekte robotların hızla gelişeceği ve insanlığa pek çok alanda çok önemli katkılarda bulunabileceği yönündeydi. Ancak bu bilgilerin aktarılışı klasik bir evrim propagandası şeklinde yapılmış ve yazı boyunca son derece hayali ve bilimle ilgisi olmayan evrimci ön yargılar bilgisayar teknolojisinde yaşanan gelişmelerle bağdaştırılmaya çalışılmıştı. Bu yazıdaki evrimci yanılgıların bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Söz konusu yazıda bilgisayarların 2010 yılında kertenkele zekasına ulaşacakları, 2050 yılında ise insan beynine rakip olacakları iddia edilmektedir. Bilindiği gibi evrimciler, insanların atalarının önce balıklardan evrimleşen sürüngenler oldukları ve sürüngenlerin evrimleşerek maymunlara ve nihayetinde insanlara dönüştükleri gibi bilim dışı bir tezi öne sürmektedirler. Bu yazıda da bilgisayarların gelişimi aynı süreç ile açıklanmaya çalışılmış, bilgisayarların da insan beyni ile rekabet edebilmek için sözde aynı evrimsel safhalardan geçmeleri gerektiği söylenmiştir. Bu yanılgıya göre bilgisayarların ilk önce bir sürüngen olan kertenkelenin zekasına ulaşmaları kehanetinde bulunulmuş, hatta bunun için bir de kesin bir tarih belirlenmiştir: 2010.
Günümüzde evrim teorisinin bilimsel açıdan hiçbir geçerliliği olmadığı kesin olarak ispatlanmıştır. Ancak evrimciler, körü körüne bağlı oldukları teorilerini bırakmamak için farklı taktikler kullanarak, evrimin bilimsel olarak kanıtlanmış ve her konuyu açıklayabilen bir teori olduğu yalanını insanlara telkin etmeye çalışmaktadırlar. Robotlarla ilgili yazı da bunun tipik bir örneğidir. Bilgisayarların, sürüngenden insana uzanan hayali evrim sürecini izleyeceklerini iddia etmek, evrimcilerin çaresizliklerinin bir göstergesinden başka bir şey değildir.
İnsan beyni bir bilgisayar gibi kablolara ve elektrik devrelerine indirgenemez. Evrimcilerin ortaya attığı bu materyalist yaklaşım da, diğer bütün evrimci iddialarda olduğu gibi bilim karşısında yenilmiştir. Bilim insan zihninin sadece beyinden ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. İnsanı insan yapan, onu diğer canlılardan farklı kılan ruhudur.
Yazıdaki en büyük yanılgılardan biri bilgisayarların bir gün gelip insan beyni ile aynı işlevlere sahip olacağının iddia edilmesidir. Yazıda bu iddianın dile getirildiği cümlelerden biri şöyledir: "2040'da ise bilim kurgunun başlıca teması gerçek olacak ve robotları yapmanın orijinal hedefine ulaşılacak: Bir insanın düşünme kabiliyetine sahip olarak serbest bir şekilde hareket eden bir makine."
Evrimciler materyalist bir dünya görüşüne sahiptirler ve bu nedenle insan bilincinin ve zihninin sadece beyinden ibaret olduğunu ve insan beyninin ise kablolara, elektrik devrelerine indirgenebileceğini zannetmektedirler. Oysa bugün insan zihninin ve bilincinin sadece beyinden ibaret olmadığı bilimsel araştırmalar neticesinde anlaşılmıştır. Dolayısıyla, hiçbir gelişme bilgisayarların, elektrik devrelerinin, kabloların veya cansız maddelerin insan zihni ile aynı özelliklere sahip olmalarını sağlayamaz. Elektrik kablolarının düşünemeyecekleri, muhakeme ve yargı yeteneklerinin olmayacağı, insiyatiflerine göre karar veremeyecekleri, sevinç, üzüntü, sevgi, merhamet, şefkat, fedakarlık gibi duyguları yaşayamayacağı çok açıktır. Bu özelliklerin hepsi insan ruhuna ait özelliklerdir. Bunları nöronların veya elektrik kablolarının işlevi olarak görmek büyük bir yanılgıdır.
Bilgisayarlar geliştikçe insanların üzerlerindeki birçok sorumluluğun daha da azaldığı bir gerçektir. Ancak bunun bir insanın kağıt kalemle hesap yapmasındansa bilgisayarda veya hesap makinesinde hesap yapmasından hiçbir farkı yoktur. Sonuçta bilgisayarlar insan zekasının ve teknolojinin imkanlarının el verdiği ölçüde gelişecek ve bu gelişimler insanlığa birçok katkıda bulunacaktır. Ancak bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi bilgisayarların veya robotların insanlara rakip olacakları, insanlar gibi düşünüp, karar verebilecekleri bir gelişim asla mümkün olamaz, çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi insan zihni ve bilinci sadece beyinle veya nöronlarla açıklanamaz, maddeye indirgenemez, bunların ötesinde çok önemli özelliklere sahiptir.
Evrimcilerin iddiaları bilim-kurgu filmlerinin senaryolarından farksızdır. İnsan zihnini bilgisayarlar ile kıyaslamaya çalışan evrimciler maddenin kendi kendini organize edemeyeceği gerçeğini göz ardı edecek kadar dogmatik davranmaktadırlar.
Evrimcilerin insan beyni gibi düşünebilen bilgisayarlar üretilebileceğini söylerken insanlara telkin etmeye çalıştıkları bir diğer yanılgı ise şudur: Evrim teorisi canlılığın cansız maddelerin kendi kendilerini tesadüfler neticesinde organize etmeleri sonucunda meydana geldiğini iddia eder. Evrimciler, bu yanılgılarının bir devamı olarak da cansız maddelerden oluşan bilgisayarların bir canlı ile aynı temel özellikleri gösterebileceği yanılgısını öne sürmüşlerdir. Böylece "bilgisayarlar gibi cansız maddeler bunu yapabildilerse, demek ki geçmişte de bu gerçekleşmiştir" gibi mantık dışı bir düşünceyi insanlara telkin etmeyi amaçlamışlardır. Oysa bilgisayarlar, gerçekte maddenin hiçbir zaman kendi kendini organize edemediğinin bir kanıtıdır. Çünkü hiçbir bilgisayar, hatta bir bilgisayarın en ufak parçası dahi "kendi kendine" ve doğal süreçlerle oluşmaz. Aksine, bu konuda uzman olan insanlar tarafından bilinçli bir şekilde oluşturulur. Canlıları da üstün bir akıl ve ilim sahibi olan Allah yaratmıştır.
Henry M. Morris
Milliyet gazetesindeki haberde yer alan evrimci mantıklar, aslında bilimsel hiçbir dayanağının bulunmadığı anlaşılan evrim teorisini ayakta tutmak için başvurulan propaganda yöntemlerinin bir örneğidir. Evrimciler evrimle hiçbir ilgisi olmayan konuları dahi evrimle ilgiliymiş gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Ünlü Amerikalı biyokimya profesörü Michael J. Behe, evrimcilerin ümitsiz çırpınışlarının bir ürünü olan bu taktiklerinden şöyle söz etmektedir:
Hatta bu teori (evrim), bazı bilim adamları tarafından insan davranışlarının anlaşılması için de genişletilmişti: İntihar eden insanlar neden bunalıma düşer, neden gençler evlenmeden çocuk sahibi olurlar, neden bazı gruplar zeka testlerinden diğerlerinden daha başarılı olur ve neden dini misyonerler evlenemez ve çocuk sahibi olamazlar! Evrimsel düşünceye konu olmamış hiçbir şey kalmamıştır aslında -bir organ veya fikir, görüş ya da duygu olsa bile!92
Bir diğer Amerikalı bilim adamı Henry M. Morris ise evrim teorisinin ulaştığı ilgisiz alanların neler olduğunu sıralamıştır:
Evrim kavramı kısa zamanda biyolojik alanın dışına da yayılmıştır. Bir yanda yıldızlar ve kimyasal elementlerin oluşumu gibi inorganik konular, bir yanda dil bilimi, sosyal antropoloji, karşılaştırmalı kanun ve din gibi konular evrimci bir açıdan incelenmeye başlanmıştır, ta ki bugün bizler evrimi evrensel ve herşeyi sarıp kuşatan bir süreç olarak görene kadar.93
Bu bilim adamının da belirttiği gibi evrimcilerin amaçları hiçbir bilimsel geçerliliği olmamasına rağmen evrim teorisini "evrensel ve herşeyi sarıp kuşatan bir süreç" gibi göstermektir. Milliyet gazetesindeki yazı da bu yanlış bakış açısından etkilenerek kaleme alınmıştır. Ancak bu gibi abartılı propaganda yöntemleri, Darwinizm'in ne denli büyük bir çaresizlik içinde olduğunu göstermekten başka bir sonuç doğurmamaktadır.
İnsanlar nasıl herhangi bir evrim süreciyle oluşmayıp, sonsuz akıl ve ilim sahibi Allah tarafından yaratıldılarsa, bilgisayarlar da evrimleşemezler. Bilgisayarları ve robotları da, Rabbimiz olan Allah'ın kendisine verdiği zekayı ve ilmi kullanan bilinç sahibi insanlar geliştirir ve diğer insanların hizmetlerine sunarlar. Milliyet gazetesinin yayınlarında bu gerçeği göz önünde bulundurması, daha akılcı, bilimsel ve güvenilir bir tavır olacaktır.
9 Ocak 2000 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan "İnsan, Diliyle Hayatta Kaldı" başlıklı haberde insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiği yönündeki Darwinist yalan tekrarlandı. Ancak haberde önemli bazı bilgi hataları yer alıyordu. Bu bilgi hatalarının başında, soyu tükenmiş bir insan ırkı olan Neandertal insanlarının sözde "ilkel" ve konuşamayan bir tür olarak gösterilmesi geliyordu. Oysa, evrimci paleontologlar tarafından uzun yıllar boyunca savunulmuş olan bu görüş, son yıllardaki bilimsel bulgular karşısında çökmüş durumdadır. Milliyet'in haberinde yer alan diğer bilgi hatası ise, evrimciler tarafından "Homo sapiens" sınıflamasına dahil edilmeyen diğer "Homo" (İnsan) gruplarının "insan" olarak sayılmamasıydı. Yani evrimciler tarafından Homo erectus ve Homo neanderthalensis sınıflamasına dahil edilen insanlar, Milliyet tarafından "insan" olarak sayılmıyor, sözde "ilkel" bir canlı türü olarak yorumlanıyordu.
Milliyet Gazetesi'nde yer alan bilgi hatalarının ve yanılgıların doğru cevapları "8 Eylül 1999 Tarihli Hürriyet Gazetesi'ndeki Yanılgı", "Star Gazetesi'nin Neandertaller'le İlgili Yamyamlık Yanılgısı" ve "Ayyıldız Gazetesi'ndeki Neandertaller Aramızda Yanılgısı" başlıkları altında anlatılmıştır. Bu nedenle burada tekrar edilmeyecektir.
Sayın Yalçın Doğan'ın köşesinde, "Milyon Yıl Sonra: İnsan Bize Benziyor" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yalçın Doğan bu yazısında insanın maymunlarla aynı ortak kökenden geldiği yönündeki Darwinist iddiayı savunuyordu. Yalçın Doğan'ın bu iddiaya kendince "delil" olarak gösterdiği en önemli konu ise, insan ve maymun DNA'ları arasında % 99'luk benzerlik bulunduğu yönündeki klasik evrimci anlatımdı. Doğan şöyle yazıyordu:
İnsan ve maymun... Eski tez... Modern bilim bu benzerliği artık iyice kanıtlıyor... İnsanın en yakını maymunlar. Hatta bu benzerlik son bulgularla yüzde 99'a çıkıyor.
Yalçın Doğan'ın sözünü ettiği insan ile maymun DNA'ları arasındaki benzerlik konusu, evrimcilerin topluma yönelik bir propaganda malzemesi olarak kullandıkları, son derece çarpıtılmış bir bilgidir. Gerçekte ise ne maymunlar ile insanlar ne de bir başka canlı sınıfı arasındaki genetik ya da biyokimyasal karşılaştırmalar, Darwinist teoriyi desteklememekte, aksine yalanlamaktadır.
Genetik bilimi, canlılığın ne denli kompleks olduğunu göstermektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, yeryüzünde yaşayan canlıların birbirlerine yakın DNA yapısına sahip olmaları beklenmedik bir durum değildir. Canlıların temel yaşamsal işlevleri birbiriyle aynıdır ve insan da canlı bir bedene sahip olduğuna göre, diğer canlılardan farklı bir DNA yapısına sahip olması beklenemez. İnsan da diğer canlılar gibi proteinlerle beslenerek gelişir, onun da vücudunda kan dolaşır, hücrelerinde her saniye oksijen kullanılarak enerji üretilir.
Dolayısıyla canlıların genetik benzerliklere sahip olmaları, ortak bir atadan evrimleştikleri yanılgısına delil olarak gösterilemez. Evrimciler, eğer ortak atadan evrimleşme teorisini kendilerince delillendirmek istiyorlarsa, birbirinin atası olduğu iddia edilen canlıların moleküler yapılarında da bir ata-torun ilişkisi olduğunu göstermek zorundadırlar. Oysa, birazdan inceleyeceğimiz gibi, bu yönde hiçbir somut bulgu yoktur.
Bu hatırlatmanın ardından "insan DNA'sı ile maymun DNA'sı arasındaki benzerlik" konusunu ele alalım. Evrimci yayınlarda bu yanılgı bir tür slogan haline gelmiştir ve çoğu insan buna aldanarak Darwinizm'in çok büyük bir ispatı sanır. Ancak eğer bu konuda biraz daha geniş bir araştırma yapılırsa, çok daha ilginç başka canlıların DNA'sının da insanınkine benzerlik gösterdiği görülebilir.
DNA sarmalı
Bu benzerliklerden biri, insan ile nematod sınıflamasına ait solucanlar arasındadır. New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA'larında %75'lik bir benzerlik ortaya koymuştur.94 Bu elbette insan ile nematodlar arasında sadece %25'lik bir farklılık bulunduğu anlamına gelmemektedir! Eğer evrimcilerin kurguladığı hayali soyağacına bakılırsa, insanın dahil edildiği Chordata sınıflaması ile Nematoda sınıflamasının 530 milyon yıl önce bile birbirlerinden ayrı oldukları görülür. Bu durum açıkça göstermektedir ki, iki farklı canlı kategorisinin DNA zincirlerindeki benzerlik, bu canlıların ortak bir hayali atadan evrimleştikleri iddiasına delil oluşturmamaktadır.
Evrimcilerin "insan ile maymun arasındaki genetik benzerlik" konusunda kullandıkları örneklerden bir diğeri, insanda 46, şempanze ve gorillerde ise 48 kromozom bulunmasıdır. Evrimciler, kromozom sayılarının yakınlığını sözde evrimsel bir ilişkinin göstergesi sayarlar. Oysa eğer evrimcilerin kullandığı bu mantık doğru olsaydı, insanın maymundan daha yakın bir akrabası olması gerekirdi: "Patates"! Çünkü patatesin kromozom sayısı insana goril ve şempanzeden çok daha yakındır: 46. Yani insan ve patates kromozomları eşit sayıdadır. Bu durum, DNA benzerliğinin evrime kanıt oluşturmayacağının çarpıcı bir göstergesidir.
Evrimcilerin bu konuda yaptıkları tek şey, bilgileri seçici olarak kullanıp bunların arasından propaganda malzemesi oluşturmaktır. İnsan ile maymunun ortak bir atadan geldiğini iddia ettikleri için, insan DNA'sı ile maymun DNA'sı arasındaki benzerliği ön plana çıkarmaktadırlar. Eğer insanların en yakın akrabalarının solucanlar veya patatesler olduğunu öne sürüyor olsalardı, bu kez üstte verdiğimiz bilgilerden propaganda malzemesi oluşturacaklardı.
Oysa konuya bu gibi sınırlı örneklerle değil de, bir bütün olarak bakılırsa, canlıların arasındaki biyokimyasal karşılaştırmaların Darwinizm'i desteklemediği, görülmektedir.
Sayın Yalçın Doğan, Milliyet'teki yazısında moleküler biyolojideki gelişmelerin Darwinizm'i doğruladığını öne sürmektedir. Oysa son 20-30 yıldır farklı canlıların biyokimyasal yapılarını karşılaştırmak için yürütülen çalışmalar, beklenenin aksine, evrimciler açısından hiç de sevindirici olmayan sonuçlar ortaya koymuştur. Çeşitli canlılardaki protein dizilimleri laboratuvarlarda analiz edildikçe, ortaya Darwinist soyağacını alt-üst eden sonuçlar çıkmaktadır.
Örneğin insandaki Sitokrom-C proteini bir atınkinden 14 amino asit farklıyken, bir kangurununkinden yalnızca 8 amino asit farklıdır. Yine Sitokrom-C dizilimi incelendiğinde, kaplumbağaların insanlara kendileri gibi bir sürüngen olan çıngıraklı yılanlardan daha yakın olduğu görülür. Bu durum evrimci bakış açısına göre yorumlandığında kaplumbağaların yılanlardan çok insanlarla yakın akraba oldukları gibi anlamsız bir sonuç çıkacaktır.
Benzer gerçekler hemoglobin proteini için de bulunmuştur. Bu proteinin insandaki dizilimi lemurunkinden 20 amino asit farklı iken, domuzdakinden yalnızca 14 amino asit farklıdır. Durum diğer proteinler için de yaklaşık olarak aynıdır.95
Evrimcilerin bu durumda, insanın evrimsel olarak kanguruya attan daha yakın olması ya da domuzla lemurdan daha yakın akraba olduğu gibi sonuçlara varmaları gerekir. Oysa bu sonuçlar, şimdiye kadar kabul edilmiş tüm "evrimsel soyağacı" şemalarına aykırıdır. Protein benzerlikleri şaşırtıcı sürprizler doğurmaya devam etmektedir. Örneğin: Cambridge Üniversitesi'nden Adrian Friday ve Martin Bishop ellerindeki "beşparmaklı canlıların protein dizilimi" verilerini analiz etmişlerdir. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır.96
Karada yaşayan omurgalıların el ve ayaklarının beş parmaklı olması uzun zamandır evrim lehine bir delil gibi gösterilir. Ancak son araştırmalar bu kemik yapılarının çok farklı genler tarafından kontrol edildiğini dolayısıyla ortak bir atadan evrimleşme iddiasına delil olamayacağını göstermektedir.
Yine bu benzerliklere evrimci bir mantıkla yaklaşıldığı takdirde, insanın en yakın evrimsel akrabasının tavuk olduğu gibi saçma bir sonuca varmamız gerekmektedir. Paul Erbich, moleküler analizlerin çok farklı canlı sınıflarını birbirine yakın gibi gösteren sonuçlar verdiğini şöyle vurgular:
Yaklaşık aynı yapı ve fonksiyonlara sahip proteinlere (homolog proteinler), filogenetik olarak değişik, hatta birbirinden çok farklı canlı sınıflarında gittikçe artan sayılarda rastlanmaktadır (örneğin, omurgalılardaki, bazı omurgasızlardaki ve hatta bazı bitkilerdeki hemoglobin gibi.)97
South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden biyokimya araştırmacısı Dr. Christian Schwabe, moleküler alanda evrime kendince delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler üzerinde incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Trends in Biochemical Sciences dergisindeki bir makalesinde şöyle demektedir:
Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metod olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum.98
Schwabe'nin relaxin proteini üzerinde yaptığı çalışmalar oldukça ilginç sonuçlar ortaya koymuştur:
Yakın akraba olduğu bildirilen türlerin relaxinleri arasındaki yüksek değişkenliğin yanı sıra, domuzun ve balinanın relaxinleri bütünüyle aynıdır. Farelerden, Yeni Gine domuzundan, insandan ve domuzdan alınan moleküller, birbirlerinden yaklaşık %55 uzaktır. Buna rağmen insülin, insanı şempanzeden daha çok domuza yakın kılmaktadır.99
Schwabe, insülin ve relaxin dışında diğer pek çok protein dizilimlerini karşılaştırdığında da aynı gerçekle yüz yüze gelmiştir. Relaxin ve insülin türlerinin ortaya koyduğu istisnalar dışında, evrimin öne sürdüğü türden düzenli bir moleküler gelişmeyi yalanlayan pek çok protein türü olduğunu belirten Schwabe şunları söylemektedir:
Relaxin ve insülin aileleri, moleküler evrimin klasik "tek ağaçtan evrimleşme" yorumu karşısındaki yegane istisnalar değildir. Anormal protein benzerliği örnekleri, görünürde açıklaması ancak hayal gücüyle sınırlandırılabilecek bir sayıyı kaplamaktadır.100
Schwabe, canlılardaki lizozimler, sitokromlar ve pek çok hormonların da amino asit dizilimlerinin karşılaştırılmasının evrimciler açısından "beklenmedik sonuçlar ve anormallikler" ortaya koyduğunu belirtmektedir. Schwabe, tüm bu kanıtlara dayanarak, proteinlerin hepsinin hiçbir evrim geçirmeden başlangıçtaki yapılarına sahip olduklarını ve moleküller arasında, aynı fosiller arasında olduğu gibi, hiçbir ara geçiş formu bulunmadığını savunmaktadır.
Michael Denton'ın Evrim: Kriz İçinde Bir Teori adlı kitabı
Avusturalyalı moleküler biyolog Prof. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında, Darwinizm'in iddialarının en açık olarak moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgular tarafından geçersiz kılındığını belirtir. Denton, bu konuda şu yorumu yapmaktadır:
Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.101
Özetlemek gerekirse, canlılardaki benzer organlar ya da benzer moleküler yapılar, bu canlıların ortak bir atadan evrimleştikleri teorisine hiçbir destek sağlamamaktadır. Aksine, bu benzerlikler, canlılar arasında kurulabilecek her türlü hiyerarşik evrim şemasını imkansız hale getirmektedir. İnsan, bir protein karşılaştırmasına göre tavuklara, bir diğer karşılaştırmaya göre nematod solucanlarına, bir başka analize göre de timsahlara "benzer" gibi çıkıyorsa, insanın bu canlılardan herhangi birinden ya da başka hiçbir canlıdan evrimleştiği öne sürülemez.
Sayın Yalçın Doğan muhtemelen bu konularda evrimci yayınların etkisinde kalmış ve tarafsız kaynakları inceleme imkanı bulamamıştır. Eğer konuyu biraz daha yakından inceleme imkanı bulursa, ne moleküler biyolojinin, ne de paleontoloji veya anatomi gibi başka bilim dallarının, Darwin'in evrim teorisini desteklemediğini görebilir.
Darwinizm, Yalçın Doğan'ın "eski tez" derken kabul ettiği gibi bir 19. yüzyıl fikridir. Ama 19. yüzyıldaki pek çok fikir gibi yanlıştır ve yanlışlığı çağdaş bilim tarafından ortaya konmuştur. Bilim, canlıların arasında evrimsel ilişkiler bulunmadığını, her bir canlı sınıfının birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktığını ve canlılarda rastlantılarla açıklanması mümkün olmayan üstün tasarımlar bulunduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle, bilim, canlıları Yüce Allah'ın yaratmış olduğu gerçeğini bir kez daha tasdik etmektedir.
30Nisan 2000 tarihli Milliyet gazetesinin 2000 ekinde "Ne İnsan Ne Maymun" başlıklı bir yazı yayınlanmıştır. Söz konusu yazıda Güney Afrika'da Sterkfontein Mağaralarında bulunan 2 milyon yıllık kafatasının, insansı bir tür maymuna ait olduğu ve bu kafatasının incelenmesiyle insanın sözde ataları hakkında bilgi edinilebileceği iddia edilmektedir. Oysa birkaç paragraflık bu yazı incelendiğinde, verilen bilgilerin evrimci masalları tasdik eden hiçbir yönü olmadığını görmek mümkündür.
Yazıda söz konusu kafatasının "Paranthropu robustus" türünden bir dişiye ait olduğu belirtilmiştir. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, "Paranthropu robustus" -diğer adıyla Australopithecus robustus- kesinlikle bir maymun türüdür ve insanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuyla ilgili şu bilgileri verebiliriz:
Australopithecus kelimesi "güney maymunu" anlamına gelir. Bu canlıların ilk olarak Afrika'da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecuslar arasında bazı ayrımlar vardır. Evrimciler Australopithecus türlerini çeşitli şekillerde isimlendirmişlerdir.
Australopithecuslar'ın hayali çizimlerine bir örnek.
Ancak şunu belirtmeliyiz ki, Australopithecus türlerinin tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Tümünün beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm.) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek Australopithecus dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren delillerdir.
Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecuslar'ın, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik olarak yürüdükleri tezidir. Ama pek çok bilim adamı, Australopithecus'un iskelet yapısı üzerinde sayısız araştırma yapmış ve bu iddianın geçersizliğini ortaya koymuştur. İngiltere ve ABD'den iki anatomist, Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard'ın, Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar bu canlıların iki ayaklı olmadıklarını, günümüz maymunlarınınkiyle aynı hareket şekline sahip olduklarını göstermiştir. İngiliz hükümetinin desteğiyle, beş uzmandan oluşan bir ekiple bu canlıların kemiklerini on beş yıl boyunca inceleyen Lord Zuckerman, kendisi de bir evrimci olmasına rağmen, Australopithecuslar'ın sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.102 Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecuslar'ın iskelet yapılarını günümüz orangutanlarınınkine benzetmektedir.103
Evrimciler Australopithecus türlerinin dik yürüdüklerini dolayısıyla insanın atası olduklarını iddia ediyorlardı. Ancak insan ve maymunun iç kulaklarındaki denge merkezleri karşılaştırılmış ve sonuçlar, Australopithecus'un dik yürüdüğü iddiasını yalanlamıştır.
Son olarak 1994 yılında İngiltere'deki Liverpool Üniversitesi İnsan Anatomisi ve Hücre Biyolojisi Bölümü'nde görevli Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı çok farklı bir yöntemle, Australopithecuslar'ın 4 ayaklı oldukları sonucuna ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Dik yürüyen insanların kanalları ile, eğik yürüyen maymunların kanalları birbirlerinden somut bazı farklılıklarla ayrılıyorlardı. Spoor, Wood ve Zonneveld'in, inceledikleri tüm Australopithecus örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınkiyle aynıydı. Bu bulgu çok önemli bir sonucu göstermekteydi: Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardı. İnsanlarla ilgileri yoktu. Nature dergisi 23 Haziran 1994 tarihli sayısında yayınlanan makalelerinde şu sonucu ifade etmişlerdi:
Güney Afrika'da yaşayan Australopithecus ve Paranthropus kafataslarındaki yarı dairesel kanalın boyutları, bugün halen yaşamakta olan büyük maymunlarla aynı özellikleri göstermektedir.104
Tüm bu bilgilerin sonucunda ortaya çıkan ise şudur: Australopithecuslar, insanlarla hiçbir ilgisi olmayan, nesli tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildirler.
Dolayısıyla yakın zamanda bulunmuş olan 2 milyon yıllık Australopithecus robustus türüne ait kafatasının, insanın evrimi masalını doğrulayan hiçbir yönü yoktur. Bu tarz haberler belirli bir amaca hizmet etmektedir: Evrim propagandasını aralıksız sürdürmek ve insanlara hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan bu masalın gerçek olduğu yönünde telkinde bulunmak…
Ancak şunu da hatırlatmalıyız ki, insanlar özellikle son dönemlerde evrimin nasıl bir safsata olduğu konusunda bilinçlenmişlerdir. Her gün sansasyonel başlıklarla, içeriği bomboş yazılarla, çocukların bile inanmayacağı iddialarla ortaya çıkan evrimcilerin tutumu, aklı başında insanların gözlerini boyamayı başaramamaktadır. Çünkü gerçek bilime sahip çıkan ve savunan insanlar, maymun-insan hikayelerinin Yaratılış Gerçeği'ni reddetme çabası içinde olan bazı kişilerin gündemde tuttukları bir yalan olduğunu artık anlamıştır.
25 Haziran 2000 tarihli Milliyet gazetesi'nde, "Kuşların Atası Kuş Çıktı" başlıklı bir haber yayınlandı. Söz konusu haber Orta Asya'da yeni bulunan bir canlı fosili hakkındaydı. Science ve Nature gibi ünlü bilim dergileri ve dünyaca tanınmış BBC televizyonu tarafından duyurulan bu gelişme şöyle:
Orta Asya'da bulunan ve günümüzden 220 milyon yıl önce yaşadığı anlaşılan söz konusu fosilin tüm vücudunun tüylerle kaplı olduğu, kuşların atası olduğu iddia edilen Archaeptoryx'de ve günümüz kuşlarında olduğu gibi bir lades kemiğine sahip olduğu ve tüylerinde ise içi boş sapların bulunduğu tespit edildi. Bu ise, ARCHAEOPTERYX'IN KUŞLARIN ATASI OLDUĞU İDDİALARINI GEÇERSİZLEŞTİRİYOR. Çünkü bulunan fosil Archaeopteryx'ten 75 milyon yıl daha yaşlı; yani kuşların atası olduğu iddia edilen canlıdan 75 milyon yıl önce de tüm özellikleriyle tam bir kuş yaşıyordu.
Bu buluşun öneminin daha iyi anlaşılması için evrimcilerin kuşların evrimi hakkındaki iddialarını özetlemekte fayda var.
Archaeopteryx fosili
Evrimciler, yaklaşık 100 yıldır kuşların dinozorlardan evrimleştiklerini öne sürerler ve kendilerince buna da delil olarak Archaeopteryx isimli kuşun fosilini gösterirler. Evrimcilerin bilim dışı iddialarına göre günümüzden 150 milyon yıl önce yaşayarak soyu tükenen Archaeopteryx, iyi uçamayan yarı dinozor-yarı kuş şeklinde bir canlıdır. Oysa evrimcilerin birçok kereler yanlış olduğu gösterilen bu iddiaları 1997 yılında bulunan yeni bir Archaeopteryx fosili ile beraber kesin olarak yıkılmıştı. Bu fosilde, tamamen kuşlara has ve uçuş sağlayan kemik olan "sternum" kemiğinin bulunması, Archaeopteryx'in evrimcilerin iddia ettikleri gibi yarı kuş-yarı dinozor bir canlı değil, tam bir uçucu kuş olduğunu gösteriyordu.
Orta Asya'da bulunan fosilin ise 220 milyon yıllık olması, yani tam bir uçucu kuş özellikleri göstermesine rağmen kuşların sözde atasından 75 yıl daha yaşlı olması ise, evrimcilerin iddialarına Milliyet gazetesinin de ifadesiyle "büyük darbe indirdi". Daha doğrusu bu iddiayı tamamen yıktı.
Basında yer alan kuşların atasının dinozorlar olduğu ile ilgili yanıltıcı haberlere, diğer çalışmalarımızda defalarca yanıt verilmiş ve bilimsel gerçekler açıklanmıştı. Ne var ki evrimciler bu açık bulguları görmezden geliyorlardı. Ancak son bulunan fosil ile artık bu konuda daha fazla ısrarcı olamayacaklarını anlamış olacaklar ki, evrimci propogandaya sıkça yer veren gazeteler dahi haberi büyük puntolarla verebildi.
Bunun önemli ve olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyoruz. Çünkü evrim teorisini çürüten deliller sürekli bulunmaktadır. Yani bu son fosil, evrimcilerin iddialarını çürüten ilk delil değildir. Ancak evrimciler, evrim teorisini ideolojik sebeplerle savundukları için mümkün olduğunca bu delilleri örtbas eder, halktan gizleyerek evrim teorisini gerçekmiş gibi göstermeye çalışırlardı. Ancak bazı basın organları bu konuda daha fazla direnmeme ve gerçekleri olduğu gibi aktarma kararı almış gibi görünmektedir. Nitekim Milliyet gazetesinin bu haberi bu açıdan olumlu ve ümit verici bir gelişmedir.
Archaeopteryx yaklaşık 100 yıldır evrimciler tarafından "kuşların ilkel atası" olarak gösterilir. Üsttekine benzer soyağaçlarında, Archaeopteryx hep en eski ve ilkel kuş olarak tasvir edilir. Archaeopteryx'ten 70 milyon yıl daha yaşlı ve günümüzdekilerden farksız bir kuş olan Longisquama'nın fosilinin bulunması, tüm bu varsayımları çökertmiştir.
Öte yandan, Archaeopteryx'in evrime delil oluşturacak bir "ara geçiş formu" olmadığının bizzat evrimciler tarafından da kabul edilmesi, paleontoloji tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü Archaeopteryx, 150 yıldır evrimcilerin ileri sürebildikleri bir kaç hayali "ara geçiş formu" arasında her zaman en iddialısı olmuştur. Evrimcilere "Darwin sayısız ara geçiş formu bulunması gerektiğini yazmıştı, oysa 150 yıldır aradınız, bir tane bile yok" denildiğinde, verdikleri cevap hep "Archaeopteryx gibi bir kaç örnek var, aramaya devam ediyoruz" şeklinde olmuştur. Ancak bu kaçış yolu da artık kapanmış ve paleontoji dünyası gerçeklerle yüzyüze gelmiştir: Evrime delil olabilecek tek bir ara form bile yoktur.
Bunun gösterdiği sonuç ise açıktır. Milliyet de bunu kabul etmiş ve "kuşların atası kuş çıktı" diye başlık atmıştır. Evet, kuşların en eski atası da bir kuştur. Balıkların en eski atası balık, atların en eski atası at, kanguruların en eski atası kanguru ve insanların en eski atası da insandır. Yani, tüm farklı canlı sınıflamaları, yeryüzündeki bugünkü farklı, özgün ve kusursuz yapılarıyla ortaya çıkmışlardır. Bir başka deyişle, yaratılmışlardır.
Evrimciler bu apaçık gerçeğe karşı gösterdikleri tutucu direnişe rağmen, artık son dayanaklarını da kaybetmişlerdir.
Basında evrimin kanıtları bulunmuş havasında verilen ve hayali resimlerle süslenmeye çalışılan haberlere birkaç örnek. Yeni bulunan fosille bu haberlerde yürütülen evrim propagandasının tamamen temelsiz olduğu ortaya çıkmıştır.
Bilindiği gibi, son günlerde tüm dünya çok önemli ve ümit verici bir gelişmeye tanıklık etmektedir: İnsanın Gen Haritası'nın önemli ölçüde ortaya çıkartılmış olması. Ne var ki, bu önemli gelişme ile birlikte, ortalıkta birçok spekülatif ve yanıltıcı haber dolaşmaya başladı. Genellikle bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bu yanılgıların halka ulaştırılmasında ise medyanın rolü büyük. Bu nedenle, basının bu konuda çok hassas davranarak, spekülatif, kulaktan dolma ve bilimsel değeri olmayan bilgilere yer vermemeleri gerektiğini düşünüyoruz. Bu yazıda da, Milliyet gazetesi yazarlarından Sayın Yalçın Doğan'ın, 28 Haziran 2000 tarihli köşe yazısında yer alan yanılgılara yer vereceğiz:
1. İnsan Genleri ile maymun genlerinin %98 oranında benzer olmasının Darwin'in teorisine delil olduğu yanılgısı:
Bu konu ile ilgili gerçek bilgiler, yine Sayın Yalçın Doğan'ın 9 Ocak 2000 tarihinde yazdığı bir yazıya cevap olarak açıklanmıştı. Bu kitapta "Sayın Yalçın Doğan'ın Evrim Yanılgısı" başlığı altında bu açıklamaları bulabilirsiniz.
2. Gen Haritasının bulunmasının evrimcilerin tek hücreli canlıdan insana uzanan evrim masalını kanıtladığı yanılgısı:
Sayın Yalçın Doğan yazısında, birkaç yıl önce okuduğu, Dinozorların Sessiz Gecesi isimli kitaptan etkilendiğini ve o kitapta anlatılan "tek hücreli canlının evrimleşerek nihayet maymuna ve en son insana dönüştüğü" hikayesinin artık kanıtlandığını belirtmektedir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Darwinistlerin iddia ettikleri evrim sürecinin hiçbir aşaması bilimsel olarak kanıtlanmış değildir. Sn. Doğan bu noktada çok büyük bir yanılgı içerisindedir. Son gelişme, sadece insanda var olan genetik şifrede yer alan harflerin bir kısmının doğru olarak dizilmesidir ve bunun sonucunda, insanın genetik kodunun ne denli kompleks ve kusursuz bir yaratılışa sahip olduğu görülmüştür. Bulunanların evrime delil olacak hiçbir yönü yoktur. Aksine evrimin asla oluşamayacağını, yani bu kadar kompleks ve kusursuz bir yapının tesadüfler sonucunda oluşmasının kesinlikle imkansız olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Bilindiği gibi canlıların bilgi bankası olan DNA'da milyarlarca bilgi mevcuttur. Bu muazzam bilgi 500'er sayfalık 900 ciltlik bir ansiklopediyi dolduracak kadar çoktur.
Daha da etkileyici ve düşündürücü olan ise, bir futbol sahası büyüklüğündeki kütüphaneyi dolduracak kadar muhteşem büyüklükteki bu bilginin, milimetrenin yüzbinde biri büyüklüğündeki gözle görülemeyecek kadar küçük yere paketlenerek sığdırılmış olmasıdır. Sn. Doğan'ın da takdir edeceği gibi, bu kadar muazzam bilginin oluşturulması, daha sonra gözle görülmeyecek kadar küçük bir alana sığdırılması ve dahası bu bilginin atıl kalmayarak, muhteşem ve kusursuz bir sistem tarafından kullanıma geçirilmesi tesadüflerin, karmaşanın, kaosun sonucunda oluşamaz. Bu futbol sahası büyüklüğündeki bir kütüphanede yer alan kitapların tamamının, yere düşen harflerin tesadüfen yanyana gelerek, ansiklopedideki bilgileri oluşturduğunu iddia etmek kadar akıl, mantık ve bilimsellik dışıdır. Nitekim bugüne kadar, değil tesadüfen, en gelişmiş laboratuvarlarda, yüzlerce akıl, bilinç ve bilgi sahibi bilim adamı son derece kontrollü laboratuvar koşullarında yaptıkları deneylerle tek canlı hücresini dahi meydana getirememiştir. Dolayısıyla genetik kodun deşifresi, onun müthiş yapısını ve asla tesadüfen oluşamayacağını ortaya koymuştur. Bu gerçek Darwinizm'in bir hurafe olduğunu bir kez daha ortaya koyan önemli bir gelişmedir.
Ayrıca, Sn. Doğan, alıntı yaptığı Dinozorların Sessiz Gecesi isimli kitaba tekrar, tarafsız bir gözle bakma imkanı bulabilirse, kitabın yazarı olan Alman Psikiyatri ve Nöroloji Profesörü, evrimci bilim yazarı Hoimar Von Ditfurth'un evrimi, gerçekleşmesi imkansız bir süreç olarak gördüğünü, ancak buna rağmen diğer alternatifi, yani Yaratılış'ı kabul etmemek için evrimi savunduğunu itiraf ettiğini görecektir. Aşağıda Dinozorların Sessiz Gecesi isimli kitaptan yaptığımız alıntılarda, yazarın evrim teorisi hakkındaki ciddi şüpheleriyle ilgili yalnızca birkaç ifadesi görülmektedir:
Bugünkü bilgilerimiz, evrimin genel ilkesinin burada gerçekleşmediğini; ilkel hücrenin gelişe gelişe nihayet çekirdekli, organlı hücreye dönüşmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığını göstermektedir.105
Hücre, daha doğduğu anda gerekli miktarda enzime sahip olmuş olmalıdır, yani atmosferin oksijeniyle burun buruna gelmeden önce. "Salt rastlantı" sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Oksijene uyum sağlayabilecek tek bir hücrenin, tam o kaçınılmaz biçimde gerekli olduğu anda ortaya çıkmış oluşunun, sadece anlamlı bir olayla kalmayıp, bu karmaşık kimyasal tepkimenin yeryüzündeki hayatın devamı bakımından kesinlikle vazgeçilmez oluşunu, bilimsel bir yoldan açıklamak istiyorsak, rastlantı kategorisine başvurmaktan başka çaremiz var mı ki? Ama işte belli bir amaca hizmet edici rastlantıların böyle üst üste birikmesi de, bizim inandırıcılığımızı tartışılır hale getirmektedir.106
Gerçekten de biyolojik işlevler yerine getiren tek bir protein molekülünün kuruluşunun o olağanüstü özgünlüklerine bakınca, bunu, hepsi doğru ve gerekli bir sıra içinde, doğru anda, doğru yerde ve doğru elektriksel ve mekanik özelliklerle birbirine rastlamış olmaları gereken birçok atomun, tek tek rastlantı sonucunda buluşmalarıyla açıklamak mümkün değil gibi görünmektedir.107
Bütün teknolojik imkanlar kullanılarak modern laboratuvarlarda yürütülen çalışmalara rağmen insan hücresinin bir benzerini üretmek mümkün olmamıştır. Bu durumda hücrenin kendiliğinden oluşabileceğini düşünmek son derece anlamsız olmaktadır.
Aslında Sn. Yalçın Doğan'ın ne yazık ki konu hakkında fazla bir araştırma ve inceleme yapmadan Darwinizm'i alelacele benimsediği yazısındaki bazı önemli bilgi hatalarından da anlaşılmaktadır. Örneğin Sn. Doğan'ın yazısında yer alan aşağıdaki paragraf, çok önemli hatalarla doludur:
Dünyanın ömrü seksen milyar yıl. Şu anda on beşinci milyar yıldayız. Tek hücreli canlı, yirmi milyon yıl önce oluşuyor. Sonra gelişiyor. İnsandan önce, en gelişmiş canlı varlık, maymun. İnsan maymundan türüyor.
Öncelikle, dünyanın ömrü "seksen milyar yıl" olamaz, çünkü zaten evrenin ömrü bilimsel hesaplara göre 17 milyar yıl civarındadır. (Big Bang'den bugüne geçen zaman). Yine bilim adamlarının hesaplarına göre dünyanın ömrü de 5-6 milyar yıl kadardır. Öte yandan Sn. Doğan'ın "tek hücreli canlının 20 milyon yıl önce oluştuğu" şeklindeki bilgisi de çok hatalıdır. Çünkü bilinen en eski tek hücreli canlı fosilleri 3.5 milyar yıl öncesine uzanmaktadır. Sanırız Sn. Yalçın Doğan'ın, "insan maymundan türedi" gibi Darwinist iddiaları kesin bir gerçek gibi sunmadan önce, konu hakkında daha detaylı inceleme yapmasında yarar bulunmaktadır.
Sonuçta, Milliyet gibi ülkemizde saygın bir yeri olan bir gazetenin yine saygın bir yazarı olan Sn. Doğan'ın, halkın doğru bilgilendirilmesi açısından önemli bir sorumluluğu üstlendiğini ve yazılarında daha sağlıklı, doğru ve ispatlı bilgiler vermesi gerektiğini düşünüyoruz.
Milliyet gazetesinin 14 Ağustos 2000, Pazartesi tarihli nüshasının 9. sayfasında yer alan "HAYATIN KÖKENİ YAĞ!" başlıklı yazıda insanın varoluşunun kökenini evrimci bakış açısıyla açıklama gayretlerinin yeni ve gülünç bir örneği daha sergilenmiştir. Söz konusu yazıda, bugüne kadar canlıların kökenini doğa şartları ve tesadüflerle açıklama çabaları her seferinde sonuçsuz kalan ve bilimsel verilerle ters düşen evrimcilerin ürettikleri yeni bir hayal ürünü senaryo anlatılmıştır.
Yazıda yer alan bilim dışı iddiaya göre, suya dökülen zeytinyağının bir süre sonra küçük kürecikler halinde ayrışması gibi ilkel dünyadaki okyanuslarda -her nasılsa- bulunan yağ molekülleri de etraflarındaki molekülleri kuşatarak ilk canlı hücrelerini oluşturmuşlar... Yepyeni bir bilimsel buluş gibi lanse edilen bu teorinin sunduğu başka hiçbir bilimsel açıklama yok. Biyoloji hakkında hiçbir bilgisi olmayanların kafasında belki soru işareti bırakabilecek bu görsel senaryonun konuyla biraz ilgili olanları gülümsemekten öteye götürmeyeceği bir gerçek.
En basit bir canlı hücresinin bile ne derece özelleşmiş enzimler, kompleks organeller, iletişim, üretim ve depolama sistemleri, bilgi bankası, hassas dengeler, çoğalma mekanizmaları içerdiği bilinmektedir. Etrafındaki birkaç molekülü kendi içinde toparlayan bir yağ küreciğinin bu tür kompleks bir yapı meydana getirmesinin ne kadar gerçeklerden uzak olduğu da buradan anlaşılır. Bu bakış açısının, bir deprem bölgesinde yere yayılmış taş, toprak, moloz ve beton kırıklarının grayderlerle küçük küçük arsalarda bir araya sıkıştırılarak binalar, gökdelenler oluşacağını sanmaktan hiçbir farkı yok.
Ama, "biz ne kadar saçma olursa olsun, ne kadar anlamsız ve imkansız görünürse görünsün canlılığın ortaya çıkışını bir şekilde rastlantılara bağlayacağız" gibi bir ön yargıyla bu tür saçma teoriler üretince gülünç duruma düşmek de kaçınılmaz oluyor.
İtalyan Panorama dergisi kaynaklı olduğu belirtilen yazıda, görsel senaryolar dışında herhangi bilimsel bir iddia olmamakla birlikte, bugün bilim dünyasının ortak görüşü olan pek çok gerçekle taban tabana zıt iddia ve kabuller yer alıyor.
Enerji üreten santraller (mitokondri), üretilecek ürünlerle ilgili bilgilerin saklandığı bilgi bankası (DNA), ulaşımı sağlayan özel kanallar (endoplazmik retikulum), malzemelerin saklandığı depo (golgi aygıtı) hücrede bulunan organellerden birkaçıdır.
Örneğin yazıda, dünyanın ilk zamanlarında "atmosferin azot, metan, amonyak ve karbondan oluştuğu" şeklinde bir ifade geçiyor. 20 yılı aşkın bir süredir evrimci otoriteler tarafından dahi terk edilmiş olan bu tez sanki halen kabul görüyormuş gibi laf arasında geçiriliyor. Oysa ki 1950'lerdeki Miller deneyinin temeli olan bu varsayım çoktan çökmüş durumda. Son bilimsel bulgular, dünyanın ilk zamanlarındaki atmosferin, metan ve amonyak içermediğini, onun yerine başlıca azot ve karbondioksit içerdiğini kanıtlamış bulunuyor. Örneğin, 1998'in Şubat ayında yayınlanan bilim dergisi Earth'deki "Yaşamın Potası" başlıklı makalede şu ifadeler yer almakta:
Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleridir. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller deneyinde) kullanılandan çok daha az aktifler.
Bir diğer ünlü bilim dergisi National Geographic'in Mart 1998 sayısındaki, "Yeryüzündeki Yaşamın Kökeni" başlıklı makalede ise, konuyla ilgili şu satırlara yer verilir:
Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller'in öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan çok, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda.
Miller 1953 yılında ilkel atmosferde bulunduğunu varsaydığı -daha sonra bulunmadığı anlaşılan- bir gaz karışımını kullanarak aminoasit üretmeye çalışmıştır. İlkel dünya atmosferinin organik moleküllerin rastlantısal oluşumu için uygun olmadığı bugün artık tüm bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Sonuçta, görüldüğü gibi en ünlü evrim taraftarı yayınlar dahi, ilkel atmosferin metan ve amonyaktan oluşmadığı hakkında fikir birliği halindeyken, söz konusu yazıyı yayınlayanların bu gerçeğin aksini savunmaları akla iki ihtimali getiriyor: Birincisi, 'yağ küreciklerinden canlı hücresi oldu' gibi gülünç teorileri üreten "bilim adamları" kendi literatürlerinden habersizler. Bu durumda kendi teorilerinin ne derece bilimsel değere sahip ve muteber olduğu sorusu akla geliyor. İkincisi, aynı "bilim adamları" gerçekleri bildikleri halde kasıtlı olarak çarpıtıyor ve laf aralarında küçük aldatmacalara başvurma ihtiyacı duyuyorlar. Bu durumda da söz konusu teorileri üreten "bilim adamları"nın güvenilirlik, samimiyet ve dürüstlükleri sorgulama konusu haline geliyor.
Yazıda geçen diğer bazı yanıltıcı ifadeler ise şöyle:
Yanılgı 1: "Genetik enformasyona şekil veren nükleik asitler karmaşık bir biçimde örgütleniyorlar"
Bu cümledeki iddianın aksine, değil DNA, RNA gibi son derece kompleks yapıya sahip ve büyük miktarda enformasyon kodlu olan moleküllerin, bunların tek bir nükleotidinin bile kendiliğinden meydana gelemeyeceği bilinmektedir. Örgütlenme denilen kavram bilinç, akıl ve denetim gerektiren bir süreçtir. Buna rağmen yazıda tek bir cümleyle, sanki bu moleküller zaten kendiliğinden var olmuş, bunun yanı sıra da karmaşık bir biçimde örgütlenmişler gibi bir ifade geçirilmiştir. Bilimsel olarak kendiliğinden gerçekleşmesi imkansız olan böyle bir süreç güya gerçekleşmiş ve bunun da herkesçe bilindiği gibi bir üslupla konu hakkında yeterli bilgisi olmayanları yanıltıcı bir yöntem kullanılmıştır.
Yanılgı 2: "Enzimler sahneye çıkıyor, farklı zamanlarda enzimler ve RNA parçaları yağ kapsüllerini kolonize ediyor."
Miller deneyini yaparken gerçeğe uygun olmayan yapay bir ortam oluşturmuştu.
Hiçbir bilimsel değeri ve dayanağı olmayan bir başka cümle... Enzimler canlılarda kompleks reaksiyonları yöneten son derece kompleks yapılara sahip özelleşmiş proteinlerdir. Yüzlerce hatta binlerce amino asitin hücre içinde özel bir dizilimde dizilmeleriyle üretilen enzimlerin 3-boyutlu amino asit dizilimini belirleyen bilgi, canlı hücresinin çekirdeği olan DNA'da kodludur. Yani enzimin oluşması için gereken bilgi DNA'dadır. DNA molekülü olmadan enzimin oluşması mümkün değildir. Ayrıca bir enzimin üretilmesi için DNA'daki bilginin yanı sıra, hücre içindeki pek çok üretim mekanizmasının da (ribozom, mitokondri gibi organeller, taşıyıcı-RNA, mesajcı-RNA gibi nükleik asitler) devreye girmesi gerekmektedir. Yani hücre gibi bu iş için özelleşmiş son derece kompleks bir laboratuvar olmadan, doğada kendiliğinden bir enzimin oluşması mümkün değildir. Gerçekler böyleyken "enzimler sahneye çıkıyor" gibi ifadelerin bilimsel bir anlatımdan ziyade hayal mahsulü hikayeler olduğu açıktır. Bu arada aynı cümlede yer alan, RNA parçalarının nasıl olup da kendiliklerinden ortaya çıktıkları da evrimci bakış açısıyla açıklanması mümkün olmayan bir durumdur. Ne var ki yazılarında bu açmazları dile getirmektense sanki her aşama kolaylıkla kendiliğinden olup bitmiş, ortada hiçbir sorun yokmuş gibi bir üslup kullanmayı tercih ederler.
Yanılgı 3: "Genetik enformasyonu kapsayan ön hücreler ortaya çıkıyor."
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi genetik enformasyon hücre çekirdeğindeki DNA molekülünde kodludur. DNA molekülünün ve içerdiği muazzam bilginin tesadüfler sonucu oluşma ihtimali ise sıfırdır. Ayrıca bir hücrenin çoğalması ve yeni jenerasyonlar oluşturması için az önce bahsettiğimiz gibi yalnızca DNA yeterli değildir. Diğer pek çok özelleşmiş kompleks organel, enzim ve moleküllerin de aynı hücre içinde var olması ve kusursuz işleyen bir düzen ve işbirliği içinde fonksiyon göstermeleri gereklidir. Tüm bu yapıların ve şartların birarada oluşup işlemeleri ise son derece kompleks bir düzen gerektirir. Böyle kompleks bir yapı ve düzen içeren sistemin ise kendiliğinden tesadüflerle meydana gelmesi matematiksel olarak ihtimal dışıdır. Böyle bir sistemin var oluşunu "... ortaya çıkıyor" gibi bir ifadeyle geçiştirmenin ise hiçbir bilimsel değeri olmadığı ortadadır. Daha doğrusu, evrimci yaklaşımın bilimsel bir açıklaması olmadığı için canlıların varoluşundaki en temel ve kritik noktalar bu tür romansı bir üslupla örtbas edilmeye çalışılır. "Oldu, bitti, ortaya çıktı, sahneye çıktı, meydana geldi" gibi kalıplarla evrimin açıklayamadığı aşamalar geçiştirilerek okuyucu yanlış yönlendirilir. Dikkat edildiğinde evrimci yayınlarda aynı klasik yanıltma ve göz boyama yönteminin kullanıldığı hemen fark edilebilir.
Yanılgı 4: "Yağ damlacıkları çevresindeki molekülleri kapsayarak kümeler oluşturuyor. Zaman içinde bazılarının kopyaları oluşuyor."
Görüldüğü gibi bu da bahsettiğimiz yanıltıcı üslubun kullanıldığı bir başka ifade: "Yağ kümelerinin zaman içinde kopyalarının oluşması." Az önce "kopyalanarak çoğalma süreci"nin ne derece kompleks sistemler gerektiren bir süreç olduğundan ve bu kompleks sistemlerin, tesadüfen ortaya çıkmasının hiçbir biçimde söz konusu olamayacağından kısaca bahsetmiştik. Fakat, bilindiği gibi evrimci düşünce bilimselliği sadece bir slogan ve propaganda malzemesi olarak kullanır. İzlediği yöntemin, kullandığı üslubun, öne sürdüğü açıklamaların ise hiçbir bilimsel metodla ve yaklaşımla ilgisi yoktur.
Evrimci söylemlerin hemen hepsinde, hayal gücüne dayalı senaryoların, hikayelerin başrolde olduğu, gerçeklerin ötbas edildiği, kritik noktaların, çelişki, açmaz ve tutarsızlıkların laf oyunlarıyla geçiştirildiği yanıltıcı ve çarpıtıcı bir üslup hakimdir.
Bu yazı da söz konusu klasik evrimci üsluba çok açık bir örnek teşkil etmektedir.
92- Michael J . Behe, Darwin'in Kara Kutusu,Aksoy Yayıncılık, 1998, s. 14
93- Henry M. Morris, The Long War Against God, Baker Book House, 1996, s. 19
94- Karen Hopkin, "The Greatest Apes", New Scientist, 15 May 1999, s. 27
95- Pierre Paul Grasse, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 194
96- Mike Benton, "Is a Dog More Like Lizard or a Chicken?" New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19
97- Paul Erbich, "On the Probability of the Emergence of a Protein with a Particular Function", Acta Biotheoretica, c. 34, 1985, s. 53
98- Christian Schwabe, "On the Validity of Molecular Evolution", Trends in Biochemical Sciences, c. 11, Temmuz 1986, s. 280
99- Christian Schwabe, "Theoretical Limitations of Molecular Phylogenetics and the Evolution of Relaxins", Comparative Biochemical Physiology, c. 107B, 1974, s.171-172
100- Christian Schwabe and Gregory W. Warr, "A Polyphyletic View of Evolution", Perspectives in Biology and Medicine, c. 27, İlkbahar 1984, s. 473
Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 290-91
101- Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 290-91
102- Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94
103- Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, Cilt 258, s. 389
104- F.Spoor, B.Wood, F.Zonneveld, "Implications of Early Hominid Labyritine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, 23 Haziran 1994, s.645-648
105- Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 2, Alan Yayıncılık, Mart 1995, İstanbul, çev: Veysel Atayman, s.22
106- Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi2, Alan Yayıncılık, Mart 1995, İstanbul, çev: Veysel Atayman, s.64
107- Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, çev: Veysel Atayman, s.123